Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Onlar, önlerinden ve arkalarından kendilerini kuşatan gökyüzüne ve yeryüzüne bakmazlar mı?

Sebe’ Sûresi: 9

06.07.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim ki, bilgisi ve tecrübesi olmadığı halde tabiblik yapar da bir hastaya zarar verirse, o zarardan sorumludur.

Câmi'ü's-Sağîr c: 3-3619

06.07.2006


Şükür, nimette Mün’imi görmektir

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise, taahhüt, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, daima rahatsız olursun. Çünkü, noksanları tedarik, mevcutları telef olmaktan muhafaza ile daima evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun. Halbuki, o nimetler, Mün’im-i Kerîmin taahhüdü altındadır. Senin işin Onun sofra-i ihsanından yiyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilâkis, nimetin lezzetini arttırır. Çünkü şükür, nimette in’âmı görmek demektir. İn’âmı görmek, nimetin zevalinden hasıl olan elemi def eder. Zira, nimet zâil olduğundan, Mün’im-i Hakikî onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın.

Evet; “Onların duaları şu sözlerle sona erer: ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” (Yunus Suresi, 10:10.) olan âyet-i kerime, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delâlet eder. Çünkü, hamd, in’am şeceresini, nimet semeresinde gösterir. Ve bu vesileyle zeval-i nimetin tasavvurundan hasıl olan elem zâil olur. Çünkü, şecerede çok semere vardır, biri giderse, ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ı lezzettir.

Mesnevî-i Nuriye, s. 104

Lügatçe:

mün’im: Nimet veren.

Mün’im-i Kerîm: İkramı bol olan nimet veren, Allah.

in’âm: Nimetlendirme.

zılliyet: Zâhirî sahiplik. Himaye edici olma.

tahaffuz: Koruma.

zeval: Son bulma.

zâil: Son bulan.

teceddüd: Yenilenme, tazelenme.

hamd: Övgü, medih, şükür.

ayn-ı lezzet: Lezzetin ta kendisi.

delâlet: İşaret.

şecere: Ağaç.

semere: Meyve.

zeval-i nimet: Nimetin sona ermesi.

06.07.2006


Günah tufanında gemide olabilmek

Hayatınızda hiç boğulma tehlikesiyle karşılaştınız mı? Veya ölüm tehlikesiyle hiç burun buruna geldiğiniz oldu mu? O durumlarda insan ne yapacağını saşırır. ‘Denize düşen yılana sarılır’ misâli canını kurtarmak için her yerden medet umar.

Hz. Nuh’un oğlu Kenan, suların yükseldiği, artık kurtulma imkânının çok çok zayıf olduğu bir ortamda, gemideki babasının davetini kabul etmez ve sulara batarak ölür. Demek ki küfrün öyle mertebeleri vardır ki, ölümle yüz yüze gelinmesine rağmen insanın iman etmesini engelleyebiliyor.

Kur’ân’da denizde boğularak ölen başka bir kişiden daha bahsedilir. Tahmin ettiğiniz gibi bu kişi Firavun’dur. Ama Firavun en azından boğulma anında “Musa’nın Rabbine iman ettim” diyerek secde eder. Hiç olmazsa son anda kurtulmak ister. Gerçi bu onun kurtuluşunu sağlamaz ama Hz. Nuh’un oğlu Kenan’a baktığımızda sanki Firavun’dan daha büyük bir inatla küfre sapmış olduğunu görürüz.

İlginç olan noktalardan biri de şudur ki; Hz. Nuh’un oğlu olmasına rağmen Kenan, Allah’a iman etmezken, Firavun’un karısı olmasına rağmen Hz. Asiye Allah’a iman etmiş ve bu yolda şehid olmuştur. Demek ki içinde yaşadığı ortam ve çevresindeki şartlar aslında kişinin iman edip etmemesinde kesin olarak etkili olan bir durum değildir. İşte imtihanın sırrı da buradadır zaten.

