18 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Banu YAŞAR

Kim kime bağımlı?


A+ | A-

(Büyümesine fırsat verilmeyen çocuklar) Bağlılık ve bağımlılık her ne kadar kelime olarak birbirine benziyor olsa da, aslında birbirinden farklı anlamları olan kavramlardır. Bağlılık, sağlıklı ve zaten olması, yaşanması gereken bir duyguyu anlatırken, bağımlılık; sağlıksız ve hastalıklı bir duyguyu ifade eder.

Hayatımız başladığı andan itibaren hep bir şeylere ve birilerine bağlanırız. Onların hayatımızda olmaları bize iyi gelir, güven verir. Hayatımızda olmalarından dolayı mutlu oluruz, yaşama sevincimizi ve gücümüzü arttırdıkları için onları kaybetmek istemeyiz. Hayatımızdan çıkıp gittiklerinde veya kaybettiğimizde çok üzülürüz, ama kendimizi toparlayınca da yolumuza devam ederiz. Bebekliğimizde ilk bağlandığımız annemiz olur. Onun varlığı, yaklaşımı, sesi güven verir. Kendimizi iyi hissederiz. Büyüdükçe diğer aile bireyleri, kardeşlerimiz, arkadaşlarımız ve diğer kişilere bağlanırız. Bu süreç zaten yaşanması gereken ve özgüven duygusu için gerekli bir durumdur. Ne zaman ki, insan bağlılık duygusunu aşıp, onsuz yapamayacağını ve o olmadan yaşayamayacağını düşünmeye başladığında sağlıklı süreç yerini bağımlılık denen hastalıklı bir duruma bırakır. İkisi arasındaki sınır da çok hassas bir denge gerektirir.

Kimin kime daha çok bağımlı olduğu ise, genellikle tartışmalı bir konudur. Genellikle birbirini besleyen bir süreç yaşanır. Anne ve çocuk ilişkisinde yaşanan bağımlılıkta, öncelikle annenin bu ilişkiyi besleme durumu söz konusudur. Anne çoğu zaman farkında olmadan ve bununla yüzleşmeye hevesli olmadan bu durumu yaşar ve yaşatır. Kendi ihtiyacı olan ruhsal ihtiyaçlarını çocuğuna aşırı bağımlılık göstererek yaşamaya çalışır. Çocuğu hayatının merkezine koymakla kalmaz, her şeyine müdahale eder. Koruma duygusuyla, sürekli gözü üstündedir. Terlemesin, üşümesin, yorulmasın, düşmesin diye, o kadar uğraşır ki, çocuk kendi inisiyatifini tamamen anneye bırakır. Hayatın gerçekten korkulacak bir yer olduğunu düşünmeye başladığı için, yeni adımlar atmaya, koşmaya ve oynamaya da çekinir. Annesinin her şeyi en doğru şekilde bildiğini, kendisinin ise, tek başına hiçbir şeyi başaramayacağına inanmaya başlar. Ne kadar büyüse de, yetişkin olamayan, yetişkin gibi davranamayan, kendiyle ilgili kararları bile alamayan, bedeni büyük, ruhsal yaşı küçük bir çocuk olarak kalır.

Anne çocuğunun ondan kopmasına ve hayatını şekillendirmesine izin vermek istemez. Duygusal baskı yapar. Onsuz yaşayamayacağını, onu bırakıp giderse nefes alamayacağını ima eder, ya da açıkça söyler. Bu tutum çok şefkatli bir dille ifade edildiği için zaten hassas olan çocuk karşı koyamaz. Zaten çoğu zaman annenin bağımlılık duygusu yaşadığı çocuk, kardeşlerine oranla daha hassas, sorumluluk sahibi ve duyarlı yapıdaki çocuklardır. Bu tip çocuklar bağımlılığa daha müsaittir. Anne onun kendi hayatını kurmasına, ondan uzaklaşmasına duygusal olarak direnir. Tepki koyar. Çocuk ise, anne dışında mutlu olmanın anneye haksızlık olduğunu düşünmeye başlar. Annenin seçtiği ve onayladıklarıyla görüşür, onlarla sınırlı ilişkiler ve arkadaşlıklar yaşar. Anne çocuğuna iyilik yaptığını ve onu koruduğunu düşünse de aslında onun büyümesine ve kendi sorumluluğunu almasına izin vermediğinin farkına bile varmaz. Uyarılsa inkâr eder, onu çok sevdiği için böyle davrandığını iddia eder. Oysa ki, her sevgi sağlıklı değildir. Karşımızdakini boğarcasına bir yakınlıkta duruyorsak eğer, o artık kendi olmaktan çıkar. Bağımlı bir ilişkinin kurbanı olur. Okula gittiğinde bile, evde annesinin ne yaptığını, mutlu olup olmadığını düşünür, derse odaklanamaz…

Bağımlı ilişki genellikle anne çocuk arasında yaşanır. Eşiyle doyumlu ve sağlıklı bir ilişkisi olmayan, eşinden istediği sevgi ve onayı alamayan, çocukluğunda anne babasından onaylanma ve takdir alamayan annelerde, çocuklarıyla bu tip bağımlı ilişkiler kurma eğilimi daha fazladır.

Çocuklarımız büyürken, tabi ki onları koruyup gözeteceğiz, ama deneyim yaşamalarına da engel olmayacağız. Tırmanarak öğrenecekler düşmemeyi, düşerek öğrenecekler tekrar tekrar kalkabilmeyi… Kendi başlarına kaldıklarında yaşamaya devam edebilmeyi, kendi işlerini biz olmasak da yapabilmeyi, insanlar onları üzdüklerinde kendilerini koruyabilmeyi, bağımlı olmadıkları zaman öğrenebilecekler. Onları şartsız sevelim, bize verildikleri ve böyle oldukları için… Ama bize bağımlı olmaları şartıyla değil...

