Yasemin YAŞAR |
|
HAYATIN SAHİBİ SENSİN |
Hayatın sahibine yaklaştıkça hayat, hayat oluyor. Nasıl meselâ insan sevdiği insanlara yaklaştıkça, hayatına bir renk geliyorsa, aynen öyle de mü’min bir yürek Allah’a yaklaştıkça ona tat geliyor, hayatına renk geliyor. Allah’tan uzak oldu mu, her şey renksiz. Allah’ım Senden uzak, Sensiz her şey renksiz. İman böyle bir şey işte. Hiçbir şeyin bizim olmadığının, her şeyin onun olduğunun farkına varmak... Hatalardan, yanlışlardan sıyrılmak; yanlışları kendinden, günahları nefsinden, hayırları, sevapları, iyilikleri Allah’tan bilmek… Olgun bir iman, kemâlli bir adım ve kalp yüreğinde böyle bir sıcaklığı hisseder işte. Allah’a yaklaştıkça içinde mevsimler oynaşır. Dünya önce içinde güzeldir insanın. Sonra gözüyle fark eder dışındaki güzelliği insan. Renk katar hayata iman. Allah’a iman ederek gelir her şey. Allah’ım, Senden uzak her şey renksiz. Sensiz her şey renksiz. Güneşsizdir gündüzler, ayın nurundan nasipsizdir geceler. Sana olan imanımız hayatımıza anlam katar, renk katar, aşk katar, şevk katar. Sen varsın diye bu hayat güzel. Senin varlığınla güzel, yaşatmanla güzel. Baharı bekleyedursunlar dışarıda insanlar. Bahar erken indi bu sefer içimize. Böyle bir şeydir işte iman, böyle bir şeydir işte Allah’a iman, Allah’ı sevmek. Baharı gelmeden duyarsın. Çiçekleri, kokuları, renkleri içinde yaşarsın. Yaşatana şükürler olsun. Her şey seninle güzel Allah’ım. Aydın Tansel’in güzel bir şarkısı vardı yıllar önce: “Her yer her şey güzel huzur arıyorum. … Tüm kötülüklere karşı ne olur, Allah’ım kuvvet ver…” Evet, her şey sensiz renksiz. Sensiz her şey renksiz. Sen yoksan hayatın anlamı da yok. Hayat da yok, renkler de yok. En güçsüz kalp bile Allah ile oldu mu güçlüdür. Kalbin gücü kalpten değil, Allah’tandır. Kalbin hayatı, kalbin sahibiyledir. Kalbin dili yok mu sanki? Böyle bilme; aldanırsın. En görünmeyen yanı, en görünen yanıdır insanın. İçte olanı dışta gösterir kalbimiz. Kalbimiz sahibimizden haber verir. Kalbimizin sahibi O’dur. Kalplerimizin sahibi de O’dur. Kalplerimiz ancak O’nun zikriyle mutmain olur. En güzel kelime bile Allah için olmayınca yırtar dudakları, diken gibi kanatır kelimeleri. Kan damlar Allah adına söylenmeyen cümlelerden. Havadaki zerreler bile, Allah adına hareket eden zerreler bile hoşnut değildir o sözlerden. Alıp verdiğimiz havadaki bir zerre bile bedenimize girince, o muazzam vücut şehrini dolaşıp gezince, hayrette kalır. Hayretten donakalır. İster ve diler ki bu seyahatin sonu da en anlamlı bir sesle, bir duâyla tamamlansın diye bekler. Allah zerrelere adını söyletir: “Hû” diye. Mü’min bir insanın ağzından çıkan her nefes işte böyle bir Hû’dur, şuurlu bir Hû’dur, duâdır, zikirdir. Zerrelerin duâsı, dileği, insanın duâsının ve dileğinin içinde gizlidir. Kumruların “Hû hû”sunda, rüzgârların uğultusunda, yıldızların ışıltısında, suların şırıltısında, o zerreden, o