Süleyman KÖSMENE |
|
Elli seneye denk bir ibadet gecesi |
Hadislerde “Nısf-u Şaban” olarak ifadesini bulan mübarek bir günün içindeyiz. Nısf-u Şaban, üç ayların ikincisi olan Şaban ayının ortası. Berat Gecesi ile başlayan gün. Kurtulmak isteyen için, beratını almak isteyen için mahşerden önce verilmiş rahmet dolu, mağfiret dolu, yüksek fırsatlar dolu gecelerden birisini daha bu gece –İnşallah- idrak edeceğiz. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) Şaban ayının on üçüncü gecesi geldiğinde mübarek başını secdeye koydu. Ümmeti için af ve mağfiret istedi. Kendisine ümmetinin üçte birinin bağışlandığı müjdelendi. Resul-i Ekrem (asm), on dördüncü gece tekrar secdedeydi. Yine ümmetinin bağışlanmasını istiyordu; ümmetinin üçte ikisinin mağfiret edildiği müjdelendi. Ve on beşinci gece yeniden o mübarek baş Allah’ın huzurunda secdeye kapandı. Allah Resulü (asm) ümmetinin tamamının bağışlanmasını istiyordu. Bu gece, Allah’tan yüz çevirenler dışında, ümmetinin tamamı bağışlandı.1 Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) Şaban’ın on beşinci gecesinde: “Ya Aişe, bu gece nasıl bir gece, bilir misin?” buyurdu. Hz. Aişe (ra): “Allah ve Resulü daha iyi bilir” dedi. Peygamber Efendimiz (asm): “Bu gece Nısf-u Şaban’dır. (Şaban ayının yarısıdır.) Dünya işleri ve kulların işleri bu gece Yüce Hakka arz edilir. Bu gece cehennemden azat edilenlerin sayısı; kelb kabilesinin koyunları sayısından daha fazladır. Bu gece bana ibadet yapmam için izin verir misin?” Hazret-i Aişe (ra): “Olur ya Resulallah!” dedi. Peygamber Efendimiz (asm) kalkıp namaza durdu. Ayakta durması uzun sürmedi. Fatiha Sûresini okudu; sonra küçük bir sûre okudu. Ardından secde yaptı. Gecenin yarısına kadar secdede kaldı. Daha sonra ikinci rekâta kaktı. Ayakta iken, birinci rekâtta okuduğu kadar bir şey okudu. Sonra yine secdeye vardı. Bu defa da tan yeri ağarıncaya kadar secdede kaldı. Secdede o kadar kaldı ki, Hazret-i Aişe Resulullah’ın (asm) ruhunun kabzolunduğunu sandı. Secdeden kalkması uzayınca, Hazret-i Aişe (ra) telâşlandı, kendisine yaklaştı. Mübarek ayaklarına dokundu. Hareket ettiğini görüp canlılık hissedince rahatladı. Kulak verdi. Peygamber Efendimiz (asm) secdesinde şöyle yalvarıyordu: “Allah’ım! Azabından affına sığınırım. Gazabından rızana sığınırım. Senden Sana sığınırım. Şanın yücedir. Sen kendi zatını övdüğün gibi, seni övemem!” Sonra Hazret-i Aişe (ra) sordu: “Ya Resulallah, bu gece secdende bir şeyler okuduğunu duydum. Bunları daha önce okuduğunu hiç duymamıştım.” Peygamber Efendimiz (asm): “Sen onları öğrenebildin mi?” buyurdu. Hazret-i Aişe (ra): “Evet ya Resulallah!” deyince, Peygamber Efendimiz (asm) bundan hoşlandı da: “Ya Aişe! Onları hem sen öğren, hem de başkalarına öğret” buyurdu. Resulullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Şaban ayının on beşinci gecesinin ilk vaktinde Cebrail (a.s) bana geldi; dedi ki: “Ya Muhammed, başını semaya kaldır, bak!” Sordum: “Bu gece nasıl bir gecedir?” Hazret-i Cebrail (as) şöyle anlattı: “Bu gece, Allah, rahmet kapılarını açar. Kendisine şirk koşmayanların hemen hepsini bağışlar.” “Gecenin dörtte biri geçtikten sonra, Cebrail (as) yine geldi ve şöyle dedi: “Ya Muhammed başını kaldır, semaya bak!” “Bir de baktım ki, ne göreyim, cennet kapıları açılmış. Cebrail’e (as) sordum: “Bu kapılar ne zamana kadar açık kalacak?” Cebrail (as) şöyle dedi: “Allah’ın, Beni Kelp kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısından daha fazla kimseyi cehennemden azat edinceye kadar.” 2 Peygamber Efendimiz (asm) devamla: “Şâban’ın 15. gecesi geldiğinde geceyi uyanık ibadetle, gündüzü de oruçlu olarak geçirin. O gece güneş battıktan sonra Allah rahmetiyle dünya semasına tecelli eder ve şöyle seslenir: ‘İstiğfar eden yok mu, affedeyim ve bağışlayayım. Rızık isteyen yok mu, rızıklandırayım! Başına bir musibet gelen yok mu, sağlık ve afiyet vereyim!’ Bu, tan yerinin ağarmasına kadar böylece devam eder.” 3 Bir mektubunda ehl-i îmân ve ehl-i hizmetin her bir gecesinin, Leyle-i Mi'rac, Leyle-i Berat ve Leyle-i Kadir kadar kıymettar olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz eden Bediüzzaman Hazretleri 4, Berat Gecesinin mahiyetini ve bu gecede neler yapacağımızı şöyle ifade eder: “Bu gelen gece olan Leyle-i Berat, bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderat-ı beşeriyenin programı nev’înden olması cihetiyle Leyle-i Kadr’in kudsiyetindedir. Herbir hasenenin Leyle-i Kadir’de otuzbin olduğu gibi, bu Leyle-i Berat’ta herbir amel-i sâlihin ve herbir harf-i Kur’ânın sevabı yirmibine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhur-u selâsede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyali-i meşhurede onbinler, yirmibin veya otuzbinlere çıkar. Bu geceler, elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için elden geldiği kadar Kur’ânla ve istiğfar ve salâvatla meşgul olmak büyük bir kârdır.” 5 Cenâb-ı Hak, bu gecede elli senelik ibadete denk kılacak ameller yapmayı sizlere ve bütün ümmete müyesser kılsın. Berat geceniz mübarek olsun. Amin.
