|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Doğruda sebat |
|
Ağar’ın, büyük ilgi uyandıran çıkışlarına yönelik tepkiler karşısında geri adım atmayıp, tam tersine açılımlarını yeni boyutlar ilâve ederek sürdürmesi takdirle izleniyor.
Bunların yeni örneklerinden en fazla iz bırakıp akılda kalanlarını hatırlatacak olursak:
Siyasette “Türkiye’yi MHP-DTP etnik köken, AKP-CHP laiklik ekseninden çıkaracağız” sözüyle, demokratik siyasetin önünü tıkayan mevcut yapıya meydan okudu DYP lideri.
Sonra, Türkiye’nin terör ve laiklik konularındaki sıkıntıları demokrasi içinde aşacağını ifade ederek çerçeveyi biraz daha genişletti.
“O zat iktidar olsa da konuşurum” diyen Genelkurmay Başkanına “Askerle siyaset yapılmaz, ama bu coğrafyada askersiz de devlet yönetilmez” diyerek gayet usturuplu ve dengeli bir cevap verdi.
“Vatan sağolsun diyemeyen annelerin acısını anlamak lâzım” sözüne yine Büyükanıt’ın yönelttiği “Herhalde Cumartesi annelerini kast ediyor olmalı” eleştirisini de, Komutanın evvelce Başbakana gönderme yaparak söylediği “Şehit annelerinin her sözünün başımızın üstünde yeri var, ellerini öperiz” beyanını çağrıştıran “Acılı anneler arasında ayrım yapılamaz” sözüyle karşıladı.
“PKK’yı siyasallaştırmak isteyen ABD’nin planından rol kapmaya çalışıyor” iddialarını ise, tam tersine, bu çıkışlarıyla ABD-İsrail-Talabani-Barzani-PKK zincirine dayalı bir planı bozduğunu söyleyerek cevaplandırdı.
“Dağda savaş yerine ovada siyaset yapsınlar veya kendi işleriyle uğraşsınlar” sözü için yapılan “Af istiyor” saptırmalarını “Af, toplum isterse olur. Benim söylediğim o değil. Ben öncelikle ovadan dağa terörist devşirilmesinin önünü kesmek istiyorum” diyerek çürüttü.
Komutanların ard arda gelen irtica çıkışlarını “Her dakika bunu gündeme getirirseniz, bu konuyla ilgisi olmayanları da bunun içine sokarsınız. Sırf hükümeti sıkıştırmak için böyle birşey yapılmamalı” diyerek eleştirdi.
Bütün bunlar alt alta konulduğu zaman açıkça görülüyor ki, DYP lideri bu sözleriyle çok iyi düşünülmüş, bütün boyutları ve detaylarıyla enine boyuna hesabı kitabı yapılmış kapsamlı bir projenin ipuçlarını veriyor.
Ve bu açılımlar, daha önce yaptığı “Artık Türkiye iç düşman üreterek yola devam etmemeli. Daha demokrat, daha özgürlükçü, daha sivil bir Türkiye’ye doğru yol almamız gerekiyor” çıkışlarının devamı niteliğinde.
Yakınlardaki bir beyanında “Sistemi, sistemin içinden gelen adam paralayacaktır. Bu benim” diyen Ağar (Bilal Çetin, Vatan, 25. 9.06) son ataklarıyla bunun işaretini veriyor.
Bu işaretlerin orijinalliği ve çarpıcılığıdır ki, yıllardır adeta yok sayılan ve görmezlikten gelinen Ağar’ı bir anda “gündem belirleyen kişi” konumuna taşıdı. Ve tabuları zorlayan kritik çıkışları, beklenmedik bir destek gördü.
Erdoğan’ın 3 Kasım’dan bu yana geçen süreçte siyasî anlamda muhatap sayma tenezzülünde dahi bulunmadığı Ağar’ın çıkışlarına destek vermesi de bunun bir sonucu.
Bütün bu kazanımlar “AKP ile asla koalisyon yapmam, CHP ile bir meselem yok” gibi çelişkili mesajlarla heba edilirse yazık olur...
18.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Uyuşmazlık sorunu |
|
Sabah gazetesi bir araştırma yapmış. Entelektüel çevre de olsa, ebeveynler genç kızlarını gece sokağa bırakmak istemiyor.
Gençlerin aileleri ile uyuşmazlık konularının başında gece sokağa çıkma yasağı ve flört geliyormuş.
Meselâ:
Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Süheyl Batum, 16 yaşındaki kızı için endişeli:
“Gece 12.00’de okul çay balosu vardı. Asistanlarıma ‘Gidin kontrol edin’ demeyi düşündüm. Eşim durdurdu” diyor.
Gazete “oran”lama yapmış:
“Aile kızını hangi konuda kontrol ediyor?”
Gece gezmesi: % 64
Yatıya kalma: % 62
Dönüş saati: % 57
Flört: % 47
Giyim: % 37
Buradan çıkan sonuç şu:
Genç kız olsun, genç erkek olsun “gece sokağa çıkarsa aile rahat edemiyor.”
Peki ya gençler?
Onların “uyuşmazlık sorunu” nereden kaynaklanıyor?
Aile ile anlaşmazlık konularının başında ise, kızlar için kıyafetleri ve flörtleri, erkekler için ise eğitim ve okul hayatları geliyormuş.
Yüzde 48.3’ü ise ailesi ile herhangi bir uyuşmazlık yaşamadıklarını dile getirirken, çocuklarını sıkı takip altında tutuyor. Özellikle de gece gezmeleri ve arkadaşlarına yatıya kalma konuları söz konusu olduğunda aile gence sınırlarını çiziyor...muş.
Ne yapacaktı yani? “Bıçakların konuştuğu” bir eğitim sistemine güven olmadığı gibi, sokaktaki “tehlike”ye bile aileler duyarlı.