18.07.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Gecenin sonu: İmsak ve fecir


A+ | A-

Kahramanmaraş’tan Mine Turnalı: “İmsak ve fecir vakitleri ne zaman başlıyor? İhtilâf var mıdır? İmsak vaktine 15 dakika kala teheccüt kılınmaz ve imsak girince ezan okununcaya kadar kaza namazı kılınmaz diyenler var. Bu bilgiler doğru mu?”

Cenâb-ı Hak imsak vaktinin girişini şu âyetle bildirir: “Fecirde beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar yiyin, için. Sonra orucu geceye kadar tamamlayın.”

Fıkıh dilinde iki türlü fecir vardır: Fecr-i Kâzib (beyaz-ı müstatîl) ve Fecr-i Sâdık (beyaz-ı müsta’razî). Fecr-i Kâzib, yalancı fecir demektir ki, birinci fecirdir. Gecenin sonuna doğru, doğu tarafta ufuk üzerinde görülen, göğe doğru dikey piramit şeklinde yükselen, etrafı karanlık bir beyazlık, yani karanlığı yırtan donuk, akçıl, ışığımsı, geçici bir beyazlıktır. Bu geçici beyazlıktan sonra yine kısa bir süre karanlık basar. Bu birinci fecrin hiçbir fıkhi ve dini hükmü yoktur. Ne yatsının bitiş vaktidir, ne sabahın giriş vaktidir, ne de imsakla ilgili her hangi bir başlangıç veya bir işarettir. Ancak ve ancak gecenin sona doğru yaklaştığına bir alâmet olabilir. Bunda görüş birliği vardır.

Fecr-i Sadık ise, sabaha karşı doğu ufkunda tan yeri boyunca genişleyerek yayılan dağınık ve enlemesine bir aydınlıktır. İşte bu ikinci fecir aydınlığı ile beraber yatsı namazının ve teheccüt namazının vakti çıkmış, sabah namazının da vakti girmiş olmaktadır. Aynı zamanda oruca başlama vakti, yani imsak vakti de bu vakittir. Yani bu ikinci fecirle artık sahur yemeğine son verilir ve oruca başlanır. Oruç yasakları bu ikinci fecrin girmesiyle başlamış olur. Bunda da görüş birliği vardır.

İhtilâf olarak nazara verilen husus, içtihâdî bir mes’eleden başka bir şey değildir. O da şudur: Kimi âlimler doğu ufkunda dağınık beyazlığın “doğuşu” ile birlikte ikinci fecrin başladığına kani olmuşlar; ekser âlimler de bu beyazlığın biraz uzayıp, genişleyip, “dağılmaya” başladığı anda ikinci fecrin başladığına kani olmuşlardır. İhtilâfa konu olan, yaklaşık on dakikalık bir zaman diliminden ibarettir. Ekser âlimler, Kur’ân’ın fecri “beyaz ipliğin siyah iplikten seçildiği vakit” olarak tarif etmesi ve Peygamber Efendimizin (asm) de sahuru geciktirmenin daha faziletli olduğunu beyan buyurmasını dikkate alarak, oruç tutanlar lehine, imsakin, ikinci görüşe göre, ufuk beyazlığının biraz uzayıp dağıldığı zaman başladığını söylemişler, bu vakte kadar yenilip içilebileceğine ve teheccüt namazı kılınabileceğine hükmetmişlerdir. Birinci görüşü benimseyen âlimlerse, daha ihtiyatlı olduğu gerekçesiyle ikinci fecrin ilk doğuş anına itibar etmişlerdir.

Aradaki on dakikalık vakti “temkin vakti” görerek, temkin vakti girmeden yeme içmenin kesilmesinin ihtiyata daha uygun olacağını düşünenlerle, temkin vaktine gerek duymadan, beyazlığın dağılmaya başladığı vakti tercih edenler arasında, görüldüğü gibi sadece bir içtihat farkı bulunmaktadır. İslâmiyet içtihadı teşvik eden bir dindir. Bu görüşlerden birisiyle amel eden bir Müslüman oruç ibadetini eksiksiz yapmış olur ve amelinde herhangi bir noksanlık ve vebal söz konusu olmaz. Aynı şekilde teheccüt namazını da bu vakitlere kadar kılmak mümkündür.

Nitekim yukarıda verdiğimiz Kur’ân âyeti, fecrin tam ortaya çıkışına kadar yemeyi ve içmeyi serbest bırakmıştır. Bu, teheccüt namazını da aynı vakitlerde kılabileceğimize işarettir. Dinde aşırılık olmadığı gibi, zorluk da yoktur. Ahmed bin Hanbel’e göre, fecir vaktinin girip girmediğinden şüphede kalan kişi, fecrin doğduğundan emin olana kadar yemeye devam edebilir. Diğer yandan, fecir vaktinden önce oruca başlamak hususunda ne Kur’ân’da, ne de Sünnette hiçbir delil olmadığı gibi; imsak vaktine 15 dakika kala teheccüt kılınmaz gibi bir hüküm söz konusu değildir. Fecir ve imsak vaktinin başlangıcı konusu ise artık takvim ve saat vasıtasıyla, şüpheye ve tereddüde mahal kalmayacak ölçüde belirlenebilmektedir. Bu durumda, hiç tereddüde mahal yoktur: Takvimlerimizde imsak diye bildirilen vakte kadar teheccüt namazı kılınabilir. Bediüzzaman Hazretlerinin; “Gecede teheccüd ise, kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir, ikaz eder. Ve bütün bu inkılâbât içinde, Cenâb-ı Mün’im-i Hakikînin nihayetsiz nimetlerini ihtar ile, ne derece hamd ve senâya müstehak olduğunu ilân eder.” cümlesiyle işaret ettiği gece vakti takvimlerimizde “imsak” adıyla bildirilen saate kadar olan vakittir. Binaenaleyh bu saate kadar teheccüd namazı kılınabilir.

