Hasan GÜNEŞ |
|
Uzak Doğu felsefesi ve İslâm |
Hayat, dikkat çekici tevafuklarla doludur. Bazen bakarsınız, insanların yere göğe sığdıramadığı dünya çapında meşhur bir hekim, sahasında tek otorite olduğu bir hastalıkla hayata gözlerini kapayıverir. Ne koruyucu hekimliği o hastalığa yakalanmasına engel olabilir, ne de uzmanlığı tedavisi için yeterlidir. Tek otorite de kendisi kabul edildiğinden tedavi için çalacak başka bir kapı da yoktur. Bulaşıcı olmayan bir hastalığın meslekte otorite olan kişiye nasıl musallat olduğu gerçekten araştırılması gereken bir konu… Kim bilir belki de kader, tıbbın ve insanların sadece bir vesile ve araç olduğunu, gerçekte şifanın Allah’tan olduğunu hatırlatmak ve toplumların sebeplere olan aşırı bağlılığını sarsmak için böyle hadiseler takdir ediyor. Siyasî ve sosyal meselelerde de benzer hadiselerle karşılaşmak mümkün. Yine psikolojik branşlarda da uzman olarak kabul edilen kişilerin zaman zaman hadisenin içinde boğulup gittikleri bilinen hususlardır. Maddî hastalık ve problemler biraz farklı olsa da, sosyal ve psikolojik hadiselerin bulaşıcı bir hastalık gibi yayılıp sirayet ettiğini, zaman zaman bir meslek hastalığı haline geldiğini unutmamak gerekiyor. Kişinin uzman olarak meşgul olduğu bir hastalıkta zamanla hastalarından etkilendiği karşılaşılan vak'alardır. Belki de bir kısım insanlar bir önsezi ile kaderlerine doğru yöneliyorlar. Kim bilir belki de meslek hayatındaki hatalar ve yanlışlar ve sebeplere fazla önem vermek gibi davranışlar da “Ceza amel cinsindendir” kaidesince karşılık görüyor. Onun için her zaman dikkatli olmak, büyük konuşmamak ve çok keskin olmamak gerekiyor. Bütün bu sebepler ve gerekçeler ne olursa olsun, bir gerçek var ki o da; sahasında uzman olarak kabul edilen bu kişilerin ellerinde sihirli reçete veya sihirli bir anahtarın olmadığıdır. En nihayetinde onlar da bir insan… Belki gazetede okumuşsunuzdur, Güney Kore’nin meşhur TV programcılarından birisi kocasıyla birlikte intihar etmişti. Bıraktıkları notta gerekçe olarak “uzun süren hastalıktan usandığı ve artık tahammül edemediği” yazıyordu. İşin dikkat çekici tarafı, 63 yaşındaki bu kişi ülkede “mutluluk profesörü” ve “umudun annesi” olarak biliniyor ve takdim ediliyordu. Bu konuda da yirmiden fazla kitap yazmıştı. Binlerce hatta yüz binlerce kişiye mutluluk ve umut dağıtan, anlattığı prensiplerle onların dertlerine çare olmaya çalışan bir kişi, kendi problemini çözemiyor. Konuşmalarında ve yazılarında psikolojik direnci ve iyimserliği anlatan kişinin, cesedinin dayanabildiği bir hastalığa; daha dayanıklı olması gereken ruhu dayanamıyor. Sabrı tükeniyor. Cesedinden önce ruhu ve kalbi iflâs edip teslim oluyor. En nihayetinde kendisine emanet edilen aziz bedene kıyıyor… Gerçi bilmek ve anlatmak kolaydır; uygulamak ve yaşamak ise zordur. Ancak hâdise anlatmak ve uygulamak arasındaki fark kadar basit değildir. Gerçekten de bilip bilmediğini sorgulamak gerekiyor. Anlatılanların doğruluğunu tetkik etmek gerekiyor. Bilindiği gibi, hâdisenin geçtiği Kore ve civarı yani Uzak Doğu, insanın ruh bütünlüğünü sağlayarak iç direncini arttıran, geliştirdikleri prensiplerle mutluluk ve saadet formülleri üreten felsefî görüşlerin yaygın olduğu bir bölge. Hatta bu felsefî görüşler sanki bir din veya bir mezhep gibi itibar görüyor. Gerçi o bölgelerdeki batıl dinler de çok farklı değil… Sadece dünyayı ve dünyadaki mutluluğu esas almış anlayışlar… Uzak doğu felsefesinin prensipleri çoğunlukla iyi günlerde anlatılan, kişileri sanki başka dünyalara götüren konuşma ve davranışlardan meydana geliyor. Ancak kişi, mutluluk profesörünün hastalığında olduğu gibi bir musîbetle karşılaştığında birden acı gerçekle yüz yüze geliyor. O cilâlı lâfların hiçbirisi işe yaramıyor. Arkasında, hastalıkla nefesini ensesinde hissettiği bir ecel cellâdı; önünde ise dipsiz bir kuyu gibi kabir kapısı… İçinde ahiretin olmadığı bütün lâfların bitip tükendiği acı bir gerçek… İntihar eden profesörün sadece kendisi ve eşi değildir. İntihar eden gerçekte koskoca bir Uzak Doğu felsefesidir. Profesör, o güne kadar derdine derman olmak istediği, konuştuğu ve görüştüğü binlerce kişinin, dertlerini daha yakından bilmenin ve onları geçici olarak uyuşturmaktan başka hiçbir şey yapamamanın çaresizliliği ve acısı içindedir. Daha önceki bir yazımızda da detaylı şekilde bahsettiğimiz gibi Sekizinci Söz’de, Suhuf-u İbrahim’de (as) de geçen bir hikâye anlatılır. Kuyunun içinde çürük bir ağaca tutunmuş bir kişiden bahsedilir. Üstte, ölümü ve eceli temsil eden ve nöbetçi gibi bekleyen bir aslan, altta ise kabir kapısını temsil eden ve ağzı neredeyse ayaklara kadar uzanan bir ejderha… İnsanın gerçek durumu işte bu… Tolstoy da, kendi yaşantısı için “Bir şark hikâyesinde olduğu gibi ne ölüyorum, ne kurtuluyorum” der. Hikâyede anlatıldığı gibi, bir insan o dehşetli halde iken tutunduğu daldaki meyveleri yemekten ne kadar zevk alabilir? Dünya hayatının en yüksek zevki, bu meyvelerden çok farklı değildir. Çürük bir hayat ağacına tutunmuş zavallı insanı, yerlerin ve göklerin, hayatın ve ölümün Yaratıcısının sözlerinden başka hangi söz teskin edebilir? Onun derdine İslâm’dan başka hangi sistem çare olabilir? Hastalıkları, musîbetleri ve ihtiyarlığı, Âlemlerin Rabbi’nden başka âhiret hazinelerine kim dönüştürebilir? Dehşetli bir ejderha gibi her insanı bekleyen kabir ağzını cennet kapısına, Allah’tan başka kim dönüştürebilir? Evet, insanoğlu bazen öyle musîbetlerle karşılaşır ki, tahammül etmek kolay değildir. Fakat mü’min insan, onun muazzam karşılığını düşünerek sabreder. Sekizinci Söz’de ifade edildiği gibi: “Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da; Dünyasını, Cennet’in intizar (bekleme) salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder...” Uzak Doğu felsefesi ve diğer felsefelerin yaptığı nedir? “Aşağıdaki ejderhaya bakma ve düşünme, başın döner! Yukarıdaki aslanı görme, hayat ağacına sımsıkı sarıl! Ağacın kökünü kemiren zamanı, fantezilerle kapat” gibi gerçekte çocukça sözlerden başka bir şey değildir. İntihar eden mutluluk uzmanı, seçtiği meslek cihetiyle karşılaştığı yüzlerce tecrübelerle anlattığı felsefenin içinin boş olduğunu belki de herkesten daha iyi biliyordu. En sonunda, her şeyin boş ve mânâsız olduğuna inandığı böyle bir dünyada, dalın kırılmasını beklemeden, ergeç düşeceği ejderha ağzına kendisini bırakıvermiş. Keşke İslâm’ı tanıyabilseydi! Yazımızı Risâle-i Nur’dan bir cümle ile bitirelim: “Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.” 29.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Dinleyen dinlenir |