zikirden bir iz vardır, bir giz vardır. Kâinat o sesle nefes alır, o sesle hayatta kalır. Kâinatın tek bir dili vardır. O da Hû’dur. Yani “Hû”, üçüncü tekil şahıs, Arapçadaki zamirdir. “Hû” demek, “O” demektir. O’ndan başka hiçbir şey yok demektir. Allah var, gayrısı yoktur. Kâinat O’nundur, her zerre de O’nundur. Zerreye söz dinletemeyen, kâinata söz geçiremez. Bir zerrenin sahibi olmayan, koca bir kürenin mâliki olamaz. Gözümüzü ışıkla, kulağımızı sesle, bir Hû’yla, bir nefesle besler Allah. Kalbimizi Hû’nun mânâsıyla, o güzel adıyla, sevgisiyle besler Allah. “Kalpler Allah’ı ancak anmakla tatmin olur.” Yorgunluk yoktur o ruhlara. Allah, adını söyletmeyi murat etti mi, her şey kolay olur. Bir zerre O’nun emriyle hareket eden bir asker olur. İzni olmadan hiçbir şey hareket edemez O’nun. Her şey O’nun emriyle hareket eder. Bir nefes havayla hayatımızı anlamlandıran, adını andıran Rabbimize hamd olsun. Resim ressamını anlamaz, yazılar kendini yazan kalemi anlamaz, ama insan Allah’ın öyle bir eseridir ki, bir hava zerresiyle Rabbini bilir, Rabbini zikreder, Rabbine şükreder. Dili O’nu söyler, kalbi O’nu bilir işte. İnsan Allah’ın böyle bir eseridir işte. Neye hayret edersen et, eserden müessire geç. Eser ne kadar güzel olursa olsun, onu yapan, onu yaratan, o eserden çok daha güzeldir. Hakîkî güzellik de budur zaten. Kendini güzelleştirenin farkına varmak, güzelliği kendine mâl etmemek. Budur yakışan insana. O küçücük insanı kâinat kadar büyütür. Halife-i zemin yapar. İman, bir şey değildir her şeydir. Çünkü her şeyin sahibi olan Allah’a iman, bir şeyi her şey yapar. Allah’a hakîkî abd olana, her şey onun mülkü gibi olur. Allah için çıkan bir “Hû” sesiyle insan kâinatın uğultusunu zikre çevirir. Bütün devinimleri, hareketleri, anlamsız bütün sesleri kalbinin teknesinde yoğurur. Öyle bir kelime yapar ve ağzından öyle bir ses çıkar ki, işte insan o sözle, o sözle insan olur. İnsan olan insana “Hû” demek yakışır, Allah demek yakışır. Kalp, Allah ile tatmin olur. Çünkü kalbi yaratan Allah “Ol!” deyince her şey olur. Bir nefes hava “Hû”da anlam bulur. Her şey yerini bulur. Not: Sevgili kardeşlerimiz; mübarek Ramazan Bayramınızı can-ı gönülden tebrik ediyoruz. Ramazan ayının ve bayramın tekrarına erişmeyi de Rabbimizden niyaz ediyoruz. 12.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İbadet tamam, ama aileyi ihmal etmeden |
İstanbul’dan Ahmet Bey: “Eşim bir süreden beri eşini ve evini ihmal etmeye başladı. Hanımlarla kendi aralarında görevler alıyorlar; gece 03.30’dan sonra okuma yapmak için birbirlerini uyandırıyorlar. Sabaha kadar uyanık geçiriyor. Sabahleyin çocuklarımızı bile bana bırakıyor. Ben zaten işe koşturuyorum. Bu her gün böyle. Bunu kendisiyle tartışırken, bana, ikinci bir eş al diyor. Bu benim ibadet hayatım diyor. Böyle bir şey olabilir mi? Bunun bir ölçüsü sınırı yok mu? İbadet için ailevî görevler ihmal edilir mi?”
