Sami CEBECİ |
|
Van ilinde Bediüzzaman coşkusu |
Kuruluş tarihi, insanlık tarihi kadar eski olduğu bilinen Van ili, Van Gölü sahilinde kurulmuş güzel bir şehrimizdir. Eski Van, Van Kalesi eteklerinde kurulu iken, 1. Cihan Harbinde Ermeniler tarafından yakıldıktan sonra şimdiki yere kurulmuş ve dört yüz binden fazla nüfusuyla devamlı büyümektedir. “Dünyada Van, âhirette iman” sözü söylenecek kadar kendisine has güzelliklere sahiptir. Van ilini ayrıca güzelleştiren bir başka faktör de, asrımızın büyük İslâm âlimi olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini, uzun yıllar bağrında misafir etmesidir. Yirmi seneden fazla kaldığı Van ilinde, sırf on beş senesini, Van valisi İşkodralı Tahir Paşanın konağında geçirmiştir. İlmî münâzaralarla şarkın ulemasını ilmen mağlûp eden ve hiç kimseye soru sormadan her sorulan soruya duraklamadan doğru cevaplar veren Bediüzzaman’a Tahir Paşa bir gazete haberi gösterir. İngiliz sömürge bakanı Lord Gladstone parlamentoda “Bu kitap, Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız ya da Müslümanları bu kitaptan soğutmalıyız.” diyerek dehşetli bir plân ortaya atar. Yıl 1898 tarihidir. Bu haber üzerine ruhundaki hamiyet-i İslâmiye feveran eden Bediüzzaman “Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş olduğunu bütün cihana ispat edeceğim” diye müthiş bir irâde ortaya koyar. İşte, Risâle-i Nur Külliyatı bu muazzam irâdenin mahsulüdür. Elliden fazla dünya diline tercüme edilmiş ve bütün dünya ülkelerinde okunur hâle gelmiştir. Vefatından altı yıl sonra, 1966 senesinde Van’da ilk Bediüzzaman Mevlidi okutuldu. Hiç ara vermeden 1980 yılına kadar mevlitler devam etti. Maalesef 12 Eylül 1980 İhtilâlinden sonra tam yirmi sekiz yıl Van Mevlidi yapılamadı. Nihayet 2008 tarihi itibariyle tekrar başlatıldı. Bu sene üçüncü mevlit için Esenboğa’dan havalandığımızda, yan koltukta oturan gençle sohbete başladık. Adını sordum, “İsrafil” dedi. “Aman, Azrail olmasın da” dedim. Gülüştük. Aslında, Azrail de insanı korkutmamalı. Zira, en değer verdiğimiz ruhumuzun emin bir ele teslim edilmesi, melâikeye iman rüknü içinde en önemli olanıdır. Yeni bir polis memuruydu. Bir an evvel Şark hizmetini bitirmek için, Hakkâri’ye tayinini istemiş. Sohbetin sonunda, önceleri namaz kılan sonra bırakıp yeniden başlamak istediğini söyleyen bu gence Küçük Sözler ile Yirmi Üçüncü Söz risâlelerini hediye ettim. Kartımı da vererek “Ara sıra telefonlaşalım” dedim. Sohbetle yolculuğun nasıl bittiğini anlayamadık. Arka koltukta oturan ve çocuklarıyla İngilizce konuşan bayana da İngilizce Tabiat Risâlesini hediye ettim. Çok teşekkür etti. Mutlaka okuyacağını söyledi. Havaalanından bizleri alan Naci kardeşlerle hizmet merkezimize giderken, geçtiğimiz yollardaki bilboardlarda hep mevlit ilânları vardı. Her yere Bediüzzaman damgası vurulmuştu. Hizmet merkezimize ulaştığımızda başta Kutlular Ağabey olmak üzere, iki eksiğiyle bütün Yönetim Kurulu üyelerimizin hepsi oradaydı. Mevcut dostlarımızla kucaklaşarak Yukarı Nurşin Camiine geçtik. Geçen seneki mevlidi ikiye katlayan büyük bir kalabalık vardı. Türkiye’nin her tarafından gelen Nur Kahramanlarıyla Şark ve Garp bir araya gelmişti ve mevlit potasında erimişlerdi. Doğulusu Batılısı, Kuzeylisi Güneylisi, Türk’ü Kürt’ü, Çerkezi Gürcüsüyle