Öyle ya da böyle: Eğitim düzeyi ne olursa olsun, aileler gece gezmelerini sevmiyor.
Efendim, “kuşak çatışması” başlar, “uyuşmazlık” olur!
Bu kimin fikri, gazetelerin mi, uzmanın mı? Sokaklarda kaybolan gençlik ne olacak?
“Kuşak” çatışmasının önüne en güzel şekilde imanlı bir gençlik yetiştirerek geçebiliriz. Vesselâm...
FANî İNSANDAN BAKî SÖZLER
Medyada isim yapmış olanların zaman zaman söylediği sözleri sizlere aktarmak bir borç...
Bakalım kim ne söylemiş:
Murat Parasayar (Manken, oyuncu):
“Hayır işlerine uzak duran bir camia içinde yaşıyoruz. İçimizde özellikle hayır işlerinde bulunan sanatçılar olsa da bunların sayısı çok az. Deniz Feneri Derneği gibi kendini kanıtlamış bir yardım kuruluşunun sanatçıları hayır işlerine yönlendirmiş olması çok güzel bir yaklaşım. Tüm sanatçılarımızı bu tür organizasyonlarda yer almaya davet ediyorum.” (Kadıköy Meydanı. Deniz Feneri Gönüllüsü olarak çağrıda bulunurken yaptığı konuşma.)
Deniz Akkaya (Manken):
“Bir insanın zihninin en çok çalıştığı an, secde ederkenki anmış. Namaz kılarken rahatlamanın nedeni de bu... Aşırı derecede inancı olan ve kafayı bununla bozmuş biriyim..”
Acun Ilıcalı (TV yapımcısı):
Maçlara bedava girebilmek için televizyoncu oldum. Bu gün 25 kişinin çalıştığı bir şirketin patronuyum. ‘Survior’a yarışmacı olarak katılır mıyım? Asla! Deli miyim ben?” (Kelebek)
Yaşar Alptekin (Oyuncu)
“Ötelerde ‘tanrı’ arayacağınıza, içinizdeki Allah’ı bulun!” (Seherden Sahura, Hilal TV)
18.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Koklama ve tatma duyuları |
|
Yarattığı her şeyde nihayetsiz gayeler ve hikmetler, sayısız maksat ve faydalar takip eden Cenâb-ı Hak, insan bedeninde beş zâhirî duygu yerleştirmiştir. Görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyguları olarak sayılan bu nimetler, insan ruhunun ihtiyaçlarına hizmet eder.
Anatomi kitaplarında teferruatlı açıklamaları bulunan her bir duyumuz, muhteşem ve İlâhî sistemleri içinde bulundurmaktadır. Solunum sisteminin en önemli bölümü olan insan burnunun, dört binden fazla farklı kokuları algılayıp fark etmesi ne kadar ilginçtir. Şâyet, her bir koku için tırnak yüzeyi kadar maddî bir mekân gerekseydi, insan burnu ne şekilde olurdu, hiç düşünülüyor mu? Burnun içine kıllar yerleştirilmiştir. Her nefes alışta belli oranda titreşen bu kıllar sayesinde, hem alınan hava ısınır, hem de nemlenir. Böylece akciğerlere normal bir hava girer. Aynı zamanda, burun içinde salgılanan sıvı ile birlikte dışarıdan gelen yabancı maddeler tutularak akciğerlere gitmesi önlenmiş olur. Bu durum, önceden yapılan bir plân ve programı, bir çok gaye ve faydaların takip edildiğini gösterir.
Dilin yaratılışı ise başlı başına bir mucizedir. Ağzın içine yerleştirilen bu küçük et parçasına iki büyük vazife yüklenmiştir. Yeryüzünü bir nimetler sofrası yapan Rezzâk-ı Kerim, o nimetlerin ayrı ayrı tatlarını tatma işini dile yüklemiştir. Bir dil acısıyla, tatlısıyla ve ekşisiyle on binden fazla tatları tanıyacak ölçücüklere sahiptir. Dilin ucu tatlıları, yanı ekşileri, arka kısmı acılı olanları hissediyorsa da, genelde dil damakla birlikte bütün tatları fark etmektedir. Burunda dediğimiz gibi, eğer her bir tat için tırnak yüzeyi kadar maddî bir mekân icap etseydi, bir dil iki kapı büyüklüğünde olurdu. Öyle büyük bir dil yerine küçük bir et parçası bütün o vazifeleri yerine getirmektedir.
Dilin konuşma vazifesi ise tam bir hârikadır. Konuşmak ve maksadını ifâde etmek insana mahsus bir özelliktir. İnsan dışındaki hayvanların böyle bir özelliği yoktur. Konuşmak için sadece dilin olması yetmez. Ses de olması gerekmektedir. Bunun için gırtlakta titreşme özelliğine sahip iki adet tel yaratılmıştır. Akciğerde vazifesi biten ve kirlenen nefes dışarı atılırken ses tellerini titreştirerek çıkar ve dilden kelimeler şeklinde dökülür. İnsanlar sayısınca farklı sesler, kalın, orta ve ince olarak her insana mahsus ihsan edilmektedir. Bas, bariton ve tenör olarak isimlendirilen bu ses tonlarının san'at dünyasında kullanımı, insanı hayretler içinde bırakmaktadır. İki ses telinin farklı yaratılmasından, insanlar sayısınca farklı sesler meydana getirilmektedir. Bu yüzden, tanıdığımız bir kişinin öksürmesinden ve görmediğimiz halde telefondaki sesinden hemen tanıyabiliriz.