İmsak vakti ile sabah ezanı arasında ise hiçbir şekilde kaza namazı kılma yasağı yoktur. Bu yasağı dillendirenlerin hiçbir dini dayanağı yoktur. Öyleyse cümleyi olumlu kurmamız gerekirse; imsak vakti ile sabah namazı ezanı arasında her şekilde her vaktin –sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı olmak üzere her vaktin- kaza namazı kılınabilir. Bunda hiçbir sakınca yoktur. Allah kabul etsin. Âmin.

18.07.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Şefkat kahramanları-25


A+ | A-

Hesna Bayhan (1894- 1977)

Duânız, duâmın içinde müstecaptır!

Hesna Bayhan, Isparta Senirkent’in eşrafından bir aileye mensup olup, Tolalar ailesiyle de samimî dosttur. Emine Tola’yı anlattığımız geçtiğimiz bölümlerde Hesna Bayhan’ın adını hatırlayacaksınız. Emine-Ali İhsan Tola, Nafiye Başyiğit ile birlikte Bediüzzaman Hazretlerini ilk defa Çam Dağı’nda ziyaret etmiş, daha sonra muhtelif zamanlarda bu ziyaretlerini Emirdağ ve Isparta’da tekrarlamıştır.

Onun hayat hikâyesini dinlerken Bediüzzaman Hazretlerinin Risâle-i Nur’un fıtrî talebelerini anlattığı Emirdağ Lâhikası’ndaki tesbitini hatırlamamak mümkün değil. Zira Hesna Bayhan’ın çileli bir hayat öyküsü var… Orada şöyle diyor Bediüzzaman Hazretleri: “Risâle-i Nur’un ikinci kısım talebeleri fıtraten Risâle-i Nur’a muhtaç, bir derece de dünyadan ürkmüş veyahut küsmüs kadınlardır. Hususan bir derece yaşlı da olsa, Risâle-i Nur ona hakiki bir gıda-i manevidir”

(Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 87, Yeni Asya Neşriyat, Mart 2007)

Yine onun çaresiz ihtiyare bir hanım olarak kızının aile mutluluğu için Üstad Hazretlerinden duâ istemesini hayalimizde canlandırıp da, Hanımlar Rehberi’nde geçen şu cümleler ile başlayan mutluluk reçetelerini hatırlamamak mümkün mü?

“Bu sene inzivâda iken ve hayat-ı içtimaiyeden çekildiğim halde, bazı Nurcu kardeşlerimin ve hemşirelerimin hatırları için dünyaya baktım. Benimle görüşen ekserî dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvâlar işittim. ‘Eyvah!’ dedim. ‘İnsanın, hususan Müslümanın tahassüngâhı ve bir nevî cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmaya başlamış?’ dedim. Sebebini aradım. Bildim ki…”

Aileler şimdi hep geçimsiz! İnşallah iyi olacaklar…

Üstad Hazretlerini ilk kez Çam Dağı’nda Emine- Ali İhsan Tola ve Nafiye Başyiğit ile birlikte ziyaret ediyor. Emine Tola’yı anlattığımız geçtiğimiz bölümlerde onun Çam Dağı’na yaptığı bu yolculuğunun detaylarını hatırlayacaksınız.

Grubun içinde en yaşlı olan Hesna Bayhan’dır. Bediüzzaman’ı bu ilk ziyaretinde Hesna Bayhan duâ istemek maksadıyla kızı ile damadının şiddetli geçimsizliğini anlatarak “Arada çocuklar da var!” diyerek derdini açar. Üstad Hazretleri “Aileler şimdi hep geçimsiz, hasta!” der. Hesna Bayhan derdini ikinci kez tekrarlar. Üstad Hazretleri yine “Aileler şimdi hep geçimsiz, bütün Türkiye geçimsiz! Bütün Türkiye hasta!” cevabını verir. Hesna Hanımın üçüncü tekrarında Üstadımız “İnşallah iyi olacaklar!” temennisinde bulunur.

Gerçekten de bu ziyaretten kısa bir zaman sonra Hesna Hanımın damadı tavırlarını değiştirir. Eşi ve çocukları ile birlikte mutlu bir ailenin reisi olur.

Önceki bölümlerde Handan ve Nurdan Tola’dan bu hatıraları dinleyip sizlere aktarmıştık.

Geçtiğimiz günlerde Senirkent ziyaretinde bulunan Handan Tola, kızı değerli kardeşim Feyza ile birlikte Bayhan ailesinin fertleriyle bir araya gelince, Hesna Bayhan ile ilgili daha fazla bilgi edinme imkânımız da doğmuş oldu. Zira teknolojinin nimetlerinden istifade edip sohbetin ses kayıtlarını bize gönderdiler.

Aşağıda okuyacağınız bölümler işte bu kayıtlardan anekdotlar ihtiva etmekte… Kendilerine yardımlarından dolayı teşekkür ediyoruz.

