8 Şubat’ın basında iki kötü mirası oldu.
Biri Andıç olayıydı.
Genelkurmayın da itiraf ettiği olay, Şemdin Sakık’ın ifadelerine daha sonra ilâve edildiği anlaşılan iddialarla Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand büyük bir töhmet altında bırakılmışlardı. PKK’dan para aldığı ileri sürülen Çandar ve Birand birkaç saat içerisinde önce işlerini sonra itibarlarını kaybetmişlerdi.
Bir süre sonra olayın doğru olmadığı ortaya çıktı. 28 Şubat’a zemin hazırlamak için “psikolojik savaşın tüm unsurlarını kullanan cunta”nın bir marifeti daha ortaya çıkmıştı.
“Akredite” uygulaması ile de 28 Şubat döneminde tanıştık.
Genelkurmay bazı basın kuruluşlarının faaliyetlerini izlemesini yasaklamıştı. Zaman, Yeni Asya, Yeni Şafak, Vakit, Samanyolu ve Kanal-7 gibi kuruluşlara Genelkurmay’ın kapısında bariyer konulmuş, girişleri yasaklanmıştı.
Genelkurmay’ın basınla ilgili faaliyetlerini izlemesine izin verilen basın kuruluşlarının ise sadece “istenilen”i, “istenilen” şekilde yazmakla yükümlü oldukları bir sır değil. Akredite olmaktan ziyade iliştirilmiş, yani “embeddet” bir gazetecilik türüydü bu.
Uluslar arası basın kuruluşları, bu uygulamayı, Türkiye’ye özgü ara dönem şartlarından biri olarak görüp, “not ettiler.” Basın özgürlüğü adına ülkemizin hanesine atılan bir çizikti bu.
Türkiye normalleştikçe, akredite uygulamasının sınırlarının daralmasını, hatta ortadan kalkmasını bekledik. Aramızda, “Basın özgürlüğünü zedeleyen, demokrasiye yakışmayan bir uygulama olduğu için özür diliyoruz” denilmesini bekleyenler oldu mu, bilmiyorum ama zamanla bu anlamsız yasağın tarihe karışacağını umduk.
Ancak burası Türkiye’ydi. Ummakla, beklemekle olmuyordu. Çünkü ülkede yasakların sirayet etme ve yayılma özelliği vardı. 12 Eylül’ün ihtilal şartlarında imam hatiplerde başlayan başörtüsü yasağı büyüye büyüye Çankaya Köşkünü dahi “yasaklar adası” haline getirmedi mi?
Akredite uygulaması da daralma yerine yayıldı. Hatta yasaklara karşı mücadele etmesi gereken siyasî partilere kadar sirayet etti. Siyasî partiler demekle haksızlık etmeyeyim. İktidar olduğu dönemde de, muhalefet günlerinde de MHP’yi ağırlıklı olarak sol görüşlü muhabir arkadaşlarımız izledi. Hatta sol partilere göre daha çok el üstünde tutuldular. Öyle ki, MHP’nin izine kurşun atacağı bir örgütün liderinin yakını da, aynı soyadı taşıyarak itibarlı bir MHP muhabirliği yaptı. Refah Partisi ve AKP’de bu düşüncelerle taban tabana zıt olan insanlar, mesleklerini başarılı bir şekilde icra ederken, bir kısmı AKP’li ve Refahlı bakanların danışmanlıklarını dahi yaptı. Aralarında AKP’li bakanların işe soktuğu ya da çalıştığı kurumunda makamını yükselttiği isimler bile oldu.
Zaten ANAP, DYP gibi merkez partiler de bu tür sorunlar söz konusu bile edilmedi.
Ancak ağzından özgürlüğü düşürmeyen, basın özgürlüğü denildi mi, patentli malı gibi gören CHP’ye gelince iş değişti.
Genelkurmay’dan sonra artık CHP’de de akredite sistemine geçildi. CHP kendini Genelkurmay, Danıştay, Emniyet Genel Müdürlüğü gibi devletin bir kurumu olarak gördüğü için yadırganacak bir şey yok denilebilir. Devletin bankasına ortak, devletin kurumlarında pay sahibi bir parti olur mu? Valilerin CHP’nin il başkanı olduğu tek parti devri geride kaldı ancak CHP’ye ortak, Dil Kurumuna, Tarih Kurumu’na hisseli bir parti CHP...
Dünyada örneği olmayan, nev’î şahsına münhasır kamusal bir parti yapılanması söz konusu.
Bu durum anlaşılan CHP’nin basınla ilişkilerine de yansımış. Baykal, basınla sohbet toplantılarını bir süredir Genelkurmay’ın akredite sistemine göre düzenliyor. Örneğin CHP liderinin, önceki gün yeni genel merkez binasında basınla kahvaltısı vardı. Buraya Bugün, Zaman, Yeni Şafak, Yeni Asya ve Vakit gazeteleri dâvet edilmedi. Bu gazetelerde görev yapan, geçmişte sol basın yayın organlarında çalışmış muhabirler de var. Hatta bir kısmı CHP’ye oy veriyor. Buna rağmen Baykal’ın kahvaltısında onlara yer yoktu. Bu durum diğer meslektaşlarımızı da rahatsız etmiş olmalı ki, kahvaltı masasında hatırlattılar. Baykal, “kurumsal tavır alıyoruz” dedi.
CHP’den kurumsal yasak...
Baykal’ın sorunu burada. Bir yanda muhafazakâr basına savaş ilân ediyor, diğer yandan Şeyh Edebali’den nasihatler okuyor. Kendinden geçmiş bir şekilde başörtüsü yasağını savunurken atlatıyor diğer yandan Mevlâna hoşgörüsünden söz ediyor. Hoşgörü önce Baykal’ın kendisine lâzım.
Basında bile muhalif bir sese tahammül edemeyen CHP lideri, bu yasakçı kafa ile AB’ye giden Türkiye’ye birkaç numara küçük geliyor. Tek parti devrini de kaçırdığı için bu devirde Baykal gibi yasakçı zihniyete yer yok.
Dar kafalar, dar görüşler...
06.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|