Dipnotlar: 1- H. Dini K. Dili, s. 4294; 2- İbni Mâce, ikame: 191; 3- İbni Mâce, İkame, 191; 4- Kastamonu Lâhikası, s. 58; 5- Şuâlar: 505. 26.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
En büyük siyasî ve ahlâkî problemimiz nedir? |
En büyük siyasî, içtimaî, ahlâkî problemimiz sizce de iki kelime ile özetlenemez mi: Okumamak, cehalet. Kitaplı bir milletiz, kitapsız kaldık! Eğitim sendikalarının araştırmalarının sonucu çarpıcı: Türkiye’de ihtiyaç maddeleri sıralamasında “kitap” 235. sırada. “Günde ortalama beş saat televizyon seyreden Türkler, kitap okumaya yılda altı saat vakit ayırıyormuş! Bir Japon yılda ortalama 25 kitap, bir İsviçreli 10 kitap, Fransız 7 kitap okurken; Türkler 10 yılda bir kitap okuyormuş! Türkiye’de (Nüfus 72 küsür milyon) okuma alışkanlığına sahip ancak 70 bin kişi varmış!” Oysa, ilk âyet “Oku!” ile başlar. 3. âyetde “Oku!” emri tekrarlanır. 4. âyette yazmanın önemi vurgulanır. 5. âyette, bilmenin ehemmiyeti nazara verilir. Bir rivayete göre ikinci olarak inen sûre, “Kalem!” Sûresidir ve onun üzerine yemin edilir. Keza, Kur’ân’da, okuma, tefekkür, ilim, hikmet vs. üzerine 780’i aşkın âyet mevcut! *** Eğer hakkıyla kitaplara iman etseydik, Kur’ân’ın bu emir ve tavsiyelerini dinlerdik! Evimizin vitrinlerini enva-ı çeşit kap-kacak ile dolduruyoruz… Bir raflık kitaplığımız var mı? Ve birbirimizi ziyaretimizde kitap hediye eden var mı? Çeyiz sandıklarını leba leb eşya dolduruyoruz! Acaba bir kitap, bir tefsir takımı koyan var mı? Çocuk, anne-babasının elinde kitap değil, televizyon kumandası; öğretmeninin elinde iskambil, oyun kâğıtlarını görüyor! Anne-baba, öğretmen okumazsa, üniversite talebesi okumazsa, okumuş insan okumazsa halk nasıl okusun, niye okusun? *** Müslümanlar kitaplı bir millettir. Okuduklarında dünyanın en medeni, en müreffeh, en hakperest, en modern, en mutlu aile ve toplumlarını oluşturdular. Hak, adalet ve iyilik ürettiler. Kitapsız kaldıklarında herc ü merç içinde belâlara maruz kaldılar! Yeryüzünü dolaşsalardı, önceki milletlerin sonlarının nasıl olduğunu görürler ve ibret alırlardı… *** Okumamanın sebeplerine gelince… Elbetteki tembelliğimizin yanında müstebit rejimin, okuyanın canına okuması da vardır! Evvela, milletin bin yıldan beri kullandığı yazı yasaklandı. Millet bir gecede sıfır okuma-yazma noktasına düşürüldü! Saniyen, eskimez eski eserleri okumak da yasaklandı. Bir araya gelip kitap okuyanlar karakollara götürülüp onlara dayak atıldı, hapislere atıp ömürleri çürütüldü! Yazı inkılâbının ardından memurlara 2-3 aylık okuma-yazma kursları verilir! Halk, kasten, cebren ve hileylen cahil bırakılır! Bu ülke insanına “hangi kitabı okuyacağı ve okumayacağı dayatıldı!” yıllarca... Çocuklarımıza okuyan, okutan, kütüphaneler açan, yaptırdığı Sahn-i Seman Üniversitesi’ne asistan olmak için imtihana giren Fatih Sultan Mehmed gibi ecdad örnek gösterileceğine, kötülendi! Elinde kitap değil, kadeh olanlar örnek gösterildi. Kiraz, karpuz, muz, armut, dut festivalleri düzenlendi… Kitap üzerine kaç festival duydunuz Allah aşkına! Öğretmenlere her sohbette şunu hatırlatmaya çalıştık: Siz çocuklarımıza okumayı sevdirin, yeter! Onlar okudukça, sizin vermek istediğiniz bilgilerin yüz katına ulaşırlar! 26.07.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Nimetullah AKAY |
|
Güzellikler çirkinliklere galip gelecek |