Hayatımız bir bütün. Hayatımız, sorumluluklarımızın kuşatması altında. Ne birinden geçebiliriz. Ne ötekisini ihmal edebiliriz. Peygamber Efendimiz (asm) bunun için hepimizi her zaman “çoban” ilân ediyor. Buyuruyor ki: “Hepiniz, çobansınız. Ve hepiniz elinizin altında bulunanlardan sorumlusunuz. Devlet başkanı çobandır ve vatandaşından sorumludur. Erkek, aile fertlerine karşı çobandır ve onlardan sorumludur. Kadın, kocasının evine ve çocuklarına karşı çobandır ve ondan sorumludur. Hizmetkâr, hizmet ettiği makamın malına ve değerlerine karşı çoban hükmündedir. Ve onlardan sorumludur. Dikkat ediniz; hepiniz çobansınız ve hepiniz idareniz altındakilerden sorumlusunuz.” İbadet hayatımızı zenginleştirmek, bunun için farzları yaptıktan sonra, geceler boyu nafilelerle meşgul olmak, okumak, taat ve ezkârını arttırmak takdire şayan. Fakat bunu evimiz ile aile fertlerimiz ile eşimiz ile çocuklarımız ile bağlarımızı kopararak değil, barış içinde ve onları ihmal etmeden yerine getirmeyi özel bir maharet bilmeliyiz. Ne erkek için, ne kadın için, aile bağlarını koparmak marifet değildir, takva değildir, tavsiye edilen bir yol değildir. Çünkü hem erkeğin, hem de kadının, gerek birbirlerine karşı, gerekse çocuklarına karşı, hangi sebeple olursa olsun, sorumluluklarını ve görevlerini göz ardı etmesi, başta kendileri üzerinde olmak üzere, aile bireyleri üzerinde sosyal, psikolojik, ahlâkî, onarılmaz yaralar açabilir. Evin ne kadınının, ne erkeğinin, gerek birbirlerini, gerekse çocuklarını ihmal ederek makbul bir ibadet yapabileceklerini düşünmeleri doğru değildir. Çünkü gerek baba, evi ve eşi üzerindeki aşkıyla, himmetiyle ve himayesiyle; gerek anne, eşine karşı sıcak ilgisiyle, sevgisiyle ve çocuklarına karşı sıcak şefkatiyle eşinin, çocuklarının ve bir bütün olarak aile bireylerinin manevî hayatlarında, yerleri doldurulamayacak derecede vazgeçilmez öneme sahiptirler. Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle kadın, kocasının en kalbî ebediyet arkadaşı , çocuklarının da en birinci üstadı ve en tesirli muallimidir. Keza koca da karısının sevgide, aşkta, şevkte, gamda ve kederde en değerli hayat arkadaşıdır! Peygamber Efendimiz (asm) ümmetin daha sonraları Berat Gecesi olarak özgün gecelerden saydığı, Allah’ın beni kelp kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısınca mü’mini bağışladığını bildirdiği mübarek bir gecede ümmeti için af ve mağfiret dilemek üzere ibadete kalkacağı zaman, Hazret-i Aişe validemizden izin istiyor, “Müsaaden var mı ya Âişe; Rabbime ibadet edeyim.” buyuruyor. Sadece bu incelik, bu nezaket, bu nezahet tek bir sünnet olarak mü’min eşlere örnek olarak yeter! Farz ibadetlerinde değil, ama nafile ibadetlerinde erkek karısından, kadın kocasından müsaade almalıdır; bu sünnettir. Ramazan ayına mahsus olarak insanların ibadet hayatlarında bir miktar ifrat etmelerini bu aya hürmeten affedilebilir görmek mümkün gibi gözüküyor. Fakat Kur’ân’a sorarsanız, eşlerin Ramazan gecelerinde de birbirlerini