Bu sözü birkaç mânâda anlamak mümkündür. İlk akla gelen, tele kulak olayları olabilir. Hani günümüzde hemen herkesin birileri tarafından dinlendiğini biliyoruz ya. Aslında dinleyenler de başka birileri tarafından dinleniyordur. Yani “Men dakka dukka” meselesi. Ama bizim bu yazıda bahsedeceğimiz böyle dinleme ve dinlenme olayları olmayacak. Bir başka anlamda ise, siz birisinin sözünü dinler, dediklerini yaparsanız, onlar da sizi dinlerler, sözünüze ehemmiyet verirler. “Dinleyen dinlenir” sözünü böyle anlamak da mümkün. Ama bizim burada bahsedeceğimiz, bu şekilde bir dinleme de olmayacak. Bildiğiniz dinlenmekten, yani istirahat etmekten bahsedeceğiz. Her insan (yorulunca) dinlenmek ister, fakat (başkaları tarafından) dinlenmek istemez. Çalışmak her insanın vazifesi olduğu gibi, dinlenmek de en tabiî hakkıdır. İnsan bedeni ve ruhunun çalışmaya olduğu gibi, dinlenmeye de ihtiyacı vardır. İşyerlerinde çalışma saatleri tanzim edilirken, dinlenmek için de istirahat saatleri tahsis edilir. Zaten belli zamanlarda dinlenmeyen insan, çalışacak takat ve dermanı da bulamaz. İş verimi düşer, istenilen netice hâsıl olmaz. Dinlenmek fıtrî bir ihtiyaç olduğuna göre, nasıl dinleneceğiz? Hangi ortam bizi dinlendirir? Bu sorulara cevap ararken, bazı gözlemlerimizin yardımına başvurduk. Gördük ki, bir çok insan otobüste, tramvayda, parkta yürürken, bankta otururken, kulağında kulaklıkla bir şeyler dinliyor. Büyük bir ihtimalle de bu insanlar cep telefonundan veya başka bir cihazdan müzik dinliyorlar. Yine muhtemeldir ki, günün yorgunluğunu atmak, rahatlamak ve dinlenmek için dinliyorlar. Demek ki dinlemenin dinlenmeye bir katkısı var. Buradan anlıyoruz ki, bir şeyler dinlemek insanı dinlendiriyor. Dinlemenin insanı dinlendirdiği tamam da, acaba neyi dinlerken daha iyi dinleniriz? Bu sorunun cevabı, belki de sorunun içindedir. Yani ney’i dinlerken kendimizi daha rahatlamış ve dinlenmiş hissederiz. Zira ney sesi, insanın ruhuna işler. Sanki ney’e üflenen nefes, ruhun omuzlarındaki yorgunluğu alır gider. Konya’da Mevlânâ Müzesine girdiğiniz zaman duyduğunuz ney sesi, ruhunuzu bir kundak gibi sarar, sizi engin ve dingin bir huzur ortamına taşır. O sırada bütün yorgunluğunuzu unutur, kendinizi tam bir istirahat halinde bulursunuz. İnsanı dinlendiren sadece ney sesi değildir. Her an, İlâhî makamlardan gelen mânevî nidalar kalp ve ruhumuzun kulaklarına dolmaktadır. Bu manevî nidaları işitmek için ten kulağı ile değil, can kulağı ile dinlemek gerekir. İşte o zaman insan, lisan-ı hâl ile yapılan zikir ve tesbihatları da işitir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “rüzgârların terennümâtını, bulutların naralarını, denizlerin dalgalarının nağâmatını ve hakezâ yağmur, kuş ve sâire gibi her nev'îden Rabbânî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlâhî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümâtla kalblere hüzünleri ve Rabbânî aşkları intiba ettirmekle kalbleri, ruhları, nurânî âlemlere götürür, pek garip misâlî levhaları göstermekle o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere gark eder.” (İşârâtü’l-İ’câz, 6. âyetin tefsiri) İşte bu lezzetleri ve zevkleri iman kulağı ile dinleyen bir insan, bütün yorgunluklarını unutur. Ayrıca, suların şırıltısı, yaprakların hışırtısı, kuşların cıvıltısı, yağmurun sesi, rüzgârın nefesi, dinlenmek için dinlenecek en güzel birer mûsikîdir. İman kulağı ile dinleyenler, bu seslerin mahlûkatın zikir ve tesbihâtının birer terennümü olduğunu idrak ederler. Bu sesler insana, nefis ve hevesin aradığı mecâzî zevkler yerine, kalp ve ruhun ihtiyacı olan hakikî lezzeti hissettirir. Hakikatın sesini dinleyen, hakikaten dinlenmiş olur. 29.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Afyon buluşması |
Geleneksel hale gelen, gazete yöneticileri ile mahallerinde neşriyat hizmetlerini aktif olarak yürüten temsilcilerimizin katıldığı sonbahar dönemi buluşması Afyon-Gazlıgöl'de gerçekleşti. Toplantıda, medya grubumuz açısından 2010 yılı icraatları değerlendirilerek, 2011 yılı yayın faaliyetlerimizin planlaması yapıldı. Yeni Asya Medya Grup Genel Müdürü Recep Taşcı ile müessesemiz birim müdürlerinin de hazır bulunduğu toplantı verimli müzakerelere sahne oldu. Toplantıda gazetemizin önümüzdeki altı aylık dönemde okuyucularına hediye edeceği ek ve promosyonlar da görüşülüp karara bağlandı. Yapılan görüşme ve alınan tavsiye kararlarının hayırlara vesile olmasını, proje ve hedeflerimizin de başarıya ulaşmasını diliyoruz.
***
Yeni Asya okulu: 42. yıl 42 yazar Gazetemizin kuruluş yıldönümü olan 21 Şubat tarihinde, her sene yayınladığımız bir ekle Yeni Asya’nın basın dünyasındaki farklı bir yönünü ortaya koymaya çalışıyoruz. Önümüzdeki yıldönümümüzün ek konusu ise medyada Yeni Asya okulu olacak. Yeni Asya ekolünden yetişmiş, ya da yolu bir tarihte Yeni Asya’dan geçmiş, onun vatan sathını bir mektep yapma idealine yazı ve çizgileriyle katkı sağlamış kalemlerden seçme makalelerle, onlara sayfalarını açmış Yeni Asya’nın basın camiasında bir okul olduğunu yeniden gözler önüne sermek istiyoruz. Bir çoğu alanında şöhret olmuş bu kalemlerin Yeni Asya ocağından yetiştiğini gösterecek bu çalışma, genç nesiller için orijinal bir belge hüviyeti taşıyacak. 42. yıldönümümüz olması hasebiyle, 42 seçme yazarın, gazetemizde yayınlanmış 42 seçme eserini orijinaliyle birlikte yayınlamayı düşündüğümüz bu çalışmanın büyük bir ilgi göreceğini tahmin ediyoruz.
***
Aydınlar Konuşuyor - 2 Bediüzzaman Hazretlerinin vefat yıldönümü olan 23 Mart için de, geçen sene gerçekleştirdiğimiz ve büyük bir ilgi gören Aydınlar Konuşuyor çalışmasını farklı bir konu etrafında geliştirerek gerçekleştirmek arzusundayız. Yeni anayasa yapılması taleplerinin kamuoyunda tartışılıp kabul gördüğü bir dönemde, bu çalışmalara katkıda bulunmak maksadıyla; demokratik, laik, hukuk devleti noktasındaki Bediüzzaman’ın görüşlerini aydınlarla paylaşmak, bu mânâları ihtiva eden bir soruyla onların düşüncelerini almak istiyoruz. İsmail Tezer’in moderatörlüğünü üstleneceği bu çalışmanın,—iyi takdim edildiği takdirde—geçen sene olduğu gibi bu sene de yankı uyandıracağına, haber ve köşe yazılarına konu olacağına inanıyoruz. Bu proje için çalışmalar başlatılmış olup, tesbit edilen isimlere gönderilecek olan davet mektubu hazırlanmaktadır. Mektupta, katılımcıları bilgilendirmek maksadıyla Risale-i Nur’dan ilgili bölümlere de özetler halinde atıf yapılacaktır. Geçen sene söz verdiği halde, dosya konumuza katkıda bulunamayan aydınların bu seneki dosyamıza katkı vereceklerini umuyor ve bekli-yoruz. Ayrıca, Hutbe-i Şamiye’nin okunmasının yüzüncü yılı dolayısıyla İslâm âleminin hastalıklarını ve çözüm yollarını ele alan bir çalışma ile de konunun uzmanlarından görüş almayı hedefliyoruz. Saha çalışması yapan temsilcilerimize not: Eklerimizin verildiği güne mahsus gazetenin daha geniş bir çevrelere ulaşması için fazla gazete talebi çalışmalarınızı şimdiden başlatabilirsiniz.