Muhakemât okumaları - 9 Elbette mazi denilen geçmiş ile müstakbel denilen geleceğin şartları birbirinden farklı olacaktır. Bilindiği gibi ilk okullarda okunan bilimler ile yüksek okullarda okunanlar birbirinden farklı olmak zorundadır. Geçmiş asırlarda hissiyat ön planda iken, şimdi olduğu gibi gelecekte de fikirler ön planda olacaktır. Burada, maziden kasıt, İlkçağ ve İslâm dünyasının dışındaki Ortaçağ dönemleridir. İslâm dünyasında ise, Asr-ı Saadetle başlayan ilk üç yüzyıl emsali, yeryüzünde bulunmayan mümtaz bir dönemdi. Sonraki iki yüz sene de mükemmelliğe mazhar bir dönemdir. İslâm’ın beşinci asrından on ikinci asra (yani milâdî: 11.yy’dan 19.yy’a kadar) kadarki döneminde de mazi olarak kabul edilen İlkçağ şartları yaşanmıştır. Yirminci asırda bazen fikirler bazen de hissiyatlar ön planda olmuş. Diğer bir ifadeyle, bazen hak bazen kuvvet, bazen ilim bazen idarecilerin baskıları, bazen duygusal yaklaşımlar bazen aklî yaklaşımlar, bazen heva-hevesler bazen de doğruluk ön plana çıkmıştır. Bu sebeplerden dolayı, gerçekleri arama meylinin inkişafı, doğrulara karşı direnenlerce engellendiği için ihtilâflar meydana gelmiştir. Ancak geçmişte yaşayanların da bir derece aydınlık olan fikirleri zaman zaman heva ve heveslerin karanlıklarına galip geldiği için, bütün insanların hak ve hukuktan faydalanması gereği öne çıkmaya başladı. Bununla insanlık değer kazandı. Bu durum insanlığa bir ümit verdi ki: Asıl İnsaniyet-i Kübra olan İslâmiyet, gelecekte Asya topraklarını bulutsuz bir güneş gibi aydınlatacaktır. Mazi denilen geçmiş zamanın derelerinde garazkârlık, düşmanlık ve kendini diğer insanlardan üstün görme düşünceleri ön planda olduğundan, o zamanın insanlarını irşad etmek için güzel bir hitabede bulunmak yeterli idi. Çünkü o zamanlarda güzel konuşmak delilin yerini tutuyordu. Ancak her bir zamanın bir hükmü vardır. Bu zamanın insanları delil istemektedirler, iddiayı güzel ifade etmek yeterli olmamaktadır. Zamanımızda ve gelecekte ilmî hakikatlerin buharlaşma kaynağı fikirler, akıl, hak ve ilim olmuş ve olacaktır. Böylece yeni ortaya çıkan gerçekleri arama meyli ile hakkı sevmek ve umumun menfaatini kendi şahsî menfaatine tercih etmek meyli, insanîliği netice veren kesin delillerden başka bir iddiaya imkân vermemektedir. Şimdi yaşayıp geleceğe aday olanları, artık güzel sözlerle iddianın süslendirilmesi yaklaşımı ikna etmiyor. Artık insanlar bir şeyi kabul etmek için kat’i delil istemektedirler. Mazi denilen geçmişle geleceğin iyilik ve kötülüklerini karşılaştırdığımız zaman, geçmişte çoğunlukla kuvvetler, heva-hevesler, meyiller ve duyguların hakim olduğunu görebiliriz. En büyük kötülük ise, o dönemlerdeki baskı ve tahakküm idi. Ayrıca geçmiştekiler, kendi mesleğinin muhabbetiyle yaşamaktan ziyade başkalarına düşmanlık üzerinde hayatlarını dizayn ederlerdi. Bu dönemde körükörüne teslimiyet, taassup ve tarafgirlik hakikatlerin ortaya çıkmasına mani oluyordu. Böylece insanlığın ihtiyaç duyduğu gerçekler ortaya çıkmaz, gizlenirdi. Yine geçmişte, insanların kendilerine seçtiği meslek ve mezhepleri ayakta tutan, taassup, safsata ve kendileri gibi düşünmeyenleri dalâletle itham etme yaklaşımları idi. Halbuki bunlar, İslâm şeriatına, İslâm kardeşliğine, hemcinslerinin haklarını gözetmeye ve yardımlaşma duygularına aykırı idi. O dönemlerde inançlar kat’i delillere dayanmadığı için birden değişebiliyordu. Halbuki inançlar hakka ve delillere dayanmış olsaydı ve şahsî görüşler yerine toplumun ortak aklı ön planda olsaydı kolay kolay oturmuş olan mezhep ve meslekler değişmezdi. Asrı- Saadette ve İslâm hakikatlerinin hükmünü icra ettiği devirlerde hak, delil, akıl ve meşveret geçerli olduğundan vehim ve şüpheler toplumda yer bulamazdı. Zamanımızda ve gelecekte de ilmin ve gerçekleri arama meylinin esas olması neticesinde, İnşallah, kuvvete bedel hak, safsataya bedel delil, duygulara bedel akıl, hevaya bedel hüdâ, taassuba bedel inancında sebat etme, garazlara bedel insanlara yardım etme meyli, nefsanî meyillere bedel aklın temayülleri ve hissiyata bedel fikirler hükmünü icra edecektir. 26.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Yeni Asya ve 12 Eylül |