Nihayetsiz bir ilim, irâde ve kudreti gerektiren bu harika fiilleri nazara veren Bediüzzaman: “Hadsiz zîhayattan bir insanın yüz cihâzâtından bir tek cihazı olan lisanı bir et parçası iken, iki büyük vazifesiyle yüzer hikmetlere, neticelere, meyvelere fâidelere âlet oluyor... taamların zevkindeki vazifesi, ayrı ayrı bütün tatları bilerek cesede, mideye haber vermek ve Rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına dikkatli bir müfettiş olmak ve kelimeler vazifesinde kalbe ve ruha ve dimağa tam bir tercüman ve santral olmak; elbette gayet parlak ve katî bir sûrette ihatalı bir ilme delâlet ve şehadet eder.” (Şuâlar s. 544) demektedir.
Cenâb-ı Hak, insan vücudunda yarattığı zâhirî ve bâtınî duygularla, insana verdiği çeşitli nimetlerini, ihsanlarının kısımlarını ve rahmetinin tabakalarını o insana o âletlerle hissettirip tattırmak ve böylece kendisini tanıttırmak ve sevdirmek istemiş. Bu imtihan dünyasında, iman ve amel-i salihiyle bu vazifeleri yerine getiren bu duyguların, kendilerine mahsus kullukları yerine gelmiş olur. Meselâ, göz kudret mucizeleri olan varlıklardaki güzellikleri seyrederek, ibret gözüyle bakıp San'atkârına şükreder.
Kezâ, kulak seslerin her çeşidini ve lâtif nağmeleri işitir ve işitme âlemine tecellî eden Cenâb-ı Hakkın rahmetini hisseder.
Kezâ koklama duygusu kokular tâifesindeki letâif-i rahmetin farkına varır.
Kezâ, dildeki tat alma duygusu bütün yiyecek ve içeceklerin ayrı ayrı tatlarını tanıyarak lezzetini almakla şükür vazifesini ifâ eder.
Yaratılış amacına uygun vazife gören bu duyguların, elbette Cennet âleminde onlara mahsus mükâfatları olacaktır. Numunelerini bu dünyada tattığı nimetlerin asıllarını orada görecek ve ebediyen onlardan Cennete lâyık bir tarzda istifâde edecektir. Hattâ, hadis-i şerife göre, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ve ne de insan kalbinden geçmiş nimetler dahi ilâve olarak verilecektir.
Kâfir ise, âzâ ve duygularını kötüye kullandığı için, bütün bu nimetlerden mahrumiyetle beraber, ebedî bir azaba düşecektir.
18.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Eğitimin geleceği |
|
Bir çok ülke nüfusu kadar öğrenciye sahip olan Türkiye’nin ciddi sıkıntılarından biri de kaliteli eğitim sistemi kurulamamış olmasıdır.
Okul öncesi eğitimden başlayan ve üniversite sonrası eğitime kadar devam eden aksaklıklar, ‘irtica tartışmaları’ kadar ülke gündemini meşgul edebilse, belki de kalıcı çözümler bulunabilecek. Ne yazık ki problemlerin çözüm teklifleri gündemi meşgul edemiyor.
Meselâ, onlarca, belki yüzlerce ders kitabından sadece ‘abdest suyu ile ilgili bölüm’ler tartışılıyor. İlgili bölümün ‘yanlış’ olduğu kabul edilse bile, bunca ders kitabı arasında ‘yanlış’ olan sadece o bölüm müdür? Gerek tarih, gerekse başka ders kitaplarında ‘yanlış’lar, ‘eksik’ler yok mudur? Meselâ ‘Millî Güvenlik’ ders kitaplarında okutulan konular “AB yolundaki Türkiye” gerçeğine uygun mudur? (Bazı sivil toplum kuruluşları bu dersin kaldırılmasını isteyen açıklamalar yaptı.)
Okullarda yaşanan sıkıntılar yeteri kadar gündeme gelmese de, üniversiteye giriş imtihanlarındaki problemler gündemede geliyor. Ortaya çıkan neticeden memnun olan hiç kimse yok. Hiçbir üniversiteye yerleştirilemeyen okul birincilerin varlığı, eğitim sisteminin problemlerini ortaya koyan bir ‘gösterge’ olarak yetmez mi?
Yükseköğretim Kurulu Başkan Yardımcısı Prof. Dr. İsa Eşme, “ÖSS 2006 sonuçlarına göre ilk ve ortaöğretimde eğitimin bugünkü durumu” başlıklı bir rapor hazırlamış. Rapor, imtihana giren adayların dörtte üçünün fen ve matematiği basit seviyede bile bilemediğini ortaya koymuş. (Hürriyet, İK eki, 8 Ekim 2006)
Rapora göre, ilk ve ortaöğretimde uygulanan eğitim sistemi çökmüş durumda. Bu tesbit doğru olmakla birlikte, üniversitedeki eğtimi değerlendirmemiş olması bir eksiklik. Yani, ilk ve ortaöğretimde sistem çökmüş de, üniversitelerde çok mu iyi? Raporu hazırlayanlar, nedense YÖK’ün üniversitelerde yaptığı yanlışları görmemiş ya da görmek istememiş.
Sayılarla ÖSS’deki durum ise şöyle: *2006’da adayların yalnızca yüzde 25’i matematikten 15 ve üzeri soru çözebilmiş. *Fenden 15 veya üzerinde soru çözebilenlerin sayısı 95 bin 568. *Matematik-1’den 310.356 aday, Fen-1’den 992.867 aday sıfır ve altında puan almış. *Sınavın ilk bölümü 9’uncu sınıf ve öncesinden kazanılan bilgi ve becerileri kapsadığı için bu neticeler, ilköğretimin fen ve matematik karnesinin zayıf olduğunu gösteriyormuş.