Yurdanur Tola anlatıyor:

İşte bu ailenin bir ferdi olan Hesna Bayhan’ın torunu Yurdanur Tola anneannesinin, Risâle-i Nur ve Bediüzzaman Hazretleri ile ilgili hatıralarını anlatıyor:

Anneannem Senirkent’in eşrafından “Efendiler” diye tanınan bir aileye mensuptur. Asker eşidir. Evli olduğu amcaoğlu Hasan Tahsin Bey, Ankara Çal Dağı yakınlarında tam da yüzbaşılığa terfi emri tebliğ edilecekken şehit düşer. Çok genç bir yaşta 23’ünde, iki kızı ile baş başa kalır. Dedemin vefâtından sonra hiç evlenmez. Kızlarını yetiştirir.

Biz henüz küçük bir çocukken kendisinin yedi yaşındayken namaz kılmaya başladığını anlatırdı. Vefat ettiği 83 yaşına kadar ibadetlerini hiç aksatmadı. Bu konuda son derece titiz ve dikkatliydi.

Bediüzzaman Hazretleri, Çam Dağı’ndaki görüşme akabinde onları uğurlarken “Hesna Kardeşim! Dünya ve ahirette kardeşimsin. Her seher vakti duânız, duâm ile birlikte müstecaptır” der.

Ayrıca, Bediüzzaman Hazretlerinin anneanneme ”İyi olacaklar merak etme” sözlerinden kısa zaman sonra babam Risâle-i Nur’ları okumaya başlıyor ve Risâle-i Nur sohbetlerini takip ediyor.

Risâle-i Nur’lara hizmet edeceksin!

Anneannem Çam Dağı’ndaki o ilk ziyaretinden sonra muhtelif zamanlarda Emirdağ’da ve Isparta’da Üstad Hazretleri ile görüşmüştür.

Bir gün anneannem, babam ve teyzemin oğlu hep beraber gidip Üstad Hazretlerini Emirdağ’da ziyaret ediyorlar. İçeriye kabul ediliyor, Bediüzzaman Hazretleri ile görüşüyorlar. Üstad, teyzemin oğlu Tahsin Abimin başını sıvazlayarak, “Büyük bir adam olacak ve Risâle-i Nur’lara hizmet edeceksin!” diyor. Onlara okumaları için “Asa-yı Musa” kitabını veriyor.

Gerçekten de Tahsin Abim sonraki yıllarda hukuk alanında eğitim gördü. Akrabamız da olan Denizli’de hâkimlik yapan Hesna Şener’den sonra 30 yıl Denizli’de hâkim olarak Adalet Komisyonu Başkanlığı yaptı. O da aynen Hesna Şener gibi dürüstlüğü ile tanınan bir hâkim oldu.

Şifa olsun!

Anneannem ölünceye kadar Üstad Hazretleri ile irtibatını hep devam ettirdi. Torunu olduğunda “Duânızı beklerim! Bir torunum oldu!” haberini Üstad Hazretlerine verdiğinde, Üstad, “Şifa olsun!” diyerek hediye maksadıyla kızı için armut gönderir.

Senirkent’te “şarakmana” zamanı…

Annem ve anneannemin sık sık ibretle anlattıkları şöyle bir hatıraları vardı:

Bir güz mevsiminde anneannem Üstad Hazretlerini ziyarete gider. Dönüşte, Üstad Hazretleri ona Van yöresinin otlu peynirinden hediye olarak verir. Anneannem bu peyniri Senirkent’e getirdiğinde Senirkent’te “şarakmana” adı verilen pekmez kaynatma zamanıdır. Annem pekmezleri kaynatıp küplere doldurmaktadır. Küpün ağzını kapatırken Üstad Hazretlerinin hediye olarak gönderdiği peynir aklına gelir. “Bereket olsun” düşüncesiyle o peynirlerden küçücük birer parça 3–4 küpün içine atarak ağızlarını sıkıca kapatır.

Aradan birkaç gün geçer. Bir vesileyle pekmez küplerinin bulunduğu odaya girer. Bir de ne görsün! Odanın her tarafı yere dökülen pekmezlerden göl gibi olmuştur. Küpleri teker teker kontrol eder. Patlak ya da çatlamış küp yoktur. Küplerin ağızlarını açar. Hiçbirisinde kabarma ya da köpürme emaresi göremez. Fakat pekmez küplerinin birer taraflarından çeşmeden akar gibi yere pekmez akmaktadır. Bu taşan pekmezleri başka küplere doldurur. Onlar da dolar. Şaşkın vaziyette, yanında bulunan yengesine “Üstad Hazretlerinin hediye ettiği peynirden azıcık içlerine atmıştım. Her halde ondan olsa gerek!” dediğinde bir anda artık küplerden pekmez akışının durduğunu fark eder…

Anneannem Üstad Hazretlerini her ziyaretinde ona küçük hediyeler götürür, Üstadımız da mutlaka karşılığını hesaplar ödermiş. O paralardan bende de var…Anneannemin Üstad Hazretlerine ve Risâle-i Nur’lara olan bağlılık ve muhabbeti, ibadetlerindeki sadakati, temizliği, titizliği, son nefesine kadar devam etti. Nur içinde yatsın!

18.07.2010

E-Posta: [email protected]



Selim GÜNDÜZALP

Kalbi neredeyse oradadır insan


A+ | A-

Hiç başka türlü olabilir mi?

Kalbi neredeyse oradadır insan.