***
Ajanda'da düzenleme Son umumî temsilciler toplantısında alınan, sistemimize bağlı olarak faaliyet gösteren STK’ların çalışmalarında serbest bırakılmaları kararı gereği, yaptıkları etkinlikler bundan böyle ajanda köşemizde duyurulmayacak. STK’lar tertipleyecekleri faaliyetlerini—isterlerse—paralı ilân olarak gazetemizde yayınlatabilecekler, düzenlenen programlar da haber değeri taşıyorsa faaliyet sonrası haberleştirilecek. 29.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Aileye tuzak |
Türkiye’yi ‘idare edenler’ aralarındaki kavgayı bırakıp ülkede ne olup bittiğine baksalar, ‘aile kurumu’nun ciddî tehdit ve tehlikeler altında olduğunu belki görebilirler. Hiç kimse, ailenin tehdit ve tehlike altında olduğu tesbitini ‘hayalî bir düşmandan bahsetmek’ olarak görmemeli. Tehdit ve tehlike çok ciddîdir ve tedbir almak da şarttır. Şunu da kabul etmeliyiz ki, tehdit altında olan ‘aile’ sadece Türkiye’deki aileler değildir. Dünyanın hemen her ülkesinde bu tehdit ve tehlike sözkonusudur. En ‘asrî aile’ bile bu tehlike karşısında muzdariptir, çare arayışındadır... Türkiye’deki sıkıntı, bindiğimiz dalı kestiğimizden habersiz oluşumuzdur. Şükürler olsun ki temelde sağlam bir aile yapımız var, ama; moda ve taklitçilik yüzünden bu yapı tahrip edilip, bozuluyor. Aslında aile yapısının bozulmaya başlaması, ‘ifsat şebekeleri’nin yıllar önce aldığı resmî ya da gayr-ı resmî kararlarla başlamıştır. Neredeyse bir asır önce başlatılan ‘güzellik yarışmaları’ ya da devlet desteğiyle düzenlenen ‘balo’ları hatırlayalım... Milletimizin maddî ve manevî sıkıntılarla karşı karşıya olduğu dönemlerde bile başta müstehcenlik olmak üzere sazlı-sözlü ‘balo’lar teşvik edilmiştir. Teknolojinin gelişmesi de ailenin tahribini hızlandırmıştır. Evlerimizin baş köşesini işgal eder duruma gelen televizyon ve ‘sanal âlem oyuncakları’ aile tahribini hızlandırmıyor mu? Bir ‘tık’ mesafesi uzakta olan bu âletler, maalesef aileyi dinamitliyor. Başta ‘dizi’ler olmak üzere sözüm ona ‘aile programları’nın cemiyete verdiği zararı başka hangi ‘düşman’ verebilir? Kimse yanlış anlamasın. Kötü programları eleştirmek, aileyi bu belâlardan uzak tutmayı tavsiye etmek ‘teknolojiye karşı olmak’ anlamına gelmez. Keşke bu âletler ailenin daha huzurlu olmasına vesile olabilseler... Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından Antalya’da düzenlenen “Din, Gelenek ve Modernite Bağlamında Bir Değer olarak Aile” konulu konferansta bu tehlikeye dikkat çekilmiş. Toplantıya katılan 600’ü aşkın akademisyen “ailenin korunması” çağrısında bulunmuş. Bazı konuşmacılar da kadınların ‘reklâm vasıtası’ yapılmasına haklı olarak itiraz etmiş. Hakikaten bu konu da çok önemli. Keşke her gün tekrarlanan bu yanlışlara her gün itiraz edilse... ‘Feminist’lerin bu konuda sessiz kalmaları da ayrıca dikkat çekilmesi gereken bir konu. Toplantıda, aileyi korumak için küresel işbirliği yapılması çağrısında da bulunulmuş. Sonuç bildirisinde de şu çağrılar yapılmış: *Devlet politikaları ailenin korunması yönünde azamî çaba göstermeli. *Boşanmayı azaltacak her türlü tedbir hayata geçirilmeli. *Aile içi şiddet önlenmeli. *Medya, aileyi tehlikeye atacak yayınlar yapmamalı. *Ailenin çocuklarıyla daha fazla zaman geçirmelerine imkân sağlanmalı. Ailenin korunması için bir değil, bin toplantı yapılsa yeridir. Benzer toplantıların mümkünse her ilde yapılması ve ‘aileyi tehdit eden tehlikeler’in ve elbette çarelerinin Türkiye’nin birinci gündem maddesi olmasını talep ediyoruz... 29.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Kedi kedidir |
Hafta sonu ile birleşince bayram tatili uzun sürdü. Ama hayat durmadı. Ülkemizin güvenliğini ve dış politikasını yakından ilgilendiren bir gelişme oldu. 19-20 Kasım tarihlerinde Portekiz’in başşehri Lizbon’da son yılların en önemli toplantılarından biri olarak adlandırılan 28 ülkenin katılımıyla NATO Zirvesi gerçekleştirildi. Bu toplantıyı önemli kılan neydi? “Füze savunma sistemi” kurulması konusunda bir anlaşmanın imzalanmasıydı. NATO üyelerini ve müttefiklerini hedef alan herhangi bir füze saldırısına karşı korumayı amaçlayan anlaşmanın imzalanması kolay olmadı. Yoğun ve sert tartışmalar yaşandı. Türkiye bu tartışmalara aktif olarak katıldı. Öyle ki ipler kopma noktasına gelebilirdi. Pürüzlü noktaları şöyle sıralayabiliriz. Bir kere sistemin kurulacağı ülke belirsiz. Önce Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde düşünülmüştü. Rusya karşı çıktı. Bunun üzerine projenin ülkemizde hayata geçirilmesi gündeme geldi. Millî Savunma Bakanı Gönül, “Füzeler Karadeniz ve Doğu Anadolu Bölgelerine konuşlandırılacak.” dese de durum netleşmedi. Kamuoyunda “Füze kalkanı” diye bilinen sistemin kime karşı olduğu da anlaşılamadı. ABD yetkilileri tehdidin İran’dan geldiğini açıkça söylediler. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy de; “NATO’nun kamuya açıklanan belgelerinde hiçbir isim yer almıyor. Ancak biz kediye kedi deriz. Bugünün füze tehditi İran’dır” diyerek İran’ı işaret etti. Türkiye ise belgede İran’ın adının geçmesini reddetti. Şiddetli tartışmalar neticesinde imzalanan strateji belgesinde İran adı yer almadı. Bu durum kamuoyuna bir başarı olarak sunuldu. Sonuçta meçhul (!) bir düşmana karşı bir füzesavar sistemi kurulacak. Bir diğer tartışma konusu komuta-kontrol kimde olacağı ile ilgiliydi. Başbakan Erdoğan mealen, “Topraklarımızda böyle bir sistem düşünülüyorsa, komuta-kontrol kesinlikle bizde olmalı, aksi halde kabul edemeyiz.” şeklinde demeç verdi. Zirve sonrası U dönüşü yaptı. “Komuta NATO’da olmalı” dedi. Bu mesele de ortada kaldı. Gelecek Haziran ayına kadar sorunların nasıl çözüleceğini göreceğiz. Bir değerlendirme yaparsak; Askerî konularda ahkâm kesmek bize düşmez. Türkiye’nin güvenliği için böyle bir savunma sistemi gerekli mi? Cevabını uzmanlara bırakalım. Bizi ilgilendiren kısmı malî portresi ve finansmanı. Kaça mal olacak? Finansmanını kim üstlenecek? Payımıza ne düşecek? Silâh şirketlerinin rolü ve fonksiyonu nedir? Bunlar konuşulmuyor. Bu vesileyle şu hususun altını çizelim. Savunma harcamalarımız zaten çok yüksek. Kısılması gerekir. Ayrıca sıkı bir şekilde denetlenmelidir. Bu konuda zaaflarımız ve tabularımız var. Nüfusumuza ve gücümüze göre dünyanın sayıca en büyük ordusunu besliyoruz. Günahtır, kaynak israfıdır. Kıt olan kaynaklarımız verimli alanlara kanalize edilerek yatırım ve üretim artışı sağlanmalıdır. Ülkemizin en temel ve kronik derdi işsizlik ancak böyle çözülür. Durum istatistiklerde gösterildiğinden daha vahimdir. Özellikle gençler arasında işsizlik had safhadadır, sosyal patlamalara zemin hazırlamaktadır. Sorunun malî boyutundan sonra dış politikaya yansımasına da kıcasa değinmeliyiz. Proje İran’la ilişkilerimizi olumsuz yönde etkileyecektir. ABD patentli bu projeyi onaylayan hükümet, adı zikredilmese de İran’ı hasım konumuna sokmuştur. Hele radar ve füzelerin Türkiye’de konuşlandırılması halinde İran’ın tepkisinin çok sert olacağı aşikârdır. “Komşularıyla sıfır sorun” politikası yürüttüğünü söyleyen hükümet sıkışmıştır. Bir yanda Batı bloku diğer yanda komşumuz İran. Yani “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” vaziyeti. Komplo teorilerine inanmayız, ama bu durum Türkiye-İran ilişkilerini bozmaya yönelik ABD’nin yürürlüğe koyduğu bilinçli bir planın parçası mıdır diye de insan ister istemez şüpheleniyor. Diğer taraftan İsrail faktörünü de unutmayalım. İşin içinden kazasız belâsız nasıl sıyrılacağımızı zaman gösterecek. 29.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
YAŞ’zedelerin hakları ve mağduriyetleri |
AKP’nin referandum kampanyası için hazırlayıp dağıttığı “Halk oylamasında ‘evet’ demek için 40 neden” propaganda broşürünün 9. nedeninde, “Evet’ demek Yüksek Askerî Şûrâ (YAŞ) kararlarıyla ordudan atılan insanların mahkemelerde haklarını arayabilmeleri demek” taahhüdünde bulunulmuştu. “Anayasa değişikliği paketi”nin en iddialı maddelerin başında gelen bu vaadin üzerinden iki aydan fazla süre geçmesine rağmen hâlâ çoğu mevhum “irtica” gerekçesiyle “disiplin suçu” perdesinde ihraç edilen subay ve astsubayların “haklarını arama” belirsizliği sürüyor. Gerçek şu ki son “değişiklik”te, Anayasanın 125. maddesindeki “YAŞ kararları yargı denetimi dışındadır” hükmü aynen korunarak ilâve edilen, “Ancak, Şûrânın “terfi işlemleri’ ile ‘kadrosuzluk nedeni’yle emekliye ayırma hâriç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açıktır” ibâresi, YAŞ’a yargı yolunun açılmasında yetersiz kalıyor. Zira hayatlarını verdikleri mesleklerinden sorgusuz-sualsiz, yargısız atılıp haklarının iâdesini bekleyen, sayıları 1637’yı bulan subay ve astsubayın haklarını aramaları ve mağduriyetlerinin giderilmesi için “anayasal değişiklikler”e hiçbir kayıt konulmamış… Tıpkı Başbakan’la iktidar partisi sözcülerinin, miting meydanlarında “12 Eylül darbesinden ve darbecilerinden hesâp sorulacağı” nutuklarına karşı, muhalefetin “12 Eylül darbecilerinin yargılanması ve darbe suçlarında zamanaşımının kaldırılması”na dair önergelerinin AKP grubunca Meclis’te reddedilmesi misâli. Halka karşı “YAŞ mağdurlarının haklarının iâde edileceği” bol bol propaganda edildi; lâkin bütün uyarılara rağmen yetersiz ve muallel değişikliklerle YAŞ mağdularının haklarını arayabilmeleri için metne bir “geçici madde” eklenmedi. Bu durum öncelikle “darbecilerin yargılanması” ve “YAŞ’zedelerin haklarının iâdesi” değişikliğinin yetersiz olduğu ikazını haklı çıkarıyor…
“UYUM YASASI” ŞART… Gelinen safhada hukukçular, “YAŞ kararlarına karşı yargı yolunun açılması”nın bu haliyle muhataralı belirsizlikte bırakıldığını; mağduriyetlerin giderilmesi için mutlaka “uyum yasaları” çerçevesinde yasal güvence sağlanmasının gereğini belirtiyorlar. Ne var ki bu hususta yasa çıkarmaya yanaşmayan hükümet, YAŞ’zedeleri yine YAŞ’a havale ediyor. Adalet Bakanlığı, “HSYK modeli”ni öneriyor. YAŞ kararıyla ordudan ihraç edilen mağdurların YAŞ’a başvurmalarını ve bu başvuruları kabul edilmeyenlerin Askerî Yüksek İdare Mahkemesine (AYİM) dâvâ açmalarını salık veriyor. Buna mukabil, “Maddî haklarımızın verilmesini ve iâde-i itibar bekliyoruz, ama hükûmetle uzlaştığımız bir metin yok” diye yakınan Adaleti Savunanlar Derneği (ASDER) Başkanı Prof. Dr. Nevzat Tarhan “Bunun ‘kuzuyu kurda emânet etmek olduğunu” söylüyor. Darbecilere ve darbe teşebbüsçülerine tanınan hakların YAŞ’zedelere tanınmasını isteyen ASDER Başkanı, 1960 darbesinden sonra 27 Mayıs ihtilâli cuntasınca ordudan ihrâç edilen ve Emekli İnkilap Subayları Derneğini (EMİNSU) kuran 7 bin subaya, peşpeşe dört yasa çıkarılarak bütün üyelerin 40 yıl çalışmış ve göreve devam etmiş gibi emekli aylığı bağlanarak göreve devam eden emsalleri ile aynı düzeye getirilmesini, bütün malî haklarının tanınmasını, emekli aylıklarının kıdemli albaylara uygulanan ek gösterge üzerinden yeniden arttırılmasını örnek gösteriyor. Keza ASDER kurucularından Emekli Tabip Albay Prof. Ahmet Alper, bu yolla mağduriyetlerin giderilemeyeceğine dikkat çekerek, “Bu düzenleme, mağdurları, YAŞ’ı oluşturan 15 generale kurban etmek anlamına gelir. Çünkü AYİM de taraflı bir mahkeme” uyarısında bulunuyor.