Referanduma gidecek olan anayasa paketinde, 28 yıldır darbecilerden hesap sorulmasını engelleyen geçici 15. maddenin kaldırılmasını öngören bir maddenin yer alması sebebiyle, tartışmalarda 12 Eylül de yoğun şekilde gündeme gelmeye başladı. Paket için “evet” kampanyası başlatan iktidar partisi de, “hayır” diyen muhalefet partileri de, “boykot” yanlıları da 12 Eylül’ün kendileri açısından yol açtığı mağduriyetleri seslendiriyorlar. Dolayısıyla tartışma, kaldırılmasının pratikte fazla bir sonuç doğurması beklenmeyen geçici 15. maddeyi aşarak, kamuoyunda yaygın bir 12 Eylül hesaplaşmasının kapısını aralamış durumda. Böyle olunca, 12 Eylül’e karşı verdiği kararlı mücadele sebebiyle yoğun baskılara muhatap olan Yeni Asya’nın bu mücadelesini ve bundan dolayı başına gelenleri kısa da olsa hatırlatma gereği doğdu. Gerçek şu ki, 12 Eylül’ün basına uyguladığı ağır baskılardan en çok pay alan gazete, o dönemde toplam 470 gün kapalı tutulan Yeni Asya idi. İhtilâlin daha ilk ayı sona ermeden, 4 Ekim 1980’de sıkıyönetimin ilk kapatma kararı geldi. Gazetenin niçin kapatıldığı ve ne zaman açılacağı sorularına ilgililerden tatminkâr bir cevap alınamadığı için, hemen başka isim altında yeni bir gazete çıkarma hazırlıklarına girişildi ve 14 Kasım 1980’de Yeni Nesil doğdu. Yeni Nesil çıkmaya başladıktan kısa bir süre sonra, 22 Kasım’da Yeni Asya’ya izin verildi. Ama yapılan istişarede Yeni Asya’nın haklarının Yeni Nesil’e devredilerek, gazetenin yeni ismiyle devamı kararlaştırıldı. O günlerde bütün gazeteler gibi Yeni Nesil de sıkıyönetimin sıkı kontrol ve takibi altındaydı. Hiç tahmin edilmedik yazı ve haberlerden dolayı sık sık uyarıldı ve yöneticileri Selimiye’ye çağrılarak hesaba çekildi. Sıkıyönetimden gelen “12 Eylül’e niçin ihtilâl diyorsunuz? ‘Ordu idareye el koydu’ diyeceksiniz” ikazları, gazetede yayınlanan bir şiirde “nur” kelimesi geçtiği için uyarıda bulunulması veya Mahrukatçılar Derneğiyle ilgili bir haber üzerine “Biz derneklerin faaliyetlerini askıya aldık, siz nasıl böyle bir haber yayınlarsınız?” gibi bir tepki verilmesi, o dönemde yaşanan ilginç örneklerden sadece birkaçıydı.. Bunların dışında “Filan haberi niye yazdınız? Niye böyle yayın yapıyorsunuz? Devam ederseniz kapatırız ha! Bu son ikaz!” uyarı ve ihtarlarının ardı arkası gelmiyordu. Gazete yayınlarında, ihtilâlin ilk günlerinde aksi yönde verilen sözlere rağmen bilâhare siyasî partilerin kapatılmasına, Kenan Evren’in dinî konularda olur olmaz ahkâm kesmesine, uygulamaya konulan başörtüsü yasağına, anayasa taslağına, siyasî partiler ve seçim kanunlarına, Millî Güvenlik Konseyinin yeni kurulan partilerdeki yönetici kadrolarına yönelik vetolarına, 1983 seçimine bazı partilerin sokulup bazılarının sokulmamasına, Büyük Türkiye Partisinin kapatılmasına… yönelik eleştiriler ihtilâl yönetimini hep rahatsız etti. Özellikle başörtüsü yasağına karşı çıkan yayınlar, peş peşe yapılan “Bu konuda bir daha yazmayacaksınız dediğimiz halde niçin yazıyorsunuz? Başka yazacak konu mu yok? Diğer gazeteler sesini kesti. Size mi düştü bu şimdi? Yazmayın” uyarılarına rağmen devam edince, Yeni Nesil 26 Mayıs 1982’de yine kapatıldı ve 26 Haziran’a kadar bir ay kapalı kaldı. Gazetenin bir yıl boyunca kapatılmasına sebep olan yayınları ise, anayasa taslağıyla ilgiliydi. Bilhassa 21 Ekim 1982’deki “Bu anayasa ile hürriyetçi parlamenter rejimi ile kurmak mümkün değil” manşeti, bardağı taşıran son damla oldu ve Yeni Nesil 4 Kasım 1982’de, anayasa referandumundan iki gün önce kapatıldı, bir yıl boyunca da kapalı kaldı. Bunun üzerine Yeni Nesil kadrosu, resmî ilân hakkı olmayan Tasvir gazetesinde fikirlerini dile getirmeye devam etti. 17 Kasım 1982’de yayına başlayan Tasvir de sık sık yapılan uyarılar eşliğinde yayınını devam ettirdi. Ama 1 Ekim 1983’e gelindiğinde o da kapatıldı. Bu defa Hür Yurt gazetesini devreye sokmanın hazırlıklarına girişildi. Kısa bir süre tabloid boyda basılarak sadece resmî makamlara dağıtılan Hür Yurt’u genel dağıtıma verme aşamasına gelinmişken, 16 Ekim’de Tasvir’in yayınına izin verildi. Ardından da, tam bir yıl aradan sonra, 5 Kasım 1983’te Yeni Nesil açıldı. Bütün bu kapanmaların toplam süresi 470 günü buluyordu. Ve bu, herhalde bir dünya rekoruydu. 26.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Basın sansürlüdür, hür addedilemez! |