Raporda, meslek liselerinin asıl probleminin ‘katsayı’ olmadığı ileri sürülüyor ki; bunu zorlama ile yapılan bir yorum olarak görmek lâzım. Üniversiteye girişte getirilen katsayı uygulamasının asıl hedefinin imam hatip liselerinin önünü kesmek olduğu aşikâr. Bu uygulamadan, diğer meslek liseleri ‘kazaen’ mağdur olmuş durumdalar. Üniversiteye girişte en başarısız olan okullar ise, ‘genel lise’ler. Raporda, katsayı uygulamasına haklılık kazandırma gayreti sergilenmiş. Güya meslek liselerinin asıl ‘sorunu’ katsayı değil, kötü eğitimmiş.
‘Kötü eğitim’in sadece meslek liselerinin değil, bütün bir eğitim sisteminin ‘sorunu’ olduğu ortada. Hak edenin üniversiteye girişine engel olan bir uygulamayı savunmak hakperestlik midir? Yapılan son ÖSS imtihanında milyonlarca kişiyi geride bırakarak Türkiye ikincisi ya da üçüncüsü olan bir öğrencinin, sırf imam hatip lisesi mezunu oluğu için istediği üniversiteye girememesini açıklayabilmek mümkün müdür?
Öğrenciler belki başarısız oluyor, ama asıl başarısız olanlar; her adımda Türkiye’nin önünü tıkayan ve bunun için ‘takoz’lar üreten zihniyet sahipleri olmalıdır. Türkiye ‘engel/takoz’ üreten bu zihniyetten kurtulursa eğitim sistemindeki sıkıntılar da sona erer...
18.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Muteber siyaset ve itibarlı meclis |
|
Uzun zamandır yakalayamadığımız gündem yoğunluğunun içine giriyoruz. Gündemlerin bir kısmı olumlu, bir kısmı olumsuz, bir kısmı da kendine alan açmak isteyen kontrollü gerilimler olsa da, kamuoyunda müzakere başlıklarımız artmaktadır.
Her gündem tarafı ve muhalifi ile karşılıklı tepki kültürünü oluşturması itibariyle olumlu sonuçlar verir. Tepki insanları; akıldan beslenirler, ilmî zemine taşıdıkları görüşlerini geliştirirler ve ev ödevlerine çalışarak konuşurlar. Olumsuz tepki tanımını ve örneklerini saymamı beklememenizi umuyorum. Bizim işimiz müspetle ve aksiyon duruşun muteber insanlarıyladır.
Bu günlük sayın Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın meclisin itibarını arttırmaya yönelik gayretleri üzerinde duracağım.
Meclis Başkanı, yaralı demokrasimizden bahsetmiş. “İtibarlı ve saygın bir meclis”i çare olarak görmüş. Çok yerinde bir tespit. Zaten, demokrasi ve meşruiyet diyorsanız bunun tezahürü Meclistir. İtibarlı kurumlar, muteber insanlarla ve çalışmalarla bu imajı elde ederler. Meclisimizin bu değeri hak ettiğini düşünüyorum.
Bu gündemin kalıcı olmasını dilerim. Üzerinde durulmalı. Siyaset, siyasetin felsefesi, siyasetçinin çıtası, duruşu, perspektifi, katılımcılık, profesyonelleşme, irade ortaya koyma, yeni açılımlar ve demokratik çerçevenin genişleyerek oturtulması konusunda çok ciddi çalışmalar yapılmalıdır.
Meclisimiz, her ne kadar seçim yılına girmiş olsa da, sayın başkanın bu hassasiyeti çok boyutlu ve insan ekseninde demokratik söylemlerin şaşırtıcı sonuçlarına varacak düzlemde tartışmayı, müzakereyi beraberinde getiren periyodik ve Meclis itibarını yansıtacak akademik, kültürel ve sosyal buluşmalarla sürdürülmelidir.
Seçim, seçim mekanizmaları, adil yarış, katılımcılığı sınırlayıcı merkezi müdahaleleri azaltacak seçim düzenlemeleri, seçmen bilinci, vatandaş duyarlılığı ve milli irade kavramlarının da ayrı ayrı ele alınıp, gerekirse küçük broşürler halinde vatandaşa sunulması icap eder. Bilgilenme, bu hakkın da doğru ve yansız yapılmasıyla önem kazanır.
Vatandaş profilini belirleyecek beklenti haritasının araştırma sonuçlarına göre belirlenip, siyasî açılımlara ışık tutacak şekilde almanak haline getirilmesi de Meclis başkanlığınca yürütülebilir. Siyasi partilerin gündemini belirlemede ve kendini yapılandırmada demokratik rekabette eşit ve tarafsız kalmak şartıyla meclis başkanlığının vatandaş memnuniyetini ölçümlemesi ve bunu yasama ve yürütme ile siyasi organlara ulaştırması, belirleyici ve inşacı rolünü güçlendirir. Rehber olma vasfını geliştirir.
Ayrıca, Meclis iç disiplini ve çalışma verimliliği ile düşünce geliştirme, strateji belirleme ve bilgi ağlarını en kuvvetli tutan bir altyapıyı kurması da donanımlı bir meclisin göstergelerini daha da arttıracaktır.
Demokrasi mutfağı adıyla bir özel bölümün kurulmasını da öneriyorum. Kamuoyuna yansıyan her konuda demokratik tarif getirmeyen, ancak demokratik tarifi ve şuuru sağlayacak bilimsel verilere dayalı görüşleri akademik bir dille ortaya koyması, aktüel konularda siyasete yönelik ve siyasetçinin şahsî hatalarını baz alıp, demokrasinin kurumlarını yaralamaya dönüşen söylem ve demeçlere karşı da aktif bir duruş ve görüş atağına geçmesi gerektiğini düşünüyorum.