ihmal etmemeleri gerekir: “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı. Onlar, size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz.” Netice olarak, vahiy kaynaklarımız bize gösteriyor ki, evine, eşine ve aile bireylerine karşı sorumluluğu olanların, yani anne ve baba olanların, ibadet düzenleri ile ailevî sorumlulukları arasında denge kurmaları şarttır. İman hizmetinde veya ibadet hayatında yoğunluk yaşayan erkeğin, bunun için eşini ihmal etmesi helâl olmadığı gibi, aynı şekilde ibadet hayatında yoğunluk yaşayan kadının da, beyini ihmal etmesi helâl değildir. Erkek içinde bulunduğu yoğunluğu eşiyle paylaşmalı, eşinin duâ ve desteğini almalı, evinin maddî-manevî sevk ve idaresinde bir aksamanın olmayacağından emin olmalı, bununla beraber eşinin istek ve ihtiyaçlarına cevap verebilmelidir. Keza kadın da, ibadet hayatını beyi ile paylaşmalı, beyinin rızasını, duâ ve desteğini almalı, fakat bunun için beyinin istek ve ihtiyaçlarını göz ardı etmemelidir. İbadet hayatını “aile barışı” içinde sürdürmenin, takvaya takva katacağı; hizmette şevk ve heyecanı, evde feyiz ve bereketi, ailede huzur ve mutluluğu arttıracağı unutulmamalıdır. 12.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Aile hayatını kime göre sürdüreceksiniz? |
Hayırlısıyla İlâhî anlaşma olan nikâhınız kıyıldı. Ardından da düğünü yaptınız. “Allah mesut ve bahtiyar eylesin. Cenâb-ı Hak bir yastıkta kocatsın!” duâlarını aldınız. Artık, hayatınızın en önemli bir dönüm noktasındasınız. İlk yapacağınız şey, “Eski hal muhal” deyip yeni hayatınızla birlikte, yepyeni ufuklara açılmaktır. Bekârlık hayatına veda ettiğinize göre, onun şartlarını asla aramayın. Aile hayatının huzur ve mutluluğu, eş olarak, ister bey, ister hanım olun size bağlı. Asla ihmal etmeyeceğiniz şu hususları, çerçeveletip, zihninizin, gönlünüzün duvarına asmalısınız: Bir: Mutlu olmak için değil, mutluluğu paylaşmak için evlendiniz. Zira, kalp, iman ve sevgi üretim merkezidir. Huzur ve mutluluğun temeli de iman ve dolayısıyla sevgiye bağlıdır. İkinci madde: Kime göre, nasıl bir aile hayatı sürdüreceksiniz? Bediüzzaman Said Nursî, dünya çapında bir mütefekkir, bir âlimdir. Onun telif ettiği Risâle-i Nur, 50’yi aşkın dile çevrildi. O, hiçbir yerde, “Bence, bana sorarsanız, bana göre bu mesele böyle, şu mesele şöyle” dememiştir. Söylediği şey şudur: “Kur’ân’ın dersi ve Resul-i Ekremin (asm) talimiyle bildim ki…” Eğer eşler, “Bence” derse, kararlar hissi, duygusal, nefsi bencilce/egoistçe olur. Biri “Bence böyle!” diyecek. Öbürü de, “Bence de şöyle!” diyecek, eneler, egolar, benceler çarpışacaktır. Bu, hayatı işkenceye çevirecektir! Eğer İslâmın çizdiği çerçevede yaşar, size yüklenen vazifeleri yerine getirirseniz mutlu olursunuz. Bu, sadırdan (işkembeden) atılmış, sizi amiyane tabir ile “gaza getirmek” için söylenmiş bir söz değil. Tarih ve hal-i hazır milyarlarca aile yuvaları buna şahit. Sık sık, “Kadının eş olarak vazifeleri nelerdir, beyinin her emrini yerine getirmek zorunda