Yaygın olan kanaate göre “Basın hürdür, sansür edilemez!” Hatta, basınla ilgili yürürlükte olan kanunlarda da bu mânâ var. Fakat bu tesbit, Türkiye’deki uygulama ile tam tersine dönmüş durumda. Uygulamayı şöyle okumak mümkün: Basın sansürlüdür, hür addedilemez! Medyadan sorumlu olanlar bu tesbite elbette itiraz edecek ve yürürlükteki kanunların böyle olmadığını söyleyecekler. Ancak kâğıt üzerinde yazan kanunlara değil de, fiilî olarak yaşananlara bakınca başka şekilde düşünmek mümkün değil. Belli başlı konularda basın ‘hür’dür, ama sıra ciddî meselelere gelince bir anda ‘sansürlü’ hale gelir. Bazı konular vardır ki çok bilinir, ama medyada yer alamaz. Halk arasında ‘fısıltı gazetesi’ denilen sohbet ve konuşmalarda ‘manşet’ olan konular, ekseriyetle ‘büyük gazete’lerde hiç yer almaz ve alamaz. Bu durum medyanın örtülü ya da açık bir ‘sansür’e tabi olduğunu göstermez mi? 24 Temmuz ‘resmî zevat’ tarafından “Basın Bayramı” olarak kutlanıyor. Sağ olsunlar, basın mensubu olduğumuz için bizi de unutmuyorlar ve tebrik “e posta”ları alıyoruz. Bir mesajda şöyle denilmiş: “Basın özgürlüğünün 102. yıldönümünde, zaman ve mekân mefhumu gözetmeksizin, her zaman ve her yerde büyük bir özveri ile çalışan siz değerli basın mensuplarının Gazeteciler ve Basın Bayramını en içten dileklerimizle kutlarız.” “Bayramımız”ın hatırlanmasına teşekkür ederiz, ama gerçekten basın üzerindeki ‘sansür’ kalktı mı? Bazıları ‘sansür’ deyince sadece Sultan Abdülhamid devrini hatırlatır. Elbette o dönemde de sansür uygulanmış, ama sonraki yıllarda ve bilhassa “tek parti devri”nde uygulanan sansürlere ne diyeceğiz? Bunları hatırlatmamız, “Benim sansürüm senin sansüründen iyidir” demek değil. ‘Sansür’ esas itibarıyla medyanın en büyük düşmanıdır. “Sansür ne zaman kalkar?” denilecek olursa, “İnsanlar nefislerinin esiri olmayı ‘hürriyet’ addetmedikleri zaman” demek en doğrusu. Çünkü ‘sansürsüz yayın yapacağım’ diye; insanları aşağılamak, ahlâk anlayışlarını tar-u mar etmek, müstehcen yayınlar yapmak; temelde ‘sansürsüz yayın’ çerçevesinde düşünülebilir mi? Siyasî noktadan bakıldığında medyanın en çok ‘sansür’e tabi tutulduğu dönemler de ‘olağanüstü hal’ dönemleridir. Darbe dönemlerinde zirveye çıkan sansür, Türkiye daha hür olduğu nispette azalmaya mahkûmdur. Darbecilerden en çok ‘darbe’ yiyen medyanın, ilk fırsatta ‘darbe alkışçısı’ olması da ayrı bir çelişki. Bugün bile geçmiş darbeleri alkışlayan, yeni darbe çağrıları yapan ‘duayen gazeteciler’in varlığı, medyanın tartışması gereken temel mesele değil midir? Böyle bir vasatta, ‘sansür’ün kaldırılmış olması kutlanabilir mi? Yüzlerce gazeteci yazdığı yazı ve haberler sebebiyle yargılanmaya devam ediyor. Keşke sansürün kaldırılışının kutlandığı bu ‘bayram’ adliyelerin önünde yapılsaydı! Belki gerçek tablo fark edilir ve medya üzerindeki “Demokles’in kılıcı” gibi sallanan bazı maddelerin değiştirilerek düzeltilmesi gündeme gelirdi. Şimdiden teklif ediyoruz: Önümüzdeki yıl bu ‘bayram’ Dolmabahçe Sarayı’nda değil, adliye binalarının önünde kutlansın! 26.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Neden bu ısrar? |
