13 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yasemin YAŞAR

Çocuk ve vicdan eğitimi


A+ | A-

İnsan, iyiliğe de kötülüğe de yatkın bir mizaç ile yaratılmıştır. Yaptığı fiilleri ve başkalarının yaptığı davranışları ölçen, takdir eden, yapılanların insanlığa, rıza-i İlâhiyeye, şeriate uygun olup olmadığına karar veren ahlâkî melekenin adı vicdandır. Vicdan denen ‘fıtrat-ı zîşuur’, ‘burhân-ı enfüsî’, ‘mazhar-ı hissiyât’ her canlıda varolan bir özellik değildir. Sadece halife-i arz olan insana mahsustur. İnsanın ruhsal yapısına Cenâb-ı Hak tarafından yerleştirilmiş bir kabiliyettir.

İnsan dünyaya gelirken vicdanlı olma istidat ve kabiliyeti ile birlikte gelir. Ahlâkî oluşum ve iman derecesi ile kendini yavaş yavaş gösteren ve inkişaf eden bir yetenektir. Hutbe-i Şamiye adlı eserde vicdanın dört unsurundan bahsedilir. Bunlar his, irade, zihin ve lâtife-i Rabbaniyedir. Her birinin bir gâyetü’l-gâyâtı vardır ve bu gayede kullanıldıkları takdirde vicdan inkişaf eder ve takvayı oluşturur. Hisler muhabbetullahta, zihin marifetullahta, irade ibadetullahta, lâtifeler ise müşahedetullahta kullanılması gerekir.

İnsan iradesini ibadetullahta kullanmaz ise, sınır konmamış kuvvelerini had altına alamaz, meyillerini temyiz ve fikirlerini intizam altına alıp, istidatlarını geliştiremez. Aklı şeriatle beslemezse, marifetullahta kullanamaz ve nokta-i istinat ve istimdadı bulamaz ise, mahlûkatın en bedbahtı olur ve kâinatın hikmetine zıt hareketler yapar. Akıllı, ama vicdansız bir yapı sergiler. Hisler, hadd-i vasatı kaybederse, yani yaratılanı yaratandan ötürü sevmez veya haddi aşarsa, bu da insanı vicdansız bir hale getirir. Meselâ, “Şefkatin zevâli ifsadata sebep olur. İfsadattan fitne çıkar. Fitneden hiyanet doğar.” (İşaratü’l-İ’caz.)

Cehalet, kibir, gurur, haset, bencillik vicdanları daraltıp hasta eder. İlim, marifet, muhabbet, şefkat ve diğergamlık hisleri ise vicdanları genişletir.

Bugün insanî ruhtan eser kalmayıp, felç olmuş vicdanların iradeleri, zalimce planlar peşine düşmüş, marifetullahın merkezi olan zihinler kirli duygulara teslim olmuş, his dünyaları şerirlerin yuvaları haline gelmiş, hakkı müşahede menfezleri olan lâtifelerin ise, imanla yanan ışıkları söndürülmüş ve karanlığa gömülmüş durumdadır. Bu yüzden vicdan eğitimine bu asırda belki de hiçbir asırda ihtiyaç olmadığı kadar ihtiyaç vardır.

Bilindiği gibi insanın manevî dünyası iki mekanizmanın etkisi ile çalışır. Bunlardan birisi nefis, diğeri vicdandır. Yaratılış hikmetlerini unutmayan aklî ve kalbî beslemesini doğru bir şekilde yapan insan, vicdanî mekanizmasını güçlendirir. Böylelikle bu insan hayatında iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı, hakkı batılı ayırt etme kabiliyetine erişmiş olur. Tam tersi eğer akıl doğru bilgi ile beslenmez, kalp işlenen günahlara tövbe etmez, ibadet, zikir, evrâd ile meşgul olmaz ise, o zaman manevî hayat nefis mekanizmasına teslim olmuştur. Nefis ise, iki bineği olan şehvet ve gadap kuvvelerini kullanarak kötü ahlâkı oluşturur ve insanı felâketlere sürükler.

Vicdan eğitimi ne zaman başlar?

Çocukta kabiliyet halinde bulunan vicdan melekesinin inkişafı önce anne ve babanın bilgilendirmesi ile başlar. Burada önemli olan çocuğa verilecek bilginin sağlam ve kesinlik gösteren bilgiler olmasıdır. Bu konuda çocuk eğitimi ve iletişiminde en zirve elbette Resulullahtır (asm). Çocukların sünnet-i seniyeye göre terbiyesi vicdanların inkişaf etmesinde, ahlâk-ı hasene ve şahsiyet oluşumunda en doğru rehber olacaktır.

Vicdan oluşumda çocuğa verilen yanlış bilgiler ve yanlış zamanlamalar sonradan işlenen fiillerinde bunlara bağlı olarak yanlış vicdânî değerlendirmelere tabi tutulmasını netice verecektir. Böyle bir halde de, hastalıklı vicdanlar oluşacaktır. Bu yüzden ilk temelleri ailede atılan vicdan eğitimi, üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir noktadır. Zira, çocuğun ileriki hayatında şahsiyet ve vicdan oluşumda anne baba tutumları son derece önemlidir.