YAŞ DA SEÇİM MALZEMESİ! Yine 12 Eylül’zede askerlerin sözcülerinden, eski Eylül Emeklileri Derneği (EYLÜL-DER) Başkanı re’sen emekli üsteğmen Rahmi Yıldırım da mahkeme kararı olmadan atılan askerlere YAŞ’a başvuru hakkı tanınmasının derin acılara yol açmış ihraç sürecini tekrarlamaktan başka bir sonuç getirmeyeceğini bildiriyor. Yaraların sarılması için yetkili idarî makam olarak İçişleri ve Millî Savunma bakanlıklarının bu kararları kaldırabileceklerini öneriyor. Özetle YAŞ’zedeler, aynen “EMİNSU davası”ndaki gibi bütün hakları mahkemesiz iâde eden çözümün zarurî olduğunu belirtiyorlar. Aksi halde darbe, postmodern darbe ve YAŞ mağduru askerler için HSYK modelinden bir netice alınmasının mümkün olmadığını kaydediyorlar. Dahası, YAŞ’zedeleri yine YAŞ’a ve AYİM’e havale etmenin, “ciğeri kediye emânet etmek olduğunu”nu ifâde ediyorlar. Kısacası, yapılması gereken, âcilen ilgili “uyum yasası”nın çıkarılmasıdır. Ancak 12 Eylül darbesi ve YAŞ kararlarıyla re’sen emekli edilen askerlerin göreve iade talebiyle yaptıkları başvuru süresinin sona ermesine rağmen, AKP hükûmeti, mağduriyetlerin giderilmesi için hâlâ “yasal düzenleme”ye yanaşmıyor. Belli ki siyasî iktidar, rafa kaldırılan “başörtüsü yasağı” ve “YÖK’ün yapısı” gibi “YAŞ mağdurları”nın haklarını da sürüncemede bırakıp seçim sürecinde “yeni anayasa” ile birlikte siyasî rant amacıyla “seçim malzemesi” olarak kullanma hesapları içinde… Peki, mağduriyetlerin istismarından ve istimalinden ne hayır gelecek? 29.11.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Amerika’nın bütün kirli çamaşırları! |
WikiLeaks sitesi bu kez Amerika’nın bütün kirli yüzünü ortaya koyuyor. 3 milyon gizli Amerikan belgesini yayınlıyor. Maalesef biz bu satırları kaleme aldığımızda henüz belgeler yayına konulmadığı için muhtevasını görmedik. Ama Amerikan yönetiminin çırpınışlarını, feryatlarını gördüğünüzde, çok ciddî hususlar içerdiği anlaşılıyor. Clinton büyükelçilerini bu belgelerde sözü edilen ülkelerde dışişleri bakanlıklarına göndererek, vaziyeti önceden kurtarmaya çalıştılar. Türkiye’ye de “ciddiye almayın” dediler. Peki nedir ABD yönetimini bu kadar panikleten? Eskiden beri konuşulan ABD’nin dünyanın bir çok ülkesindeki iç karışıklıkların, terörist ve ayrılıkçı grupların destekçisi olduğu, gizli operasyonlar yaptığı, hatta el Kaide örneğinde olduğu gibi kendi terör örgütünü kurdurduğu, ihtilâller yaptırdığı bu belgelerle resmen ispatlanmış oluyor. İşte telâşın sebebi bu! Ülkemizle ilgili olarak Türkiye’deki ihtilâllerin hepsinin ardında ABD’nin olduğu artık herkesçe biliniyor. Ancak bilinmeyen son yıllarda ortaya çıkan iddia edilen Ergenekon yapılanmaları, faili meçhuller ve ihanetlerin ardında bu ülkenin hangi ölçüde bulunduğu. Ancak bizce ortaya çıkacak en önemli belgeler PKK’ya ilişkin olanlar olacak. Bu örgütün kuruluş sürecinden, Öcalan’ın teslim edilmesine ve sonrasında örgütün yapılanmalarına kadar her hususun ABD’nin—ve onun kirli emeller besleyen müttefiklerinin—emri ve desteğiyle gerçekleştiği ortaya çıkarsa hiç şaşırmayın. Afganistan’da üretilen haşhaşın, Pakistan, İran, Irak, Türkiye üzerinden uyuşturucu olarak Avrupa ve Amerika’ya ulaştırılmasında, PKK’nın rolü de—İran’lı devrim muhafızları ve Iraklı Peşmergelerle birlikte—bu belgelerde ortaya çıkabilir. Daha da önemlisi, Türkiye’de hiç olmadık zamanlarda ortaya çıkıp yıldızı parlayan, sonra da misyonunu ifa ettikten sonra hiç varolmamış gibi kaybolup giden siyasetçilerin, ekonomik kriz patlayınca beyaz pardösüsü ile kahraman olarak gelip ülkeyi kurtaranların (!), ne olursa olsun gazetesindeki köşesini hiç kaybetmeyen monşerlerin arkaplanına ilişkin belgeler çıkacak mı acaba? Peki bütün bu belgeleri ortaya çıkaran kim? ABD gibi haşmetli ve yenilmez süpergücün bütün kirli çamaşırlarını, CIA ve FBI’ya rağmen ele geçirip, yayınlatmak üzere bu siteye verebilenler kimler? Teşhis edildiklerinde anında yok edileceklerini bilerek neden böyle bir riski alıyorlar? Yoksa bu ülkede artık tüm kirlilikleri ortaya döküp, bunların faillerini tasfiye ederek, daha temiz bir Amerika isteyen güçlü bir grup mu var? Bu soruların cevabını bilmiyoruz. Ama ne olursa olsun, bu Amerikan komploları ve entrikalarının ortaya çıkmasının dünya için, insanlığın geleceği için hayırlı olduğuna inanıyoruz. Kendi gizli ilişkilerinin ortaya çıkacağından korkanlara da geçmiş olsun diyor, ıslâh-ı nefis ve aklı selime dâvet ediyoruz. 29.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
NATO çocuklarını ne zaman vuracak? |
Geçen yazımızın başlığı, “NATO bir savunma ittifağıdır” olunca, zihinlere malûmu ilam mânâsına gelmiş olabilir. Hem de ülkelerin savunmasıyla sınırlı olan bu ittifağın Afganistan’da ne işi var, diyebiliriz. Aradan on sene geçmesine rağmen koskoca NATO, New York’taki İkiz Kuleler cinayetiyle alâkalı, Afgan kökenli tek bir teröriste ulaşamadı. Peki NATO kuvvetlerini Kandahar cehennemine kim itmişti? Kanaatimizce “düşman tanımı” savunma ittifağından önce gelir. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki konseptlerle devam edince NATO ülkeleri; barış karşıtı savaş lobileri global dinsiz cereyanlar veya menfaatlerini küresel çatışma ve kaoslarda arayanlar, ellerindeki enstitülerde yeni yeni projeler hazırladılar. Güya bu bilimsel projeler ve konseptlerle maalesef global STK’ları, savunma paktlarını ve hatta hayır kurumlarını bile bir çok şerlerde çalıştırdıkları gibi, dünyamız bir savaş ve çatışma topuna döndürdüler. Neslimizin yaşadığı ve yakın tarihin bize ders verdiği hadiselere bu zaviyeden baktığımızda, maksad daha iyi anlaşılır. BM’nin eliyle yakın zamanda Mogadişu ve Bosna’da işlenen cinayetleri, NATO’nun 10 seneyi aşkındır Kandahar’da işlediği cinayetlere eklediğimizde, resmin bütünü hakkında bize bir fikir verir kanaatindeyim.