Mart ayında yüzde 34,3 artan ihracat, Nisan, Mayıs aylarında hız kaybederek Haziran ayında artış yüzde 13,15’de kalınca, kur tartışmaları alevlendi. Bilindiği gibi kur, dövizin millî para ile fiyatıdır. 2001 krizinden sonra Türkiye, kurların arz ve talebe göre belirlendiği “dalgalı kur rejimi” ne geçmiştir. Aşırı dalgalanmaları önlemek için Merkez Bankası, zaman zaman müdahalelerde bulunsa da serbest piyasa şartlarında fiyatın oluşması esastır. Arz talep kuralına uygun olarak döviz bolsa fiyatı düşer, az ise fiyatı artar. Ülkemiz dalgalı kur'a geçiş ve kur ayarlaması ile iç tüketimin azalması sayesinde ihracatını arttırarak 2001 yılından itibaren dövizdeki dar boğazı aşmıştır. Küresel konjonktüründe etkisiyle uzun süre döviz sıkıntısı yaşanmamıştır. Halen de sorun yoktur. Bir farkla... Döviz gelirimiz giderimizi karşılamamaktadır. 2009 yılının ilk 5 aylık döneminde 5 milyar 181 milyon dolar olan cari işlemler hesabı açığı bu yılın aynı döneminde 17 milyar 433 milyon dolara yükseldi. 2010 yılı programında öngörülen açık 18 milyar dolardı. Hedefe 5 ayda varılmış sayılır! Finansmanı... Borç ve sıcak para. Risk taşıyor. Doğrusu başta ihracat olmak üzere döviz kazandırıcı işlemlerle karşılanmasıdır. İhracat... Büyümenin lokomotifi. Ne yazık ki tekliyor. Pek çok sebep sıralanabilir. Enerji, istihdam, haberleşme, ulaştırma üzerindeki yükler. Alt yapı yetersizliği. TL’in değerlenmesi. Burda biraz duralım. TL, 2010 yılının ilk 6 ayında gelişmiş ülke paralarına karşı yüzde 12, gelişen ülke paralarına karşı yüzde 2 değer kazanmış. Yine aynı dönemde TL, Euro’ya karşı yüzde 17 değerlenmiş. İlk nazarda paramızın değerlenmesi insanın hoşuna gidiyor. Yıllarca paramız alay konusu olmuştu. Şimdi ise değerli. Ne var ki bu durum ekonomiye zarar veriyor. Bütün ülkeler paralarının değerini düşük tutuyor. ABD’nin baskısına rağmen Çin, Yuan’ın değer kazanmasına izin vermiyor. Keza Euro ülkeleri... Euro’nun yerlerde sürünmesinden memnunlar. Bizler ise değerli TL’de ısrarlıyız. Hasar giderek büyüyor. İthal malları ucuzluyor. Dolayısıyla enerji ve ara malın dışında tüketim malı da dışarıdan geliyor. Yerli sanayi tökezliyor, ihracat tıkanıyor. Özellikle girdilerini dolarla temin edip, satışlarını Euro ile yapan şirketlerin işi daha da zor. Zira Euro da değer kaybı fazla. İhracatımızın yarıya yakın kısmının AB ülkelerine gerçekleştirildiği ve bu ülkelerin kriz dolayısıyla kemer sıkma politikalarını izlediği dikkate alınırsa durumun ciddiyeti ortaya çıkar. İhracatçılardan teşvik ve destek esirgenmemeli. Büyüme stratejisi ihracata dayanmalıdır. Bunun için ilk tedbir reel kur politikasıdır. “Efendim, dalgalı kur sisteminde müdahale edemeyiz” diye savunmayın. TL’yi değerli kılan sermaye hareketlerine sınırlama getirin. Çin, Brezilya ve en son G. Kore gibi pek çok ülke bu yönde adımlar atıyor. Yüksek faiz... Sıcak parayı çeken faktörlerden biri. Euro bölgesinde faizler yüzde 2’ler düzeyinde olunca ülkemizdeki yüzde 10 faiz cazip gelmekte, sıcak para akışı sürmekte. Bu durum hem kaynaklarımızın dışarıya transferine yol açıyor hem de TL’yi değerli tutarak ihracatı baltalıyor. Öyleyse neden bu ısrar? Cevabı haftaya... 26.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“35. madde” atışması... |
Referandum sürecinde 12 Eylül’le hesâplaşma tartışmaları devam ederken, darbelere gerekçe gösterilen “Silâhlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır” ibâreli TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddesinin kaldırılması yeniden siyasetin gündeminde. Ne var ki tartışmalar yine siyasî polemikler üzerinden yapılıyor ve bu konu da meydanlarda popülist politikanın malzemesi haline getiriliyor. Bir yandan “sıfır kilometre” parti olarak hiçbir partinin devamı olmadıklarını söyleyen Başbakan, diğer yandan halka karşı “27 Mayısı da, 12 Eylülü de, 28 Şubatı da, 27 Nisan’ı da biz yaşadık” iddiasında bulunuyor. Demokrat Parti’ye karşı yapılan ve başta dönemin Başbakanı Menderes ve iki bakanı olmak üzere üç idamın yanı sıra, on beş Demokrat Partiliye müebbet cezâsını veren, yüzlerce DP’liyi Yassıada’dan sonra Kayseri cezaevinde tutup işkenceye tabi tutan 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan’da “çok çektikleri”ni söylüyor. Doğrusu, AKP’nin geldiği MNP-MSP-RP’nin daha esâmesinin okunmadığı, kurulmadığı 27 Mayıs’ı nasıl yaşadığı merak konusu. AKP bir tek 27 Nisan’ı yaşadı; başkalarını “dut yemiş bülbüle dönmek”le itham ettiği 27 Nisan e-muhtırasına karşı ne yaptığı ya da yapmadığı da ortada…
