Baki ÇİMİÇ |
|
Hz. Hızır (as) ve Bedîüzzamân |
Hz. Hızır (as), Hz. İbrâhim (as)’dan sonra Hz. Mûsâ (as) döneminde yaşamış ve peygamber olması kuvvetle muhtemel, hikmet ve ilim sahibi bir şahsiyettir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Hızır’ın (as) isminden açıkça bahsedilmez. Ancak Kehf Sûresi’nin 60-82. âyetlerinde yer alan Hz. Mûsâ (as) ile ilgili kıssadan “Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul...” 1 diye sözü edilen şahsın Hz. Hızır (as) olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bizzat Peygamber Efendimizden (asm) gelen sahîh hadislerde bu şahsın Hızır olduğu açıkça belirtilmiştir. 2 Ayrıca, Hz. Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) buyurdular ki: “Hızır’ın Hızır diye isimlenmesi şuradan gelir. O, kupkuru beyazlamış ot destesinin üzerine oturmuştu. Deste, altında derhal yeşerdi.” 3 Ebü’d-Derdâ (ra) bir gün Mekke-i Mükerreme’de bir dağın üzerine çıktı. Orada hâlinden ve tavrından sâlihlerden olduğu anlaşılan birisini gördü. Yanına giderek “Bana nasîhat et” dedi. O da; “Nasîhat olarak ölüm sana kâfidir” dedi. Ebü’d-Derdâ; “Daha fazla nasîhat et” deyince, o da; “Gam, tasa bakımından kabri düşünmek kâfidir” dedi. Bunun üzerine Ebü’d-Derdâ, Resûlullah Efendimizin (asm) huzûruna gelerek bu hâli haber verdi. Peygamber Efendimiz; “O zât, kardeşim Hızır’dır” buyurdu. 4 İmâm-ı Rabbânî’de Hızır (as) ile ilgili şöyle bir hadiseden bahseder. Bir gün sabah vakti toplanmıştık. İlyas (as) ile Hızır (as) rûhânî şekillerde geldiler. Hızır (as) rûhânî olarak dedi ki; “Biz rûhlar âlemindeniz. Allahü Teâlâ bizim rûhlarımıza öyle bir kuvvet vermiştir ki, insan şeklini alırız. İnsanların yaptığı işleri bizim rûhlarımız da yapar. İnsanların yaptığı gibi yürürüz, dururuz, ibâdet ederiz”. 5 Sahîh-i Buhâri’de bir hadîsde Hz. Hızır’ın (as) ilmi ile Hz. Musa’nın (as) ilmini açıklayan bir ifâde vardır. Şöyle ki; ”Hızır (as): “Sen, benimle hiç mi hiç edemezsin yâ Mûsâ! Bende Allâh’ın kendi ilminden bana verdiği öyle bir ilim vardır ki; sen onu bilemezsin. Sende de Allâh’ın verdiği öyle bir ilim vardır ki; onu da ben bilemem.” cevâbını verdi.” 6 Bedîüzzamân Hazretleri ise özellikle Birinci Mektup ve diğer eserlerinde Hz. Hızır (as) hakkında şu îzâhâtları yapmaktadır. Hazret-i Hızır Aleyhisselâm ikinci hayat tabakasındadır. Bu hayat tabakasında Hazret-i Hızır (as) bir derece serbesttir. Ya’nî, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilir. Bizim gibi beşeriyet levâzımatıyla daimî kayıtlı değildir. Bâ’zen, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değildir. Ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları olduğu ve görüştükleri tevâtür derecesinde nakledilir. Makâmât-ı velâyette, yanî velilik ve ermişlik makâmlarında bir makâm vardır ki, “Makâm-ı Hızır” tâbir edilir. O makâma gelen bir velî, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bâ’zen o makâm sahibi, yanlış olarak ayn-ı Hızır telâkki olunur. Böylece bir iltibas vâki olur.7 Hazret-i Hızır Aleyhisselâm hayırhâh, iyilik isteyen ve nûrânî bir zattır. En zor zamanlarda “Hızır gibi imdâda yetişti.” 8 sözü çok mânidardır. Bu mânâda Üstad da “Risâle-i Nûr, Hızır gibi imdâda yetişti.” 9 diyerek Risâle-i Nûrların bu dehşetli helâket ve felâket asrında imdâda yetişerek îmânları kurtardığına işâret etmektedir. On Dokuzuncu Mektup’ta ise Bedîüzzamân’ın “Hazret-i Hızır’ın âb-ı hayat çeşmesi gibi meded-res ve şifa-resan…” 10 olduğunu ifâde etmesi meded ve imdad yetiştiren hayattar bir nûr verip yardım ettiğine işâret etmektedir. Bazı evliyanın ve kişilerin ise Hz. Hızır’dan ders alması vardır ki; On Altıncı Lema’da Zülkarneyn ünvânında bulunan zatın Yemen padişahlarından birisi olduğu ve Hazret-i İbrahim’in zamanında bulunmuş olup Hazret-i Hızır’dan ders almış olduğu da bildirilir. 11 Makâm-ı Hızır ise, Hz. Hızır`ın (as) makâmıdır. Yirmi Dokuzuncu Mektupta bu mânâda şu îzâhâtlar vardır. “Makâmât-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdî vazîfesinin hususiyeti bulunduğu ve Kutb-u Âzama has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır’ın bir münâsebet-i hassası olduğu gibi, bazı meşâhirle münâsebettar bazı makâmat var. Hattâ o makamlara Makam-ı Hızır, Makam-ı Üveys, Makam-ı Mehdiyet tabir edilir.” 12 Bu mevzû ile alâkalı Bedîüzzamân Hazretleri ile Hızır (as) arasında geçen iki hatıra var. Bu hatıraların ilki şöyledir. “Yarbay Reşat Bey, Konya’da arkadaşına, Bedîüzzamân Hazretlerini ve eserlerini anlatıyor. Arkadaşı ise Üstad’ın büyüklüğünü ve eserlerin hakkaniyetini reddediyor. Reşat Bey de, ‘Madem bana inanmıyorsun, gel, Lâdik Köyüne gidip Ahmed Ağayı bulalım, ona Bedîüzzamân’ı soralım’ diyor. “Reşat Bey arkadaşı ile birlikte mübârek bir zat olan Ahmed Ağa’nın yanına gidiyor ve kanaatlerini sunuyorlar. Ahmed Ağa şu şekilde karşılık veriyor: “Ben size onu nasıl anlatayım ki? O bizim gibi herhangi bir tarîkat silsilesine bağlı değildir. O ne Kutbü’l-Aktab’a, ne de herhangi bir kutuba bağlıdır. O doğrudan doğruya Peygamberimizden (asm) feyiz alır, ona göre hareket eder. Bir hatıramla onun mânevî makâmını size anlatmaya çalışayım. “Bir gün Hızır (as) gelerek, ‘Eskişehir’de zelzele olacak. Taş üstünde taş kalmayacak. Gel, Bedîüzzamân’a gidelim ve duâ etmesini isteyelim ki, bu zelzele hafiflesin’ dedi. Beraberce gidip, Bedîüzzamân’a vaziyetini anlattık. ‘Haberim var, haberim var’ dedi. Hızır (as), ‘Dağlara gidip duâ edelim’ dedi. Bedîüzzamân, ‘Ben hastayım, siz dağlara çıkıp duâ edin, ben buradan duâ edeceğim’ dedi. Eğer onun duâsı olmasaydı, Eskişehir’de gerçekte taş üstünde taş kalmazdı.’ “Bu sözleri dinleyen Yarbay Reşat Beyin arkadaşı iknâ’ olup Bedîüzzamân ve eserlerine taraftar bir vaziyete giriyor. “Emirdağ’daki Büyük Caminin İmâmı Hafız Nuri Efendi, Eskişehir’deki Odunpazarı Camii İmâmı Gönenli Hafız’ın talebesi idi. Bir gün aralarında münâkaşa geçmiş ve birbirlerine darılmışlar. Bu durumu haber alan Üstad, Emirdağ’dan kalkıp Eskişehir’e gelmiş ve Hafız Nuri’yi bulmamızı söylemişti. Ben gidip Hafız Nuri’yi buldum, getirdim. Üstad, Hafız Nuri’ye, ‘Kardeşim, Gönenli Hafız hakîkî bir hafızdır. Aranızda bir nizâ çıkmış. Senin namına gidip ondan özür dileyeceğim’ dedi. “Üstadın sözlerini duyan Hafız ağlamaya başladı ve ‘Üstadım, senin gitmene lüzum yok. Ben giderim, barışırım’ dedi. Gerçekten, bir müddet sonra Gönenli Hafız, Emirdağ’a gitmiş ve talebesi ile barışmıştı.13 İkinci hatıra ise şöyle cereyan etmiştir. “Konya’nın Sarayönü kazasının Lâdik Köyü’nde Lâdikli Ahmet Ağa diye mübârek bir zat vardı. Birinci Cihan Harbinde, Gazze Cephesinde çarpışmış, yaralanmış, bir mağaraya sığınmış, orada Hızır Aleyhisselâmla görüşmüş, kerametleri zahir olan bir mübârek insandı. “Üstad’ın sık sık Eskişehir taraflarına gittiği bir zamandı. Eskişehir’de hep zelzele oluyordu. Lâdikli Ahmet Ağa, Üstad’ın Eskişehir’e devamlı gitmesini şu şekilde değerlendiriyordu: “Bediüzzaman her gün Eskişehir’e gidiyor, siz niçin bu kadar sık gittiğini biliyor musunuz?’ “Hakîkaten Üstad her gün sabah gidip, akşam dönüyordu, şehre girmiyordu. Şehrin dışında namaz kılıyor, duâ edip geliyordu. “Ona vazîfe verdiler. Sen duâ et, çünkü Eskişehir yıkılacak, taş taş üstünde kalmayacak, duâ et, Cenâb-ı Hakka yalvar dediler. Hastayım diye özür beyan ettiyse de özrünü kabul etmediler. Onun için gidiyor her gün Eskişehir’e...” Lâdikli Ahmed Efendi bu hâdiseyi böyle ifade edip, böyle değerlendiriyordu.
