Basından Seçmeler |
Çocukları rahat bırakalım
TÜRKİYE’DEKİ toplam ilköğretim okulu öğrencisi sayısı 11 milyonun üstünde. Bu haliyle pek çok Avrupa Birliği ülkesi nüfusundan daha büyük bir kalabalıktan söz ediyoruz. Bu kadar öğrenci içinde kız çocuğunu başörtüsüyle okula göndermek isteyen ve bu amaçla sivil itaatsizlik eylemi yapan aile sayısı üç. Yani, aslında son derece marjinal bir durumdan söz ediyoruz. Bunu hep aklımızın bir kenarında tutalım. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrinüsa Gül’ün Londra’da söylediği sözler üzerine başlayan sessiz tartışmaya gelelim buradan... Hatırlayanlar olacak, daha önce bu konunun aslında ‘çocuğun sahibi kim’ tartışması olduğunu, bizdeki uygulamada eğitim-öğretim söz konusu olduğunda çocuğun sahibinin kamu olduğunu yazdım. Anne babaların çocuklarının eğitimi konusunda söyleyecekleri çok az söz var bu ülkede, en fazla yapabildiğimiz şey, çocuğumuza okul seçmekten ibaret. O da elbet imkanı olanlara, imkanı olmayanlar kendi mahallelerinin dışındaki bir ilkokula bile gönderemiyor çocuklarını. Ben, ilk duyduğum andan itibaren Hayrinüsa Gül’ün sözlerini doğru bulmadım. Cumhurbaşkanı eşini destekler biçimde konuşunca onun desteğini de doğru bulmadım. Çocukların kendi kararlarını verecek yaşa gelmesi ne demektir, bunu da bilmiyorum. Benim oğlum yedi yaşında ve ben ona, zorlasam da, pantolon giydiremiyorum, okuluna ve sokağa eşofmanla çıkmakta ısrar ediyor. Yani kendisine ait bir iradesi ve dış görünüşüne ilişkin seçimleri var. Çocukların kanun önünde rüştünü ispat edip etmediğini takdir etmekle veya eğer suç işlerse küçük yaştakilerin bu suçun sonuçlarını anlayıp anlamadığını tayin etmeye çalışmakla hergün giyeceği kılık kıyafeti seçmek arasında sanki hiçbir fark yokmuş, hepsi aynı şeymiş gibi düşünülmesini anlamakta güçlük çekiyorum. Anlamakta daha da güçlük çektiğim şey, her çocuk anne-babasının kölesiymiş, onlar ne derse yaparmış gibi ‘Çocuğun serbest iradesi olmaz, kendi kararlarını kendisi veremez’ cümlesinin ağızlardan bu kadar kolay çıkması. Hayrinüsa Gül, bizzat kendi kızı Kübra’dan biliyor olmalı, başını açmasını ve okula öyle gitmesini istedikleri halde kızları Kübra okula başörtüsüyle gitmek için anne-babasını dinlememişti. Yani kendi iradesiyle seçim yapıyor, anne-babasına direniyordu. Kaldı ki, şimdi belki unutuldu ama 28 Şubat döneminde Bursa’daki imam hatip lisesinin ortaokul bölümünde başlayan, kızları başörtüsüyle içeri almayan okul yönetimi ve valiliğe karşı direniş sırasında Hayrinüsa Gül acaba ne yapmıştı? ‘Çocukların kendi iradesi daha gelişmedi’ diye mi düşünmüştü, yoksa kalben kendini direnen kızların yanında mı görmüştü? Son sözüm, Başbakan’ın bu konu sorulunca ‘Benim özgürlük anlayışım farklı’ demesini eleştiri konusu yapıp buradan bir gizli gündem bulan Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na. Bu son derece marjinal sorunu bahane edip hiç de marjinal bir konu olmayan kız çocuklarının eğitimden yoksun bırakılması sorununu daha da derinleştirmek için ortamı keskinleştirdiğinin farkında mı acaba?