SİYASÎ HESAPLARIN KURBANI… Gerçek şu ki muhalefeti 27 Nisan’a karşı “susmak”la suçlayan Erdoğan ve partisi de mâlûm geceyarısı e- muhtıra emr-i vakisine karşı suskun kalmış; lâkin bizzat Başbakan Yardımcısı Arınç’ın ifâdesiyle bunun tepkisiyle seçimde en az yüzde 10-15 oy devşirmişti… Keza muhtıradan bir hafta sonra Erdoğan, sözkonusu demokrasiye müdahâle muhtırasını bizzat kaleme aldığını söyleyen Genelkurmay eski Başkanıyla Dolmabahçe’de saatlerce süren başbaşa gizli bir görüşme yapmış; ve soranlara, “Bu görüşmenin mezâra kadar bir sır olarak kalacağı” cevabını vermişti. “Muhtıracı Paşa” emekli olduğunda ise diğerlerinden farklı olarak bir trilyona mal olan zırhlı “özel araç” tahsis etmişti. Üzerinden üç yıl geçtiği halde Başbakan hâlâ meçhul “Dolmabahçe görüşmesi”ni açıklamadığı gibi, “çok çektiklerini” söylediği 27 Nisan e-muhtırayı soruşturacak hiçbir teşebbüste de bulunmadı. Yine 2003’ten bu yana AKP’ye yönelik olduğu söylenen bütün darbe teşebbüsleri, darbeye ortam hazırlama ve plânlama iddiaları hakkında dâvâ açıldığı halde, yüzlerce vatandaşı “irticaî karakter taşıyor” yaftasıyla fişleyen ve tankları sokaklarda yürütmekle demokrasiye balans ayarı veren 28 Şubat “postodern darbe” dayatıcıları hakkında hiçbir soruşturma ve hesaba çekmeye yanaşılmadı. AKP grubu, son “mini anayasa paketi”nde göz göre göre “zamanaşımı”nı kaldıran hükmü eklemeyerek, 46 vatandaşa idam cezası veren, yüzbinlerce vatandaşa işkence edip mağdur eden 12 Eylül darbesi darbecilerinin yargılanması önündeki engeli kaldırmadı… Bundandır ki darbenin insanlık suçu olduğu ve “mürûr-û zaman”a tabi olmayacağına dair bir maddenin eklenmesine karşı çıkan AKP sözcüleri, şimdi çeşitli te’villere sapmaktalar. İşte böyle bir vasatta gündeme getirilen “35. madde” üzerindeki tartışmalar, siyasetin turnusol kâğıdı olmakta; tıpkı 12 Eylül darbecilerini koruyup kollayan “geçici 15. madde” gibi bu “koruma ve kollama maddesi” de endâzesiz siyasî hesaplarına kurban edilmekte…
POLİTİK İSTİMAL VE İSTİSMAR… Aslında darbelere ve demokrasi kıtallerine gerekçe edilen 35. maddenin kaldırılması üzerinde geniş bir konsensüs var. En çok darbelere mâruz kalan eski Cumhurbaşkanı Demirel, her fırsatta “Kaldırın şu 35. maddeyi” diyor. Genelkurmay Başkanı, “kaldırılabileceğini” belirtiyor. Kılıçdaroğlu’nun önerisine AKP’li Meclis Başkanı Şahin’den BDP’ye kadar diğer partilerden tam destek geliyor. Ancak tam da Meclis’in tatile girdiği günde gündeme getirilen bu husus da siyasî atışmalar girdabında bir komediye dönüşüyor. Kılıçdaroğlu, “Başbakan, 12 Eylül’le hesaplaşmak istiyorsa TSK’nın 12 Eylül’e gerekçe yapılan 35. maddesini kaldırsın” demekte. Buna mukabil muhalefeti “samimiyetsizlik”le itham eden Erdoğan CHP’den, bir cümlelik düzeltme için “komisyon kurulmasını”, Kılıçdaroğlu da “sayılarının tatildeki Meclis’i olağanüstü toplamaya yetmediği” gerekçesiyle AKP’den bu bir satırlık madde için “teklif” verilmesini beklemekte. Özetle “Meclis bir hafta daha çalıştırılsın ve madde derhal kaldırılsın” çağrılarına kulak tıkayan iktidar ve muhalefet partileri, referandum meydanlarında halka karşı işin popülist politikasını yapmaktalar… Sonuçta, darbelere ve demokrasi kıtallerine gerekçe edilen 35. maddenin değiştirilmesi, tam bir kördüğüme dönüştürülerek bir başka bahara, yeni dönemin yoğun gündemine bırakılmakta. Görünen o ki kanun olarak değiştirilmesi çok daha kolay olan “35. madde” de referandum meydanlarında siyasî polemiklerin malzemesi haline getirilip bol-bol istimal ve istismar edilecek. Sembolik olmanın ötesinde bir işe yaramayan “geçici 15. madde” tartışmasında olduğu gibi… 26.07.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Gazze konvoyu BM Araştırma Komisyonu ne yapacak? |
