Hz. Mûsâ (as), ledün ilmini öğrenmek için, Hz. Hızır (as) ile maceralı bir yolculuğa çıkmıştı. Şimdi bu macerayı Kur’ân’dan, meâlen takip edelim:
“Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş, yine ona tarafımızdan bir ‘ledün’ ilim öğretmiştik. Mûsâ ona: ‘Sana öğretilenden, bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbi olayım mı?’ dedi.”1
“Sabretmesi ve açıklama yapıncaya kadar bir şey söylememesi” şartıyla kabul eder ve yola çıkarlar. Hz. Hızır (as), bindikleri gemiyi darbeleyerek sakatlar. Yolda bir çocuğun ölümüne sebep olur. Bir belde halkından yiyecek isterler; red cevabı almalarına rağmen yol kenarındaki duvarı onarır. Hz. Mûsâ (as) her seferinde itiraz ederek, haksızlık ve yanlış yaptığını söyleyecek olur. Sonunda Hz. Hızır (as) zâhiren; ilk bakışta çirkin, haksız görülen davranışının sırlarını şöyle açıklar:
“Gemi; o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü, onların arkasında, her sağlam gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı. Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mü’min kimselerdi. Bu kâfir tabiatlı çocuğun ileride onları azgınlık ve nankörlüğe sevk etmesinden korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin. Duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara ait bir hazine vardı; babaları ise iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur.”2
Âyette geçen “Rabbin istedi ki” tâbiri, “ledün” ilminin püf noktasıdır ve Onun, sırlarını istediklerine açacağına işâretlerden biri olmalıdır. Bu bağlamda ele alırsak; sırlar ilminin şu temellere dayandığını anlarız:
* Tevhîd; rûh, mâneviyat; tekâmül ve vehb-i İlâhiye...
* İnsan, geçmiş, şimdi ve gelecek gibi üç boyutlu zaman dilimlerinde yaşar. Bunların yumağına sarılmaktan diğer zaman boyutlarına geçişle kurtulur. Bunlardan sıyrılmak, ancak, “gayba imân” ile mümkündür.
* İnsan, olgunluğu, mükemmelliği, mutasavvıflarımızın “insan-ı kâmil” diye tâbir ettiği mertebeyi; kâinatta cereyan eden hâdiseler ve eşyanın gaybî sırlarını, duyu ve duygu, his ve lâtifeler vasıtasıyla çözdüğü nispette yakalayabilir.
* “Göz sanatı, basîret de sanatkârı” görür. Kulak sesleri, akıl ve kalb de, bu seslerdeki hârika ahengi, dengeyi, melodiyi, uyumu duyar. İnsan ruhu ve ona takılan duygu, his ve lâtifeler de (enerji boyutları) paylarını alır.
Böylece varlıklar mânâsızlıktan, israftan, abesiyetten insan da başıboşluktan kurtulur. Ruh-madde, duyu-duygu, his-mânâ, lâtife-gayb arasındaki denge de kurulmuş olur.
Dipnotlar:
1 -Kur’ân, Kehf, 65-66; 2- Agk, 79-82.
06.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|