farklı yerlerden gelen Nur Talebeleri, din kardeşliği ve dâvâ arkadaşlığı sevgisiyle kucaklaşıyor ve mele-i âlânın hadsiz sakinlerini gıpta ile bakmaya sevk ediyorlardı. Bence devletin bu tablodan alacağı çok dersler vardır. Cami girişine asılan Yeni Asya Van Temsilciliğinin “Hoş geldiniz!” afişi ayrı bir güzelliğe vesile olmuştu. Temsilciliğin hazırladığı program, mevlithanların seçimindeki isabet ve camiin değerli hocasının yaptığı anlamlı duâ, mevlide ruhânî bir atmosferin hâkim olmasına vesile oldu. Mevlitten sonrası yapılan görüşmeleri müteâkip acele dönmem gerekiyordu. Hareket saati on altıydı. Şahabettin kardeşin organizesiyle öğretmen kardeşlerden Tahsin Bey bize yardımcı oldu. Havaalanına giderken, “Senin yolculuk esnasında tanıştığın insanlarla yaptığın sohbetleri merak ve ilgiyle okuyoruz. Eskiden biz de öyle yapardık. Şimdi, her nedense biraz gevşedik” dedi. Van’a gelirken tanıştığımız İsrafil adındaki gençle konuşmalarımızı aktardım. Böylece vedalaşarak ayrıldık. Bu sefer solumda otuz yaşlarında bir arkadaş, sağımda liseli bir genç vardı. Her ikisiyle de tanıştık ve bir hayli sohbet ettik. Liseli olan genç “Rüyamda kıyametin koptuğunu gördüm. O dehşet içinde ‘Hayatımın bundan sonrasını namaz kılarak geçirmeliyim’ diye düşünmüştüm. İnşallah bu sohbet bir vesile oldu. Hemen namaza başlayacağım” dedi. Solumdaki tekstil işi yapan İzmirli arkadaş da, “Önceleri namaz kılıyordum. Sonra bıraktım. Ama vicdan azabı çekiyorum. Gerçi kötü alışkanlıklarım yok. Fakat namaz kılmak bambaşka bir şey. Zaten namaza başlamaya niyetim vardı” dedi. Her ikisine de Küçük Sözler ile Yirmi Üçüncü Sözleri hediye ettim. Çok memnun oldular. Günü birlik gittiğimiz Van Mevlidi böyle hizmetlere vesile olduğu için Allah’a nihayetsiz hamd-ü sena ettim. İşte hizmet, böyle güzelliklere mazhar olmak mânâlarını içinde barındırıyordu ve hiç orijinalliğini kaybetmeyecek olan bir hizmet tarzımızdı. 09.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Bir an önce yapılacak, önemli iş |
Tembelliğimizi ortaya koysak, muhakkak ki bilgisizliğimiz, araştırmamamız bizi kollarında sallıyor olacaktır... Kötülük aranılıp bulunmaz, köşe bucak belânın, felâketin adresi aranmaz... Bilmemek kadar öğrenip bilmeye hükmetmek hakkımız, hiçbir zaman istemezsek bizim için saklı tutulmaz ve ertelenmez... Önemli olan trene binmek değil, treni kaçırmamaktır... Elbetteki dünyada yaşadığımız belli olmalıdır. Zahmetler ve imtihanlar başkalarına, nebatlara ve hayvanlara veya üstün makamlı melaikelere değil. İnsanım diyen insanlara. Özellikle Müslümanlara göredir ve onlar içindir. İşte meydan! İmtihan, zahmet ve engeller. Kuvvetli bir imanın söylettireceği tek cümleye kulak ver: Aklını ve bilgini iman ile süsle. Engeller karşısında bu ikilinin sunacağı İslâm ve ahiret bilgisiyle çık... Korkma! İslâm, iman ve bilginin düşmanları kötülüğe, inançsızlığa, cehalete ve tembelliğe; çalışmakla, öğrenmekle, imanî ve İslâmî bilgileri ile meydan oku ve inancın başarısını ilân et!.. Bilginin kime zararı olmuş ki, mü’min ve muvahhid insanlara zararı olsun! Ancak ve ancak cehaletin derin derelerinde gezen, bunu ayrıcalıklı bir özellik olarak kabul eden ve bilmediği noktada bilgisizliğin atına binen ve bunun memnuniyetini hayatlarında sergileyenlere hem