Bediüzzaman bu meselenin önemine dair kendi hayatı ile ilgili şöyle bir tesbitte bulunur: “Ben seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum validemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinatını şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.” (Lem’alar, 202).

Vicdanlı çocuklar vicdanlı annelerin babaların elinde şekillenecektir. Nasıl bir ağaç bakımı yapıldığında meyve verir, neslini devam ettirirse, bin bir istidat ve kabiliyetle dünyaya gelen çocuklar daha fazla hassasiyet ve bakım ister. Çocuklarının bedenlerini, sağlıklı gelişimlerini ve gelecek hayatlarını titizlikle düşünen anne babalar onların kalbî, ruhî hayatı için de belki daha hassas bir şekilde üzerlerine titremeleri gerekecektir. Anne ve babalar çocuklarına sahip çıkıp, onların vicdan mekanizmalarını, his, irade, zihin eğitimleriyle harekete geçirirse, dünyada ve ahirette şefaatçi evlâtlara kavuşacaklardır. Aksine onu insanî duyguları ve melekeleri itibariyle ihmal ederlerse, cemiyetin içine muzır haşereler salmış olacaklardır.

Anneler ve babalar kendi vicdanlarını inkişaf ettirirken hâl ve kalleriyle çocuklarının vicdan oluşumlarına rehberlik ederler.

Hastalıklı vicdan sahibi olan anne ve babalar bu anlamda çocuklarına büyük zararlar verebilir. Tutarsız söz ve davranışlar içerisinde yetişen çocuklar yarınki hayatlarında, tutarsız ve hasta vicdan sahipleri olarak cemiyete atılacaklardır. Hayatın içinde görmezden gelinen, “aman bir şey olmaz” denen küçük küçük ayrıntılar çocukların dünyasının şekillenmesinde hiç de küçük ayrıntılar olmayacaktır.

İyiyi kötüden, haklıyı haksızdan, değerliyi değersizden ayırabilen buradan hareketle yüksek değerlere ulaşan bir insan yetiştirmek temelde anne ve babaların vereceği vicdan eğitimi ile mümkündür.

Bugün cemiyet hayatına bakıldığında akıl sağlığı yerinde fakat vicdan problemi yaşayan birçok insan görmekteyiz. Yine iradesini ve hislerini yanlışta kullanıp, hem kendi vicdanını hem de umumun vicdanını yaralayan nice insan bulunmaktadır. Akıl gibi bir nimeti zalimiyet aracı olarak kullanan, iradesini ve hislerini aldatma, hile, şiddet, hırs, haset gibi menfî duygularda kullanan insanların çocukluklarına bakıldığında ciddî anlamda vicdan eğitiminde boşlukların olduğu görülecektir.

Küçük yaşta şiddete maruz kalan, hesaba alınmayan, horlanan, ilgisiz ve şefkatsiz büyüyen bir çocuk, ileriki yaşlarda vicdan mefhumundan yoksun olarak potansiyel bir suçlu olabilecektir.

Vicdan, ahlâk eğitiminin en etkili araçlarındandır. Aynı zamanda bir iç kontrol mekanizmasıdır. Böyle vicdan hem ahlâkî davranışlardaki tutarsızlıklardan kurtarır, hem de dışarıdan bir kontrol olmadan da ahlâklı davranmayı sağlar.

Çocuğa, meşrû daireyi, mahremiyet alanlarını ilk öğretecek anne ve babasıdır. Bu yüzden önce anne ve babanın meşrû daire sınırlarını çok iyi bilmesi ve yaşaması gerekir. Yanlış inançlar, yetersiz eğitim, kötü arkadaşlar, alışkanlıklar ve medya vicdanların bozulmasında en önemli etkenlerdir.

Vicdanların tercihlerinde, hükümlerinde aldanmaması, yanlışa düşmemesi için dinin desteğine ihtiyaç vardır. Vicdan İlâhî bir kaynaktan beslenmeli ve Yaratıcısına dayanmalıdır. Ancak böyle gelişen bir vicdan hayır ve şerrin, hak ve batılın, iyi ve kötünün ölçücü olacaktır. Gerçek anlamda dinî ve ahlâkî derinliği olan insanların en küçük bir merhametsizlik karşısında üzüldüklerini, buna karşın ahlâksız, zalim, canavar ruhlu insanların üzücü hadiseler karşısında hiç merhamet kırıntısı taşımadıklarına çokça şahit olmaktayız.

Kalp penceresinden marifet delillerini müşahede eden bir insan dünya üzerinde hiçbir merhametsizliğe, zulme razı olmayacaktır. İşte böyle vicdanların eğitimi ailede başlar. Çocuk dinî ve ahlâkî değerleri öğrenip, benimsedikçe, kötü olana tepkisi arttıkça, vicdanı da o ölçüde gelişecektir. Doğru-yanlış, haklı-haksız fikirleri ile Allah inancı birleştirilip, Allah sevgisi çocuğun kalbine yerleştirilirse, vicdan sağlam temeller üzerine oturmuş olacaktır.