Kalbimiz neredeyse biz oradayız. Kalp böyledir işte. Duygularımızın pusulasıdır kalp. Çeker, götürür bizi peşi sıra. Bütün büyük oluşumlar, büyük görevler ve hizmetler hep kalp ile kaimdir, hep kalbin hüneridir.

Kalp neredeyse, insan da oradadır.

Unutuyorsak, erteliyorsak, yapamıyorsak bir şeyleri; kalbimiz yoktur onun içinde, yani biz yokuzdur. Okuyamadığı kitaptan, kılamadığı namaza, ziyaret edemediği dostuna kadar... Kalp yönetimi ele geçirince, insan aklına değil, kalbine tabi olunca işler değişir birden.

Kalbin güçlüyse eğer, seni yanlış yerlere çıkarmaz, götürmez. Bir dağ başında yapayalnız bırakmaz seni. İnsan kalbinin peşinden giderse yorulmaz, yanılmaz.

Kalp, Allah’tan uzaklaştıran nice yollardan alır, kurtarır da Allah’a yaklaştırır seni.

O zaman o kalbin sahibi, hakikatte kalbinin sahibinin kim olduğunu yine kalbiyle anlar. Ne yaman bir cihazdır kalp. Kalbinin sahibi bile olamayan insan, kalbinin sahibinin Allah olduğunu kalbiyle anlar.

Uzakta yanan bir ışık gibi aradaki mesafeleri hiç hesaba katmadan, göz ilişkiye girer hemen o nurla. Kalbin hızına yetişecek başka bir duygumuz yok. Onunla aşarız dünyaları, onunla kat ederiz mesafeleri.

Göz görür, akıl anlar, kalp yaşar. İnsan kalbinin olduğu yerdedir, ayaklarının durduğu yerde değil. Zaten ayakları da kalp götürür ya. Kalbin gitmediği yere ayaklar da gitmez.

En güçlü yanımızdır kalbimiz. Kâinatla ilgili her şey kalpte başlar. Kalbinin peşinden giden yorulmaz, yolu yanlış yerlere çıkmaz, yanılmaz. Kalbi Allah diye atanın, kalbi Allah ile olanın yolu yanlış yerlere çıkmaz. Çıkmaz sokaklarda bir ışıktır, yanar kalbimiz.

Ah güzel kalbimiz... İhmal ediyoruz, boşluyoruz onu. Güçlendirmiyoruz marifetle, imanla, muhabbetle. Bakıma alınacağı günü bekliyor. Halimiz aynen böyle.

Kalbimiz, Rabbimizden haber veriyor. Kalbimiz halimizden de haber veriyor. Kalbimizle ilgilenmeliyiz, kalbimizi güçlendirmeliyiz. Bir yerlerde unutulmuş bir çocuk gibi kalbimiz. Sesini duymalıyız. Kalbimizi bakıma almalıyız. Orada ebedî hayatın müjdesi var, anahtarı var, imkânı var. En büyük imkân, imandır bilmeliyiz. O kalbin imanı ise kâinatın içindeki her şeye bedeldir.

Kalplerimiz paslanmış, cilâlamak gerekir. Kalplerimiz yorulmuş, dindirmek, dinlendirmek gerekir. Hangimiz bunu kabul etmeyebiliriz ki? Hangimiz?

Hepimiz dünya çapında dönen bu çarkların içindeyiz, öğütülüyoruz nice fuzulî işlerle. Ve koca koca adamlarız. Bir gün Rabbimizin huzuruna bu kalple nasıl gideceğiz diye hiç düşünmüyoruz, düşünemiyoruz. Kalbimiz bir yerlerde kaybolmuş, ağlayan çocuk gibi. İlgilenilmeyi bekliyor, güçlendirilmeyi bekliyor. Kalbimiz yorgun. Bakıma alınmayı bekliyor.

Ve bu asrın en başta gelen hastalığı oluyor kalp hastalıkları. Manevî kalbimiz gıdasız kalınca, maddî kalbimiz de hastalanıveriyor işte. Kalbimiz, evlâdımız ya da bir yakınımız kadar ilgilenilmeyi bekliyor. Doyurulmayı bekliyor, kalbimiz aç. Yaratana muhtaç. İçerisine sevgilerin alınmasını, ilâhî mânâların akıtılmasını bekliyor kalbimiz.

Bir ömür boyu onca işin peşinde koştura koştura yoruldu kalbimiz. Sonra da sıkıldığımızı, bunaldığımızı söylüyoruz. Başka nasıl olacaktı ki? Başka nasıl olabilirdi ki?

Kalbimiz bu asırda ihmale uğradı. Kalbimiz tekledi, yavaşladı. Koşamıyoruz. Ve bir gün kalp isyan bayrağını çekiyor, “Yeter bu kadar!” diyor. Sefahate gidenlerin, günahlara dalanların, bütün problemi kalplerini lâyıkıyla doyuramamaktan ileri geliyor. Eğlenme ve oyalanmayla doyurulmaya çalışılıyor. Heyhat, ne garabet!

Maddî hastalıklar, manevî ilâçlarla tedavi edilir. Yapmamız gereken acil tedbir paketini açmak ve kalbimizi bakıma almak. Allah’ın istediği kalıba koymak. Dondurmak değil, oldurmak. Allah ile, Allah aşkı ile kalbimizi güçlü kılmak. Temizleyip, yola çıkmak. Kalp güçlüyse eğer, hissettikleri yansımalar, dünyamıza kattığı ilhamlar da güçlü olacaktır mutlaka.

Kalbimiz kimliğimizdir.

Kalpte başlar, kalpte biter her şey.