İsmet Berkan, Hürriyet, 12 Kasım 2010 |
13.11.2010 |
Rektör atamaları ve bir soru
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, ne kadar titiz davranırsa davransın, yaptığı atamalar, sürekli tartışılacaktır. Bu yüzden, rektör seçimini üniversitelere bırakmanın daha doğru bir çözüm olduğunu düşünüyorum. Bugünkü işleyişe göre, üniversite 6 isim belirliyor; YÖK 3’e düşürüyor; cumhurbaşkanı birini tercih ediyor. YÖK, bazen, üniversitede en çok oy almış adayı, cumhurbaşkanına sunulan listeye almayabiliyor. Bazen de, 3’üncü geleni birinci sıraya yükseltiliyor. Cumhurbaşkanı da, YÖK’ün teklifiyle bağlı değil. O da, dilerse, YÖK’ten gelen listede, sözgelimi 3’üncü sırada olan bir kişiyi rektör yapabiliyor. Nitekim son defa da böyle oldu. Kafkas Üniversitesi’nde en fazla oyu alan Prof. Dr. Abamüslüm Güven yerine, Gül YÖK’ün 1’inci sıraya koyduğu Prof. Dr. Sami Özcan’ı rektör seçti. Buna karşılık, YÖK’ün 2’nci sırada sunduğu Şener Komsuoğlu’nu Kocaeli Üniversitesi’ne ve gene YÖK’ün listesinde 2’nci sırada yer alan Orhan Şahin’i Gebze İleri Teknoloji Enstitüsü’ne rektör atadı. Oysa YÖK, Kocaeli Üniversitesi ve Gebze İleri Teknolojisi Enstitüsü için, “türbana özgürlük bildirisine” imza atan Nurettin Abut ile Bekir Aktaş’ı 1’inci sıra adayı olarak Çankaya’ya göndermişti. Cumhurbaşkanı, üniversitede en yüksek oyu alan Şener Komsuoğlu ve Orhan Şahin’i tercih etti. Tıpkı, Mersin Üniversitesi’ne atadığı Kemalettin Suha Aydın gibi. Aydın da, üniversitede en fazla oyu almasına rağmen, YÖK tarafından 3’üncü sıraya kaydırılmış, onun yerine Tuba Yelken liste başı yapılmıştı. Abdullah Gül, üniversite birincisi Aydın’ı seçti. *** Cumhurbaşkanı, ne kadar adil davranmaya çalışırsa çalışsın ya da YÖK, üniversite sonuçlarına ne kadar riayet etmeye gayret ederse etsin, kanun böyle bir yetki verdiği için, takdir haklarını kullanıyorlar ve ister istemez bir tartışma doğuyor. Meselâ, benim de aklıma takıldı. Abdullah Gül, Kocaeli ve Gebze’de Nurettin Abut ile Bekir Aktaş’ı “türbana özgürlük bildirisine” imza attıkları için mi eledi? Yoksa üniversite seçimlerinde Şener Komsuoğlu ve Orhan Şahin’den daha az oy aldıklarından dolayı mı? Üniversitede en fazla oyu almak bir referans sayılsaydı, Kafkas Üniversitesi’ndeki oylamada birinci gelen Abamüslüm Güven’in rektör atanması gerekmez miydi? “Türbana özgürlük” bildirisini imzalamak bir nakise mi teşkil ediyor? Etmez ama acaba Gül, kamuoyunda böyle bir atamanın tartışılacağını bildiği için mi, onları devre dışı bırakmayı tercih etti?(...)
Nazlı Ilıcak, Sabah, 12 Kasım 2010 |
13.11.2010 |
Kaldırılması teklif dahi edilemeyen dersler
SİLAHLI Kuvvetler’in yol açtığı skandalların ardı arkası kesilmiyor. Gün geçmiyor ki yeni bir yalan ortaya çıkmasın; şok bir belge ya da ses kaydı gündeme düşmesin. Çorap sökülmeye başladı bir kere. Hiçbir önlem yeni skandalların patlak vermesini engelleyemiyor. Son skandal malum; Milli Güvenlik dersi veren subayların okullarda casus gibi kullanılması. Anlaşılan cumhuriyetin “hakiki sahipleri” Abdülhamit’ten beter kuşkucu olmuşlar. Kendilerinden başka hiç kimseye güvenmiyor, “geleneksel müttefikleri” olan “Cumhuriyet öğretmenleri”ni bile izliyorlar. Subayları casus gibi okullara sokup öğrenciler, veliler, öğretmenler, müdürler hakkında rapor hazırlattırıyorlar. Ama o kadar bürokrasi meraklısı, usule nizama o kadar düşkünler ki, mantıken gayriresmi bir şekilde yürümesi gereken bu casusluk faaliyeti için standart jurnal formları hazırlıyor, bu formlara da “Milli Güvenlik Bilgisi Dersi (MGBD) olan okullarda MGDB öğretmeni görevlendirme ve okul kılık kıyafet yönetmeliğinin uygulama durumu çizelgesi” gibi tumturaklı isimler takıyorlar. Türbanlı derse giren öğrenci ya da öğretmen var mı? Kız öğrenciler beden eğitimi dersine giriyor mu? Atatürk’ün anma töreni yapılıyor mu?.. Hangi öğretmen hangi gazeteyi okuyor?.. Okul kütüphanesinde hangi kitaplar var? Kim oruç tutuyor, kim namaz kılıyor? Kim Hz. Peygamber’in adını fazla anıyor?.. Öğretmen gibi gelip de derste kürsünün altında gizlice jurnal formu doldurma durumuna düşürülen subaylara da fazla bir şey diyesi gelmiyor insanın. Öyle ya, adamcağız komutanından emir almış; ‘gözünü dört açıp rapor getireceksin’ denmiş. “Burada her şey normal” diye yazmak yakışık alır mı? İlla ki bulup buluşturup bir şeyler yazacak. O da bu çaresizlik içinde müdire hanımın öğretmenlere verdiği iftar yemeğini “irticai faaliyet” bağlamında rapor ediyor! *** Jurnalci öğretmenler hikâyesinin ortaya çıkması üzerine, birçok eğitim örgütü ve eğitimci milli güvenlik derslerinin subaylar tarafından değil, öğretmenlik formasyonuna sahip sivil kişiler tarafından verilmesini ve müfredatın da değiştirilmesini istediler. Zaten geçenlerde toplanan Milli Eğitim Şûrası’ndan çıkan karar da bu yöndeydi. Hükümet de bu görüşü paylaşıyor sanırım ve yakında Milli Güvenlik derslerinin “sivilleşmesi” gibi bir değişim yaşayacağız. Hiç yoktan iyidir ama neden bu dersin toptan kaldırılması kararı alamıyoruz bir türlü onu da anlamış değilim. Çeşitli eğitim örgütleri ve bu arada BDP dersin kaldırılmasını talep ediyorlar. Ama hükümet hiç oralı görünmüyor. (Bu arada CHP’nin, dersin sivil kişiler tarafından verilmesine karşı çıktığını da hatırlatalım) İyice geri kalmış ya da şu anda askeri diktatörlükle yönetilen ülkeleri bilmem ama ben gelişmiş hiçbir ülkenin okulunda Milli Güvenlik dersi diye bir ders olduğunu sanmıyorum. Neden bizim çocuklar böyle bir saçmalıkla vakit kaybetsin? Asker millet olduğumuz için mi? Önce olmaması gereken bir dersi koy müfredata; sonra da müfredatı değiştirme yoluyla dersi fiilen ortadan kaldırmaya çalış. Yani resmen takiye yap. Bir deli kuyuya bir taş atar, bin akıllı çıkaramaz misali, ‘yeni bir müfredat yaratacağım, hem milli güvenlik dersi varmış gibi olacak ama aynı zamanda yokmuş gibi olacak’ diye uğraş dur... Tıpkı zorunlu din dersinde düşülen durum gibi... Biliyorsunuz, yıllardır din dersi kitapları “laikleştirilmeye” çalışılıyor. Adına ahlak dersi dediler olmadı, din kültürü dediler olmadı. Aslında imkânsızı başarmaya; din dersi gibi olmayan bir din dersi kitabı hazırlamaya çalışıyorlar. Tabii olmuyor, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabiliyorlar. Ya da ‘82 Anayasası’yla bütün üniversitelerde zorunlu ders haline getirilen İnkılap Tarihi dersi gibi... O konuda da “kaldırılsın” sesleri yükselmeye başladı ufak ufak... Kaldırmaya cesaret edeceklerini sanmıyorum ama belki İnkılap Tarihi dersinin müfredatını da değiştirip cumhuriyet tarihinin sivil versiyonunu okutmaya; ayrıca dersleri anti-Kemalist hocalara verdirmeye kalkarlar. Böyle giderse okul müfredatları “kaldırılması teklif dahi edilemeyen dersler”in içi boşaltılmış taklitleriyle çöplüğe dönecek iyice. Söylemiş olayım yani...
Gülay Göktürk, Bugün, 12 Kasım 2010 |
13.11.2010 |
Biraz büyüyelim artık!
İnanamıyorum... 10 Kasım geldiğinde... Hâlâ bazı gazete köşelerinde o derme çatma alıntılar yer alıyor; hâlâ bazı öğretmenler internetten o listeyi çıkartıp öğrencilerine okutuyor. Hangi liste mi? “Dünya yüce Ata’mız için ne demiş?” listesi... Oysa listenin “dünya”yla ilgisi yok! Çoğu ne idüğü belirsiz kişiler; yalan yanlış kaydedilmiş ve on yıllardır düzeltilmeden tekrarlanan isimler.(...) Düşünün... İfadelerin yüzeyselliği falan bir yana... J.F. Kennedy hariç neredeyse herkesin adı yanlış yazılmış. *** Alıntıların altında şöyle imzalar var: “Briand, Fransız Başbakanı.” Facebook’ta bu listeyi çoğaltıp duranlara soruyorum... Yahu kim bu Briand, diye merak etmiyor musunuz? Aristide Briand o kişi! Defalarca (sanıyorum on bir kez) Başbakanlık görevine getirilmiş fakat adı tarihe kalamamış bir sosyalist lider. Ya da sürekli “yazar Gerrad Tongas” diye aktardığınız kişi kim? Gerard olmasın sakın! Adamın adını doğru yazacak kadar bile önemsemiyor, kimliğini merak etmiyorsanız... Atatürk hakkında söylediklerini nasıl önemsiyorsunuz? *** Atatürk hakkındaki bir alıntının altına da şöyle bir imza notu düşülmüş: “Berlin, Alman Ajansı.” Ne zaman? Kim? Nasıl? Bilgi yok! Muhtemelen Nazi döneminin resmi haber ve propaganda ajansı... Şimdi bir üniversite öğrencisi ödev kâğıdında yazısına konu olan kaynağı böyle gösterse... Mutlaka kırık not alır. Bir de hocasından azar işitir. *** Sırf zamanında Atatürk’ü övmüş diye birtakım yabancıların laflarını alt alta sıralamak çocuksu bir cehalet örneği değil mi? Ya o “gazeteci” denilenler...
Haşmet Babaoğlu, Sabah, 12 Kasım 2010 |
13.11.2010 |