Kenan’ı küfürdeki inadı suyun dibine batırmıştı. Bizi de nefsimizin günahlara girmedeki inadı batırmaya çalışıyor. Hani Bediüzzaman diyor ya: “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar.”1 Evet bazen tek bir söz, bazen bir bakış, bazen bir dokunuş, bazen çok küçük gözüken bir olay bile batmamıza sebep olabiliyor.

Yunan filozoflarından Epiktetos şöyle der: “Hiçbir gücün yıkamayacağı adam kimdir? O; inançlarında dayanıklı ve elinde olmayan bir şeyin kendisini sarmasına göz yummayan adamdır. O bana göre bir atlettir. Birinci savaşa dayandı. Bir ikincisine dayanabilecek midir? Paraya dayandı, güzel bir kadına karşı koyabilecek midir? Gündüz halk arasında isteklerine dayandı, geceleyin ve yalnızken dayanabilecek midir? Şan ve şerefe, yerilmeye, övgülere, ölüme dayanabilecek midir? Bütün rahatsızlıklara, her türlü acıya katlanabilecek midir? Kısacası rüyasında bile yenilmez olabilecek midir? İşte benim aradığım atlet.’2

Günümüzde üzerimize sel gibi, tufan gibi gelen günahlara karşı tek başına mukabele edebilmek gerçekten zordur. Zira sefih medeniyet bin yerden günahlarla insanlara hücum eder. Böyle bir zamanda karada gemi yapmak gibi birşeydir dinini yaşamak. Kenan’ın arkadaşları, Firavun’un dostları her daim taciz edeceklerdir. Su olmayan yerde gemi yapmanın saçmalığından bahsedeceklerdir. ‘Hazır lezzetler varken, gelecekteki Cennet lezzetleri neyine gerek, gel keyf edelim, bırak şu gereksiz ibadetleri’ diyeceklerdir. Yolumuzda her an batma tehlikesi vardır. Birilerinin yakını olmak veya dindar bir camiada bulunmak tek başına yeterli olmaz batmamak için. Bizim de günah tufanında boğulmamamız, batmamamız için, sahil-i selâmete çıkabilmemiz için Hz. Nuh’un gemisi gibi bir gemiye ihtiyacımız var… İştirak-i a’mâl-i uhreviye gemisine… İhlâs gemisine… Takva gemisine...

Çünkü binlerce taraftan hücum eden günahlara karşı, ancak bu şekilde binler dille mukabele ederek karşı koyabiliriz. Ancak iştirak-i a’mâl-i uhreviye gemisine binerek kardeşlerimiz adedince ibadet, istiğfar ederek batmaktan kurtulabiliriz, kendimizi muhafaza edebiliriz. Bu gemiye binmek için de takvada, ihlasta, sadakatte ciddi çalışmak ve namazın sonundaki tesbihatı asla ihmal etmemek gerekir. O gemiye bindikten sonra, nefsimiz bizi batırmaya çalışsa da, kardeşlerimizin duasıyla, Allah’ın lütfuyla batmaktan kurtuluruz inşallah. Zira o gemide bize her an şu hakikat hatırlatılır: Bütün âlem kendisine sadık bir asker gibi emirlerine bakan bir Zata isyan edilmez, edilmemeli…

Ne mutlu o gemiye binebilenlere ve batmaktan kurtulabilenlere...

Dipnotlar:

1- Lem’alar, 17. Lem’a, Yeni Asya Neşriyat

2- Düşünceler ve Sohbetler, İnkılap Kitabevi

Hasan YÜKSELTEN

06.07.2006


Mukaddir

Allah (c.c.), Mukaddir’dir. Yani Cenâb-ı Hak varlıkları eşsiz bir plân, ölçü ve mukadderât içinde yaratır. Her şey için bir program takdir eder, bir miktar tespit eder, bir kader tayin eder, bir ölçü tertip eder tayin edilen bu mukadderât üzerine söz konusu varlıkları yaratır. Zât-ı Mukaddir-i Hakîm, canlılar için takdir ettiklerini tohumlarında ve çekirdeklerinde muhafaza eder. Cenâb-ı Hak her şeyin varlığına ve vukûuna hükmeder ve yaratır. Yarattıklarına fıtrî hedefler tayin eder, her şeyi fıtrî hedeflerine doğru yönlendirir.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bildirdiği1 Mukaddir İsmi Kur’ân’da fiil sîgası halinde vâriddir.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “O her şeyi takdir etti ve yol gösterdi.”2 Bir başka âyette, “Gece ve gündüzü Allah takdir eder,”3 bir diğer âyette ise, “Ay için de bir takım yörüngeler takdir ettik”4 buyurulmaktadır.