Öncelikli yaklaşım çocuğa özdenetim kazandırmak ve bunun için de ne yapıp yapmayacağını açıklamak ve çocuğa yol göstermektir. Uygulanması istenilen kuralların sebepleri ve sonuçları anlatılmalıdır. Risâle-i Nur’un kullandığı bir metot olan, imanın içindeki lezzeti hazır zamana getirmek, çocuk terbiyesinde davranış kazandırırken kullanılması gereken bir düstur olmalıdır.

İkinci adımda ise, çocuğun olumsuz davranışlarına tepki göstermek yerine olumlu davranışları takdir etmek, olumluyu pekiştirmektir.

Ayrıca çocuğa kazandırılmak istenen doğru davranışların onun dünyasında benimsenip, kimselerin olmadığı yerlerde de doğruyu seçebilmesi için irade kuvvetlendirici eğitim vermek gerekir. Bunun için itaat duygusunu geliştirmek, söz dinlemesi ve en önemlisi küçük yaşlarda ibadete alıştırılması iradesini güçlendirecektir. Zamanla çocuk kendi tercihlerinden ve iradesinde oluşan içine sindirdiği bir ahlâk anlayışı ve dünya görüşüne ulaşacaktır. Anne ve babaların görevi rehberlik etmek, temel oluşturmak, çocuk ruhlarına şefkatle ahlâk tohumlarını ekmektir.

13.11.2010

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Meşveretin önemi ve hizmette yeni ufuklar


A+ | A-

Anadolu’nun yollarında, asra damgasını vuran Bediüzzaman’ın dâvâsında, Risâle-i Nur’un hizmet kervanındaki samimî gönüllülerin arasında aynı ulvî hisleri paylaşarak hedefimize doğru emin adımlarla yürümeye çalışıyoruz. Cenâb-ı Hakk’a sonsuz şükürler olsun.

Bu satırların yazıldığı Zonguldak’ta Türkiye’deki “hizmet turumuzun” on dördüncü noktasındaydık. Daha önümüzde dört nokta daha var. Arefe Gününden bir gün önceye kadar devam edecek ve benim mânevî dünyamı aydınlatan Süleyman Kurter Ağabeyin de memleketi olan Hatay ilinde; şimdilik sona erecek İnşâallah.

Bu “hizmet turu” esnasında her il ve beldede olağanüstü bir teveccühe mazhar olduğumuz için çok değerli ilim ve dâvâ adamı Prof. Dr. Süleyman Kurter Ağabey ve şahsım adına bu hizmetlerde ve faaliyetlerde emeği geçen câmiamızın bütün fertlerine en kalbî teşekkürlerimi sunuyorum. Her gittiğimiz yerde ümit tazeleyerek aşk ve şevk alarak devam ediyoruz. Gayemiz camiamıza ve dostlarımıza aşk ve şevk vermek ve onları teyakkuza ve dikkate sevk etmekti. Bunu büyük ölçüde başardığımıza inanıyoruz.

Bu arada İstanbul’da yapılan Umumî Temsilciler toplantısına da katıldık. Burada alınan bir karar gereği, artık ABD de hizmetlerimizde bir birim noktası olarak kabul edildi. Elhamdülillah. Bundan sonra İnşâallah çok daha sıkı karşılıklı hizmetler devam edecektir. Bu meşveret sonrasında; camiamızla-–ben kendi adıma—bir defa daha iftihar ettim. Hizmetlerimizin bütününün büyük bir olgunlukla müzakere edilip ileriye dönük önemli kararların alınması, en ince ve tartışmaya açık konuların bile en medenî cesaret ve hakkaniyetle müzakere edilerek neticeye bağlanması çok önemli. Daha sağlıklı ve akl-ı selimin hâkim olduğu bir ortama ve olgunluğa giden “meşveret” sistemimizin kat ettiği mesafeyi, hizmetlerimizin iyiye gittiğine işaret eden en önemli bir merhale sayıyorum. Bundan dolayı da, her geçen gün, Yeni Asya misyonuna en uygun tarza doğru yol almakta olduğumuzu gözlemliyorum.

Ayrıca, bu camiada olan herkesin bir konuya peşinen inanması ve bilmesi lâzım geldiğine inanıyorum. O da şudur: Ortaya atılan ve serdedilen her fikir saygıdeğerdir, saygı görmelidir. “Saygı göstermek”; kabullenmek anlamına gelmez. Fikri beyan edenin açıklamalarından ve gerekçelerinden sonra bu fikre muhatap olanlar da, kendilerine göre nezaket sınırları içerisinde, meşrû dairede, kendi fikirlerini söyleyebilirler. Meşveretten çıkan nihâî neticeye de mutlak uyulması gerektiğine olan inancın sağlam olması gerekir. Meşrû yol ve zemin budur. Her konuda olduğu gibi bu konuda da en güzel örnek, yine asrın manevî tabibi aziz Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin tavsiye ve tatbikatlarındadır.

Bu izahlardan sonra devam eden “hizmet turu”muza da kaldığımız yerden kısaca değinmek istiyorum. Geçen Perşembe günü Bursa’da bizi muhteşem bir şekilde karşılayıp, seminer salonlarını hınca hınç dolduran kadın erkek Bursalı bütün dâvâ arkadaşlarımızı tebrik ediyorum. Bilhassa Antalyalı bayan kardeşlerimizden sonra Bursalı bayan abla ve bacılarımızın da; ABD’de yeni Müslüman olacaklar için hediye edilecek olan “eşarp kampanyasına” olan büyük katkıları için en kalbî teşekkürlerimi sunuyorum.