Dipnotlar: 1. Kehf Sûresi ;18/65, 2. Buhârî, İlm 16, 44, Müslim, Fedâil 170-174, 3. Buhari, Enbiya 27, 4. Mevlânâ Abdurrahmân Câmi, 5. İmâm-ı Rabbânî, 6. Sahîh-i Buhâri- Kitâbü’l İlim, 7. Mektubat, 2006, s: 15, 8. Sözler, 2004, s: 53, 9. Kastamonu Lâhikası - Mektup No: 35, 10. Mektubat, 2004, s: 244, 11. Lem’âlar, 2005, s: 277, 12. Mektubat, 2004, s: 757, 13. Son Şahitler 3. Cild s. 199 (Muhiddin YÜRÜTEN’in hatırası), 14. Son Şahitler 2. Cild s. 428 (Dr. Tahir BARÇIN’ın hatırası) 19.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Nimetullah AKAY |
|
Herşeyi olduğu gibi ifade etmeli |
Muhakemât okumaları - 8 Görünenler olduğundan farklı gösterilirse, bazı kişilere hak etmedikleri büyüklükler isnat edilir ve ortaya karışık durumlar meydana çıkar. Bu sebeple “Mübalâğa ihtilâlcidir.” denilmiştir. Doğru olan, her şeyi olduğu gibi vasıflandırmak, bir şeyi olduğundan küçük göstermemek ve olduğundan büyük bir şekilde nazara vermemektir. Ancak insanlar her zaman hakperest olmamaktadırlar. Çoğu zaman lezzet aldıkları şeyi olduğundan daha fazla gösterebilmekte, iyiliğini ifade etmek istediği bir şeyi de mübalâğa şeklinde anlatabilmektedirler. Bu durumlar hayal ve hakikatin birbirine karışmasına sebep olmaktadır. Bu şekildeki yanlış yaklaşımlarla iyilik yapmaya çalışmak, aslında kötülük hesabına geçer. Böyle durumlarda insanlar bilmeden, arttırayım derken eksiltirler, ıslâh edeyim derken fesada verirler, methedeyim derken zem ederler, güzelleştireyim derken çirkinleştirirler. Hastalığa iyi gelen bir ilâcı tavsiye edilenden fazla almak hastalığı arttırdığı gibi, olduğundan fazla göstermek de zararlı durumların ortaya çıkmasına sebep olur. Bir kısım ölçüsüz vaizlerin, gıybeti katil gibi göstermesi, ayakta bevl etmeyi de zina derecesine çıkarması, bir küçük sadakayı Hac etmek kadar sevaplı göstermesi, işte bu mübalâğa nev'îndendir. Çünkü bu ölçüsüz ifadelerle katil ve zina hafif bir suç şeklinde gösterilmekte, Hac etmenin değeri de düşürülmektedir. Bu şekilde hareket edenler, dinin bir çok hakikatinin görünmemesine sebep olmaktadırlar. Dini sevenler ve hakikate aşık olanlar her şeyin kıymetine kanaat etmeli, bir şeyi olduğundan fazla büyük veya olduğundan fazla küçük göstermemelidirler. Gerçekleri görmemek Kudrete iftiradır. Bunun içindir ki, yaratılıştaki mükemmellik ve güzelliklere kanaat etmeyenlere İmam-ı Gazali, “İmkân dairesinde yaratılanlardan daha güzeli olamaz” şeklinde cevap vermiştir. Elmas, altın, gümüş ve demir gibi madenlerin özelliklerine göre değerleri birbirlerinden farklı olduğu gibi, dinî hakikatlerin de birbirinden farklı değerleri vardır. Bazılarının yeri hayal, bazılarının da yeri vicdandır. Ticarette bazı mallar için on para vermek gerekirken, bazıları için de altın ve elmas değerinde paralar vermek gerektiği gibi, dinî hükümleri de maksatlarına göre değerlendirmek gerekir. Bu hükümlere aykırı bir şekilde hareket edildiği zaman ve küçük bir hüküm büyük, büyük bir hüküm de küçük gösterildiği zaman dinde istikameti bulmak mümkün olmayacaktır. Bir fabrikadaki küçük bir çark ile büyük bir aletin değerini birbirinden ayıramayan bir kimsenin fabrikayı fesada vermesi gibi, küçük dinî hükümlerle büyüklerini birbirinden ayıramayan bir din ehli, dinden kast edilen doğru hedefe ulaşması mümkün olmayacaktır. Hasılı, Şeriatın Sahibi, şeriatın her bir hükmüne ayrı bir değer vermiştir. Hangi hükmün hangi değere sahip olduğunu bilmek gerekir. Her hüküm, sadece kendisi için takdir edilen değeri istemekte, kendisinin olduğundan fazla büyütülmesini istemediği gibi olduğundan fazla küçültülmesini de istememektedir. Bunun aksine hareket edenler “Kaş yapayım derken göz çıkarmak” misalinde olduğu gibi, dine hizmet edeyim derken, dine en büyük zararı vermektedirler. Böylelerine ancak “sadık-ı ahmak” denilir ki, bunlar din düşmanlarından daha fazla dine zarar verirler. İslâmiyetin hakikatlerini iyi anlamak isteyenler, ortada gezinen değersiz malûmatlarla değil, İslâm’ın ana kaynağı olan Kur’ân ve sünnet-i seniyeyi tetkik etmekle sonuca varmaya çalışmalılar. O zaman görülecektir ki, İslâmiyetin her bir hakikati parlayan birer yıldız ve gerçekleri gösteren aydınlık birer delildirler. Çünkü İslâm hakikatlerinin üzerinde ezel ve ebed nakşı vardır. Ezelden gelip ebede gitmektedirler. Fakat ne yazık ki, nefis ve enaniyetten gelen, insanın kendi nefsini savunması hadisesi, çoğu zaman yanlışlara kaynak bulmaya insanları sevk ediyor. Bunun neticesi olarak bazı fiillerini kadere isnat ederek kendini temize çıkarmaya çalışıyor. Ancak İslâm aydınlığı karanlığa izin vermez. Böyle insanlar sadece kendilerini kandırırlar. Kimsenin insanların hatalarından hareketle İslâm’a leke sürmeye hakkı yoktur. Böyle hareket etmek insafsızlıktır. Hakperest olanlar böyle hareket edemez. Zira bir Müslümanın her bir sıfatı ve davranışı İslâmiyetten kaynaklanmayabilir. 19.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hizmet ve aile ilişkileri |
Almanya’dan okuyucumuz: “Hizmette bulunan evli kadın veya erkeğin, eşlerine veya ailelerine karşı tutumları nasıl olmalıdır? Birbirlerine nasıl yardımcı olmalılar? Erkeğin hizmet sebebi ile evine az uğraması veya kadının hizmet amacıyla beyinin isteği dışında hareket etmesi doğru mudur?” Aile barışı hem dünyevî, hem uhrevî iş ve hizmetlerde başarının anahtarıdır. Ailedeki huzursuzluk da başarısızlık olarak sosyal hayatımıza ve faaliyetlerimize yansıyabilir. İman hizmetinde aile barışını sağlamak hem önemlidir, hem faziletlidir, hem de kolaydır. Bunun için kime hizmet ettiğimizi, kime hesap vereceğimizi, kimden mükâfat beklediğimizi bilmemiz yeterlidir. Zaten teklif-i mala yutak, yani güç yetirilmeyen bir teklif yoktur. Allah ne vermişse, imkânlarımız ne kadarsa, gücümüz neye yetiyorsa, onu yapmakla mükellefiz. Gücümüz ve imkânlarımız nispetinde verilen vazifeyi ve hizmeti, hesabını Allah’a vereceğimizi bilerek, mükâfatımızı da Allah’tan bekleyerek yapmamız, hizmette samimiyeti ve başarıyı yakalamamız ve gerekli yardımlaşmayı sağlamamız için önemlidir. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri insanın “eşini”, sevgisini, aşkını ve şevkini paylaşacağı ve işlerine muavin ve yardımcı olacağı “kalbine mukabil bir kalp” olarak vasıflandırır ve bu karşılıklı kalplerin lezzetlerde ortaklığa gittikleri gibi, gam ve kederde de, sıkıntı ve çilede de yekdiğerine destek olmalarının önemi üzerinde durur. 