Her ilmin hakîkatinin bir İlâhî isme istinat ettiğini, dolayısıyla Allah’ın bir ismine dayanmayan disiplinlerin, tabiatçı felsefe gibi, hurâfelerden ibâret kalacağını ve dalâlete yol açacağını beyan eden Bedîüzzaman, ölçmeyi, biçmeyi, hesaplamayı, plânlamayı, varlıkların ölçümlerini ve uzay hesaplarını konu alan geometri ve matematik ilimlerinin Mukaddir ismine dayandığını kaydeder.5 Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, her bir tohum ve çekirdek “kaf-nûn” tezgâhından, yani “Kün=Ol!” emrinden çıkmış latîf bir sandukçadır.

Her tohuma kaderle resmi çizilen birer fihristecik emânet edilmiştir. Kudret o kaderin hendesesine göre zerreleri istihdâm edip o tohumcuklar üstünde koca kudret mu’cizesi olan hayatı binâ ediyor. Demek, ağacın başına gelecek bütün olaylar, çekirdeğinde “yazılı” hükmündedir. Bir başka ifâdeyle, her şeyin bir muntazam miktar içinde ortaya çıkması, açık ve net olarak kaderi göstermektedir. Nitekim, hangi canlıya bakılsa gayet hikmetli ve san’atlı bir kalıptan çıkmış gibi, bir miktar ve bir şekil içinde meydana geldiği göze çarpacaktır ki, kaderden gelen ölçülü ilmî kalıplar ile o sûretlerin ve şekillerin tanzim edildiği, kudret-i İlâhiye tarafından da o kalıplara uygun olarak elbiseler biçildiği anlaşılacaktır.6 Bedîüzzaman, varlıklar üzerinde hâkim olan ilim ve hikmetin, tanzim, tasvir ve teşkil fiillerini de iktiza ettiğini, her mahlûkun her özelliği ile, her biçimiyle Musavvir ve Mukaddir isimlerini okuttuğunu belirtir.7

Bediüzzaman’a göre, Allah’ın kudreti nazarında, hayat kadar rızık da ehemmiyetlidir. Kudret çıkarmakta, kader ise cebindeki programa göre giydirmektedir.8 Büyüğünden küçüğüne bütün varlıklar mukadderât çemberinin ihâtası içindedir. Mukaddir olan Kadîr-i Hakîmin büyüğe olan teveccühü, küçüğe olan ilgisine mâni değildir.9

(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Mecmuâtü’l-Ahzab, 2: 238; 2- A’lâ Sûresi: 3; 3- Müzemmil Sûresi: 20; 4- Yasin Sûresi: 39; 5- Sözler, s. 238-573; 6- A.g.e., s. 432; 7- A.g.e., s. 575; 8- Mektubât, s. 460; 9- Mesnevî-i Nuriye, s. 205

06.07.2006


Evrâd-ı Kudsiye'den

99. Rahmet sahibi Rablerinden onlara selâm vardır.

100. Allah sana kâfidir, O herşeyi hakkıyla işiten ve herşeyi hakkıyla bilendir.

101. O Allah ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Görünmeyen âlemleri de, görüneni de O hakkıyla bilir. O Rahman’dır, rahmeti bütün varlıkları kuşatır ve her türlü mahlûkunun her türlü rızkını rahmetle yetiştirir. Rahîm’dir, yaratıklarına karşı pek şefkatli ve merhametlidir.

06.07.2006


Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden

Kur’ân talebelerinin özellikleri-2

Aile hayatlarında mes’ut ve bahtiyardılar.

Müdebbir ve zekîdirler. Müteşebbis ve hakikatlı insanlardır ve hamlecidirler. Muvaffak olmak için daima meşrû yollardan yürürler.