Demokrasinin temellerini korumak, inşasını hızlandırmak, insanımızı hak ettiği müreffeh düzeye çıkarmak ve uluslararası arenada güçlü bir ülke olmak; parlamenter sistemin demokratik, katılımcı ve istikrarlı yasama ve yürütme erkini elinde bulundurması ile mümkündür.
Bu anlamda, Meclisin saygınlığı milletin saygınlığıdır. Entelektüel, açılımcı, siyasî rekabetin erdemine inanmış, donanımlı, demokrasi ufku açık, kendinden ve kurumundan önce milletine güven duymuş örnek insanların meclisinde, egemen iradeyi hissettirmek, heyecan verici bir geleceğin taçlanması olur.
AB sürecinde dinamik, duyarlı, kucaklayıcı ve sivil bir anayasa hazırlamayı başarmış bir Meclise o kadar çok hasret duyuyorum ki...
Sayın Meclis Başkanı, son yılınıza girmiş olsanız bile, geniş katılımlı demokratik bir anayasa, sivil bir söylem ve milletin irfanına mütenasip bir manifestonun mutabakatını meclis içi ve dışı partilerle yakalamak için özel zaman ayırmanıza ne kadar çok ihtiyaç var. Siyasi iletişim, müzakere yöntemleri ve psikolojik tasarım konularını da kapsayan çekirdek bir ekiple mutedil, sabırlı ve diyalogların en üst buluşma söylemini yakalamaya kendini adamış bir danışma grubu ile tarafların rızasına baliğ bir iklim oluşturulabilir.
Unutmayalım ki, siyasetin farklı tonları demokrasinin hazmedilmişliğini gösterir. Farklı partilerin bölünmüşlüğü ve ikilemli polemikleri ise, siyasî iradeyi zaafa uğratıp belli çevrelerin tahrikiyle atanmışları siyasetle polemiğe girecek kadar cesaretlendirmektedir.
Az ve öz bir niyet ve strateji mutabakatı bile siyaseti güçlü kılacak araçları ve milli iradeyi perçinler. Muteber siyaset ve itibarlı meclis demokrasinin parolasıdır.
18.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Güneydoğuda huzur ve sükûnet için |
|
İki yıl önce gemi ile İspanya’da Bask’lıların yaşadığı Bilbao şehrine gitmiştim. Orada konuştuğumuz bir kaptan, “İspanyolları sevmediğini, hatta nefret ettiğini” söylemişti. O zaman bu bölgede kendi lisanları farklı olan ve bağımsız bir devlet kurmak isteyen bir halk olduğunu görmüştüm.
Dilleri biraz Fransızca’ya benzeyen bu halk, bana İspanyollardan farklı görünmemişti. Ama aşağıda anlatacağım filmi seyredince, bazı farklar bulunduğunu anladım.
Yıllardan beri İspanya’da huzur ve sükûnet dönemi yaşanıyor. Belki de bu sayede İspanya kalkınmasını hızlandırmış durumda. Ayrılıkçı Basklılar, hatta Valencia bölgesinde yaşayan Katalan halkı amaçlarına ulaşmak için terör yöntemini yıllar önce bırakmış durumda. Bu durum hem kendilerinin, hem de İspanyolların millî gelirini arttırmış. Kavga ederek değil, barış içerisinde yaşayarak daha mutlu olacaklarını fark eden bu bölge insanlarından alacağımız dersler var.
Her halde terör örgütü PKK ile ilişki kurulmasından dolayı gösterimi yasaklanmış olan El Lobo, Türkçesi ile Kurt isimli filmi seyrettim. Film, ayrılıkçı terör örgütü ETA’nın nasıl dize getirildiğini anlatıyor.
Kısaca filmde, polisin bir ajanını örgütün lider kadrolarına sokması ile birlikte, kısa bir süre içerisinde silâhlı elemanlar etkisiz hale getiriliyor ve birer birer tutuklanıyor. Bu arada emniyet teşkilâtındaki faşist yöntemlerin ve örgüt içerisindeki hainliklerin ne tür sonuçlara yol açtığı da anlatılmak isteniyor.
Sonuçta film, şiddet yöntemi kullanılarak amaca ulaşmanın çok zor olduğunu, bunun yerine siyasî yapılanma ile başarılı olunabileceğini anlatmaya çalışıyor.
Olayların gelişimine baktığımızda, İspanya’da General Franko’nun ölümünden sonra tekrar Krallığın geri gelmesi ile birlikte örgüt üyelerine af çıkarılmış ve ETA’nın şiddet yöntemini bırakmasının sağlanmış olduğunu görüyoruz. Bunun sonucunda ülkenin ekonomik gelişmesi hızla gerçekleşmiş ve AB’ye girerek zengin ülkeler sınıfına dahil olması başarılmıştı.
Bu filmden çıkarılması gereken birçok ders var. Bu sebeple ülkemizde gösterilmesinin yararlı olacağını düşünüyorum. Irkçılığa dayalı milliyetçiliğin zararlarını anlatmak için buna ihtiyaç var. İster örgüt mensubu, ister karşıtı olsun kan dökerek bir yere varmanın mümkün olmadığı artık iyice anlaşılmak zorundadır.
Ölen her insan ister asker olsun, ister terörist karşılıklı düşmanlığa yol açtığı aşikârdır. Dünya aya giderken biz kan dâvâsı peşinden koşuyor isek, bir yanlış yapılıyor demektir. Aklın yolu birdir. Ne yapıp edip akan kanı durdurmak, insanlarımızı Ortaçağ vahşetinden kurtarmamız gereklidir.