1 Anlaşılıyor ki, mü’min; eviyle, barkıyla, çoluğuyla, çocuğuyla, işiyle, hizmetiyle, sevdikleriyle, yakınlarıyla, eşiyle, dostuyla “çekirdek bir hayat” yaşamaktadır. Bu hayat, ebediyette filiz, Cennette çiçek açmaya namzet; dünyayı cennete çevirmeye ehil; sorumluluk ve hizmet üstlenmekte fedakâr; fedakârlıkta rahmetin ve lütfun zevkine ermiş; rahmet ve lütufta ebediyet ve beka müjdesine ulaşmış bir çekirdekten ibarettir. Dünya dârü’l-hikmettir. Âhiret dârü’l-kudrettir. Biz hizmet yurdundayız. Hizmet yurdunda ücret peşinde olamayız. Sorumluluk mevsimindeyiz. Rehavet içinde bulunamayız. Allah için yaşamak mevkiindeyiz. Başkası adına adım atamayız. İman dâvâsındayız. Başka bir gaye için nefes alamayız. Yolumuzun ötesinde ebediyet var. Fenaya gönül veremeyiz. Kur’ân’ınımızın, “iyilik ve takvada yardımlaşın. Günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın” 2 emri var. Başımızın tacı. İyilik ve takvada birbirimizi itemeyiz, birbirimizi yok sayamayız. Birbirimize engel olamayız, köstek olamayız. İmkân varsa ve elimizden geliyorsa, en azından duâ ile birbirimize yardımcı olmak zorundayız. İman hizmeti farzdır. Fakat bu farizayı evimiz ile, aile efradımız ile bağlarımızı kopararak değil, barış içinde, onları ihmal etmeden ve mümkünse yardımlaşarak eda etmeliyiz. Ne erkek için, ne kadın için, aile bağlarını koparmak tavsiye edilen bir yol değildir. Bilâkis, yardımlaşmak emredilmiştir. Yardımlaşmak dururken, neden kopmak, itmek, terk etmek, feda etmek! Çünkü hem erkeğin, hem de kadının, gerek kendi evine karşı, gerek eşine ve çocuklarına karşı, gerekse annesine ve babasına karşı hangi sebeple olursa olsun, sorumluluklarını ve görevlerini göz ardı etmesi, aile bireyleri üzerinde sosyal, psikolojik, ahlâkî onarılmaz yaralar açabilir. Evin ne kadınının, ne erkeğinin, gerek birbirlerini, gerekse çocuklarını ihmal ederek makbul bir hizmet yapabileceklerini düşünmemelidir. Çünkü gerek baba, evi üzerindeki himmetiyle; gerek anne, çocuklarına karşı şefkatiyle çocukların ve bir bütün olarak aile bireylerinin manevî hayatlarında, yerleri doldurulamayacak birer öneme sahiptirler. Nitekim Kur’ân’ın ve Peygamber Efendimizin (asm) zihinlere nakşettiği müstesna vecibelerden birisi de, “sıla-i rahimdir”. Yani kişinin aile bireylerinden, sair akrabalarına kadar geniş bir yelpazenin hakkını gözetmesi. Bir hadis-i kutsîde Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Allah Ben’im! Rahman da Ben’im! Rahmi (yakınlığı ve yakınlık sebeplerini) Ben yarattım! Ve bunun için ona Rahman ismimden türeyen bir isim verdim. Kim yakınlığın gereklerini yapar ve yakınlarını gözetirse, Ben de onu gözetirim. Kim yakınlarıyla ilişkisini keserse, Ben de onunla ilişkimi keserim.” 3 Binaenaleyh, evine ve aile bireylerine karşı sorumluluğu olanların, hizmet ile bu sorumlulukları arasında denge kurmaları lâzımdır. Sorumluluğu olmayanların veya bu sorumluluklarını bilâhare bir şekilde telâfi etme imkânına sahip olanların, aile bireylerinin bilgisi ve rızası dâhilinde daha fazla hizmete yoğunlaşmaları mümkündür. Buna bir diyeceğimiz yok. Erkek hizmetinden dolayı evine az uğrayacaksa, bunu eşiyle paylaşmalı, eşinin duâ ve desteğini almalı, evinin maddî-manevî sevk ve idaresinde bir aksamanın olmayacağından emin olmalıdır. Kadın da, hangi amaçla olursa olsun, beyinin isteği dışında hareket etmemelidir.İman hizmetini “aile barışı” içinde yürütmenin, başarıya başarı katacağı; hizmette şevk ve heyecanı, evde feyiz ve bereketi arttıracağı unutulmamalıdır.
Dipnotlar: 1. İşârâtü’l-İ’câz, s. 196. 2. Mâide Sûresi: 2. 3. Tirmizî, Birr, 9; Buhârî, Edep, 13. 19.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Nur mesleğinde müstebitlerle asla uzlaşılmaz |
Müslümanları geri bırakan sebeplerden beşincisi, “Çeşit çeşit sarî (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden istibdattır.1 İstibdat ise; bir şeyi zorla kabul ettirmek, İslâmiyeti zehirlendiren, herşeye bulaşarak zehrini atan muzır ve olumsuz bir haslettir. 2 Hayatının her safhasında hakkın hatırını yüksek tutan ve diktatatörlerle mücadele eden Bediüzzaman; müstebit, baskıcı, diktatör idarecilerle asla uzlaşmaz. Hatta, “Veli nazarıyla bakıyorum!” dediği II. Abdülhamid’in bile istibdadını, şiddetli bir şekilde eleştirir. Rus gazeteci Nadejda Kevorkova’nın ifadesiyle, “Cezalandırıcı yönetime karşı çıkma cesaretini göstermiş, inananlara aman vermeyen rejime ölümüne muhalefet etmiştir.” 3 Meşrû, hakîki meşrûtiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım”, 4 der. “M. Kemal Paşa, itiraz ile, içindeki niyet ve halet-i ruhiyesini ifâde ile, Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfûzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a meb’usluk, hem Darü’l-Hikmet’teki eski vazifesini, hem Şark’ta Şeyh Sünûsi yerine vaiz-i umûmi, hem bir köşk tahsisi gibi tekliflerini reddeder. 5 Bediüzzaman, Sungur Ağabey’e diyor: “Menderes seni maarif nazırı yapsa. Mekteplerde Nurları okutacaksın dese, fakat arada sırada bazı meselelerde bizim dediğimiz gibi olacak dese, sen de kabul etsen... Nurdaki ihlâs bunu reddeder.” 6 Bediüzzaman’ın, “Ben bir mânevî âlemde İslâm Deccâlını gördüm. Yalnız birtek gözünde teshirci bir manyetizma gözümle müşahede ettim ve onu bütün bütün inkârcı bildim…” 8 dediği şahısları övmesi ve yamaklarıyla işbirliği yapması da elbette Risâle-i Nur’la asla bağdaşmaz. Bediüzzaman’ın bu husustaki hassasiyetini takip edelim: Bütün mekteplerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hâl ise, âlem-i İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde, onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine katî hüccetler gösteren ve ispat eden Risâle-i Nur geçmesi, kemâl-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hadisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur. 9 Keza Bediüzzaman, “İşittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık, Kur’ân’a karşı sû-i kastını, tercümesiyle yapmaya başlamış. Ve demiş ki: “Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.” Yani, lüzumsuz tekrarâtı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş. Fakat Risâle-i Nur’un cerh edilmez hüccetleri katî ispat etmiş ki, (...) Kur’ân’ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisân muhâfaza edemez. Ve herbir harfi on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur’âniyenin mu’cizâne ve cemiyetli tâbirlerinin yerinde beşerin âdi ve cüz’î tercümeleri tutamaz, onun yerinde câmilerde okunmaz, diye Risâle-i Nur her tarafta intişârıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı. Fakat, o zındıktan ders alan münâfıklar…” 10 şeklinde İslâm şeairini tahrip eden ahirzamanın dehşetli eşhasını ve yardımcılarını, böyle tavsif eden Risâle-i Nur’a rağmen, “Dine hizmet ettiler, kahraman idiler!” diye muhabbet beslemek veya beslettirmek; Risâle-i Nur’la bir ilgisi olmadığı gibi, bilâkis, ona karşı cephe almak ve muaraza etmektir. 28 Şubat arefesinde, darbecileri/müstebitleri destekleyip, “içtimâî direnci” kıran herhangi birinin Risâle-i Nur’la, Nurculukla ne ilgisi olabilir? Ve müstebitleri/darbecileri övüp, Ahrarları yermenin akıl-mantıkla bağdaşır yanı nedir?