mı; beyinin akrabalarına, yakınlarına bakmak mecburiyetinde mi?” diye sorulur. Mutluluğun anahtarı Kur’ân ve Sünnettir. İslâmiyet, imân ve İslâm esasları ile, ibâdet ve muamelât hususlarını ikame ettikten sonra; hak ve vazifeleri, en ince teferruatına kadar sıralamıştır. Âile hayatını da düzenlemiş, hiçbir şeyi keyfiliğe bırakmamış. En ince teferruatına kadar izahlar getirmiştir. Şu halde dikkat etmeniz gereken hususlar şunlar olmalı: -Herbiriniz değişik bir aile ve kültür ortamından geldiniz. Öyle ise, biribirinin huylarını öğrenin. -Eşinizin size karşı nasıl davranması gerektiğini belirleyin. -Bunu gözlemleyerek yapabilirsiniz. Eşinizden sorarak da öğrenebilirsiniz. Hatta şunu yapın: Bir liste hazırlayın: Nelerden hoşlanıyorsunuz, nelerden hoşlanmıyorsunuz. Bu listeler açık kalsın. Aklınıza geldikçe ilâve edin. Sonra listelerinizi karşılıklı okuyun. Sonra bunları önem sıralamasına göre tekrar tasnif edin. Kesinlikle kendinize özel meseleleriniz ve kırmızı çizgileriniz vardır. Bunları eşinize de bildirin. 12.09.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Örnek bir öğretmen |
Hayatının da, mesleğinin de baharında sayılır. Görünürde mahçup, içe kapanık gibi görünse de iç dünyasına girip, konuşup, hasbihâl edince, hiç de göründüğü gibi olmadığını; tam da dışa açık, sosyal yönü gelişmiş bir insan olduğunu görürsünüz. Her yaştan, her meslekten, her meşrepten insanla kolayca irtibat kurabilir. En çok, en kolay dost olduğu, haşir-neşir olduğu insanlar gençlerdir. Meslek öğretmenlik, branş da Beden Eğitimi olunca, ister istemez gençlerle iç içe bir hayatın içinde bulunuyor. Bu vesile ile onlarla hemhâl oluyor, haşir-neşir oluyor... Pek çok öğretmenin beceremediğini, o kolayca beceriyor... Muhatap oldukları, öğrencileri de olsa, o yaş farkını ve hocalığını bir tarafa koyarak, onlarla samimî dost, arkadaş oluyor, onların sıkıntı ve problemleriyle ilgileniyor. Dışarıda olduğu gibi okulda bile onlarla yakın bir dost, candan bir arkadaş gibi davranarak münasebetini sürdürmesini çok iyi biliyor. Onların özel sıkıntılarıyla, problemleriyle ilgileniyor. Beraberce geziler düzenliyor, onlarla yiyor, içiyor. Böylece aradan resmiyet ve yerine-zeminine göre öğretmen-öğrenci münasebetleri kalkınca, arada sıcak, samimî dostluk havası oluşuyor. Bu havayı, bu zemini iyi değerlendiren gençler, gayet rahat ve serbest bir şekilde öğretmenlerine sarılıyor, sır sayılabilecek bazı meselelerini dahi anlatmaktan çekinmiyorlar. Okuldaki mesai arkadaşlarıyla ve çevresindeki diğer insanlarla da oldukça müsbet ilişkiler içinde o. Okulda başta okul müdürü olmak üzere, hemen bütün öğretmenlerle medeni ilişkilerini sürdürüyor. Fikri-zikri farklı da olsa fikrî yapısından hiç taviz vermeden, onlara karşı hoşgörü ve müsbet hareket dairesinde davranarak ilişkilerini devam ettirme becerisini gösteriyor. Her meslekten, her meşrepten, her yaştan insanla böyle bir müsbet ilişkide bulunmayı prensip edinmiştir. Kendi düşünce ve fikirlerinden, kesinlikle