İstanbul Şekercihan’da, Adapazarı’nda, İzmit’te, Düzce’de, Karadeniz Ereğli’sinde Süleyman Ağabey ve şahsıma karşı gösterilen yoğun ilgiye ve bizi bağırlarına basıp umudumuzun üstünde bir teveccüh gösteren değerli ağabey ve kardeşlerimize sonsuz teşekkür ediyor, yeni bir aşk ve şevkle hizmetlere devam etmelerini yürekten diliyor, duâlar ederek, duâlarını bekliyorum.

Önümüzdeki günlerde Güney Anadolu’nun şirin illerinde bu mukaddes dâvâ uğruna devam edecek faaliyetlerin anlatımı ve paylaşımı için buluşmak üzere. Bütün bu beldelerde programları hazırlayıp, lütfedip bizi dâvet eden ve her türlü katkıda bulunup da emeği geçen herkese selâm, saygı, hürmetlerimi sunuyor, yepyeni hizmet ve ufuklarda buluşmanın devamını diliyorum.

13.11.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

İnanç dersi


A+ | A-

Zorunlu din dersleriyle ilgili olarak bir türlü sonu gelmeyen yoğun ve hararetli tartışmalar, derin bir problemin hâlâ çözülememiş olarak devam ettiğini gösteriyor.

12 Eylülcüler, dindarların desteğini almak için din derslerini anayasa ile zorunlu hale getirdiler, ama dersin içeriğini resmî ideoloji propagandası ile doldurdular. Ve bu durum hâlâ devam ediyor.

Aslında okullardaki din eğitiminin yetersizliği, öteden beri halkın şikâyetçi olduğu bir durum.

İmam hatip okullarına gösterilen yoğun ilginin arkasında “Çocuğum dinini iyi öğrenmeli” talebinin yattığı da, herkesçe bilinen bir vakıa.

İlâveten, kızların bu okullarda tesettürlü olarak okuma imkânı bulması da önemli bir etken.

Tâ 28 Şubat süreci patlak verinceye kadar...

O süreçte temel eğitim, “5+3 şeklinde olsun” taleplerine kulak tıkanıp “kesintisiz” olarak sekiz yıla çıkarılırken, imam hatiplerin orta kısımlarına kilit vuruldu. Lise kısmını bitirenlere de üniversite yolu alabildiğine daraltıldı. Dahası, diğer meslek liseleri de İHL’lerin narına yandı.

Başörtüsü yasağının İHL’lere taşınması ile, kızların orada okuma süreci de sabote edildi.

Gelinen noktada, derin dayatma ve tazyiklerle Meclisten geçirilen o düzenlemenin din ve meslek eğitimine vurduğu darbe sonucu, hayatın her alanında birikerek gelen ve giderek kronikleşen bir sorunlar yumağı ile karşı karşıyayız.

Son Millî Eğitim Şûrâsında zorunlu temel eğitimin 1+4+4+4 formülüyle 13 yıla çıkarılması yönünde alınan karar, “kesintisiz 8 yıl” dayatmasıyla yol açılan tahribatı izale niyet ve kastının bir ifade ve tezahürü olarak görülebilir mi?

Ama bu “tavsiye kararı”nın ne zaman ve daha önemlisi nasıl bir içerikle uygulanacağı belirsiz.

Peki, dine karşı laikçi ve fanatik saplantılardan kaynaklanan engellemeler aşılıp da, halkı tatmin edecek bir din eğitiminin yolu açılabilir mi?

Burada söz konusu eğitimin nasıl bir temel ve “felsefe”ye bina edileceği meselesi çok önemli.

Ve esasen, bu konunun başından beri kısır polemiklere kurban edilip, sonuçta nice nesillerin dinden habersiz, hattâ dine uzak ve yabancı olarak yetişmesinde, işin bu cihetinin ihmal edilmesi son derece kritik ve hayatî bir role sahip.

Farkına varılıp üzerinde durulması gereken en önemli nokta, din eğitiminin öncelikle sağlam bir inanç temeline dayandırılması gereği.

Şimdiye kadar din eğitimi, imanın temel esaslarının özetlendiği Amentü metnini ezberletip kısa anlamını verdikten sonra hemen ilmihal bilgilerine geçivermek şeklinde uygulanagelmiş.

Halbuki akıl ve bilimin öne çıktığı bu çağda, öncelikle ve özellikle iman esaslarının tahkikî bir şekilde anlaşılıp anlatılmasına ihtiyaç var.

Akılları ikna ve gönülleri tatmin edecek izah ve ispatlar eksik kalırsa, materyalist cereyanların zihinlere aşıladığı şüpheler izale edilemez.

Giderilemeyen şüpheler de inkâra dönüşür.

Onun için, teslimiyete dayalı imanların kuvvetli olduğu eski çağlarda hazırlanmış ilmihal eksenli din eğitimi programları, bu zamanın ihtiyaçlarına cevap veremiyor. Dinin bazı konularının pozitif bilim ve akılla çatışıyor şeklinde takdim edilmesi de, modern eğitim süreçlerinden geçen birçok insanı dinden uzaklaştırıyor.