Kalbimiz neredeyse, biz de oradayız. Olması gereken yerlerde olamıyorsak, yapılması gerekenleri yapamıyorsak, kalbimizin sesini duyamadığımızdandır. Kalbimizin ihtiyacını karşılayamadığımızdandır. Başka bir sebep aramak, boşuna…

İnsan, kalbi nerede ise oradadır. Çünkü Rabbi de onunladır. Ve kalbi, Rabbinden haber verir insanın.

Her şeyin ölçüsü, her şeyin habercisidir kalbimiz.

Kalbimiz, Rabbimizden haber veriyor. Kalbimiz halimizden de haber veriyor.

Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin bir duâsı ile: “Ya muhavvilel havli vel ahval, havvil halena ila ahsenilhal.”

“Ey mekânları ve hâlleri değiştiren Allah’ım bizim hâlimizi de en güzel hâle değiştir.”

18.07.2010

E-Posta: [email protected]



Hasan GÜNEŞ

Karışmayan denizler


A+ | A-

Hayat, denge ve ölçü sayesinde vardır. Sadece hayat mı? Neredeyse her şey bir denge, bir ölçü ve kendileri için çizilmiş maddî-manevî hassas sınırlar çerçevesinde kâinat çarklarının içinde dönüp dururlar. Hepsi de sınırlarını muhafaza ederek menzil-i maksutlarına ve istikrar noktalarına doğru seyahat ederek akıp giderler.

Gerçekte kâinatta, bazı istisnaları ve görünüşe bakarak yapılan değerlendirmeleri hariç tutarsak, her şey aktif haldedir. Bulunduğu ortamı, çevreyi hatta dünyayı yutma ve istilâ etme istidadında ya da gayretindedir. Bir kibrit alevi, mümkün olsa bütün ormanları ve yeryüzünü yakacak istidattadır.

İnsan çok mu farklı? O da tıpkı bir kibrit alevi gibi, cinayetleri ile bütün dünyayı zehirleyecek bir nefis ve şeytanı ile iç-içedir. Şerli ve tahripkâr istidatlarının yanında Âlemlerin Rabbini razı edecek ince bir kalbe, hayırlı amellere ve ideallere de sahiptir. Hatta öyle idealleri vardır ki, dünyayı da ahireti de geçer, cenneti bile duâsına maksat yapmaz.

Aslında dengeleri ve sınırları muhafaza etmek, gideceği ve duracağı ya da durduracağı yeri bilmek ve durduracak kudrete sahip olmak bir yöneticiliktir ve bir hâkimiyettir. Cenâb-ı Hak, binler âlemi iç-içe ve sel gibi akıp gidecek şekilde yaratmıştır. Fakat mutlak hâkimiyeti ve sınırsız rububiyeti ile hepsine maddî-manevî sınırlar ve perdeler koyarak, hiçbir şey hiçbir şeye mani olmadan vazifesini icra edecek şekilde halk etmiştir. Bu haliyle şu koca kâinatı, saat gibi dakik ve ahenkli çalışan bir sistem halinde kurmuş ve Kayyum ismiyle de idare ve muhafaza etmeye devam etmektedir. Yirmi Altıncı Mektub’tan hatırlanacak olursa, eski müfessirlerin bahsettiği “On sekiz bin âlem” ile ilgili bir soruya Rahmân Sûresi’nden bir âyetle cevap verilir: “Allah iki denizi salıverdi ki, o denizler birbirleriyle karşılaşırlar. Aralarında ise bir engel vardır; birbirine karışmazlar.”

O bahiste çok yönlü bir izah vardır. Hem maddî hem de manevî denizlerden ve binler âlemlerden bahsedilerek, âyetin şümulüne, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametine dikkat çekilir. Meşhur bir deniz bilimleri araştırmacısının da hidayetine vesile olan, tatlı ve tuzlu su denizleri, Akdeniz ve Atlas Okyanusu gibi denizlerdeki perdeye dikkat çekildiği gibi manevî âlemlerdeki perdelere de dikkat çekilir. Gerçekten rububiyet ve ubudiyet denizleri de her biri muazzam iki âlemdir ve aralarında aşılmaz bir perde vardır. Zerrelerden yıldızlara kadar, her mahlûk Cenâb-ı Hakk’ın mutlak rububiyeti, idaresi ve kontrolü altındadır. İster yıldızlar kadar had ve hesaba gelmez büyüklükte ve uzaklıkta olsun, isterse imkân dairesinin en uç noktalarındaki atom altı parçacık kadar küçük ve lâtif olsun, her zaman ubudiyet dairesindedirler. Büyüklüğüne ya da küçüklüğüne güvenerek, o perdenin öbür tarafına geçip, emre isyan ve noksanlık edemezler, rububiyet ve yaratıcılık dâvâ edemezler. Ubudiyet dairesinde, vazifelerini eksiksiz yaparak zikir ve tesbihatlarına devam ederler. Dünya ve âhiret denizleri de, ölüm gibi aşılmaz bir perde ile birlikte hikmet ve kudret yeri olması gibi daha nice perdelerin çevirdiği âlemler de yine karışmayan denizlerdendir. Hakikatte karışmayan perdeli olan denizleri biz de zihnimizde ve kalbimizde karıştırmamalıyız. Öyle ya maddî kalpte de, temiz ve kirli kan arasında perde vardır, karışması bir hastalık sonucudur. Manevî perdenin yırtıldığı, Samed ayinesi olan kalbin lekelendiği haller ve davranışlar da, tedavisi daha zor olan kalbî bir hastalığın sonucudur. Yine gayb ve şehadet âlemleri de, zaman olarak saniyeler ve saliselere kadar bölünebildiği anlarda bile an-ı seyyalenin dışına hâkim değiliz. Ne öncesine ne sonrasına geçemeyiz. Yaptığımız bir hatayı anı tekrarlayarak doğrusunu yapamayız. Zamanın, mekânın ve bütün âlemlerin tek Sahibi ve tek Hâkimine müracaat etmeden telâfi edemeyiz. “O’dur ancak şerleri hayır eyler.”