MİLLETLER ARASI “DÜŞMAN” KONSEPTİ DEĞİŞİYOR Bediüzzaman Hazretleri, 1. Cihan Harbi sonralarındaki “Rüyada Hitabe” isimli eserinde, devletler ve milletler savaşını sınıflar arası savaşa dönüşeceğini haber veriyor. Günümüzde “devlet arası savaşlar” gibi görünen çatışmaların özüne indiğimizde, derin devlet veya enstitülerin hazırladıkları lokal veya global savaş projelerini, maalesef devletlerin kucaklarında bulduklarını müşahede ediyoruz. Bazen hedeflenen neticeye en fazla olan politikacılar, bu “gayrı meşrû çocuğu” sahiplenmek mecburiyetinde kalıyorlar. Hadiseye dışarıdan bakanlar çoğunlukla hem o milleti ve hem de —haklı olarak— milleti idare eden politikacılara fatura kesiyorlar. Türkiye, halkı ile birlikte otuz seneden beri global cereyanın doğu bölgemizde yaktığı ateşle tutuşuyor ve o bölgede kırılan her nihale göz yaşı döktüğü halde, dünya maalesef bu cinayetlerin faturasını Türkiye’ye çıkartıyor. Bir benzer örneğini 11 Eylül felâketine sebep gösteren neocon ve neoliberallerin çıkardıkları Afganistan ve Irak savaşları olarak da gösterebiliriz. Amerikan ve İngiliz halklarının bu savaşlarda vefat eden ikibuçuk milyon insana üzüldüğünü, bu iki ülkedeki “savaş karşıtı” dev protestolar göstermiştir. Tony Blair ile G. W. Bush gibi idareciler de halklarının bedduâlarıyla siyaset tarihinin karanlık noktalarına gömüldüler. Amerikan ve İngilizlerin karşı oldukları savaşın giderleri, halklarına zulmen ödettirilmiştir. Tıpkı doğu ve Güneydoğumuzda otuz küsûr senedir heba edilen fakir milletimizin serveti gibi... “Düşman konseptini yeniden ele almayan ve dünya milletlerinin bu konsepte göre hareketini sağlamayan NATO’nun, bir gün öz çocuklarını bu gizli düşmanın çıkaracağı kargaşada kaybetmesi de hesaba katılmalıdır. Hâlâ, Madrit İstasyonu ve Londra Metrosu katliâmlarının failleri bulunamamıştır. Kafkasya’daki okul cinayetinde vefat eden çocukları da unutmamalıyız. Neocon ve Neoliberallerin finanse ettikleri “düşünce kuruluşu” veya “laboratuvarlarda” elde edilen sanal El-Kaide, Taliban, Zerkavî, Hizbullah ve İslâm savaşçıları gibi terör hareketlerinin mahiyetini ortaya çıkarmayan NATO ve BM, zamanla misyonsuz ve güvenilir olmayan duruma düşüyorlar. Nitekim Haiti’de olduğu gibi...
KİM KİME DÜŞMAN? Teknolojinin şeffaflaştırdığı dünyada “düşman” bir daha saklanmak ve kamufle ihtiyacı duyuyor. İran’ın geleneksel tezleri çoktan iflâs etti. İslâmı siyasetlerine alet edenlerin de... Artık Hıristiyanlar Müslümanlara düşman değil. Müslümanlar ve Hıristiyanlar da Yahudilere... Misyonu tahrip, inkâr ve kaos olan komünizm veya modern bolşevizm artık kurulu devletlere hükmetmiyor. Buna lüzum da kalmamış. Modern Komünizm devletlerin hücreleri mesabesindeki kurumlara musallat olmuş: Yargısına, ordusuna, eğitim kurumlarına, STK’larına girerek dünküsünden daha dehşetlice hedefine yaklaşıyor. Komünizme karşı kurulmuş NATO’nun bütün konseptlerini bu yeni süreçlere göre yenilemesi gerekiyor. Füze kalkanı ve benzeri kıtalar arası projelerden önce düşmanını, çatışma alanlarını ve misyonu yeniden belirlemesi gerekiyor. NATO ve BM gibi dünyanın hayatını alâkadar eden kuruluşları yanlış hedeflere sevk eden “finans dünyası” ile “belli bir medyayı” ayrı bir konuda incelemek gerekiyor. Çok önemli iki unsur... İnsanî temel değerleri kabul etmeyen, semavî dinlere düşman, bütün mukaddesatları tahribe çalışan ve menfaatlerini her yerde kontrol altında tutmaları, yalnızca NATO’nun vazifesi değil. İnsanca barış ortamında yaşamak isteyen herkes... Dünyayı terör ile savaşa ve savaş ile tahribe götürenler, ilginçtir ki cinayetlerini küresel olarak Müslümanlara yüklemeye çalışıyorlar. Neoconlar, ABD ve AB’deki her Müslümanı “potansiyel birer terörist” olarak medyada propaganda edince, Batıdaki insanlar ister istemez tedirgin oldular. Propaganda kaynağının Troçkici ve Freudist kuruluşlar olduğunu herkes biliyor. Yarın isimlerini ve renklerini değiştirebilirler, takip gerekir. İğrenç ve tahkipkâr hedefleri için her türlü cinayeti mübah gören küresel bir hareketten bahsediyoruz. Birinci Körfez Savaşına ABD’yi götüren senaryoyu hatırlayalım. Yağmalanmış Kuveyt’in kızı, BM’nin merkezinde çığlık çığlık feryad ediyordu. Bu feryadı doğru zannedenlerin çoğu senaryonun mahiyetini öğrenemeyecekler. Irak ve Afganistan’ı işgal için Dünya Ticaret Merkezinin ve orada çalışan dört bin masumun bir değeri yoktu. Bir de binlerce senedir Afganistan’da barış içinde yükselen Budist tapınaklarının bombalanmasını düşünelim. Bu global tahripçilere servis veren devletlerdeki lokal güçleri de unutmamak gerekiyor. Fakat hiçbiri bizdeki Kemalistlerin idare ettikleri kadar vahşi, derin, münafık ve acımasız olamaz. Hem Türk görünecek ve hem de Türkleri vuracak. Kemalistlerin dışarıdaki yoldaşlarıyla birlikte çevirdikleri yüz cinayet dolabını bir çırpıda sayabiliriz. 31 Mart’ı bir milat kabul ettiğimizde, Ermeni tehciri, Osmanlı demokratlarının idamı, İzmir suikastı, Menemen, Ali Şükrü ve Halit Paşaların başına gelenler, Şeyh Said hadisesi ve doğudaki 24 Kürt kıyım hareketi, 1950 sonrasındaki Ticanilerin put kırma hadisesi, Selanik’te bir evin Kemalistlerle kundaklanmasıyla, Taksim’de azınlıklara yapılan muamele, DP’lilere yapılan iftiralar ve üç güzide vatan evlâdını idamları.... Görüyorsunuz ki mübalâğa değilmiş. 1960’tan gönümüze gelen bu tür cinayetler hakkında fikir veren “kozmik odalardaki gizli belgeler” gösteriyor ki, Kemalistler de en az Komünistler ve modern bolşevikler kadar senaryo ile cinayet işleyip, siyaseti menfaatlerine alet ediyorlar. NATO veya BM’nin “geleneksel stratejilerle” hareket lüksü kalmadığını yukarıdaki hadiseler gösteriyor. ABD ve Londra’daki “zındıka enstitülerinin” mahiyeti ile Türkiye’deki Kemalizmin mahiyetini deşifre edip halka maletmeden, NATO’nun savunabileceği bir insan göremiyoruz. Sözkonusu barış karşıtlarının karargâhında cirit attığı her savunma ve barış paketleri, ancak global savaş lobilerine alet olurlar. Barışı getiremezler. 29.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kabir ve mahşer |
Harun Bey: “1- Kabirde makamlar gösterilir deniyor. Öyleyse ruh mahşere makamını bilerek mi çıkıyor? Bu durumda mahkemenin bir değeri kalır mı? 2- Mahşerden beraat alarak geçen kişi, Sırat üzerinde Cehennem korkusu yaşar mı?”