dünyada, hem de ahirette olmuştur ve olacaktır... Şimdi eğri de otursak doğru olarak konuşmak lâzım. İyilikten, güzellikten, doğrulardan ve iman hakikatlarına sahip olup bu yolda olmaktan dem vururken, tembellik etmemiz, bilgiyi çalışarak ve okuyarak elde edemememiz kendimize ve başkalarına yaptığımız en büyük kötülük olacaktır. Kendimizi kandırdığımız noktalar daima nefis ve şeytanın kalelerini yükselten büyük birer taş olacaktır. Ne zaman ki iman kalesinin burçları iman hakikatlerini okumakla, anlayarak okuyup mütalâa etmekle yükselir, işte o zaman şeytanın vartaları ve tuzakları zir ü zeber olur. Önemli olan yeme içme alışkanlığı gibi okuma, mütalâa etme alışkanlığını elde etmemiz, bu tarz bir yola isteyerek ve gönülden girmemizdir. Bunun için dışarıdan müdahale ve herhangi bir gayretin ehemmiyeti ve tesiri yoktur ve olamaz da... Zaten içimizde eğer imanî ve Kur’ânî kuvvet ve kudret neşvü nema bulup nuraniyetin tesirini gösteremezse, bütünüyle her türlü olumsuzluğun sebebini kendimizde aramalıyız ve muhakkak bir surette bunu izale edip ortadan kaldırabilmeliyiz... Okumamanın ve çalışmamanın ilâcı yoktur... Hele bu kudsî hizmette, Kur’ânî hademelik de olacaksa hiç mi hiç yoktur... Zamanı ve ömrü boşuna geçirmeyelim. Hem mesuliyeti, hem de hesabı vardır. 09.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Gönül köprüsünün ibadet hali: Zekât |
Remzi Bey: “Zekât emrinin toplum fertleri arasında meydana getirdiği olumlu davranışlar üzerinde durur musunuz? Toplumun alt ve üst sınıflarını birbirine yaklaştırması ve aralarında sevgi bağları tesis etmesinde zekâtın rolü nedir?”
Allah insanı halden hale, farklılıktan farklılığa, düzeyden düzeye, imkândan imkâna uğratır. Allah’ın insana her verdiği şey farklı bir zenginliktir. Her uğrattığı hal, farklı bir nimettir. Her yaşattığı farklılık, farklı bir güzelliktir. Keşke insan bunu bir bilse.. Nitekim fakr u zaruret içinde, musîbet ve belâ anında, acı ve keder esnasında sabırdan güzel nimet yoktur. Bolluk ve genişlik zamanında, varlık ve sıhhat esnasında, huzur ve mutluluk mevsiminde ise şükürden güzel mutluluk yoktur. Öyle ki, şükreden, elindeki varlığı sevgiyle ve şefkatle paylaşır. Bunu zekât emrine uyarak yapar. Yani, şükreden zekât verir. Zekât veren, kendisinden düşük kimseleri şefkat yağmuruna tutar. Böylece alt sınıftan da üst sınıfa duâ sağanağı başlar. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri zekât ile faizi bu açıdan karşılaştırıyor. Bediüzzaman’a göre, toplum hayatında zenginlerle fakirler arasında uyumlu bir denge oluşursa, toplumda barış ve huzur topluca yaşanmaya başlar. Eğer bu denge kurulmazsa toplum hayatı huzursuzluk ve kargaşadan kendini alamaz. Bütün toplumları kargaşaya sürükleyen tek anlayış: “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse, bana ne?” anlayışıdır. Toplumları çöküşe sürükleyen kötü ahlâkın kaynağı ise: “Sen çalış; ben yiyeyim” felsefesidir. Faiz, zenginler sınıfını fakirlere karşı zulme, merhametsizliğe, ahlâksızlığa itmiştir. Çünkü zenginler, fakirlere ihtiyaç duydukları desteği faiz karşılığında veriyorlar. Oysa bu ahlâksızlıktır, fırsatçılıktır, insafsızlıktır, merhametsizliktir, zulümdür, haksızlıktır. Borç ya bire bir geri ödenmek üzere verilmeli, ya da bir kısmı veya mümkünse tamamı bağışlanmalıdır. Bu durumda borç veren kimsenin malî kaybı Cenâb-ı Hakk’ın karşılayacağı Kur’ân’da müjdeleniyor. Kur’ân buyuruyor ki: “Malını Allah rızası için harcayıp da Allah’a güzel bir borç verecek kim var? İşte onun karşılığını Allah kat kat verecektir. Rızkı kısan da, bollaştıran da Allah’tır. Hepinizin dönüşü O’nadır.” 