Güneydoğumuzda yaşanan sorunları çözmek için ırkçılığı değil, dindarlığı esas alan yöntemleri benimsemek zorundayız. Bediüzzaman Mecliste “Şark’ı ayağa kaldıracak faktörün din” olduğunu ifade etmiştir. Buna örnek olarak bazı aşiretlerin “kaymakamımız namaz kılmıyor, içki içiyor” diye isyan ettiklerini, hâlbuki bu isyancıların da namazsız, hatta eşkıya olduklarını söylemiştir.
Bu sebeple, ekonomik ve sosyal yönden gelişebilmemiz için dindarlığı benimsememiz ve dinimizin bize kazandırmış olduğu üstün hasletleri yaşamamız gereklidir.
Kürtler, Türklerin kardeşidir. Birlikte omuz omuza çarpışmış, vatanımızın gayrimüslimler eline geçmemesi için büyük fedakârlıklar göstermişlerdir. Birlikte olduğumuz vakit hem güçlü, hem de mutlu olmuşuz. Aramıza ayrılık düştüğü vakit ise, her iki taraf da kaybetmiştir.
Eğer insanca yaşamak istiyor isek, aynen İspanya’da olduğu gibi, şiddeti bırakmak ve kan dökmekten uzak durmak zorundayız. Batılı güçlerin satranç oyunlarında piyon durumuna düşmek istemiyor isek, bunu başarmak zorundayız.
18.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Güven ve korku |
|
Can, mal, namus güvenliği içinde korkusuz bir hayat yaşamak Cenâb-ı Hakkın kullarına ihsan ettiği en büyük nimetlerdendir.
Ancak güven içinde yaşamanın veya korkuya kapılmamanın maddî ve manevî esas ve şartları vardır. Eksik bırakılırlarsa güven kaybolur, yerini korku ve endişe alır.
Meselâ kapkaçcılığın, vurgun ve soygunculuğun; anarşi ve terörün hükmettiği bir atmosferde bunların maddî ve manevî tedbirleri alınmazsa değil azalmak daha da artar, insanlar korku içinde yaşarlar.
Elbet polisiye tedbirler alınacaktır. Ama bu yeterli değil, eğitim, özellikle manevî eğitim gereklidir. Kalp ve akıllara küçük yaşlardan itibaren manevî polis yerleştirilmediği müddetçe kötülüklerin kökünü kazımak mümkün olmaz.
Bütün güzelliklerin de, kötülüklerin de bir altyapısı vardır, manevî temellere otururlar. İnsanlar bir sebeptir; Kader programlayıcı ve belirleyicidir.
Ancak Kader bu programı, projeyi insanların niyet, tutum ve davranışlarına göre ayarlar. Açıkçası insanlar ısmarlar, sipariş verir; İlâhî Kader yaratır, uygular. İnsanlar gerek söz ve gerekse davranışlarıyla iyi şeyleri isterlerse iyi şeyleri, kötü şeyleri isterlerse kötü şeyleri verir. Ne istersek Allah onu verir bize. İyilik ekenin kötülük, kötülük ekenin de iyilik biçtiği görülmemiştir.
Kur’ân-ı Kerim Nahl Sûresinde bu değişmez kanuna dikkatlerimizi çekerken emniyet ve sükûnet içinde bulunan bir belde örneğini verir. Beldeye rızkı her taraftan bol bol gelir. Hiçbir şey eksik kalmaz. Ancak bunlar bir noktaya kadar devam eder.
Çünkü zamanla toplum o emniyet ve sükûnete, rızık ve berekete liyakat kesbetmekten uzaklaşır, nankörlük etmeye başlarlar. Ne peygambere, ne de getirdikleri hakikatlere kulak verirler. Yalanlarlar, inkâra sapar, zulmederler.
İşte o zaman işler bütün bütün değişir. Bu defa güzelliklerin yerini açlık ve korkular alır, belâ ve musibetler dört bir yandan sarmaya başlar. Âniden azap yakalayıverir.
Bu örneği veren Kur’ân sonra da insanları şöyle uyarır: “Artık Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helâl ve temiz olarak yiyin. Allah’ın nimetlerine de şükredin—eğer yalnız Ona ibâdet ediyorsanız.”1
Evet, Allah’ı tanıyıp Ona kulluğu esas alan insanların yapacakları ilk iş helâlin geniş dairesinde kalmak ve Allah’ın ihsan ettiği nimetlere karşı şükretmek. Yoksa felâketler onları beklemektedir.
Dipnotlar: 1. Nahl Sûresi: 112-114.
18.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Ramazan orucunun kazası |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Ramazan orucunun kazâsı hangi hallerde, nasıl ve ne zaman yapılır?”
İçinde bulunduğumuz dönüşsüz yolculukta günahlarımız, ihmallerimiz, unutkanlıklarımız, mazeretlerimiz ve hastalıklarımız dönüşsüz değildir. Bazen gafletimizden, bazen mazeretimizden ibâdetlerimizi aksatmış, Allah’a emrettiği gibi itaat etmekte geç davranmış olabiliriz. Bu bir günah hali olsun veya olmasın, şunu unutmamalıyız ki: Biz Allah’ın kuluyuz.
Allah’ın kulu olduğu bilinciyle kim Allah’a yakın durursa, affa uğrar. Kim Allah’a doğru bir adım atarsa, rahmetle ve şefkatle kucaklanır. Kim Allah’ı mağfiret ve merhamet Sahibi bilirse, mağfirete ve merhamete erer. Kim Allah’ı bağışlayıcı bilirse, bağışlanır.
Kim de Allah’tan geçerse, kendisinden geçilir.
Ramazan ayında mü’minler eşsiz rahmet ve mağfiret sağanakları altında günahlarından arınırlar. Farz bir emir olan oruçla nefislerini âdetâ melekleştirirler.