Bunlara karşı, çağımızdaki eğitim programlarının, aklın nuru olan modern fenlerle vicdanın ziyası olan dinî ilimleri harmanlayıp kaynaştıran yeni izah tarzlarına dayandırılması lâzım.

İşte Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur adını verdiği eserlerinde bunu gerçekleştirmiş.

Medresetüzzehra adlı üniversite projesinde de aklı imanla, bilimi dinle buluşturan tahkikî iman temelli bir eğitim anlayışını ortaya koymuş.

Ve Türkiye’nin de, dünyanın da aradığı formül, onun ortaya koyduğu orijinal yaklaşımda.

Zorunlu din dersine karşı çıkarken “İnanç dersi zorunlu olsun” diyen Serdar Turgut’un yazısı (Habertürk, 6.11.10), bize bunları düşündürdü.

5.6.04 tarihli “İman eğitimi” yazımızla birlikte.

13.11.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Türkiye, 110 ülke arasında 80. sırada (1)


A+ | A-

“Türkiye’de ekonomi pekiyi” medhiyelerine karşı, uluslararası ölçüm araştırmaları, açıklanan resmî rakamların ütopik olduğunu ortaya koyuyor.

“Legatum Institute” adlı Londra merkezli uluslar arası düşünce kuruluşunun yayımladığı “2010 Refah Listesi”ne göre, Türkiye 110 ülke arasında 80’inci sırada oldukça gerilerde.

Ekonomi, fırsat eşitliği ve girişimcilik, idare, eğitim, sağlık, kişisel ve ulusal güvenlik, kişi özgürlüğü ve sosyal sermaye gibi sekiz farklı kriterin dikkate alınarak hazırlanan “rapor”da Türkiye, Cezayir, Ürdün, Endonezya’nın altında; ancak Nepal, Mısır, Guatemala gibi ülkelerin üzerinde. Toplumun sosyal etkileşim ağları ve sosyal birliktelik olarak tanımlanan “sosyal sermaye” Türkiye, 108’inci sıra ile en kötü performans gösterdiği kategoride.

Zira sosyal gruplar arasındaki dengesizlik uçurumu gittikçe derinleşiyor. ODTÜ Öğretim Üyesi Şehir ve Bölge Plânlama Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oğuz Işık’ın tesbitiyle, “Bugünkü yoksulluk 15-20 yıl öncesinden daha da kötü. Türkiye’de yoksulluk artık daha kalıcı, içinden çıkılması çok daha zor. Nöbetleşe yoksulluk, yerini müebbet yoksulluğa bıraktı.” (Akşam, 8.11.2010)

Yoksul kesimin kendini tamamen dışlanmış hissettiğini, öfke ve beraberinde nefret getirdiğini belirten Prof. Işık, yoksulların büyük bölümünün Güneydoğu’da yoğunlaştığına dikkat çekerek, “yoksulluk ve eşitsizlik üzerine etnik kimlik eklenince sorun iyice katmerleniyor” uyarısında bulunuyor.

Keza “enflasyonun düştüğü”, ekonominin iyiye gittiği ve halkı refahının yükseldiği” propagandasının da bir temeli yok. Enflasyonun rakamlarla düşük gösterildiği, vatandaşın geliriyle gideri arasında büyük uçurumun olduğu, cebindeki paranın gittikçe harcamalarını karşılamadığı rakamlarla ortada. “Gerçek enflasyon”la açıklananın birkaç kat üstünde…

“SEÇİM EKONOMİSİ” SİNYALİ…

Bu açıdan 2001 krizi sonrası ekonominin dibe vurmasının ardından hızla düşme trendine giren, yüzde 70’lerden hızla yüzde 29’lara düşen süreçte enflasyonun düşmesinin hiçbir anlamı kalmıyor.

Doğrusu, gerçek enflasyonun, en evvel iktidar partisine mensup belediyelerin hizmetlere yaptıkları zamları savunma gerekçelerinde açıkça ikrar edilmekte.

Mart ayında, akaryakıttan lastiğe kadar bütün girdilere yapılan yüzde 70’lere varan zamları nazara verip belediye otobüsleri biletleri zammını savunan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığının, “2003 yılı ile 2010 yılı arasındaki enflasyon toplam olarak yüzde 124,5. Buna karşılık Ankara Belediyesinin yapmış olduğu zam yüzde 85. Yani enflasyonun yüzde 40 altında” açıklaması, bunun bir örneği.

Bunların yanı sıra, bütçe açığı, dış ticaret açığı ve döviz kuru politikaları devam ediyor. Açıklanan resmî rakamlara göre, 2009 yılı bütçesinin 10 milyar açık vereceği öngörüsüne rağmen, beş kat fazla 52 milyar açık vermişti. Bu yıl açık şimdiye kadar 44.2 milyar liraya ulaşmış. Meclis Plân ve Bütçe Komisyonunda görüşülen 312.5 milyar liralık 2011 bütçesinde de peşinen 33.5 milyarlık açığın öngörülmesi, peşinen bütçe açığına devam politikasının göstergesi oluyor.