1- Âhirette hiçbir şey bu dünyadaki gibi cereyan etmez. Dünya teklif yurdu, âhiret ücret yurdudur. Dünya hikmet yurdu, âhiret kudret yurdudur. Orada zaman farklıdır. Orası ezeliyet, ebediyet ve sonsuzluk ülkesidir. Sonsuzluk, Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, maziyi, hâli ve istikbali iç içe ve birden tutar.1 Orası kesret dairesi değil, çokluklar ülkesi değil, vahdet dairesidir.2 Orada hakikatlere bakışımız farklıdır. Burada iman konusu olan âhiretle ilgili hemen her haber, orada müşahedemiz altında olacaktır. Kabir suali, kabir azabı, mahşer, sırat, Cennet, Cehennem... vs. uhrevî hâdiseler buradaki gibi haberden ve iman konusu olmaktan çıkacak, birer yaşanılan gerçek olarak bizi saracaktır. İmtihan yoktur artık. İmtihan dünyada kalmıştır. Her şey dünyada attığımız tohumların meyvesi ve fidanı olarak karşımıza çıkacaktır. 2- Hâkimin şefkati ve merhameti ayrı... Mağfireti, affı ve bağışlaması ayrı... Kahrı, gazabı, celâli ve galibiyeti ayrı... Hikmeti, hükmü, kararı ve adaleti ayrıdır. Hâkim, suçluyu idamla yargılar, fakat sonra döner şefkatinden ve merhametinden kalemini kırar. Suçlusunun bazı davranışlarını affa konu yapar, cezasını hafifletir. Hâkim-i Ezelî olan Cenâb-ı Hakk’ın, ölümle yüksek huzuruna aldığı kuluna, dünyada Kendi Zat-ı Ulûhiyetine sığınmayı ihmal etmemiş kuluna, her ne kadar günahkâr da olsa, her ne kadar hesabı görülecek işleri de olsa, Cennetinden ve rahmetinden bir esinti hissettirerek istirahatını temin etmesi şefkatinden ve merhametindendir. Hesap ve yargılama ayrı, şefkat ve merhamet ayrı tecellilerdir. Zaten Peygamber Efendimizin (asm) ihbarıyla Cennet de, Cehennem de bize uzak yerlerde değildir; bize ayakkabımızın bağından daha yakındırlar.3 3- Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Müslüman, kabrinde Rabb’inden ve Peygamberinden sorulduğunda Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve Muhammed’in (asm) Allah’ın elçisi olduğuna şahadet eder. Bu şahadet, Allah’ın, ‘Allah iman edenlere dünya hayatında da, âhiret hayatında da sabit sözlerinde daima sebat ihsan eder.’ 4 meâlindeki yüksek ayetinin gerçekleşmesidir.” 5 Bu hadiste dünyada iman üzere sebat eden bir kulun kabir suâli sırasında da iman üzere bulunacağı müjdelenmiştir. Cenâb-ı Hak dilerse bu kuluna Cennetini gösterir. 4- Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) bildiriyor ki: “Kul kabre konulduğunda, dostları dönüp gittiği ve onların ayak sesleri henüz işitildiği sırada iki melek gelir. Onu oturturlar ve Hazret-i Muhammed’i (asm) kast ederek, ‘Bu zat hakkında ne düşünüyorsun?’ diye sorarlar. O kişi mü’min ise şöyle der: “O’nun Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim.” Bunun üzerine kendisine: “Cehennemdeki yerine bak! Allah orayı Cennet ile değiştirdi” denir. O kişi her iki yerini de görür. Kabri yetmiş arşın genişletilir. Kıyamet Günü insanlar diriltilinceye kadar kabri hoş kokularla doldurulur.” 6 Burada bir hesap görme ve yargılama yoktur. Burada vazifeli melekler kulun îmânda sebat üzere olduğunu tesbit ediyorlar ve kendilerine verilen yetki çerçevesinde kulu îmândaki sebatı dolayısıyla Cennet ile müjdeliyorlar. Bu kul mahşer yargılamasından, yani Mahkeme-i Kübrâ’dan, yani büyük duruşmadan kurtulmuş değildir. Nitekim “Cehennemdeki yerin”den maksat bu duruşmanın sonucu olsa gerektir. Fakat bu kulun affedilmeye ve bağışlanmaya liyakati vardır. Cenâb-ı Allah’ın bu liyakat üzerine kulunu bağışlaması umulmaktadır. Muhtemelen mahşerde o da olacaktır. Çünkü O, kulu ile kulunun zannı çerçevesinde muamele yapıyor. 7 Yani bağışlandığını düşünen ve bunu Allah’tan uman kulunu bağışlıyor. Bunu melekler biliyorlar. 5- Esas olan, Allah’ın haksızlık yapmayacağını ve zulmetmeyeceğini bilmek ve buna iman etmektir. Dünyada verilen haberlerle yetinmek, âhireti müşahede etmeyi âhirete bırakmaktır. Dünyada gayba imanı en yüksek kemal saymak; gaybın ayrıntısını görmeyi âhirete bırakmaktır. 6- Nihayet berzah âlemi de, mahşer ve sırat da âlem-i gaybdan olduğundan; berzahta gideceğin yerin gösterilmesi mahşerdeki büyük muhakeme ile çelişmez. 7- Mahşerde beratını alan bir kul artık Sırat üzerinden korkusuzca Cennete gider. Cehenneme düşme korkusu çekmez. Çünkü beratını almıştır.
DUÂ Ey Kâbıd-ı Hafîz! Hayatımı güzel bir tecelli ile verdiğin gibi, güzel bir ölüm ile al! Ruhumu rızanı kazanmış olarak kabzet! Canımı ve bedenimi ehl-i necat kıldıklarınla haşret! Dünyada merhametini refîk eylediğin gibi, ahirette de rahmetini refik eyle! Dünyada ve ahirette üzerimden şefkatini eksik etme! Benim, annemin ve babamın ve bütün ehl-i imanın zorluklarımızı kolaylıklara kalbet! Âmin!
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 430, 2- Mektûbât, s. 223, 3- Riyâzu’s-Sâlihîn, 444, 4- İbrâhîm Sûresi: 27, 5- Riyâzu’s-Sâlihîn, 426, 6- Câmiü’s-Sağîr, 1/558, 7- Buhârî, Tevhid, 15; Tirmizî, Tevbe, 1; Bu hadisin yorumu için bakınız: Sözler, s. 39. 29.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Değişken, nisbî, göreceli hakikatler |
Dün, İslâm’ın bir anlayış, kavrayış, bir yaşama biçimi olduğunu ve hayata bir denge getirdiğini ifade etmiştik. Kimin, nerede, ne zaman, nasıl davranması gerektiğine dair cihanşümûl/evrensel temel ahlâkî kaidelerin yanında nisbî/göreceli ve lokal ahlâkî değerler getirdiğini de… Şimdi bunları, toplumun her katmanından örneklendirirsek: * Cesâret, cömertlik gayet olumlu/pozitif, iyi hasletlerdir. Eğer, bunlar erkekte olursa, gayrete, yardımlaşmaya sebep olur. Ancak, kadın eşinden cesur ve cömert olursa; hafif meşrepliğe, arsızlığa, yüzsüzlüğe; eşinin haklarına tecâvüze sebep olabilir. * Zayıf, güçsüz birisinin, güçlüye karşı gösterdiği izzet-i nefs/kafa tutma hâli ‘güzel bir ahlâk’ iken; aynı tavır tam tersi olarak güçlüden zayıfa karşı olsa kibirdir. Öte yandan, güçlünün zaife karşı gösterdiği tevâzu, zaiften güçlüye karşı olsa tezellüle/zillete, ezikliğe yol açar. Bir yöneticinin, meselâ valinin, makamındaki ciddiyeti “vakar” sayılırken; aynı resmîliği, ciddiyeti evine taşırsa bu evde “kibir” olur. Vali, makamında gayet ciddî olmalı. Ama evinde, gerektiğinde misafirinin ceketini, paltosunu tutmalı, ayakkabılarını düzeltmeli. Valinin, makamında tevazu ile eğilip/büküldüğünü; evinde gayet ciddî ve ayak ayak üstüne atıp, misafirlerini karşıladığını düşününüz!... * Bir işi yapmaya başlarken; sebeplere müracaat etmeden, şartlarına uymadan Allah’a havâle edilirse; bu tevekkül değil; “tembellik” olur. Ancak tevekkül; sebeplere müracaat ettikten sonra sonucu Allah’tan beklemektir. Kanaat de böyledir. Kanaat; var olanla yetinmek değildir. Kanaat; gerekli çalışmayı yaptıktan sonra nasip olana, verilene razı olmak, memnuniyetini ifâde etmektir. Yoksa, mevcut ile yetinmek, himmetsizlik, gayretsizliktir. Şu halde bir insan, “Bu bana yeter, artık çalışmama gerek yok!” demeyecektir. Çalışacak, ama neticeye razı olacaktır. * Bir kişinin kendi hakkından vazgeçmesi, ferâgat etmesi amel-i sâlih, iyi, hayırlı bir hareket sayılabilir; yerinde ve uygun bir davranış olabilir. Ancak, başkasının hakkından vazgeçmesi, hıyanet olur. * Bir insanın; milleti, cemaati, müessesesi adına iftihar etmesi, gurur duyması makbul bir davranışken; kendi nâmına gururlanması hoş karşılanmaz! Kendini yerebilir, ama milletini yeremez. Meselâ, “Kendimle iftihar ediyorum, beni anlayamadılar, benim gibi adam nerede?” diyemez. Derse, istiskal edilir. “Milletim, cemaatimle iftihar ediyorum; yaşasın!” demesi ise, insanlarda böyle duygular uyandırmaz, buna engel yoktur. İşte, Kur’ân’ın; “sâlih ameli/işi” mutlak, müphem/belirsiz bırakmasının sırrı budur: Kur’ân; bütün tabakalara, bütün asırlarda, her hâl ve şartta, kuşatıcı ezelî bir hitaptır. Nisbî/göreceli hayırlar, güzellikler de çoktur. Onları saymaya kalksa, bir kaçına yer verecek. Ancak, susarak, ferd, cinsiyet, cemiyet, toplum, zaman, mekân, şart, imkânlara göre hepsine işâret etmiş olmaktadır.
