“Bir zamanlar, o sırada sömürge olan Doğu Afrika’nın uzak bir köşesinde gezerken ve ne mağazaları, ne elektriği, ne yolları ne de başka medenî imkânları olan çalı-çırpıdan yapılmış köyleri gördüğümde Afrikalı bir arkadaşıma bu yöredeki insanların ekvatorda tüm yıl erkenden çöken uzun gecelerde ne yaptıklarını sordum. Arkadaşım duraksamadan cevap verdi: ‘Dedikodu yaparlar! Birbirlerine komşularının aşklarını ve hastalıklarını anlatırlar.’”
BBC’de kırk yıla yakın çalışmış, drama uzmanı Martin Esslin (ö. 2002) The Age of Television isimli kısa ama ufuk açıcı kitabında bu anektodu aktarıyor. Esslin’e göre dedikodu en temel insanî dürtülerden birisi. Bütün kurguların, hikâyelerin ve dramanın da kaynağı. Başka insanların başına ne geldiğini, yaşamlarındaki zorluklarla nasıl uğraştıklarını duymak, kişilerin ve fikirlerin yaşaması noktasında son derece önemli.
Bütün kurgular son adımda birer dedikodudur. Ve ister kurguya dayalı, isterse “gerçek” olsun, sonu gelmeyen karakter selini dramatik biçimde aktaran televizyon en gelişmiş dedikodu ulaştırıcı makinedir. Bilgileri parça parça sunmayan, daha çok dramatik mahiyet taşıyan televizyon dedikodu iştiyakını eşsiz bir etkinlikle tatmin eder. Çok uzağımızdaki kişileri fiilen oturma odamıza taşır.
Esslin’e göre, drama aynı zamanda içinde güçlü bir erotik unsur barındırır. Bu, dramanın en güçlü ve cazip yönlerinden birisidir. Oyuncular, sırf insan türünün ilginç, hatırlamaya değer, fiziken güzel örnekleri oldukları için kendilerini seyreden insanlara büyük bir zevk verirler. Oyuncular, sanatsal ve zihnî becerilerinden başka ve bazen daha fazla, bedenlerini para için halka teşhir eden kişilerdir. Bir anlamda, bütün oyuncuların teşhirci oldukları söylenebilir. Seyredilmekten, çekici ve bakılmaya değer bulunmaktan zevk alırlar. Aynı şekilde, drama izleyicileri de belli bir anlamda röntgencidir.
Modern zamanlarda, televizyon bir yönüyle teşhirciliği, bir yönüyle ise röntgenciliği en fazla besleyen araçtır; çünkü televizyon sadece sonu gelmez sel misâli imajları taşıyan değil, aynı zamanda mahrem dünyalara en fazla giren dramatik bir araçtır. Meselâ, tiyatrodaki oyuncular izleyicilere nisbeten uzaktır. Sinema, çok sayıda izleyiciyi bir çatı altında toplar ve oyuncular izleyiciye tiyatrodakinden daha yakındır, ama bazen yakın çekimlerde gerçek hayattakinden daha iri görüntüler çıkar.
Televizyon ise daha yakın mesafede, daha özel, daha mahrem bir konumda seyredilir. Televizyoncunun yakın çekimi, insana doğrudan dokunabilecek en yakın ölçektedir. Ve bu iletişim aracının “erotik” doğası da buradan kaynaklanır zaten. Esslin’e göre, televizyonun cazibesi en temel düzeyde erotik bir cazibedir. Televizyon diğer insanları ayrıntılı biçimde incelenmeleri için çok yakına getirir. TV ekranında yakın çekimde seyrettiğimiz insanlar, bize, bir kucaklaşma sırasında sevdiğimiz kişinin bize yakın olduğu kadar yakın görünür.
Cam bir ekranın arkasından, açılamayan bir pencereden görünüp kaybolan imajlardır bunlar. TV ekranı imajlar için bir sahne, bir çerçevedir; fakat o kadar yakın olmasına rağmen bize getirdiği dünya ulaşamayacağımız, erişilmez heyulalar dünyasıdır. Sahnesinin üzerinde bize gösterdiği, penceresinden seyredebildiğimiz, ama yakalayamadığımız veya dokunamadığımız bu dünya esasen bir fantezi dünyasıdır.
Fantezi, hülya, gündüşü… Televizyon seyretmek hülyalara/gündüşlerine dalmaya çok benzer. Hülyayı hülya yapan şuurlu kontrolümüzün dışında gerçekleşmesidir. Hülyaların cazibesi, zihnimizin önünden geçit yapan, pasif biçimde ve zevkle teslim olduğumuz imajlarda yatar. Televizyondaki imajları da aynı şekilde algılarız. Hollywood, kitle eğlence üretiminin ilk yıllarında, “hülya makinesi” ünvanını kazanmıştı. Benzer şekilde, televizyon endüstrisi de “hülya makinesi” denilebilecek bir durumdadır, zira televizyon ortak hülyaları kesintisiz bir süreç halinde evlerimize kadar getirir. İşte tam da bu, yani ekranda gerçekle kurgunun, gerçek dünya ile fantezinin arasındaki sınırın bulanıklaşması… televizyonun aslî özelliğidir.
Her ne kadar, hülyalarımız gerçek dünyayla ilişkili olsa da ve onlara dayanarak önemli kararlar dahi alsak ve planlar yapıp gelecek için yollar çizsek de, hülyalarımız fantezi olarak kalmakta; onları şuurlu, doğrudan ve tümevarımcı muhakeme süreçleri halinde değil, pasif biçimde teslim olduğumuz sezgiler halinde yaşarız.
Televizyonun en “gerçek yönleri dahi—haberler gibi—fantezi ve erotik unsurlar taşır. Sunucuların, muhabirlerin cazibesi, siyasî şahsiyetlerin ve haber yayınlarının diğer öznelerinin—rehinelerin, güzellik kraliçelerinin, suçluların ve suç kurbanlarının—cazibesi vardır. Televizyon haberlerinde sunulan konuların büyük kısmını teşkil eden şiddet, savaş ve felâket sahnelerinin sansasyonel, hatta sadomazoistik bir cazibesi vardır: polis tarafından dövülen göstericiler, bir savaş ya da devrim sırasında idam edilen mahkûmlar, bir uçak kazasının ardından kalan enkaz görüntüleri… Bu açıdan, haberlerdeki su götürmez “gerçeklik” unsuru, televizyonda yayınlanmasıyla kendiliğinden bir fanteziye, duygusal vurgularla yüklü ve bazen kurgudan zorlukla ayırd edilebilen, imajlarla anlatılabilen hikâye formundaki hülyaya ya da dramaya dönüşür.
Televizyon, hem gerçeğe hem de kurguya dayanan ve bütün toplumların, yaşamlarındaki en yaygın gerçek faktör de olsa yine de fantezi olarak kalan bu alternatif dünya sunar bize. Bu alternatif dünyanın sayesinde de televizyondaki dramatik ilişki tarzı kelimenin tam anlamıyla bir patlama gerçekleştirir ve bütün hayatları kuşatır.
www.muratciftkaya.com
06.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|