herhangi bir tavizde bulunmuyor. Veya geri adım, taviz mânâsına gelebilecek herhangi bir hâl ve davranış içine girmiyor. Tam tersine herkese karşı, her yerde gerçek kimliğini, fikir ve düşüncelerini çekinmeden ifade ediyor. Yani görüşüp tanıştığı, dost-arkadaş olduğu hemen her insan, onun bir Yeni Asya okuyucusu olduğunu; Yeni Asya ekolünün bir mensubu olduğunu biliyor. Bilmenin de ötesinde beğenip takdir ediyor ki, gerek mesâi arkadaşları, gerek genç öğrencilerden onlarca talebe, yapılan sohbetlere aşkla şevkle katılıyor, bu gibi derslerden çok istifade ettiklerini ifade ediyorlar. Mesleğinde daha yeni olduğu halde, okul müdürünün ısrarı üzerine müdür yardımcılığı vazifesini de kabul eder. Bu yeni vazife pek kabiliyetine, mizacına uygun olmasa da; insanlar ve bilhassa gençlerle olan diyaloğunu aralıksız devam ettiriyor o. Bir ara merak saikiyle gençlerle olan bu samimî diyaloğu nasıl becerdiğini ve ayrıca bunun kendisi açısından bir sakınca teşkil edip etmediğini sordum. Kendisinin yanlış ve yasak bir şey yapmadığını; tam tersine bir öğretmen olarak, onlara hep doğru ve faydalı şeyleri telkin ettiğini söyledikten sonra şunları söyledi: “Bunun sonucunda bu öğrencilerimin hem okulda, hem ailelerinde, hem çevrelerinde örnek bir genç olduklarını herkes görüyor ve takdir ediyor... Diğer taraftan gençlerle ilgi kurup, onlarla diyalog içinde olmak elbette kolay değil. Onların dünyalarına girip, seviyelerine inip, onlara değer verip sıcak bir yakınlık göstermek şart. Böyle bir yaklaşım içinde bulunmakla bir öğretmen olarak hiçbir kaybım olmadığı gibi; tam tersine onlardan hiç de beklemediğim itaat ve saygıyı görüyorum... Ayrıca her nimetin bir karşılığının bulunduğuna inanıyorum. Genç bir öğretmenim... Dünya ve ahiret huzurunu netice verecek hak ve hakikatlerden çok şükür ki haberdarım... Bu hakikatlerden bu gençlerin de istifade edip geleceklerini teminat altına almaları hususu bir öğretmen olarak benim için bir vazife, bir vecibe değil mi?” 12.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
12 Eylül’ün 470 gün kapattığı gazete: Yeni Asya |
12 Eylül’ün basına uyguladığı ağır baskılardan en çok pay alan gazete, o dönemde toplam 470 gün kapalı tutulan Yeni Asya olsa gerek. İhtilâlin daha ilk ayı sona ermeden, 4 Ekim 1980’de sıkıyönetimin ilk kapatma kararı geldi. Gazetenin niçin kapatıldığı ve ne zaman açılacağı sorularına ilgililerden tatminkâr bir cevap alınamadığı için, hemen başka isim altında yeni bir gazete çıkarma hazırlıklarına girişildi ve 14 Kasım 1980’de Yeni Nesil doğdu. Yeni Nesil çıkmaya başladıktan kısa bir süre sonra, 22 Kasım’da Yeni Asya’ya izin verildi. Ama gazete yönetimi, Yeni Asya’nın haklarının Yeni Nesil’e devredilerek, gazetenin yeni ismiyle devamını kararlaştırdı. O günlerde bütün gazeteler gibi Yeni Nesil de sıkıyönetimin sıkı kontrol ve takibi altındaydı. Hiç tahmin edilmedik yazı ve haberlerden dolayı sık sık uyarıldı ve yöneticileri Selimiye’ye çağrılarak hesaba çekildi. Sıkıyönetimden