Dipnotlar: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhat, s. 19-20. 29.11.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Ahmet ÖZDEMİR |
|
Kaç çeşit uyku vardır? |
Günlük hayatımızın uzamasına veya kısalmasına sebep olan uykularımız acaba kaç çeşittir? Günlük hayatımızı 24 saatle ifade ederiz. Ancak bunun ne kadarını değerlendirebiliyoruz? Bir başka ifadeyle günün kaç saatini uyuyarak, kaç saatini de uyanık geçiriyoruz? Resûl-i Ekrem (asm) Efendimiz yatmadan önce “Allah’ım! Sen’in adını anarak ölürüm ve dirilirim (uyurum, uyanırım)” der idi. Uykudan kalkınca da “O Allah’a hamd ederim ki, beni öldükten sonra dirilten O’dur. Öldükten sonra (ba’s için) dirilmemiz de (böylece) O’na âittir” 1 buyururdu. Buradan hareketle uyku ile ölüm arasında doğrudan bir bağlantı vardır, diyebiliriz. Bazı kimselerin uyanamadan ahiret yolculuğuna çıkabildiklerini de çok duymuşuzdur. Uyanınca yapılacak bir hareketi şu hadisten öğreniyoruz: “Sizin biriniz uykusundan uyanıp da abdest aldığında burnundaki nesneyi nefesiyle üç defa dışarı çıkarsın! Çünkü şeytan uyuyanın genzinde geceler.” 2 “Geceye benzeyen gençliğim zamanında gözlerim uyumuştu. Ancak ihtiyarlık sabahıyla uyandım”* cümlesinde nasıl bir uyku ve uyanıklıktan söz edilmektedir? “Medenîlerin iftiharla dem vurdukları tenevvür-ü intibahları, benim gençlik zamanımdaki intibah kabilinden olsa gerektir. Onların misâli, rüyasında güya uyanıp, rüyasını halka hikâye eden nâim (uyuyan) meselidir. Hâlbuki rüyasında onun o intibahı uykunun hafif perdesinden derin ve kalın bir perdeye intikal ettiğine işarettir. Böyle bir nâim ölü gibidir; yarı buçuk uykuda bulunan insanları nasıl ikaz edebilir?”3 (Bediüzzaman) sözlerinde geçen “uyku, uyuyan, uyanık ve rüya” kelimeleri hangi mânâlara gelmektedir? Bediüzzaman uykuyu üçe ayırmaktadır: Gaylûle, feylûle ve kaylûle. Gaylûle, fecirden sonra, tâ kerahet vakti bitinceye kadar uyunan uykudur. Bu uyku, rızkın eksilmesine ve bereketsizliğine hadisçe sebebiyet verdiği için, sünnete zıttır. Çünkü rızık için çalışmanın ön hazırlıklarını hazırlamanın en uygun zamanı, sabahın serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehâvet, bir tembellik ârız olur. O günkü çalışmaya ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi, bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur. Feylûle, ikindi namazından sonra, akşama kadar uyunan uykudur. Bu uyku ömrün eksilmesine, yani uykudan gelen sersemlik cihetiyle, o günkü ömrü uykulu, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından, maddî bir noksanlık gösterdiği gibi, mânevî cihetiyle de, o gün hayatının maddî ve mânevî neticesi çoğunlukla ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uykuyla geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor. Sünnet-i Seniyyeye uygun olan uyku Kaylûle’dir. Bunun zamanı Duhâ vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Arabistan’da, “zuhur vakti” denilen sıcaklığın şiddetlendiği zamanda meşguliyeti tatil etmek, kavmî ve muhit âdeti olduğundan, o Sünnet-i Seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku hem ömrü, hem rızkı arttırmaya medardır. Çünkü yarım saat kaylûle, iki saat gece uykusuna denk gelir. Demek, insan böylelikle ömrüne her gün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızık için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati, ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor.4 Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (asm) uyku vakti, genellikle yatsı namazından sonra ve sabah namazından önceki zamandır. Efendimiz (asm), imkân varsa öğle namazından sonra bir saat kadar “kaylûle” yapardı. Peygamber Efendimiz (asm) bununla alâkalı olarak da “Gündüzün orucuna sahur yemeği ile gecenin ibadetine de öğle uykusu ile yardımcı olunuz!” 5 buyurmuş ve bu uykunun daha ziyade gece ibadetine yardımcı olacağını ifade etmiştir. Güneşin doğuşundan yaklaşık 45 dakika geçinceye kadarki zamanda uyumak iyi karşılanmamıştır. Aslolan erken yatıp erken kalkmaktır. Sabah namazını kıldıktan sonra tesbihat, Kur’ân ve iman ilimleriyle meşgul olmalı ondan sonra işe başlamalıdır. Sabahın bereketinden istifade etmek lâzımdır. İkindi ile akşam arasında da yatmak uygun değildir. Herkes bu vakitte yatmanın zararını bizzat tecrübe ederek görmüştür. O vakitte yatıp da kalkan kişi sersem gibi olur ve kendine gelmekte güçlük çeker. Sabah vakti olduğu gibi ikindi ve sonrası da ilim ve tefekkürle değerlendirilmelidir.
Dipnotlar: * Mesnevî-i Nuriye, Habbe, s. 107, Arapça bir şiirin meâli. 1- Sahih-i Buhari, c. 14, Hadis No: 2144. 2- Sahih-i Buhari, c. 9, Hadis No: 1359. 3- Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s. 202. 4- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 628-629. 5- Hâkim, I, 588. 29.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
“Ben öldükten sonra da gazeteyi almaya devam edin!” |
Bayram ve mübarek günlerde; uzaklarda bulunan akraba, eş ve dostlarımızla, telefonla da olsa haberleşir, gönüllerini alır, duâlarına muhatap oluruz. Bu dâvâya intisab ettiğimizden beri, çeşitli vesilelerle hukukumuzun olduğu ağabeylerimizle de, bu meyanda görüşmelerimiz olur. Bir cihette, “müfritane irtibat” kaidemizi burada da yerine getiririz Allah’a şükür. Tabiî, o ağabeylerimizden Rahmet-i Rahman’a uruc etmiş olanlar da var. Bunlar, hem kadîm hukukumuzun olduğu, hem de ailece, neredeyse bir akraba gibi birbirimizi tanıdığımız ağabeylerimizdi. Rahmetli Mustafa Özsoy, Hasan Aktunç ve Refik Koçak Ağabeyler bunların başında gelenleriydi. Fakat, bu ağabeylerimizin vefatından sonra da biz, onların hanımları olan ve bize bir anne mesabesinde bulunan, ablalarımızı da arar, hatırlarını sorar, duâlarını alırız. İşte bu ağabeylerimizden Refik Koçak’ın hanımıyla, geçtiğimiz Kurban Bayramı vesilesiyle yaptığımız konuşmamız esnasında, İsmail Ambarlı Ağabeyin rahmetli oluşundan vs. bahsederken, ”Onu da yazdın mı?” dedi. “Evet” deyince, “Ben gerçi çoktandır yoktum, köydeydim, o müddet içerisinde gazete ortalarda kalıyordu, ben gelene kadar aboneyi durdurdum, ama yine devam ettireceğim” deyince, biraz taaccüb edip şaşırmıştım. Refik Ağabey rahmetli olduktan sonra gazete almıyorlardır tahmin ediyordum, ama ablamız bu tavrımı hissetmiş olacak ki, “Osman, Refik Ağabeyin bana vasiyet etti, ‘Ben öldükten sonra da gazeteyi almaya devam edin, kesmeyin!‘“ deyince o kadar hislendim ki, gözlerim yaşardı. Bu ne dâvâ şuuruydu böyle. Vefatından sonra dahi, dâvâsının gazetesini düşünüyordu… Rahmetli Refik Ağabeyle, Ankara’daki baba evinden mahalle komşusuyduk ve devamlı görüşür, halleşir, beraber sohbetler yapardık. O, enteresan bir insandı. Gerçi, öyle çok öne çıkmaz, ama dâvâsının hiç sarsılmadan yoluna devam eden sadık bir neferiydi. Din adına ortaya çıkıp, dindarları kendilerine çekmeye çalışanların ısrarla kendisini de saflarına çekmesine yanaşmayıp, onlara hiç meyletmemiş, demokrat tavrını devam ettirmiş ve dâvâsının gazetesi olan Yeni Asya’yı da ömrünün sonuna kadar almış, okumuş bir ağabeyimizdi. 70’li yıllarda, gençlik zamanlarımızda bizim yazılarımızın çıktığı gazeteleri de saklar, hani her ihtimale karşı ben gazeteyi bulup alamam diye, bana verirdi. Onun, gazetesine karşı bu kadar bağlılığı benim bu yazıyı yazmama sebep oldu. Bizlere güzel bir mesaj olduğundan, okunup bilinmesini istedim. Ve bu vesileyle, yine rahmetle yâd edilmeye hak kazanan Refik Ağabeyimizle birlikte, ahirete irtihal eden bütün Nur Talebelerine rahmetler diliyoruz. 29.11.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Tadil-i erkân; namazın balans ayarıdır |