Dipnotlar: 1- Tarihçe-i Hayatı, s. 79.; 2- Münâzarât, s. 22.; 3- Gazeta, 220. sayı, 23.11.2007.; 4-Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, s. 63.; 5- Tarihçe-i Hayatı, s. 131.; 6- cevaplar.com.; 8- Şuâlar, s. 514.; 9-Şuâlar, s. 298-299.; 10- Sözler, s. 425. 19.07.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Küçük dairede büyük hizmet |
Afakî konulara dalıp giden, geniş daireye mahsus işlerde koşturan kimseler, ne hikmetse "dört duvar arasına kâinatı sığdıran îmânî dersler"i küçümseme cihetine giderler. Dahası, bu daimî ve bereketli hizmete hayatını vakfedenleri de çoğu zaman hor ve hakir görürler. Bu yanlış bir görmektir, yanlış bir tanımaktır... Belki de hiç tanımamaktır, o "küçük âlemde büyük cihad" ile meşgul olanları. O hakikat yolcuları ki, "Oku!" emr–i İlâhîsine mazhar olmayı hayatın en mühim bir gayesi bilirler. Ve aynı saikle, o kudsî emir istikametindeki mânâları neşr ve ilân eden eserleri ellerinden düşürmezler; mütemâdiyen okurlar, mütalâa ederler, ders yaparlar... Okunan eserler külliyâtı bir bahçedir; her bünyeye uygun çeşit çeşit nûrânî meyveler verir. Bir mektep, bir medresedir; her mizaca, her zekâvete hitab edecek kelâmı bahşeder. Bir eczahane, bir şifâhanedir; her nabza uygun şerbeti sunar. Hulâsa, ilimlerin harmanıdır, duyguların dermanıdır, bir tefekkür ummanıdır okunan külliyât: Risâle–i Nur Külliyâtı... Can fedâ etmek kolay; lâkin hayatı fedâ etmek zordur. Bir ömür boyu okumak, okunanı nefse tatbik etmek; evet, işte bu hayatı fedâ etmek demektir. Canı fedâ edip bir kez şehid olmaya bedel, nefisle cihad–ı ekber içinde olup her gün şehid sevabını kazanmak, elbette kolay değildir. Bu ise, nihayetsiz bir azm u sebat ister. Herkes yapamaz bunu. Her babayiğit tahammül edemez bunca uzun eziyete, zahmete, meşakkate... İşte, "hayatı fedâ" etmeyi gerektiren bu çileli yolda yürümeyi göze alamayan bir kısım "mücahit taslakları" külliyat okuyucuları için bakın neler diyor, neler: "Siz, daha ne zamana kadar dört duvar arasında kalacaksınız? Yıllardır hep aynı şeyleri okuyor, aynı şeyleri yapıyorsunuz. Elinizden kırmızı kapaklı kitapları düşürmüyor, gece–gündüz durmadan okuyorsunuz. Tek tek okuyor, cemaat halinde onlardan ders yapıyor, ama aynı yerde duruyor, hep dört duvar arasında kalıyorsunuz. Bir adım ileriye gitmiyor, açılım yapmıyor, geniş alanlara el atmıyorsunuz." V.s... Dur bre gafil, dur! Enginlerde otur da, selâmette kal. Katı yükseklerden uçucu olma! Sonra başın döner, düşersin; kolun kanadın kırılır... Bak, senin gibi uçmaya heveslenip düşen, serseme dönen nice kör ve sağır, nice çolak ve topal adam var ortalıkta... * * * Bilemeyiz, bazılarına nasihat kâr eder mi, bir faydası olur mu? Ama biz yine de seslendirelim inancımızı... Gafiller bilmelidir ki, âfâka açılıp boğulmak değil; deryayı damlaya sığdırmaktır asıl maharet. Kezâ, âlemin uçsuz bucaksız köşelerine gitmek değil; kâinatı ele–avuca alıp dört duvar arasına sığdırmaktır aslolan. Ve, kâinata sığmayan Allah'ı, bir insanın kalbine sığdırmaktır, asıl hakikat...
Tarihin yorumu 19 Temmuz 1948 Kemalistler Demokrat'ı böldü Tarih içinde ciddiye alınmayacak bazı sebep ve bahanelerde Demokrat Partiden ayrılan bir grup milletvekili, 19 Temmuz 1948'de Millet Partisini kurdu. Fevzi Paşanın fahrî başkanlığında 33 kişi ile kurulan bu partinin resmî genel başkanlığına ise, "Kemalist Profesör" olarak da bilinen Y. Hikmet Bayur getirildi. Kemalist Bayur, Millî Eğitim Bakanı olduğu 1935 senesinde, İstanbul Üniversitesinden başlamak üzere, Türkiye'nin bütün okullarına "Devrim Tarihi, Atatürk İlke ve İnkılâpları" dersini koyduran kimsedir. Bu ders, tam 75 senedir daha da yaygınlaştırılarak devam ettirilmektedir. İşte, "dindar/muhafazakâr Kemalistler"in baş tacı etmiş olduğu Bayur ve Çakmak, sayesinde Meclis'e girmiş oldukları Demokrat Partiyi ortadan bölmekten çekinmediler. İki yıl müddetle çalışıp, DP'nin içini boşalttılar ve toplam 61 üyenin 28'ini MP'ye transfer ederek, Meclis'te yeni bir grup oluşturdular. Bunu yapmakla, aslında Millî Şef İsmet İnönü'nün işini kolaylaştırmış oldular. 25 senedir ülkede diktatörlükle iş gören İsmet Paşa, karşısındaki muhalefeti bölüp parçalayarak saltanatını sürdürmek maksadındaydı. Bu maksadına da, dindar Kemalistleri kullanarak nail olmak istedi. Dolayısıyla, Fevzi Paşayı defalardır oyuna getiren İsmet Paşa, 1948'de son bir kez daha oyuna getirmişti ki, İlâhî takdir devreye girerek bu son oyunu bozdu ve hadiselerin seyrini değişmeye yüz tuttu. 1948–50 yılları arasında ciddî bölünme krizleri yaşayan ve 14 Mayıs seçimlerine vargücüyle asılan DP, nihayet seçimlere 40 günlük bir zaman kala Fevzi Paşanın ölmesiyle birlikte derin bir nefes aldı ve yapılan seçimlerde zafere ulaştı. Siyaset sahnesinde, Fevzi Paşa ve Hikmet Bayur gibi "muhafazakâr Kemalistler" hiç eksik olmadı. Bazan zayıf düşüp sönük kaldılar, bazan da yükselip kuvvet kazandılar. Ancak, Demokratlar'a her defasında zarar verdiler, onların işini zorlaştırdılar. 19.07.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
İmanı olup da negatif olanlar olabilir mi? |
İmanı olmayan insanlar sadece kazanç durumlarında, menfaat durumlarında pozitif olurlar. Hayatın içindeki sıkıntı pencereleri açıldığında ise, pozitiflik, mutluluk diye bir şey kalmaz. Oysa pozitiflik denen şey, bir süreçtir. Aydınlatma lambasının düğmesine dokunmaktır. Yani mutluluk da, neşe de, hüzün de, kazanç da, kayıplar da bir bütün olarak her şey, içinde anlamlı mesajlar taşır. Hatta bazen kayıplar, musîbetler, şer gibi görünen şeyler, ilgili insan için çok ciddî olumlu, pozitif sıçramalar, kazançlar olabiliyor. Onun için de bazen insanın kendisi için şer gördüğü şeyde hayırlar, hayır gördüğü şeylerde ise şerler olabilir. Burada güzel olan, kişiye düşen yapıldıktan sonra tevekkül ve teslimiyet hali içerisinde olmaktır. Asıl konumuz imanı olup da pozitif olamayanların durumlarıdır. İman, mahza bir pozitif programdır. Bu programın ne kadarının kullanılabildiği önemlidir. Çok amaçlı bir bilgisayarın, sadece bir amaç için kullanılması da mümkündür. Kullanmasını bilmeyen için, bu ciddî potansiyel bir anlam ifade etmeyecektir. Ama kendisine yüklenen programın sınırlarını zorlamak arzu edilendir. Çünkü bu programlar kullanılsın diyedir. İman da çok amaçlı ve çok yönlü bir programdır. Bilgisi oranında, yani imanının kuvveti oranında