Fakat, elvedâ demek üzere olduğumuz mübârek Ramazan ayını iyi değerlendirmek her beşere nasip olmamış olabilir. Kimimiz oruç tutmaya güç yetirememiş, kimimiz ciddî mazeretler yaşamış olabiliriz. Bunlar dînimizin de kabul ettiği özür durumları. Kimimiz de, bu müstesnâ ibâdet ayını ihmallerimizle ve lâkaytlıklarımızla geçirmiş olabiliriz. Allah’ın rahmeti bütün dünyayı kuşatmışken, biz, Cehennem meleklerini de şaşırtacak derecede, her nasılsa kendimizi hâriçte tutmuş ve hâriçte kalmış olabiliriz. (Cehennemde melekler günahkâr mü’minlere sorarlar: ‘Siz buraya gelmeden hiç Ramazan ayına uğramadınız mı? Ramazan ayında hiç Allah’a sığınmadınız mı? Allah’tan hiç bağışlanma istemediniz mi?’)
Fakat... Şu an ve şu dakika itibariyle eğer yaşıyorsak, eğer nefes alıp veriyorsak; geç kalmış sayılmayız. Sakın, sakın; kendimizi geç kalmış bilmeyelim. Aksi takdirde sadece şeytanı sevindirmiş oluruz ve–Allah muhafaza—kaybedenlerden oluruz. Allah’ın rahmeti bizi dâire içine almak isterken, biz kendimizi kendi ellerimizle rahmet dışına atmayalım. Kendimize kötülük yapmayalım.
Rahatsızlıklar ve kabul edilir özürler sebebiyle oruç tutamamış isek, zâten mesele yok. Rahatsızlığımızın veya özrümüzün bittiği ilk günden itibaren gününe gün kazâ etme imkânımız vardır. Bunu ihmal etmeyelim, geri de bırakmayalım.
Yok eğer; adını veremediğimiz ve nedenini bilemediğimiz bir tür ihmalkârlık ve vurdumduymazlık nedeniyle Ramazan orucunu yemişsek, tövbe kapısının bizim için de açık olduğunu, Allah’ın rahmetinin ve mağfiretinin bizi de kuşatmakta olduğunu sakın, ama sakın unutmayalım.
Ne olur; mağfiret kapısından kaçmayalım, kendimize yazık etmeyelim. Tövbe imkânımız bâkîdir. Tövbe ile Allah’ın şefkat kucağına tâlip olalım, göz yaşları ile Allah’a ilticâ edelim, tövbe ve istiğfar edelim ve tutmadığımız oruçları, Ramazandan sonra günü gününe muhakkak kazâ edelim.
Nitekim, hatırlayalım ki: Ramazan ayında ister özürlü, ister özürsüz bir gün bile oruç tutmayanların, Ramazandan sonra tutmadıkları gün sayısı kadar bire bir oruçlarını kazâ etmeleri farzdır.
Ramazan orucunun kazâsı bayram günleri dışında her gün yapılabilir.
Ramazan dışındaki adak oruçları, başlanıp bozulmuş olan nâfile oruçları ve kefâret oruçlarının da kazâsı yapılır.
Tutulmayan Ramazan orucu, önceden fidyesi verilmiş olsa bile, iyileştikten sonra tekrar gününe gün kazâ edilmelidir.
Hastalığı nedeniyle oruç borcu olduğu halde; orucunu kazâ etmeye güç yetiremeden, fidyesini de vermeden ölen kişilerin fidyelerini vârisleri verebilirler ve vermelidirler.
DUÂ
Allah’ım! Senin mağfiretin, merhametin, rahmetin, muhabbetin, bağışlaman, affın ve sevgin bir sağanak yağmur gibi ay’ımızı, günümüzü, dakikalarımızı ve ömrümüzü kuşattığı halde, gafletten, nice fırsatları kaçırmış olmaktan, Seni anlayamamaktan, Senin bağış ve mağfiretini kazanamamış olmaktan Sana sığınıyoruz. Bizi ibâdet hususunda gafletten, vurdumduymazlıktan, körlükten, sağırlıktan koru! İbâdetlerimizi hatâlarımızla ve sehivlerimizle birlikte kabul buyur! Bizi Ramazan orucunun ve namazın feyzinden ve nûrundan mahrum eyleme! Bizi kâinâtı kuşatan affından, mağfiretinden, muhabbetinden, sevginden ve rızândan mahrum eyleme! Bizi kulluğuna kabul buyur! Bize hatâlarımızı göster! Bizi Cehennem ateşinden koru!
Âmîn... Âmîn... Âmîn...
18.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Başbakan'ın sağlık durumu |
|
Başbakan Erdoğan'ın dünkü âni rahatsızlığı, ister istemez akıllara bir dizi suâlin üşüşmesine sebep oldu.
Burada, rahatsızlığın türü, boyutu ve ciddiyeti kadar, rahatsızlanma anı ve o an içinde yaşananlar da dikkat çekici bulundu.
Meselâ, o paniklenme anında otomatik olarak kilitlenen arabanın camını balyozla kırarak Başbakan'ı dışarı çıkartma hali yaşanmasaydı, hadise bu derece büyütülmeyecek, Erdoğan'ın hastahaneye götürülmesi olayı gündeme "bomba gibi" düşmeyecekti.
Ne var ki, bu hadise en çarpıcı ve en etkileyici şekilde yaşandı.
Bu sebeple, medya ve kamuoyu, bir anda Erdoğan'ın sağlık durumuna kilitlendi.
Siyaset alemi ve yönetim kademesi, bir anda hastahaneye aktı.
Aynı anda, henüz suyüzüne çıkmayan daha başka gelişmeler de oldu: Meselâ, siyasetin geleceği, yaklaşan seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi konular çeşitli mahfillerde tartışılmaya başlandı.