Tedbirli ve ihtiyatlıdırlar. İhtiyat içinde faal ve hamlecidirler.

Meşreb ve ahlâkça kuvvetlidirler.

Her hareketlerinde ekseriya muvaffak olurlar. Manevî servet ve devlete naildirler. Muvaffak olmayınca sarsılmazlar, yıkılmazlar. Bilâkis, daha fazla hamle ve harekete doğru yürürler. Azimli ve sebatlıdırlar.

06.07.2006


Nurdan Bir Kelime

Harf ve isim

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Cenâb-ı Hakka hamdler, şükürler olsun ki, mesâil-i nahviyeden isimle harf arasındaki manevî farkla çok mühim meseleleri bana öğretmiştir. Şöyle ki:

Harf, gayrın mânâsını izah için bir âlet, bir hadim olduğu gibi, şu mevcudat da Esmâ-i Hüsnânın tecelliyâtını izhar, ifham, izah için birtakım İlâhî mektuplardır ki, içlerinde yazılı delâil, berahin, havarık, mucize-i kudrettir. Mevcudat bu vecihle nazara alınması, ilim, iman, hikmettir. Şayet isim gibi müstakil ve maksud-u bizzat cihetiyle bakılırsa, küfran ve cehl-i mürekkep olur.

Mesnevî-i Nuriye, s. 181

06.07.2006


Süheyl ibni Amr'ın hutbesi

Hem Süheyl ibni Amr daha imana gelmeden esir olmuş. Hazret-i Ömer Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma demiş ki: "İzin ver, ben bunun dişlerini çekeceğim. Çünkü o fesahatiyle küffâr-ı Kureyş'i harbimize teşvik ediyordu." Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: "Yâ Ömer! Gün gelir, bu adam seni sevindirecek bir duruma gelir" diye, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın vefatı hengâmında olan dehşet-engiz ve sabır-sûz hadisede, Hazret-i Ebû Bekri's-Sıddık nasıl ki Medine-i Münevvere’de kemâl-i metanetle herkese tesellî verip mühim bir hutbe ile Sahabeleri teskin etmiş; aynen onun gibi, şu Süheyl, o hengâmda, Mekke-i Mükerreme’de, aynı Ebû Bekri's-Sıddık gibi Sahabeye teskin ve tesellî verip, malûm fesahatiyle Ebû Bekri's-Sıddık'ın aynı hutbesinin meâlinde bir nutuk söylemiş. Hattâ iki hutbenin kelimeleri birbirine benzer.

Mektubat, s. 108

06.07.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Kanuni Sultan Süleyman devri müderrislerinden Yahya Efendi bir gece aniden kalkarak torunu Taceddin’e:

“Taceddin! Çabuk git, dergâhta hizmet edenleri uyandır. Kayığı denize indirsinler” dedi.

Taceddin gitti, haber verdi. Fakat çocuk olduğu için kendisini dinleyen olmadı. Hatta kendisine:

“Görmüyor musun Taceddin! Dışarısı fırtına. Göz gözü görmüyor. Bu havada kayık denize iner mi?” diye hem azarlayıp, hem de bir güzel akıl verdiler.

Taceddin geri dönüp dedesine durumu anlatınca, Yahya Efendi kendisi davranıp kayığı denize indirdi ve küreklere asıldı. Denize açıldı.

Biraz yol alan Yahya Efendi, Yeniköy açıklarında küçük bir kayık içinde iki papazın suya batmak üzere olduğunu gördü ve hemen yetişip onları kendi kayığına alıp kurtardı. Yeniköy’de kıyıya çıktı.

Yahya Efendi papazları sağ salim kiliseye teslim etti ve ardından tekrar Beşiktaş’taki dergâhına döndü.

Ertesi gün başpapaz çeşitli hediyeler göndererek, engin şefkati ve yüksek himmeti sebebiyle Yahya Efendi’ye teşekkür etti.

(Evliyalar Ansiklopedisi, 12/172)

Süleyman KÖSMENE

06.07.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004