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, nihayet Gazze konvoyu saldırısını araştırmak üzere üç kişilik bir komisyon kurdu. İngiltere’den Sir Desmond de Silva, Trinidad ve Tobago’dan Karl Hudson-Phillips ve Malezya’dan Mary Shanthi Dairiam bağımsız komisyonun üyeleri. Üyeler alanlarında yetkin kimseler. Hudson-Phillips Uluslar arası Ceza Mahkemesinde yargıç iken, de Silva, Sierra Leone için kurulan BM mahkemesinde savcı idi. Dairiam ise halen BM Kalkınma Programında cinsiyet eşitliği görev gücünde çalışıyor. 47 üye ülkenin kararıyla kurulan bu komisyon, Türkiye’nin beklentilerini karşılamıyor. Türkiye bu komisyonun Güvenlik Konseyi kararı ile kurulmasını, böylece sonuçta İsrail askerlerinin uluslar arası hukuku ihlâl ettiğinin belirlenmesi halinde, İsrail’e yaptırım uygulanması ya da uluslar arası yargıya götürülmesi imkânının doğmasını istiyordu. Ayrıca komisyonda Türk üyenin de bulunması şartı da yerine gelmedi. Yine de böyle bir bağımsız komisyonun kurulmuş olması önemli bir adım. Özellikle de İsrail’in kurduğu sözde bağımsız komisyonun, İsrail’in saldırısını meşrû gösteren raporundan sonra, bu komisyonun yapacağı çalışma daha da önem kazanıyor. İsrail’in Batı ülkeleri nezdinde İHH’nın terörist örgüt ilân edilmesini sağlamaya yönelik propaganda savaşının ardında da, böyle bir araştırmayı önceden etkileme arzusu yatıyordu. Eylül ayına kadar tamamlanması beklenen komisyon çalışmasında, en önemli sorun İsrail’in işbirliğine yanaşıp yanaşmaması. Şimdiye kadar bir uluslar arası komisyon kurulmasını şiddetle reddeden İsrail’in, şimdi bu tavrını değiştireceğini beklemek güç. Zaten İsrail’in Gazze saldırısı esnasında savaş suçu işlediğini belgeleyen BM soruşturmacısı Richard Goldstone’un raporu İsrail tarafından hâlâ şiddetli eleştirilere tabi tutuluyor. Ama kendi yaptıkları göstermelik soruşturmalar bile, o raporun doğruluğunu teyit ediyor ve İsrail fosfor bombası kullandığını, sivillere ve sivil binalara zarar verdiğini kabul ediyor. Peki şimdi ne olacak? Gazze’ye yardım gemileri çeşitli ülkeler tarafından gönderilmeye devam ediliyor. İsrail baskılar karşısında ablukayı yumuşatmayı kabul etti. Daha önce el koyduğu yardım gemilerini de bırakıyor. Görünüşte ABD ile ilişkilerini düzeltmiş olsa dahi, Obama’nın Netanyahu’ya gerilimi azaltıcı tedbirler alarak, işi kolaylaştırması tavsiyesinde bulunduğu biliniyor. Bütün bunlar Mavi Marmara gemisinin –bir çok çevre tarafından eleştirilen- eyleminin hayırlı bir işe yaradığını ortaya koyuyor: İsrail’in Filistin topraklarında uyguladığı zulüm ve ablukayı dünya kamuoyunun gözüne sokmak. Artık Batının bu zulmü görmezden gelmesi zorlaştı. Bu komisyonlar, raporlar ve hatta bu zulme alet edilen kalbi bozulmamış İsrailli askerlerin anlatımları, İslâm ülkelerinin bile görmezden geldiği Filistin halkı için bir umut ışığı oldu. Ama Türkiye ve diğer İslâm ülkelerinin önünde önemli bir görev hâlâ yerine getirilmeyi bekliyor: Hamas ve el-Fetih’in uzlaştırılması ve Filistin’in tek, güçlü ve makul bir ses haline gelmesi. Bu konuda gecikmeksizin daha somut adımlar atılmalı. İsrail’in işine gelen bu bölünmüşlüğün sürdüğü her gün, masum Filistinlilerin dramının ağırlaşması anlamına geliyor. Kısacası; bağımsız komisyonun kurulması önemli bir adım olmakla birlikte, top hâlâ İslam ülkelerinde. Filistin’in kaderine sahip çıkmakta gecikilmemelidir. Batının dikkatinin bu kadar Filistin dâvâsına yoğunlaştığı günlerde, sağlanan uluslar arası kamuoyu desteği iyi değerlendirilmelidir. 26.07.2010 E-Posta: [email protected] |