Uçsuz bucaksız denizlerin ve unsurların bin bir çeşit perdelerle kontrol edilip çalıştırıldığı bir kâinatta, insan da kâinat çarklarına uymak ve aralarında ezilmemek için, haddini ve sınırlarını iyi bilmeli ve perdeleri muhafaza etmeli. Haram-helâl demeyen nefsine bir sınır çizebilmeli. Aklını abesiyetten ve cerbezeden muhafaza ederek hikmet ile techiz edebilmeli. Cenâb-ı Hakk’tan gelen her şeye şükür diyerek, şükür dairesinde kalmalı; şikâyet ve tenkid dairesine asla girmemelidir.

Evet, Ahir zaman Müslüman’ı için istikamette yaşamak, fırtınalı bir zamanda, salıverilen iki denizin ya da okyanusun karışmaması kadar zordur. Ancak unutmamak gerekir ki, denizleri de nefislerimizi de her zerresine kadar yaratan ve kudret elinde tutan Âlemlerin Rabbi’dir. Onları bize hizmetkâr etmek O’nun rahmetinden uzak değildir. Yeter ki O’na (cc) ve O’nun Resulüne (asm) teslim ve tâbi olalım.

18.07.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Tepkinin bittiği yer


A+ | A-

Hemen her gün birbirinden etkili hadiselerle karşılaştığımız için, artık bizim için ‘sürpriz haber, sürpriz gelişme’ kalmadı. Geçmişte yeri yerinden oynatan haberlerden ve dehşetlerden artık etkilenmiyoruz. Adeta, TV’lerdeki cinayet filmlerini izleyenler gibi ‘tepkisizlik hastalığına’ tutulmuş gibiyiz.

Bir yönetmen, tamamen hayalî ve dehşet dolu bir ‘senaryo’ yazsa ve “Bu senaryodaki hadiseler Türkiye’de yaşanabilir mi?” dese, “Hayır, yaşanmaz, yaşanamaz” diyemeyecek durumdayız. Çok değil, meselâ 10 yıl önce; duyulduğunda “yer yerinden oynar” dediğimiz hadiseler artık sıradan hadiseler gibi karşılanıyor. Telefonlar dinleniyormuş, gizli çekimler yapılıyormuş, namaz kılanlar takip edilip haklarında dosya oluşturuluyormuş, eşi başörtülü olan bazı memurlar ‘fiş’leniyormuş ve benzeri ‘iddia ya da haber’ler artık hiç kimseyi şaşırtmıyor. Sanki, “Ee, ne yapalım. O kadar ‘kabahat’ kadı kızında da olur!” tavrı sergileniyor.

Birbirinden vahim iddialar duymuştuk, ama bazı ‘silâhlı memur’ların terör örgütünü korudukları, onları zora sokan ‘insansız uçak’ların düşürülmesini dahi talep edebilecek kadar ileri gittiklerini duymamıştık.

Bu iddianın manşete taşındığını da duyduk, (Bugün, 15 Temmuz 2010) ama bu iddiadan daha vahim olan; ‘yetkililer’in sessiz kalmasıydı. “Ee, ne yapalım. Bazı silâhlı bürokratlar terör örgütüne yardım hesabına geçen sözler söylemişlerse söylemişler, ne var bunda” anlamına gelen suskunluk, aradan iki gün geçtikten sonra bozulmuş olsa da ilk günkü sessizlik tarihe geçti bile!

Tekrar edelim: Söz konusu iddia, bu güne kadar duyulanların en büyüğü. Aradan bir iki gün geçtikten sonra anlaşılıyor ki, Millî Savunma Bakanlığı konu ile ilgili iddiaların araştırılmasını ya da soruşturulmasını istemiş. (Taraf, 17 Temmuz 2010) TBMM Başkanı da yaptığı açıklamada, “Bu çok ciddî bir iddiadır. Mutlaka bu iddiayla ilgili Genelkurmay Başkanlığımız, kendi içinde bir inceleme, değerlendirme, soruşturma yapacaktır. Bu inceleme ve soruşturma sonucu ortaya çıkınca açıklama yapması her halde daha uygundur diye düşünmüş olacaklar’’ demiş. (AA, 17 Temmuz 2010)

Böyle bir iddia ‘hür ve demokrat bir ülke’de duyulduğunda, tabir yerinde ise ‘yer yerinden’ oynar. Böyle bir iddianın üzerinden değil günler, saatler geçmeden ‘her ihtimale karşı’ bazı ‘yetkililer’ açığa alınır, belki de on koldan soruşturma ve inceleme başlatılır.

Bizde ise bu ciddî iddia ‘kayıtlar’a geçtiği halde bir anlamda ‘yapanın yanına kâr’ kalmış. Gazeteye manşet olması ise neredeyse 2 yıl sürmüş. Böyle ciddî bir iddianın açıklığa kavuşmaması ve yaklaşık olarak 2 yıl sürüncemede kalması kabul edilebilir bir durum mudur?