1 Nitekim borç verilen paraya faiz bindirmek fakirin belini büküyor. Bu, fakir için rahatlama bir yana, eziyetten başka bir şey getirmiyor. Sıkıntısını çözmüyor, bilâkis katlıyor. Fakir faizle hiçbir zaman düze çıkamıyor. Bu durumda, zengine karşı kin, haset, kıskançlık, çekememezlik, sürtüşme hissi ön plâna çıkıyor ve bu duygular toplum barışını bozuyor. Avrupa’da emekle sermaye çatışması bu yüzden başladı ve dünyanın huzurunu kaçıran olumsuz cereyanlarla sonuçlandı. Beşer faizden vazgeçmedikçe de insanlığın topluca mutlu olması söz konusu olamaz. Oysa faize karşılık Kur’ân’ın çözümü olan zekât, zenginlerle fakirleri barıştıran en etkin bir barış ve şefkat köprüsüdür. Zekât, toplumun üst sınıflarının alt sınıflarına uzattığı şefkat elinden başka bir şey değildir. Kur’ân zekâtı farz kılmakla bu huzursuzluğu kökünden söküp atmaktadır. Öyle ki, zekât ile elinden tutulan fakir, zengine kin göstermek yerine saygı duymakta, kıskançlık ve haset duymak yerine duâ etmekte, sürtüşme ve çekememezlik göstermek yerine hürmet ve itaatle mukabele etmektedir. Fakir zekâtını aldığı zaman zengine duâ etmektedir. Bu duâ ile toplum barışı temel dinamiğini almış olmaktadır. Kur’ân zekâtı farz kılmakla en karmaşık toplumsal problemi kökünden çözmektedir. Birinci anlayışa karşı zekâtı farz kılan, ikinci anlayışa karşı ise faizi haram kılan Kur’ân, böylece belirli bir azınlığı değil, toplumun tamamını hep birlikte barış ve huzura gark etmiştir.2 Öyleyse masumun ahını almak yerine, duâsını almak, Allah’ın verdiği mal ile zenginin elinde bulunmaktadır. Bu bulunmaz fırsatı kaçırmamalı, mal elimizdeyken zekâtını hiç erinmeyerek, hiç çekinmeyerek, hiç sakınmayarak, hiç çok görmeyerek, hiç yüksünmeyerek, hiç ağır görmeyerek vermeli ve bolca sevgi ve şefkati tatmaya ve bolca duâ almaya devam etmeliyiz.
Dipnotlar:
1. Bakara Sûresi: 245., 2. Sözler, s. 373. 09.07.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Nasıl okumalı? |
Bazıları için tembellik ve atalet mevsimi olan sıcak yaz günleri, bilhassa Kur'ân şâkirdleri için daha bir şevk ve gayretle kudsî hakikatleri okuma zamanıdır. Kur'ân'ın ilk emri, ilk mesajı olan oku/ikra emrine inkıyaden kendini okumaya veren bu ihlâslı şakirdlerle karşılaştığımız pekçok yerde şu mânâdaki suâllerine muhatap olmaktayız: "Risâleleri nasıl okumalı? "Hızlı mı, yavaş mı, anlayarak mı, altını çizerek mi, mütalâalı mı, müzakereli mi..., ne şekilde okumaya ağırlık verilmeli? "Hangi tarzda okunursa, daha çok istifadeli, yahut istifazalı (feyizli) olur?" Hemen ifade edelim ki, Kur'ân'ın bir "mûcize–i mâneviyesi" olan Nur Risâleleri her ne şekilde okunursa okunsun, mutlaka bir faydası olur. Herkes derecesine göre istifade eder, hissesiz kalmaz. Dolayısıyla, zaman ve zeminin (mekânın) şartlarına göre, değişik tarzda, farklı şekillerde okuma denemeleri yapmakta fayda var. Eğer başkası rahatsız edilmeyecekse, bazı kısımlar, bilhassa nidâî bölümler yüksek