insan, bu programı çok yönlü kullanabilecektir. Nitekim Hazret-i Peygamber, kendisine verilmiş olan programı maksimum düzeyde kullanmış bir rol modeldir. Ehl-i imanın normal şartlarda imanının gereği olarak pozitif bir insan olması gerekir. Ama durum böyle olmayabiliyor. Eğer iman sahibinin taşıdığı imanın derecesi düşükse, ister istemez bu iman kişiyi aydınlatamayacaktır. Kişinin hayat yolculuğunda ona doğru yolu gösteremeyecek veya yanlış yoldan alıkoyamayacaktır. Bu tabiî ki, imanın taklidi olmasıdır. Nasıl bir güce dayandığını, O’nun neler yapabileceğini bilmemektir. Bu da, cehalettir. İmanı olup da, pozitif olamayan insanlar, safra hastası gibidirler. Safra hastalarının tat alma özellikleri yoktur. Ona siz çok leziz bal da ikram etseniz, o bu balın tadını alamaz. Çünkü hastadır. Bu balın tadını alabilmesi için, hastalığının tedavi edilmesi lâzımdır. Bu durumda, problem bal da değil, balın tadını alamayan hastadadır, insandadır. Ya da içinde binlerce ilâçlar bulunan bir eczanede, eczacı hastalansa, o ilâçların içinde olması iyileşmesini netice vermeyecektir. Ta ki, ne zaman, o hasta, o ilâçları kullanmaya başlar, o zaman iyileşme görülebilecektir. İşte eğer iman kişiyi hayatın olumsuzluklarından, negatifliklerinden, günahlarından, hatalarından alıkoyamıyorsa, burada problem imanda değil, o imanı hayatında kullanamayan, manen hasta insandadır. O zaman imanı olup da pozitif olamayan insanlar, aslında hayata tesir etmeyen bir iman taşıyorlar demektir. Asır ciddî kirlenmeleri netice verdiği için, ayna artık ayna olma özelliği taşıyamaz hale gelmiştir. İnsan, günahlarla kirlenmiş böyle bir imanla, elbette hayatın güzelliklerini, pozitifliklerini göremeyecektir. Yani gözlük ayarı bozulan insanın gözlerinin görüntüleri netleştirememesi beklenen bir sonuçtur. Bu görüntü bozukluğu görülen şeylerde değil, görendedir, gözlerdedir. Allah’ın koymuş olduğu fıtrat kanunları, pozitif unsurları algılayacak şekilde kodlanmıştır. Eğer algılamada bir problem varsa, ya fıtrata zıt hareketler vardır ya da ciddî bir kirlenme söz konusudur. Yani program bozulmuştur. O zaman yapılması gereken, Cenâb-ı Hakkın koyduğu fıtrat kanunlarına geri dönmektir. Bozulmayı gidermektir. Bu da insanın, kulluğunu idrak ile olacaktır. Pozitiflik programı çok yönlü bir program olup, içinde iman ve imanın beraberinde olması gereken ibadetler, ibadetlerin de ihlâs sırrı içerisinde olması beklenen sonucu verebilecektir. Tabi bir önemli özellik de, kulun oluşabilecek kirlenmelere karşı, tevbe ve istiğfarın ihmal edilmemesidir. Yani virüslere karşı son versiyon taramalar yapabilmektir.Bunun da en güzel yolu, sünnet-i seniyedir. 19.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Sağlık için şükür |
Sağlıkla ilgili konular gündeme geldiğinde, Kanunî Sultan Süleyman’ın meşhur gazeli hatırlanır. “Muhibbi” imzasıyla şiirler yazan “Muhteşem Süleyman” şöyle demiş: “Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi/ Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi.” Özetle; sıhhatli bir ‘nefes’ alıp vermenin ‘devlet’e sahip olmaktan daha değerli olduğunu anlatıyor ki, bunu da en iyi ‘nefes’ almakta zorluk çekenler takdir edebilir. İnsanoğlu, sahip olduğu nimetlerin değerini, ekseriyetle elinden kaçırdığında fark eder. Kalbimiz ‘tek’lediğinde kalbimizi, böbreğimiz sancı yaptığında böbreğimizi fark ederiz. İnsanoğlu, tıp ve teknolojide yaptığı gelişmeler sayesinde çoğu hastalıklara ‘çare’ bulabildi. Ama nihayetinde ‘ölüm’ gibi bir hastalığa teslim olmak durumundayız. Tıb sahasında yapılan bütün çalışmaların nihaî hedefi, insan ömrünü uzatmak, daha rahat ve daha iyi şartlarda ömür sürmek olarak izah edilir. Geçmiş yıllara nisbetle sağlık sisteminde iyileştirilmeler yapılmış olsa da Türkiye’deki ‘sistem’in problemlerden arındığını söylemek kolay değil. Elbette bu durumun geçmişe dayanan sebepleri de vardır. Zaman zaman bazı ‘vurgun’lar ortaya çıkarılabildiğine göre, ‘arıza’lar devam ediyor demektir. Anayasa Mahkemesi’nin, kamuoyunda “tam gün” uygulaması olarak isimlendirilen düzenlemeyi kısmen iptal etmesiyle birlikte sağlık konusu yeniden Türkiye’nin gündemine yerleşti. Sağlık Bakanlığı, “Vatandaş ile hekimler arasındaki para ve bundan kaynaklanan güvensizlik ilişkisini tamamen bitirmek” (17 Temmuz 2010 tarihli Sağlık Bakanlığı basın açıklaması) için devlet hastanelerinde çalışan doktorların “özel muayene” açmasına itiraz ediyordu. Fakat Yüksek Mahkeme, kanunun bu maddesini iptal ederek özel muayene yolunu açık tuttu. Şimdi de “Üniversite hastanelerinde çalışan doktorlar farklı, devlet hastanelerinde çalışanlar farklı” şeklinde konunun ayrıntıları tartışılma devam ediyor. Tarafların kendilerine göre haklı oldukları yönler olabilir. Fakat ortada bir gerçek var: Uygulamaya konulan yararlı değişikliklere rağmen vatandaşın sıkıntısı sona ermiş değildir. Bilhassa büyük şehirlerde ‘telefonlar randevu’ noktasında da sıkıntılar devam ediyor. Bir de bunca iyileştirmelere rağmen ‘diş hekimliği’ konusunda özel hastanelerle SGK arasında makul bir anlaşma yapılamamış olması vatandaşı zora sokuyor. Değişik vesilelerle görüştüğümüz bazı uzman doktorlar da, hastanelere ait döner sermaye paylarının doktorlar arasında ‘standart’ şekilde dağıtılmasının ‘daha çok çalışan’ı teşvik etmekten uzak olduğuna dikkat çekmişlerdi. Bazı ağır ameliyat yapan doktorların (meselâ, organ nakli yapanlar gibi) iş yükünün daha fazla olduğu ve böyle uzmanların mutlaka teşvik edilmesi gerektiğini düşünenler var. Aksi halde bu uzmanların ‘devlet hastaneleri’ yerine özel hastanelere kayacaklarını bunun da ‘meslekî gelişme’ye sekte vurabileceğini ileri sürenler oldu. Ayrıntılar bir yana, sağlık hizmetlerinden faydalanmak en temel haklarımızdan biri. Konuşa konuşa, tartışa tartışa en uygun olan ‘yol’un bulunması bütün Türkiye’nin beklentisi. Ne inadla, ne de ‘yanlışta ısrar’la bir yere varmak mümkün değil. Gelişmiş ülkeler bu işi nasıl hallettiyse biz de halledelim, ‘sıhhat’imizin kıymetini bilelim ve her daim şükredelim... 19.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Hamdi Yeşildağ |