Bu arada, Maliye Bakanı Şimşek’in, “Çift haneli büyüme hızını sürdüremeyiz. Hep böyle gitmez. Bunu destekleyecek tasarrufumuz yok, ana yapısal problemlerimizi çözmüş değiliz” demesi, hükûmetin en çok övündüğü büyümenin kırılganlığının en yetkili ağızdan itirafı.

Daha önce 2011’de malî disiplinden tâviz vermeyeceklerini söyleyen Bakan’ın, açık açık “Gelecek yıl seçim yılı, 2011 yılının ilk yarısında daha fazla harcamayı plânlayabiliriz, ancak ikinci yarısında biraz daha disiplinli olacağız” cümlesiyle çaktığı “seçim ekonomisi” sinyali, bu açıkları daha da derinleştireceğini haber vermekte…

SICAK PARA NE

ZAMAN PATLAYACAK?!

Ekonomistler, şu anda sorun gibi gözükmeyen carî açığın ve sıcak paranın ne zaman patlayacağının belli olmadığı uyarısında bulunuyorlar.

Türkiye’de Japonya’da bir yılda kazanılamayan parayı milletin sırtından kazandın 75 milyar sıcak paranın yüksek faizlerle piyasada dolaştığı kaydediliyor.

Ne var ki bütün bunlar, günübirlik konjonktürel politik polemikler arasında kayboluyor. Mesela, G-20 zirvesi için Güney Kore’ye giden Başbakan Erdoğan, “2012’de IMF’ye borcumuz kalmayacak” diyor ama Devlet Bakanı Babacan’ın daha geçen Şubat’ta TRT-1’de açıkladığı, “iç ve dış borç toplamının 300-350 milyar dolar civarında olabileceğini, dış borcun 3’te 2’sinin döviz cinsinden olduğu” cümlesiyle, Cumhuriyet tarihinin en büyük borçlanması üzerinde durmuyor.

ABD’nin 600 milyar dolar karşılıksız para basıp bunun 400 milyarının sıcak paradan nemâlanan Türkiye, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika gibi “yükselen piyasalar”a süreceğinden bahsediliyor. “Gelişen ekonomilerin, ABD’nin ekonomisini teşvik amacıyla piyasaya para enjekte etmesinden olumsuz etkilendiği”nden yakınıp, çârenin para basmak olmadığını, bunun gelişen ve az gelişmiş ülkeler açısından olumsuz etkilerinden şikâyeti, bunun ifâdesi.

Özetle Türkiye’yi 110 ülke arasında 80. sıraya gerileten, döviz, faiz ve carî açık cenderesine sıkışan yatırım, üretim ve istihdamdan yoksun infilaka müheyya “ekonomi politikaları” devam ediyor…

13.11.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Cehâlet mi?


A+ | A-

Kanunsuz başörtüsü yasağı konusu geçen ay hararetli bir şekilde tartışılmış, meselenin çözümü noktasında mutabakata varılacağı konusunda “iyimser” tahminler yapılmaya başlamışken, mesele kilitlendi ve çözümü için yine ileri bir tarih işaret edildi.

YÖK İstanbul Üniversitesi’nde derslere şapkayla giren bir öğrencinin zorla dersten çıkarılmasıyla ilgili gelen şikâyet üzerine, öğrencilerin herhangi bir sebeple dersten çıkarılamayacağı, bu durumda ancak tutanak tutulabileceği konusunda ilgili üniversiteye bir yazı göndermişti. Peşinden yine YÖK, Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Giriş Sınavı (ALES) sonrasında ÖSYM tarafından düzenlenen diğer sınavlara da başörtüsü ile girilebileceği yönünde bir karar almıştı. YÖK’ün bu kararları bazı üniversitelerde ve sınavlarda uygulanamamış olsa da, bir yumuşama olmuştu. Meselenin anayasal ya da yasal düzenleme ile çözülemeyeceği kabul edilmişse de konunun yeni anayasa ile birlikte halledileceğinin söylenmesi meselenin çıkmaza sürükleneceği endişesini meydana getirmişti.

«««

Tâ ki, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrünnisa Gül’ün İngiltere’de, ilköğretim okullarında başörtüsünün olup olmayacağı konusunda, “Bu konuda yaşanan bir cehalet varsa biz bunu da ortadan kaldıracağız. İlkokul öğrencisinin kendi isteği ile başörtüsü takması gibi bir şey söz konusu olamaz. Bu konuda karar verecek yaşa geldiğinde kararını verir” şeklinde konuşması yasağı bir kez daha gündeme getirdi. Cumhurbaşkanı Gül’ün de eşinin bu sözlerine katıldığını açıklamasından sonra tartışma başka yönlere kaydı ve “Başörtüsü sorunu, ilkokul çağındaki çocuklar gündeme getirilerek kapatılmaya mı çalışılıyor?” sorusunu akıllara getirdi.

Meseleyi referandum kampanyasında gündeme getirip, “başörtüsü meselesini biz çözeriz” şeklindeki beyanatlarından sonra, başka kanunî değişiklikleri de gündeme getirerek, bir nevî ipe un sererek konunun kapanmasına yol açan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu haftaki grup toplantısında partili bir bayanın kendisine hediye ettiği “yemeni”yi boynuna takarak konuşmasını sürdürmesinden sonra mesele tekrar gündeme gelmişti.