İnsan olarak her şeyin ahenkli olmasını arzu ederiz. Kullandığımız araçların sessiz, düzenli, ahenkli olmasını isteriz. Onun için de teknoloji sürekli bize daha konforlu, daha güvenli, daha güçlü, daha çok ihtiyaçlara cevap veren araç gereçler üretmektedir. Hep daha güzeli olsun arayışı, insanın tekâmül kanununa riayetten başka bir şey değil. Mademki böyle bir kanun var, o vakit bu kanunu, manevî dinamikler için de kullanmalı ve yaş ilerledikçe, ibadetlerde daha bir derinlik, dirilik ve faaliyet kendini göstermelidir. İnancın hayata yansıması daha bir belirginleşmelidir. Bunun da en güzel göstergesi namazdır. Namazın, kılandan memnun olması çok önemlidir. Yani namazdan çalmamak bir kul için önemli bir ölçüttür. Ebedî bir yolculuğun bileti hükmünde olan namazdan çalmak, insanın her şeyden çalabileceğinin bir alâmetidir. Oysa gerçek akıllı insan, ebediyi kazanmak için, faniyi feda edebilendir. Allah Resulünün (asm) namazı dizili inci kolyesi gibi intizamlı ve tartılı idi. Namaz bedenî ve ruhî bir talimdir. O talim yerinde yapılırsa, bedenî ve kalbî bir rahatlama elde edilir. “Allah Teâlâ rükû ve secdelerinde belini doğrultmayan bir kula kıyamet gününde merhametle nazar etmez.”, “Rükû ve secdelerinizi tadil-i erkân üzere tastamam yapınız. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizler rükû ve secdeye gittiğinizde ben sizi arkandan da görmekteyim.” Her kim güzelce ve eksiksiz bir şekilde abdest alır, namazı rükû ve secdesine riayet ederek vaktinde ve huşu içinde eda ederse, o namaz ışıl ışıl parlayarak Allah Teâlâ’nın huzuruna, ‘Benim hakkımı koruyarak eda ettiğin gibi Allah da seni korusun’ diyerek yükselir. Fakat her kim de namazını kılınması gereken vakitte kılmaz, abdestine ihtimam göstermez, rükû ve secde ve huşusuna da riayet etmezse, kılmış olduğu o namaz, kapkara bir şekilde, ‘Sen beni zayi edip geçiştirdiğin gibi Allah da seni zayi etsin!’ diye diye Cenâb-ı Hakk’ın dilediği yere kadar yükselir. Sonra da bir paçavra gibi dürülerek sahibinin yüzüne çarpılır. Peygamberimiz (asm) bir defasında gelişi güzel namaz kılan bir kimseyi görmüş ve ondan namazı iade etmesini istemişti. Bunun üzerine adam namazını iade etmiş fakat ilk kıldığından farklı bir şey yapmamıştı. Bunun üzerine Efendimiz kendisinden tekrar namaz kılmasını istedi. Bu durum üç defa tekrar edince o şahıs, “Seni Hak din ve kitapla gönderen Allah’a yemin ederim ki ben bu kıldığımdan başka türlü namaz kılmayı bilmiyorum. Bana doğrusunu öğret” diyerek, Peygamberimizden (asm) ricada bulundu. Bunun üzerine Peygamberimiz şunları söyledi: “Namaza duracağın zaman ilk önce bir iftitah tekbiri al. Sonra ezberinden ne kadar okumayı arzu ediyorsan o kadar Kur’ân oku. Kıraati bitirdikten sonra rükûa varıp mutmain oluncaya kadar dur. Ardından başını kaldırıp ayakta tam olarak doğruluncaya kadar bekle. Peşinden secdeye varıp uzuvların sükûnet buluncaya kadar kal. Sonra başını kaldırıp mutmain oluncaya kadar otur. Bütün rekâtlarını bu şekilde kılarak namazını tamamla.” Beş vakit namaz kapımızın önünde akan bir ırmak gibidir. Biz her gün beş defa onunla yıkanır ve kirlerimizden arınırız. Cenâb-ı Hak bu beş vakit namazla günahlarımızı silip bizi temizler. Bir işi güzel bitirmek takdire sebeptir. Sadece bitirmek de güzeldir. Ama tabiî ki güzel olan, anlamlı olan en güzel şekilde bitirmektir. Yani mükâfatı hak etmektir. Bir maraton koşusunu düşünün. Binlerce koşucu var. Bu koşuya katılmak, başlamak, koşu süresi içinde koşmak ve öncelikli olarak bitirmek güzeldir. Hiç değilse, katılımcı belgesi verilir ve kişi kendi başarı durumunu görmüş olur. Ama bu yarışı güzel bir derece ile bitirmek, alt yapısı düzenli, antrenmanlarını yapmış, çalışmış bir atlet için beklenendir. Ama en güzeli de, bu yarışı birinci olarak bitirmek ve altın madalyayı alabilmektir. Altın olmasa da, gümüşü, haydi o da olmasa, bronz madalyayı alabilmektir. Olmadı ise, hiç değilse gelecek yıllarda ümit vadeden bir derecede yani ilk onun içinde, ilk yüzün içinde gibi. Ama bunlarda yoksa, hiç değilse bitirmeyi dikkate almak önemlidir. Ama unutulmasın ki, bütün bu yarışa katılan koşucular birinci olmak iddiası ve çabası içindedirler. 29.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevat ÇAKIR |
|
Termik santraller |
Ülkemizde 30’a yakın termik santral bulunmaktadır. Ayrıca 47 yeni kömürlü termik santral yapılması planlanıyor. Bu 115 milyon ton fazladan karbondioksit ve daha fazla iklim değişikliği demek. Kimi bilim adamlarına göre sadece yenilenebilen enerji kaynaklarından rüzgâr enerjisi Türkiye’nin enerji ihtiyacını karşılayabilecekken, çevreye zararlı olanı tercih etmek anlaşılır gibi değil. Kaldı ki, bunlardan başka jeotermal, biyokütle ve küçük hidroelektrik kaynaklar açısından da Türkiye zengin bir ülkedir. Türkiye’de elektrik enerjisinin yüzde 70’i çevre kirliliği yapan ve küresel ısınmaya yol açan fosil yakıtlardan, yüzde 31’i doğal gaz, yüzde 29 linyit, yüzde 10 petrol türevi, taş kömürü vb’den elde edilmektedir. 1997 yılında Avrupa Birliğince yayınlanan Yenilenebilir enerjilere ilişkin Beyaz Belge, 2010 yılına kadar üye devletlerde tüketilen bütün elektriğin yüzde 23.5’i olan 675 milyar kilowat saatin yenilenebilir kaynaklardan üretilmesini öngörüyor. Yenilenebilir enerji tanımı içine sakıncaları dolayısıyla dev hidroelektrik santralleri alınmamıştır. Beyaz Belgede yenilenebilir enerjilerden üretilmesi hedeflenen 675 milyar kilowat saatin, 355 milyar kilowat saati (% 12.4) hidroelektrik, 230 milyar kilovat saati (% 8) biyokütle, 80 milyar kilovat saati (% 2.8) rüzgâr, 7 milyar kilovat saati (% 0.2) jeotermal, 3 milyar kilovat saati (% 0,1) ise güneş enerjisinden sağlanacak. Türkiye’de aday bir ülke olarak enerji politikalarını bu kriterlere uydurması gerekmez mi? 500 MW’lik bir termik santralde saatte 400 ton kömür yakılmaktadır. Bir günde 9600 ton kömür eder. Kömürün yakılmasıyla yüksek miktarda kükürtdioksit (SO2) salınır. Kükürt dioksit ciddî şekilde hava kirliliğine ve asit yağmurlarına sebep olmaktır. Azot oksit (NOX), Karbondioksit (CO), Ozon (O3) Hidrokarbonlar ve partikül madde açığa çıkmaktadır. Kömürün termik santrallerde yanmasından sonra oluşacak külün muhtevasında silisyum, alüminyum, civa, kurşun, arsenik gibi ağır metaller çevreye yayılır. Ayrıca kül yığınlarının üzerleri örtülse de çevreye radyasyon yaymaktalar. Ülkemizde kömür kullanan termik santrallerden dolayı her yıl 15 milyon tonu üzerinde kül dağları oluşmaktadır. Termik santrallerde üretilen enerjinin sadece yüzde 30-40 oranındaki bir bölümü elektrik enerjisine dönüştürülebilmektedir. Kalan kısmı ise, “kaçak enerji” olarak adlandırılmakta ve kazanından radyasyon ile çıkmaktadır. Ya da baca gazıyla birlikte atılmaktadır. Termik santrallerin en önemli çevresel etkilerinden biri de soğutma suyuyla ilgilidir. Ve termik santrallerin su ihtiyacı büyüktür. Bu sebeple termik santraller nehir, göl veya deniz gibi soğutma suyu kullanılabilecek kaynaklara yakın yerlere kurulmaktadır. Atıkların denizlere atılması, deniz, akarsu ve göllerde yapılan atık su boşaltımların en az düzeye indirilmesi denizlerdeki biyolojik hayatı tehlikeye sokar. TBMM Çevre Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Mustafa Öztürk de soluduğumuz havanın kalitesini kötüleştiren üç önemli kaynaktan birinin termik santraller olduğunu söylemektedir. Umudumuz enerjide tercihin yenilenen kısmından yana kullanılması, Çevre Bakanı Veysel Eroğlu 17.7. 2010 tarihinde TRT’ye verdiği beyanatta termik santral kurmak isteyen firmalardan altı şartı yerine getirmelerini istiyor. 1- Çevreye zarar vermeyen bir yatırım. 2- İstihdam. 3- Son teknoloji. 4- Uygun yer seçimi. 5- Estetik. 6- Yerli kömür. Bunları yerine getiren fermaya izin verebileceğini söylemiş.
Kaynak: mynet.com/ termiksantral 29.11.2010 E-Posta: [email protected] |