Geçtiğimiz 13 Haziran günü Tahlil köşesinde çıkan “Gazeteyi ulaştırmak” başlıklı yazıda, basılan gazeteleri matbaadan çıktıktan sonra bölgelere gidecek uçaklara yetiştirmek üzere havaalanına sevk etmek için yaşanan telâş anlatılıyordu. İstanbul’un mâlûm trafiğinde, yazın sıcağında ve kışın karlı, sisli, yağmurlu, fırtınalı havalarında her gün tekrarlanan bu koşuşturmanın isimsiz kahramanları şoförlerimiz. İşte hafta içinde rahmet-i Rahman’a kavuşan Hamdi Yeşildağ onlardan biriydi. Önce, gazetenin Cağaloğlu’nda hazırlandığı dönemlerde bu görevi yaptı “Şoför Hamdi Ağabey,” sonra Yenibosna yıllarında. Görevinin son dönemlerine doğru yine telâşlı bir seyir halindeyken hayli ciddî bir kaza geçirmiş ve ondan sonra emekliye ayrılmıştı. Ama emekli olduktan sonra da gazeteyle irtibatını kesmedi. Fırsat buldukça ziyarete gelip herkese uğradı ve kendisine has Siirt şivesiyle tatlı sohbetler etti. Bir ara beyin kanaması geçirerek epeyce bir süre yoğun bakımda kaldı ve sonra atlattı. Ama bir daha eski haline dönemedi. O hastalığını gazeteye telefonla bildiren oğlu Murat’ın, birkaç yıl sonra geliveren âni vefatıyla “evlât acısı”nı yaşadı. Böylece Hastalar Risalesi’ndeki “Çok ağır hastaların başında ağlayanlar ve sıhhatleri yerinde olanlar ölmüşler, o ağır hastalar şifa bulup yaşamışlar” (Lem’alar, s. 479) cümlesinde ifade edilen hakikati hatırlatan bir hale bizzat muhatap oldu. Hamdi Yeşildağ Yeni Asya’nın öncü ve kurucu kadroları içindeki isimsiz ve fedakâr kahramanlardan biriydi. Çok zor şartlar ve imkânsızlıklar içinde hizmetin bir yerinden tutarak fedakârca gayret gösteren, ihlâs ve samimiyet âbidesi bir neslin hayattaki son temsilcilerinden biriydi. Vitrinde görünenlerden değildi. Ama verilen hizmetin neticelenip tamamlanmasında hayatî ve kritik öneme sahip kilit görevlerden birini üstlenmişti. Birbirini tamamlayan ve birinin aksaması halinde fabrikanın tümünün âtıl kalacağı çark ve dişlilerden birinde canla başla emek sarf etti. Şimdi Hamdi Yeşildağ rıza-yı İlâhî yolunda ihlâsla yürüttüğüne şahit olduğumuz hizmetinden terhis olarak, Cennet bahçelerinden biri olduğuna inandığımız berzahtaki menziline intikal etmiş bulunuyor. Ve kendisinden önce, genç yaşta bu dünyadan ayrılan oğluna kavuşup onunla da hasret gideriyor. Her ikisini de, Yeni Asya’nın öncü kadrolarından rahmet-i Rahman’a kavuşmuş diğer bütün hizmet erbabıyla birlikte rahmetle yad ediyoruz. Ruhları şad, mekânları Cennet olsun. Cenab-ı Hak, geride kalan aile efradına sabr-ı cemîl ihsan eylesin. ««« Geri sayımda son üç hafta Ramazan-ı Şerife ve dolayısıyla bu aydaki “cep boy Kur’ân ve Mu’cizat-ı Kur’âniye” hamlemize üç hafta gibi bir zaman kaldı. Daha önce, kitapların 15 Temmuz’dan itibaren mahallere gönderilmeye başlanacağını duyurmuştuk. Ancak ilgili servislerimizden bize verilen bilgiye göre, elde olmayan sebeplerle, Kur’ân’ın ve kitapların basımında, önceden öngörülemeyen bir gecikme olmuş. Son durumda, kitapların altı gün gibi bir gecikmeyle, önümüzdeki Çarşamba gününden itibaren gönderileceği bilgisini aldık. Bu program dışı gecikmeden dolayı temsilci ve okuyucularımızdan özür diliyor, telâfi etmek için ellerinden gelen gayreti göstereceklerine inanıyoruz. Elbette ki, bu gecikme sebebiyle, kampanya için çalışma süresi kısalmış olacak, ama netice itibarıyla önümüzde yine de yeterli sayılabilecek bir zamanın var olduğunu, bu hesap dışı gecikmeyi dikkate alarak daha da hızlandırılıp yoğunlaştırılmış çalışmalarla güzel sonuçlar alınabileceğini düşünüyoruz.Allah yardımcımız olsun.««« Ramazan sayfası Ramazan sayfası için yapılan çalışmalar elimize ulaşmaya başladı. İlgi gösteren arkadaşlarımıza değerli katkıları için teşekkür ediyor ve çalışma yapıp henüz bize ulaştırmayanların da ellerini çabuk tutmalarını rica ediyoruz. 19.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Fıtrat tesettüre zorluyor... |
KUZEY Avrupalı ifrat ve tefriti yalnızca düşünce ve fikirde yaşamıyor. Maddî havalardaki zıt noktalar da son zamanlarda dikkatleri çekmeye başladı. Kışın burudeti eksi 31’leri geçtiği gibi yazın harareti artı 40’ları vuruyor. Kuzey Avrupa’nın bu sert iniş ve çıkışlar arasında çoğu kez şaşkınlık ve sersemliği yaşadığını söylememiz mübalâğa olmaz...Kuzeylilerin nisbeten kışlara ve kışların soğuğuna alışık olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat “Sibirya soğuklarına” pek alışık değiller. Denizden yüksekliği altı yüz metreyi pek geçmeyen kuzey coğrafyasındakilerin yüksek nem ile yaşadıkları 40 derece ise, buradaki insanları adeta düşünemez hale getiriyor. Düşünce melekesini bu hararet altında kısmen kaybeden insanlar ve bilhassa kadınlar; akıllarını ve bedenlerini daha büyük zararlara uğratacak şekilde soyunup caddelere sokaklara taşınıyorlar. İnsanlığın temel değerlerini, kadınlığın haysiyetini, iffet ve nezafetini ayaklar altına alan manzaralar, fıtratı bozulmamış herkesi rahatsız ediyor. Bir ayı aşkındır Almanya'yı kavuran çöl sıcağı, “medenî olduklarını” zanneden bazı semavî din karşıtlarına, çölde yaşayan insanlarla istihzanın ne kadar yanlış olduğunu İnşallah anlatmıştır. Cehennemî sıcaklıkların ten ve ciltlerindeki tahribatını çok yakında ilmî makaleler ortaya koymadan önce, aynı hararetin buradaki insanlarda meydana getirdiği “psikolojik bozukluğun” da altını çizmekte fayda var. Kuzeyli kadınların, kendilerini müstehcenlik ve fuhşa teşvik eden “sinsi dinsiz ve ahlâksız cereyanların” oyunlarının şimdililik farkına varmaları nisbeten zor görünüyor. Zira söz konusu “kadın karşıtı ifsad cereyanını,” maalesef aktüel politikacılar, medya ve ipi mâlûm şebekelerin elinde olan feminizm azıcık destekleyince, kuzeyli kadınların hem ruh, hem de beden sağlıkları ciddî tehlike ile karşı karşıya kalıyor. Son zamanlarda yayınlanan sağlık istatistiklerine göre “cilt kanseri” büyük bir atakla üst sıralara sıçramış. İnsanların kirlettiği çevreden semaya yükselen zararlı gazlarla dünyamızın damı delik deşik olmuş. Bu böyle devam ederse, önümüzdeki senelerde Hannelore Kohl’un akibetini maalesef birçok Alman yaşayacakmış. İnsanları sağlık sebeplerinden dolayı sigaradan uzaklaştırmaya çalışan insanî hareketler, kuzeylileri ciddî bir şekilde tehdit eden hastalık böyle devam ederse, bu defa müstehcenliğe karşı bilhassa kadınları uyarmaya başlayacakmış... Semavî dinleri – Musevîlik, İsevîlik ve İslâmiyet – dinlemeyen, insaniyete ve ahirete yönelik gözü kör Avrupa medeniyetinin fıtrat dışına çıkışının cezasını yalnızca Avrupa kıt'asında yaşayanlar çekmiyor. Avrupa kültürünü “medenî kültür” diyerek elindeki maddî kuvvetlerle üçüncü dünyaya dayatan emperyalistler yüzünden, bütün dünya bu “yaratılış karşıtlığının” bedelini maalesef ödemek zorunda kalıyor.