Peki, bu ihmal ve ertelemenin Türkiye’ye neye mal olduğunu hesaplayabilen var mı? Benzer şekilde hadiseler yaşandı ve bunlar için de ülke olarak ağır faturalar ödediysek, bunun sorumlusu kimdir?

Başta hükümet olmak üzere, suçlanan kurumların bir gün bile beklemeden kamuoyunu bilgilendirici açıklamalar yapması beklenir. Elbette muhalefet partileri ve sivil toplum kuruluşlarının sorumluluğunu da unutmamak lâzım.

‘Sıra’nın bize de gelmemesi için hiçbirimiz; haksızlık ve yanlışlıklar karşısında susmayalım...

18.07.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Paketin tümü


A+ | A-

Önceki dört yazıda, referanduma sunulacak anayasa paketini oluşturan 26 maddeyi tek tek gözden geçirmiştik. Şimdi de toplu bir değerlendirme yapmaya çalışalım.Bir defa, maddelerin sıralanış biçiminde dahi görüldüğü üzere, pakette bir insicam yok. Alâkasız konular birbirinden kopuk maddelerle düzenleniyor. Yekdiğeriyle irtibatlı konular bile, araya başka maddeler konularak, rastgele yerleştirilmiş.

En hafif tabiriyle dikkatsiz, özensiz ve savruk bir yaklaşıma işaret eden bu durum, anayasa değişikliğinin gerektirdiği ciddiyetle bağdaşmıyor.

Keza kadın-erkek eşitliğine dair cümlesi kimilerince “pozitif ayrımcılık” diye övülüp desteklenen, ancak uygulamada müfrit feminist fantezilere prim verebilecek tarzda, son derece tuhaf bir ifadeyle kaleme alınan ilk maddenin üslûbu da aynı özensizliğin içeriğe ilişkin boyutuna bir örnek.

Çocukları, yaşlıları, özürlüleri, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile mâlûl ve gazileri “pozitif ayrımcılık” kapsamına almaya yönelik maddenin de şu haliyle pratikte bir anlamı yok.

Sendikalarla ve memurlarla ilgili “iyileştirmeler” ise muhataplarınca da tatminkâr bulunmadı.

(Öte yandan, memur meselesinde Türkiye’nin asıl ihtiyacı, esaslı bir sistem reformuyla devleti küçültüp, şişkin ve hantal memur kadrolarını, mağduriyetlere yol açmadan azaltmak değil mi?

(Aynı paketle anayasal kurum haline getirilecek Ekonomik ve Sosyal Konsey, bunun için gerekli mâkul ve gerçekçi formülleri üretebilecek mi?)

Meclis Başkanının görev süresi veya hakim ve savcıların denetimiyle ilgili teknik kuralların referandum konusu yapılması bir başka tuhaflık.

27 yıldır 12 Eylülcülerin yargılanmasını engelleyen geçici 15. maddenin kaldırılması, çoktan atılmış olması gereken çok gecikmiş bir adım ve şu aşamada sadece sembolik bir anlam taşıyor.

Buna karşılık, Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanlarının, Yüce Divanda yargılanma gerekçesiyle Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve Başbakana denk bir anayasal statüye kavuşturulmaları, sivilleşme gereğiyle çelişen bir düzenleme.

Olumlu sayılabilecek düzenlemeler ise:

Devletin çocuk istismarını önlemekle görevlendirilmesi; YAŞ ve HSYK’nın verdiği “meslekten ihraç” kararlarına karşı yargı yolunun açılması; AYM’ye üye seçiminde üç kişiyle de olsa Meclisin devreye sokulup, mahkeme üyelerinin görev süresinin 12 yılla—gerçi bu da uzun bir süre—sınırlandırılması; “Adalet Bakanlığını öne çıkaran düzenlemelerle yürütme yargıyı kontrol altına alacak” itirazları baş ağrıtmaya devam edecek olsa da—keşke bunları hiç değilse asgarîye indirecek birşeyler yapılsaydı—hakim ve savcı tayinlerinde HSYK’daki tekelci yapıyı kırabilecek ve daha demokratik sayılabilecek bir sisteme geçilmesi; yurt dışına çıkma hürriyetinin genişletilmesi; kişisel verileri koruma ve fişlemeyi önleme bahsinde kısmî iyileştirmeler getirilmesi; düzgün şekilde tanzim edilip iyi çalıştırılması ve iyi anlatılması şartıyla, kamu denetçiliği (ombudsmanlık) adıyla yeni bir hak arama mekanizmasının ihdas edilmesi; sivillerin askerî mahkemede yargılanamayacağı ve askerlerin askerlik dışı suçları için sivil mahkemede yargılanması prensibinin anayasal kural haline getirilmesi...

Bunlar çok eksik ve yetersiz de olsa olumlu.

Ama başta sıraladığımız gereksiz, hattâ yanlış düzenlemelerin de bunların içine sokuşturulması kafaları karıştırıyor. Paketin tümüyle oylanacak olması, yapılması gereken doğrulara “evet” derken yanlışları reddetmeye imkân vermiyor.

Ama yanlışlar var diye doğrulara da “hayır” demek, meselâ YAŞ ve HSYK kaynaklı mağduriyetleri kısmen de olsa telâfi ihtimaline kapıyı aralama ve HSYK’yı nisbeten daha demokratik yapıya kavuşturma fırsatını harcamak anlamına gelebilir.

Sonuç: Ehven tercih, yetersiz ve eksik doğruların hatırına referandumda “kerhen evet” demek, ama yanlışların hesabını, biriken diğer hesaplarla beraber seçim sandığında sormak gibi görünüyor.

18.07.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.