* * *
"Canım, büyütülecek ne var bunda? Alt tarafı bir 'şeker–tansiyon' meselesi" diyerek, meseleyi basit görenler de var şüphesiz.
Temenni ederiz ki, Başbakan'ın hastahanelik durumu, küçük ve basit rahatsızlıklar sebebiyle olmuş olsun. Ayrıca, kendisine âcil şifâlar dileğinde bulunuyoruz.
Bununla beraber, bu hadisenin medyada, siyaset zeminlerinde ve kamuoyunda günlerce, belki haftalarca konuşulacağını ve tartışılacağını da biliyoruz.
Bu sebeple, kendi zâviyemizden gördüğümüz fotoğrafın bazı karelerini sizlerle de paylaşmak istiyoruz.
1) Yapılan ilk açıklamalara göre, Başbakan Erdoğan'ın son günlerde yaşadığı "yoğun tempo"ya dayanamayarak, tansiyon ve kan şekerinin de düşmesiyle rahatsızlandığı ifade edildi.
Eğer şimdiki durum böyle ise, gelecek günlerdeki durum çok daha vahim olacak demektir. Zira, asıl "yoğun tempo" bundan sonra yaşanacak. Üstelik, bu yoğunluk en az bir yıl sürecek. Çünkü, şu son bir yıllık süre içinde, hem Cumhurbaşkanlığı seçimi var, hem de genel seçimler yapılacak.
Buna göre, hâsıl olan kanaat şudur: Başbakan Erdoğan'ın sağlığı, Cumhurbaşkanlığı seçimindeki gerilim atmosferinde mukavemet gösterse bile, genel seçimlerdeki "yoğun tempo"ya katlanmaya elverişli görünmüyor.
2) Bazı bünyeler vardır ki, görünürde çok sağlıklı zannedildiği halde, aslında dayanıksız olurlar. Eski bir futbolcu olan Erdoğan, fiziğiyle hayli sağlıklı ve dinamik görünse de, işin aslının öyle olmadığı anlaşılıyor. Kendini daha fazla yormaması ve zorlamaması gerekiyor.
3) Ülkeyi idare siyaseti, sağlam adamı dahi çok yorar ve yıpratır.
Nitekim, sağlıklı bir bünyeye sahip olan Özal, siyasete girdikten sonra kalbi teklemeye başladı. Mecburen ameliyat oldu. Çankaya'ya çıktıktan sonra da ülkeyi yönetmekten vazgeçmemesi, onu büsbütün yorgun ve halsiz düşürdü.
Ülkeyi idare eden siyasetçilerin sağlıklarına çok dikkat etmesi gerekir. Zira, ani sağlık vukuatları, hemen her alanda şok gelişmelere de sebebiyet veriyor.
4) Sağlık sorunları aleniyete dökülen Erdoğan'ın bir dönem daha Başbakanlık yapma düşüncesinde olacağını bundan sonra hiç zannetmiyoruz. Onun bundan sonraki siyasî konumunu Çankaya'ya göre ayarlayacağını, şimdi daha kuvvetlice tahmin ediyoruz. Zira, Köşk'teki hayat, Başbakanlıktakine göre daha sakin ve çok daha rahattır.
Başbakan Erdoğan'a tekrar hayırlı şifâlar dileğinde bulunarak yazımızı noktalıyoruz.
Günün Tarihi
Dünyayı aydınlatan kâşif: EDİSON
18 Ekim 1931: Amerikalı kâşif Thomas Alva Edison öldü.
Edison, elektrik ampulü, gramofon ve film gösterme makinesi başta olmak üzere, binin üzerinde buluşun sahibi ya da geliştiricisi olarak biliniyor.
Kısa biyografisi
Büyük kâşif Thomas Edison, 1847’de Amerika’nın Ohio eyaletinde doğdu.
İlköğrenimine başladıktan yaklaşık üç ay sonra, zekâ melekesinin yavaşlığı sebebiyle okuldan uzaklaştırıldı. Ailesinin yardımıyla, üç yıl kadar özel bir öğretmen tarafından eğitildi. 10 yaşına geldiğinde, içinde uyanan müthiş bir merak saikasıyla kendisini fizik ve kimya kitaplarına verdi.
On iki yaşında trende gazete satmaya başladı. Ardından, evdeki laboratuvarını trenin yük vagonuna taşıyarak, çalışmalarını burada sürdürdü.
1868'de Boston'da kendine atölye kurdu ve aynı yıl geliştirdiği elektrikli bir oy kayıt makinasının patentini aldı. Bu cihaz bir hayli ilgi topladı, ama kimse tarafından satın alınmadı.
Sermayesini tüketen Edison, Boston'dan ayrılarak New York'a yerleşti. Burada bir arkadaşı ile birlikte mühendislik şirketini kurdu ve geliştirip sattığı patentlerle kısa sürede mühim bir servet edindi.
Kazandığı servetle bir araştırma laboratuvarı kurdu ve bütün zamanını yeni buluşlar yapmaya yönelik çalışmalara ayırdı.
Edison, 1876'dan itibaren yaptığı yeni keşifler ve geliştirdiği teknik cihazlarla, kendi ülkesi Amerika ve hatta Avrupa'da bir ilgi odağı haline geldi.
Edison'un en çok zaman ve emek sarf ettiği buluşu ise, hiç şüphesiz elektrik ampülü oldu. Bu eserini, 21 Ekim 1879'da halka tanıttı. Yaklaşık üç yıl sonra da New York sokakları bu lambalarla aydınlanmaya başladı.
Edison, hayatının son demine kadar mesleğiyle uğraşarak yeni yeni keşiflerden bulunmaya devam etti.
İki kez evlenen ve altı çocuk sahibi olan Edison, 1931 yılında New Jersey’de hayata vedâ eyledi.
18.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|