İslâmiyet ile insaniyet-i kübrayı aynı anlamda değerlendirenler, ahirzaman Peygamberinin “fıtrat peygamberi” olduğunu bilirler. Fıtrat Peygamberinin “insanlığa hediye ettiği” hayatı takip edenler, ne kışın sıfır altı otuz bir derecesinden, ne de sıfır üstü kırk derecesinden pek rahatsız olmazlar. Giysileri, yiyecekleri ve içinde oturdukları evleri “fıtrata göre” düzenlenmiştir onların. İnsanlar, başlarını yalnızca soğuktan korunmak için örtmezler. Sıcaklık bir yönüyle soğuktan daha tehlikelidir sağlığımız için. Asyalının, Arabın veya Kuzey Afrikalının kıyafetini alaya alan Avrupalılar, belki şu günlerde “fıtrî giyimi” düşünebilecekler. Kadını hem bedenî, hem psikolojik ve hem de sosyolojik olarak tehlikelerden koruyan tesettürün aleyhindeki “dinsiz ve ahlâksız çetelerin” ağzına fıtrat da çok yakında sesi ta Çin’den duyulacak büyük bir şamar vurmaya hazırlanıyor. İnsanlığı ve bilhassa Avrupalıları söz konusu acıklı akibetlere karşı uyaran insaniyetperver kurumlara, hakikî İsevîlere ve Müslümanlara büyük görevler düştüğünü, hadiselerin gelişimi haber veriyor. Bizden sadece hatırlatması.... 19.07.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Casus takası ve İranlı nükleer fizikçi muamması! |
Son birkaç haftadır casusluk ve adam kaçırma hikâyeleri gündemdeki yerini aldı. Önce on –sonra onikiye çıktı- Rus casusunun yıllardır Amerika’da cirit attığı, gayet lüks bir hayat sürdüğü ve elde ettikleri bilgileri Rusya’ya gönderdikleri ortaya çıktı. Ne hikmetse yıllardır pahalı bir ‘Amerikan Rüyası’ yaşıyor olmaları kimsenin dikkatini çekmemişti. Sonunda bu casuslar, ABD’nin hiçbir zaman resmen casus olduklarını kabul etmediği, “baskı altında zorla ifadeleri alınan mağdurlara sığınma hakkı tanıyoruz” bahanesiyle takasa konu ettikleri Amerikan casuslarıyla takas edildi. Kaynaklara göre oniki casusun birden yakalanması dokuz yıllık bir takip sonunda gerçekleşmişti. Normalde böyle bir olayda –casuslar birbirinden bağımsız çalıştığı için- birden fazla casusun birlikte yakalanması pek mümkün değildi. Ama bağlı bulundukları birim başı –rezident- ortaya çıkarılınca, ona bağlı olanlar yakalanmıştı. Sonra ortaya İranlı nükleer fizikçi Şahram Amiri’nin kaçırılması konusu çıktı. Umre seyahati esnasında Suudi Arabistan’da kaçırılan doktoralı nükleer fizikçi, Suudi hükümetinin desteğiyle CIA tarafından kaçırılmış ve uzun uzun sorgulanmıştı. Sonra ne hikmetse Amerikalıların gözü önünde ülkesine geri kaçtı. Amerikalılar bunun sebebini İran’da kalan ailesinin hayatının tehlikede olmasıyla açıklıyor. Şimdi ortada müthiş bir propaganda savaşı yaşanıyor. İranlılar öyküyü yukarıdaki gibi anlatırken, Amerikalılar “kendisi bize bilgi satmak istedi ve 5 milyon dolar karşılığında sattı” diyorlar. Bu kadar para karşılığında ülkesinin sırlarını satan bir bilim adamının neden kendi ülkesine geri kaçtığını ise açıklamakta güçlük çekiyorlar. Hikâyenin doğrusunu ise hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Bu casusluk ve adam kaçırma hikâyelerinin yalnızca Rusya ve Amerika için geçerli olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Jeopolitik durumu, enerji yolları üzerinde bulunması, son zamanlarda öne çıkışı ve ekonomik gelişimiyle Türkiye aslında casusların en çok cirit attığı ülkelerden birisi. NATO üyesi olması, 14 ülkeyle sınırı bulunması, Türki cumhuriyetler, Ortadoğu ülkeleri ve Balkanlarla bağlarının olması, ülkemizi ideal bir casus cenneti haline getiriyor. Araştırmacı Yazar Aytunç Altındal’a göre Türkiye’de yaklaşık 3500 ajan var. Şu anda kimbilir hangi köşede kimden ne bilgiler almaya, kimi hangi konuda kışkırtmaya ve hangi gizli planlar yapmaya devam ediyorlar bilmiyoruz. Osmanlı İmparatorluğunun yükselişinden itibaren, topraklarımız başta İngiliz ve Alman ajanları olmak üzere bir çok casusun ana görev yeri haline geldi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları esnasında topraklarımızdaki faaliyetler zirveye ulaştı. Soğuk Savaş döneminde ise bunlara Sovyet ve Bulgar ajanları eklendi. Amerikan casusları ise çok uzun zamandan bu yana –kimi zaman resmî ünvanlarıyla- faaliyet gösteriyorlar. Eski Dışişleri Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil’in iddiasına göre bir dönem bizim istihbarat teşkilâtımızın maaşları bile CIA tarafından ödenmişti. MOSSAD ise zaten CIA’nın küçük ortağı ve zaman zaman taşeronu. Son zamanlarda Çeçen Komutanların İstanbul’da öldürülmesi de Rus ajanların işi değil mi? Görüldüğü üzere; manşetlere düşmese de, dünyanın her yerinde –bunca şeffaflık ve açık istihbarat kaynaklarına rağmen- casusluk faaliyetleri bütün hızıyla sürüyor. Bunlara daha sanayi casusları dahil bile değil. İnternet üzerinden masum amaçlarla verdiğiniz bilgilerin hangi merkezlerde, hangi teknolojik imkanlarla istihbarata dönüştürüldüğünden ise haberinizin olması bile mümkün değil. Kısacası; yüzlerce yıllık casusluk san'atı, modernleşse de hâlâ varlığını sürdürüyor ve insanların temel zaaflarını kullanarak, en gizli bilgileri derlemeye devam ediyor. 19.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Yüzmilyonun hesabını kim verecek? |
Referandum...Genelde anayasa değişikliği ve önemli meselelerde halkın iradesini belirlemek amacıyla yapılan oylamadır. Halkın iradesini doğrudan doğruya yansıttığı için kabul görür, demokratik bulunur. Ne var ki uygulamadaki güçlükler dolayısıyla sıkça başvurulan bir müessese değildir. Ayrıca her konuda referanduma gidilmez. Meselâ temel hak ve özgürlükler referandum konusu olamaz. “Halkın iradesi” diyerek evrensel hukuk ilkeleri çiğnenemez. Gelişmiş demokratik ülkelerde bile nadir de olsa halkın iradesi bu yönde tecelli edebilir. O zaman sivil toplum örgütleri devreye girerek demokrasinin rayından çıkması önlenir. Referandumla ilgili bu kısa açıklamadan sonra gelelim ülkemize. 12 Eylül Pazar günü 45 milyon seçmen referandum için sandığa koşacak. 27 maddelik anayasa değişikliği paketi TBMM’de 367 oyu bulamadığından halkın onayına sunulacak. “Evet” sayısı bir fazla çıkarsa değişiklikler yürürlüğe girecek. Aksi halde reddedilmiş sayılacak. Nedir değişiklikler: Uzun uzadıya sayacak değiliz. Başlıklar halinde sıralarsak: Memurlara ve diğer kamu görevlilerine toplu sözleşme hakkı tanınıyor... Kamu denetçiliği “Ombudsman” kurumu geliyor. Kamu görevlilerine verilen disiplin cezalarına karşı yargıya başvurma yolu açılıyor. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul gazileri koruyan düzenlemelere yer veriliyor. Kişilerin yurtdışına çıkma özgürlüğü sağlanıyor. Çocukların her türlü istismara ve şiddete karşı koruma görevini devlet üstleniyor. Buraya kadar bir sorun yok. Bunlara kimse karşı çıkmıyor, herkes hemfikir. Öyleyse bu patırdı niye? Sorun iki maddede düğümleniyor. Anayasa Mahkemesi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısının yeniden şekillenmesi ihtilâf konusu. Muhalefet şiddetle direniyor. Yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını tehlikede görüyor. Hükümete göre demokrasinin önü açılıyor. Keşke öyle kolay olsa. Ama zor. Önce demokrasi kültürü özümsenmeli. İlk şartı da diyalog ve uzlaşmadır. Ne yazık ki bizde hak getire. Siyasî liderler selâm sabahı kesmişler. Nezaket sınırlarını aşan ifadelerle birbirlerini suçluyorlar. Demokrasi ile bağdaşmaz. Hiç mi geçmişten ders alınmaz? Öncekiler de aynı yolu izlediler. Ne oldu? Hatırlayınız. Darbeler, gözyaşları, acılar... Şimdi ne olacak? İki ay boyunca... Liderler... İşlerini güçlerini bırakacak... Bütün enerjilerini... Meydan meydan dolaşarak... Birbirlerine lâf yetiştirmek için harcayacak... Havanda su dövecek. Toplum gerilecek. Terör, işsizlik ve yoksulluk ise... Vatandaşın canını yakmaya devam edecek. Cebimizden de... Boşu boşuna... 100 milyon TL sarf edilecek. 19.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Tekrar başa dönüldü… |
Terörle mücadelenin ciddî gündeme geldiği süreçte “Anayasa değişiklikleri”nin referanduma kalmasının Türkiye’nin enerjisini hebâ edeceği görüşü, gittikçe kuvvet kazanıyor. Bu apar topar vasattaki gündem karmaşası içinde, “terörle mücadele yöntemi”nin yeterince analizi yapılamıyor. Bundandır ki Başbakan Erdoğan’ın Anamuhalefet Partisi Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’yla son bulan siyasî partilerle görüşmesinin iki gün içinde gündemden düşmesi, bunun en açık alâmeti. Aslında Başbakan’ın Anamuhalefet partisi başkanıyla bir araya gelmesinin bu denli heyecan dalgası meydana getirmesi, görüşmelerin muhtevasından çok “ilk kez el sıkmaları”nın, “masadaki kurabiye” ve ikramların “flaş haber ” yapılıp canlı yayınlarda duyurulması, politikanın öngörüsünün “beden dili”nden okunması, demokratik sistemin işleyişindeki sakatlığı ele veriyor. Temelde uzlaşma ve diyalog üzerine gelişmesi gereken demokratik parlamenter rejimde gerçek demokrasinin içselleştirilmediğinin göstergesi oluyor… Doğrusu, 25 maddesinde uzlaşıldığı halde iki maddesine itiraz edilen “Anayasa değişikliği paketi”nin iktidar partisi tarafından “inadına” referanduma sunulduğu sıcak siyasî atmosferde bu tür görüşmelerin yapılmasının ne kadar yararlı olacağı meydanda…
“UZLAŞMA TALEPLERİ”NDE GEÇ KALINDI Problem şu: Siyasî partiler ve özellikle iktidar partisi, “sivil demokratik anayasa”nın rafa kaldırılmasının ardından sözkonusu “anayasa değişiklikleri” için daha hazırlık aşamasında “mutâbakat” ve “uzlaşma” aramadı. Milletle devletin ortak mutâbakatı olan anayasa gibi temel bir referansın değişikliğinde siyaset ve sivil toplumun taleplerini pek kaale almadı. Başbakan, sanatçılar, edebiyatçılar, sinemacılar ve sporcularla “kahvaltılı toplantılar”da buluşmayı yeterli buldu. Neticede Anamuhalefetin “paket”i Mahkeme’ye götürmesiyle daha da karmaşaya dönen ve esasen büyük bir kısmı zaten Anayasa’da var olan demokratik hak ve özgürlüklerin kabulü, bu “mutâbakatsızlık” yüzünden halk oylamasına bırakıldı. Aynen bunun gibi, “açılım”ın başlangıcında da hükûmet ve siyasî iktidar, Meclis içi ve dışı muhalefetin ciddî desteğini almaya uğraşmadı. “Uzlaşma talepleri”, hep seçmene karşı siyasî avantaj sağlamaya yönelik olarak göstermelik kaldı. Tıpkı “anayasa değişiklikleri” gibi “demokratik açılım”ı da tek başına yapmak istedi. “Açılım”ın tıkandığı noktada Başbakan, “terörle mücadele”nin sadece hükûmetin değil, bütün partilerin meselesi olduğunu söylüyor. Ama geçen sürede bu konuda Meclis içi ve dışı muhalefete gitmeyen Erdoğan, Meclis’in kapanacağı haftada kamuoyunda gelen yoğun istek üzerine muhalefetle görüşmeyi programına koyuyor. Ne var ki bu kez Meclis’te grubu bulunan iki partiyi “terörden nemâlandıkları” gerekçesiyle dışlıyor. Yüzde birlik partilere gittiği halde, köklü bir siyasî geleneğe ve terörle mücadelede deneyim sahibi olan ve daha önce terörü sıfırlayıp bitirme noktasına getiren Demokrat Parti’ye “görüşme mektubu” dahi göndermiyor…
YENİDEN “ASKERÎ ÖNLEMLER”! Kısacası tekrar başa dönüldü. “Açılım” tam tersine döndü; “açılım koordinatörü” İçişleri Bakanı Atalay’ın ikrarıyla “Habur şov” gibi “yol kazaları”na uğradı, tökezledi. Nitekim Erdoğan’ın başta profesyonel birlikler olmak üzere terörle mücadeleye dair önlemlere dair verdiği bilgiye mukabil, Kılıçdaroğlu’nun “beş tedbiri”ni ilettiği görüşmede ortaya çıkan görüş ve önerilerin olumlu havada akl-ı selimle tartışılacağı yerde, bir gün sonra miting meydanlarında, parti toplantılarında referandum üzerinden halka karşı politik atışmalara kalınan yerden devam edildi. Esasen Başbakan’ın konusu “terörle mücadele” olan siyasî parti başkanlarıyla bir araya gelmesinin akabinde “terörle mücadele yöntemi”nin tartışılması gerekirken, meselenin daha iki aya yakın bir süre bulunan referandum propagandasıyla karşılıklı “seçim provası” ve “hükûmetin güven oylaması”na dönüştürmesi, işin içyüzünü deşifre ediyor. Siyasî iktidarın “açılım”da olduğu gibi terörle mücadelede de esaslı bir plân ve projesinin olmadığını gösteriyor. Ve “Kürt açılımı” olarak başlayan, daha sonra “millî birlik ve kardeşlik projesi” ve en son “demokratik açılım” olarak isim değiştiren “açılım süreci”nin iyi yönetilmediğini ortaya koyuyor. Bundandır ki bir yıl önce “açılım”ın ortaya atıldığı esnada Türkiye “demokratikleşme, hak ve özgürlükler” söyleminden, terörün tırmanması ve şehidlerin artması ortamında, ne yazık ki yeniden “askerî önlemler konseptine odaklanıyor. Demokratik tedbirler”den yeniden, “askerî önlemler”e, “terör gündemi”ne ve “güvenlik konsepti”ne dönüyor… Bu durum, Türkiye’de polemiklerden politik rant edinen politikanın kolay kolay itiyadını bırakmadığını bir defa su yüzüne çıkarmakla kalmıyor, çözümü zorlaştırıyor. Türkiye’nin temel sorunu bu… 19.07.2010 E-Posta: [email protected] |