Peşinden de Başbakan Erdoğan yine bir soru üzerine, genel seçimlerden sonra yapılacak yeni anayasayla “bu tür konular”ın netliğe kavuşacağı düşüncesinde olduğunu söylerken, “Ben özgürlüklerin tanımı noktasında bireysel açıklama yapma noktasında değilim. Çünkü, özgürlüklere olan inancım çok farklı” şeklindeki sözleri ile kafaları karıştırmıştı. Zira, Abdullah Gül, “Eşinizin ilkokulda başörtüsü ile ilgili olarak bazı açıklamaları olmuştu. Siz, ‘katılıyorum’ demiştiniz. Dün Başbakan, ‘Bireysel yorum yapmam’ dedi...” şeklindeki soruya cevap verirken, “Sayın Başbakan’la özgürlük anlayışımızda bir farkımız yoktur” deme gereğini hissetti.

Bu arada Millî Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun Hayrünnisa Gül’ün “ilköğretim başörtüsü” ile ilgili sözlerine destek verirken, ilk ve orta öğretim kurumlarında, öğrenci ve öğretmenlerin kıyafetlerini belirleyen, okullara başı açık gidilmesi gerektiğine yönelik yönetmelik olduğunu hatırlatmıştı. Çubukçu, “Ben Millî Eğitim Bakanı olarak ilk ve orta öğretim okullarındaki kılık kıyafet yönetmeliğinin açık olduğunu hatırlatıyorum” diyerek aslında kamudaki yasağın bir yönetmelikten ibaret olduğunu itiraf etmişti.

YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan ise, başörtüsü sorununun bittiğini ve kendilerinin artık “o işe” karışmayacağını söylerken, “Biz üniversiteler tarafını hallettik gibime geliyor. Üniversite zaten istiyor bunu. Herkesin üniversitelerde başörtüsünün serbest olması konusunda konsensüsü var. Bütün partilerin var, halkımızın da var. Bence bitmiştir” demişti. Hatta üniversite rektörlerinin yüzde 98’inde bir konsensüs olduğunu söylemişti.

«««

Peki gerçekten mesele çözüldü mü? Herkes inancı gereği başını örtüp üniversiteye gerebiliyor mu? Bir takım üniversiteler hariç girebiliyorlar. Ama “derse türbanlı girdi” diye tutulan tutanakların akıbeti hâlâ meçhul.

Diğer yandan madem mesele çözüldü, o halde Erdoğan’ın çözümü seçim sonrasında yapılacak “yeni anayasa”ya havale etmesi de neyin nesi?

Geçmişte yasak konusunda sıkıntı çeken, eşi ile birlikte gittiği üniversiteye kaydını yaptıramayan First Lady’nin, bu konuda görüşlerini söylerken, “cehalet”, “bu yaştaki çocukların öğrencinin kendi isteğiyle başını örtemeyeceği” gibi sözlerle meseleye yaklaşmasına hâlâ anlam verilemiyor. Bu sözlere üniversitede görev yaptığı dönemlerde acımasızca yasağı uygulayan, şimdilerde ise CHP’li milletvekili olan insanların destek vermesi de bu sözlerin kimleri sevindirdiğinin göstergesi oluyor. Zira bu sözler CHP Genel Başkanının “İlköğretimde türbanın özgürlüğü olmaz, çocuklar devletin koyduğu kurallar içinde okullarına devam ederler… İlkokul yaşındaki çocuklara indirgenmesi gerçekten de ülkenin geleceği açısından son derece tehlikelidir” demesine fırsat vermiş oldu.

Meseleyi cehâletle izah etmek yerine, özgürlükler ve inandığı gibi yaşama açısından bakmak gerekmez miydi? Yasakçıları sevindirmek de neyin nesi?

13.11.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Korku imparatorluğu


A+ | A-

Tek parti iktidarındaki Türkiye’yi anlatan tariflerin başında ‘korku imparatorluğu’ gelir. Gerçekten de 1950’ye kadar devam eden ‘tek parti’ devrinde insanlar ürkütülmüş, korkutulmuş ve sindirilmiştir. Bu sindirme, ürkütme ve korkutma o derece tesirli olmuş ki, etkileri hâlâ sürüyor maalesef...

Her konuda ‘cesaret’le konuşanlar, iş dönüp dolaşıp 1950 öncesine gelince bir anda susar ya da hayali hakikat gösterircesine beyanlarda bulunurlar. Bu şekildeki beyanlara örnek olması bakımından geçmiş dönemleri eleştiren bazı siyasetçilerin eleştirileri 1940 öncesine götürememesidir. Şunu da bilmek lâzım ki, “İnsan ürkmesi, mahlûk ürkmesine benzemez.” Mahlûk ürker ve bir an sonra ‘korku’yu unutur. İnsan ürkmesinin tesiri ise yıllar yılı sürer...