gelen “12 Eylül’e niçin ihtilâl diyorsunuz? ‘Ordu idareye el koydu’ diyeceksiniz” ikazları, gazetede yayınlanan bir şiirde “nur” kelimesi geçtiği için uyarıda bulunulması veya Mahrukatçılar Derneğiyle ilgili bir haber üzerine “Biz derneklerin faaliyetlerini askıya aldık, siz nasıl böyle bir haber yayınlarsınız?” gibi bir tepki verilmesi, o dönemde yaşanan ilginç örneklerden sadece birkaçıydı.. Bunların dışında “Filan haberi niye yazdınız? Niye böyle yayın yapıyorsunuz? Devam ederseniz kapatırız ha! Bu son ikaz!” uyarı ve ihtarlarının ardı arkası gelmiyordu. Gazete yayınlarında, ihtilâlin ilk günlerinde aksi yönde verilen sözlere rağmen bilâhare siyasî partilerin kapatılmasına, Kenan Evren’in dinî konularda olur olmaz ahkâm kesmesine, uygulamaya konulan başörtüsü yasağına, anayasa taslağına, siyasî partiler ve seçim kanunlarına, Millî Güvenlik Konseyinin yeni kurulan partilerdeki yönetici kadrolarına yönelik vetolarına, 1983 seçimine bazı partilerin sokulup bazılarının sokulmamasına, Büyük Türkiye Partisinin kapatılmasına… yönelik eleştiriler ihtilâl yönetimini hep rahatsız etti. Özellikle başörtüsü yasağına karşı çıkan yayınlar, peş peşe yapılan “Bu konuda bir daha yazmayacaksınız dediğimiz halde niçin yazıyorsunuz? Başka yazacak konu mu yok? Diğer gazeteler sesini kesti. Size mi düştü bu şimdi? Yazmayın” uyarılarına rağmen devam edince, Yeni Nesil 26 Mayıs 1982’de yine kapatıldı ve 26 Haziran’a kadar bir ay kapalı kaldı. Gazetenin bir yıl boyunca kapatılmasına sebep olan yayınları ise, anayasa taslağıyla ilgiliydi. Bilhassa 21 Ekim 1982’deki “Bu anayasa ile hürriyetçi parlamenter rejimi ile kurmak mümkün değil” manşeti, bardağı taşıran son damla oldu ve Yeni Nesil 4 Kasım 1982’de, anayasa referandumundan iki gün önce kapatıldı, bir yıl boyunca da kapalı kaldı. Bunun üzerine Yeni Nesil kadrosu, resmî ilân hakkı olmayan Tasvir gazetesinde fikirlerini dile getirmeye devam etti. 17 Kasım 1982’de yayına başlayan Tasvir de sık sık yapılan uyarılar eşliğinde yayınını devam ettirdi. Ama 1 Ekim 1983’e gelindiğinde o da kapatıldı. Bu defa Hür Yurt gazetesini devreye sokmanın hazırlıklarına girişildi. Kısa bir süre tabloid boyda basılarak sadece resmî makamlara dağıtılan Hür Yurt’u genel dağıtıma verme aşamasına gelinmişken, 16 Ekim’de Tasvir’in yayınına izin verildi. Ardından da, tam bir yıl aradan sonra, 5 Kasım 1983’te Yeni Nesil açıldı. Bütün bu kapanmaların toplam süresi 470 günü buluyordu. Ve bu, herhalde bir dünya rekoruydu. 12.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Darbe anayasasıyla yönetilmek |
Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin yıldönümü ve hâlâ bu darbenin Türkiye’ye dayattığı 1982 Anayasasından kurtulabilmiş değiliz. Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde çalışmalarını sürdüren Yargıtay eski Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, 12 Eylül 1980 darbesinin Türkiye’ye dayattığı ‘darbe anayasası’na öyle itirazlar dile getirmiş ki, göz ardı etmek mümkün değil. Elbette bu itirazlar ilk defa dile getirilmiyor, ama Yargıtay Başkanlığı da yapmış bir ismin bunları dile getirmesi daha da önem arz ediyor. “Acaba 1982 Anayasası biçimsel ve maddî açılardan meşru mudur?” diye soran ve cevabını da kendisi veren Selçuk, tesbitlerini şöyle sıralamış: “Halk ya da halkın özgür iradesiyle seçilen bir kurucu iktidar tarafından değil, kapatılan parlamentonun sıralarına oturtulan atanmış kişilerce yapılmıştır. Bu bir. “Tartışmaya kapalı tutulmuş, eleştirilmesi hapis cezasıyla cezalandırılmıştır. Bu iki. “Tek yanlı bir beyin yıkama bombardımanından sonra halkoyuna sunulmuştur. Bu üç. “Onanmadığı takdirde pretoryen diktanın süreceği mesajı verilerek halk tehdit edilmiş, ölümü gören halk da sıtmaya razı olmuştur. Bu dört. “İçini gösteren ‘seni mimlerin’ zarflarıyla gizli oy ilkesi çiğnenerek, olumsuz oy verenler fişlenmiştir. Bu beş. “Tek işlemle devlet başkanı ve Anayasa oylanmıştır; kimin güven oyu aldığı ve seçildiği belirsiz kalmıştır. Bu bir bilmecedir. Bu altı. “Bu nedenlerle oylama, sözleşmenin oylanması, elbette hukuken geçersizdir, batıldır. “Kurşun yerine oy” kullanılarak halka kabul ettirilen 1982 Anayasası, hazırlayanlar ve hazırlanış biçimiyle bir tür padişah buyrultusudur, ama bir toplum sözleşmesi değildir. Kısaca, oylama, dolayısıyla sözleşme (ikrah) olgusuyla batıldır; sakattır. Dolayısıyla Anayasanın biçimsel meşruluğu yoktur. Maddî meşruluğu da yoktur. Çünkü bu Anayasa, Türk halkına bir ‘anayasalı bir devlet’ sunmakta, ama bir ‘anayasal devlet’ kotaramamakta; hak ve özgürlük kanallarını tıkamakta; dikkatörlüğe açık uçlu bir düzen getirdiğinden halkı, diktatörlüğü yenecek silâhlardan yoksun bırakmakta; demokrasiyi değil, oligarşi yapılanmasını, merkez ve çevre, erkler ve yetiler çatışmasını ve gerilimlerini desteklemekte; halkın solumasına ve akışkanlığa izin vermemektedir. Yine bu Anayasa, sakat bir epistemolojik temelden yola çıkarak sivil toplumu dışlamaktadır. (...) “1982 Anayasası’nın gerek biçimsel, gerek maddî açıdan meşrû olmadığı, sanıyorum, çarpıcı biçimde ortaya çıkmıştır. Türk halkı arkasında değildir. Üçüncü bine 1982 Anayasıyla girdik. Bu Anayasa’yla yönetilmek bir yurttaş olarak bana acı, utanç veriyor.” (İdeal Hukuk dergisi, sayı:3, Haziran-Temmuz 2010, s.45) Gerek Prof. Dr. Sami Selçuk’un gerekse yüzlerce başka hukukçunun bu anayasa ile ciddî ve inkâr edilemez itirazları vardır. Sıralanan bu itirazlara ‘darbeseverler’ itiraz edebilir mi? Yani, “Bu anayasa milletten destek görmüştür” demek mümkün mü? “Yüzde 90’dan fazla bir nisbetle kabul edildi” demek en başka insanın kendisini aldatması anlamına gelir. Selçuk’un da dikkat çektiği gibi yürürlükteki darbe anayasası ‘kurşun yerine oy’ kullandırılarak kabul ettirilmiştir. Şaşırtıcı olan şudur: Bunca kötülüğüne rağmen bu anayasayı niçin hâlâ değiştirememişiz? En kısa zamanda, ‘darbe anayasası’nı aratmayacak gerçek anlamda sivil bir anayasaya kavuşmak temennisiyle... 12.09.2010 E-Posta: [email protected] |