Bilindiği üzere, Türkiye’nin tarihinde bir “Ezanı aslıyla okumayı yasaklama” uygulaması yaşanmıştır. 1932 yılından itibaren 1950 yılına kadar “Allah-ü Ekber!” diyerek ezan okumak yasaklanmıştı. Ve ne gariptir ki, bu konudaki ilk genelge, 19 Temmuz 1932 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı imzasıyla yayınlanmıştır. Acaba bu durum, o dönemdeki yöneticilerin; Diyanet İşleri Başkanlığına protokolde ön sıraları vermesiyle açıklanabilir mi?

“Türkçe Ezan ve Menderes” isimli kitap hazırlayan araştırmacı yazar Mustafa Armağan, konu ile ilgili araştırmalar yaparken dehşete düştüğünü ifade ediyor ve şöyle diyor: “(O günün şahitleri) Bu insanların bir kısmı nedense hâlâ konuşmuyor. Bir kısmı konuşsa bile bazı bilgileri geriye atıyorlar, dile getirmiyorlar. Bazıları ise görüşme talebini baştan reddediyorlar. Bakın bu yasağın üzerinden altmış yıl geçmiş ve bu insanlar yine korkuyorlar. O zaman dehşede düştüm. Bu nasıl bir korku ki, 60 sene sonra bile konuşmuyorlar.” (Konuşan: H. İbrahim Kurcan, Altınoluk, Ekim, 2010)

Mustafa Armağan’ın bu tesbitini okuyunca, benzer konulardaki kısa röportajlarda ben de aynı sıkıntıları yaşadığımı hatırladım. 1990 öncesinde aylık olarak yayınlanan Köprü Dergisi için ‘yakın tarih’ konularında kısa röportajlar yapıyordum. Haliyle sorularımız arasında ezan ve Kur’ân yasağıyla ilgili konular da oluyordu. Çoğunlukla cami cemaati diyebileceğimiz “hacı amca”lara selâm verip bu konudaki sorumuzu soruyorduk. Sorulara cevap vermeyi başlangıçta kabul ediyorlardı, ancak isimleri sorup not almaya başladığımızı görünce hemen konuşmaktan vazgeçiyorlardı. İşin garip olanı, çok yakından tanıdığım akrabalarım arasında bu şekilde davrananlar da vardı! Hatta bazıları, hayali hakikat gösterip önceki yıllarda anlattıkları hatıralarını tekrarlamaktan bile çekiniyordu! Tam anlamıyla bir korku imparatorluğu görüntüsüydü bu. Nitekim o yıllardaki ezan ve Kur’ân yasağıyla ilgili şahitlerin anlattıkları kısa röportajlarımız Köprü’de (Kasım-1988, sayı: 128) yayınlanmıştı...

“Ezan yasağı tarihi”ne dönersek, 1932’de genelge ile başlayan yasak 1941 yılında çıkarılan bir kanunla yasak haline gelmiş. Kanuna göre, Arapça ezan okuyanlara 3 aya kadar hapis ve para cezası verilmesi kabul edilmiş. Düşünün ki, “Allah-ü Ekber” diyene 3 ay hapis cezası! Hem bunu yapıyorlar, hem de “Bu millet CHP’yi niçin iktidara taşımıyor” diye kafa yoruyorlar. Cevap bu uygulamalarda...

Peki, camilere başka neler yapıldı? Araştırmacı yazar Mustafa Armağan hatırlatıyor: “(...) Bütün vakıf hukuku çiğnenerek, bunların bir kısmı satıldı. Bir kısmı kiraya verildi. Minareleri yıkılıp Halk Partisi ilçe başkanlığı, Halk Evleri şubesi yapılanlar oldu. Buğday deposu olarak, at ahırı olarak kullanılanlar bile oldu. Bunların sayısı hiç de zannettiğimiz kadar az değil.” (agd.)

Ezan-ı Muhammedî’yi aslına çevirmenin, üzerindeki yasağı kaldırmanın çok çok önemli olduğuna işaret eden Armağan, özetle “Menderes bunu yapmasaydı, hâlâ ‘Tanrı Uludur’ diyor olabilirdik” anlamında haklı bir tesbit daha yapmış. Şöyle diyor: “Menderes iktidara gelir gelmez, adeta bir seziş halinde ilk icraat olarak Arapça ezan yasağını kaldırdı. 14 Mayıs’da seçimi kazanır, 29 Mayıs’da başbakan olur, 9 Haziran’da Demokrat Parti Genel Başkanı olur, 14 Haziran’da Meclise ezan önergesini verir. 16 Haziran’da da (karar) çıkar. Adeta, ‘şimdi yaptık yaptık, bundan sonra bize yaptırmazlar’ gibi bir seziş kudretiyle ilk işi bu olur. Adeta bir şeye memur edilmiş de, bir an önce onu yapmak gibi bir çaba içerisinde görüyoruz. (...) Bu yüzden Menderes’e büyük duâlar edilmiştir.”

Bu konuda söylenecek daha çok söz var, ama nasipse başka zemin ve zamanlarda. Ama şunu unutmayalım: Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri boşuna “İslâm kahramanı Adnan Menderes” dememiş... Bu vesile ile her ikisine de Allah (cc) rahmet eylesin. Amin. “Korku imparatorluğu” her halde uzatmaları oynuyor; ha yıkıldı, ha yıkılacak İnşallah!

13.11.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.