sesle, hatta haykıra haykıra okunabilir. Bu sûretle okunan kısımlar, hem mekâna tesir, hem de dem ve damarlarımıza nüfûz açısından büyük fayda sağlar. Sesli okunduğunda, ayrıca kişinin lisânı hem terbiye olur, hem âşinalık peyda eder. Türkçesi gelişir, hitabeti düzelir, konuşma ve anlatma kabiliyeti artar. Bunun dışında, daha iyi anlamak açısından, sessiz, yavaş ve mütalâa ede ede okumanın elbetteki faydası büyüktür. Fakat, bilhassa kısa ve sınırlı zaman dilimli okuma programlarında, bu tarza sonuna kadar bağlı kalma mecburiyeti hissedilmemeli. Daha çok okuma, daha çok kitabı bitirme azmi de kamçılanmalı. Bu tarzın da büyük feyiz veren bir yönü var. Zira, Nur Risâleleri öyle bir hususiyete sahiptir ki, ne kadar sür'atli okunursa okunsun, başta ruh, kalp ve akıl olmak üzere, sâir latifeler, okunan mânâları aynı sür'âtle takip ile istifade ederler. Hele ruhî idrak melekesi, o sür'atli okumanın asla gerisinde kalmaz. Düşünün ki, 40 dakikalık Nur dersinde, kişiyi tahkiki imân mertebesine çıkaracak kadar feyizli ve tesirli bir yol var. (Bkz: Beşinci Mektup.) Bu meseleyi daha müşahhas hale getirecek olursak, iaşe, ibate ve sair zarurî işlerini gören bir kimse, ayrıca günde 150–200 sayfa kadar risâle okuyabilir. Dolayısıyla, yekûnu altı bin sayfayı bulan Nur Külliyatı, bu okuma sür'atiyle bir aylık zaman zarfında bütünüyle devredilebilir demektir. Zaten, bir Nur Talebesinin, senede hiç olmazsa bir defa Külliyatı devretmesi icap etmez mi? Külliyatı devretme cihetine gidilmediği takdirde, meselâ, bazı bahisler defalarca okunduğu halde, bazı bölümler ise sene boyunca hiç okunamayabiliyor. Bu da, ciddî bir eksiklik olsa gerektir. O halde, sene geçmeden Külliyatı tamamlamayı hedeflemek gerekir. Bu hedefe varmanın en uygun zamanı ise, yaz (tatil) dönemindeki okuma programlarıdır. Bu programların süresini mümkün olduğunca uzun tutmak gerekir ki, sene içinde okunmadık bir risâle kalmasın. Öyle feyiz, rahmet ve bereket muslukları vardır ki, ancak bütünün tamamlanmasıyla açılıyor. Bu duygu ve düşüncelerle, Leyle–i Mî'râcınızı tebrik eder, feyiz ve bereket yüklü bolca okumalar dilerim.
Tarihin yorumu 9 Temmuz 1961 Anayasa referandumu
Türkiye Cumhuriyetinde ilk halk oylaması, 9 Temmuz 1961'de yapıldı. Referanduma sunulan darbe anayasası, yüzde 38,5 red oyuna karşılık, yüzde 61,5'la kabul edildi. Kendilerine "Millî Birlik Komitesi" ismini takan darbeciler, dönme bir aileden gelen Prof. Sıddık Sami Onar başkanlığındaki asker ve sivilden teşkil edilen bir heyete yeni bir anayasa hazırlatarak referanduma götürdü. Bu esnada, Demokrat Partinin hemen bütün mensupları Yassıada Mahkemesinde yargılanıyordu. Yani, anayasaya hayır diyeceklerin bütün imkânları ellerinden alınmış, hatta insanlık dışı bir muameleye tabi tutulmuşlardı. Ülke idaresini ele geçiren cunta ise, devletin bütün imkânlarını kullanarak, anayasanın kabulü yönünde propaganda yapıyordu. Buna rağmen, halkın yüzde 20'si sandığa gitmedi; gidenlerin de yüzde 40'ına yakın kısmı red oyu kullandı. 61 Anayasası, zaman içinde yapılan bazı değişikliklerle birlikte 1980 Darbesine kadar yürürlükte kaldı. * * * 61 Anayasası, çift meclisli bir yapı getirdi: Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu. 12 Eylül Cuntası ise, bu yapıyı değiştirdi ve yeniden eskiye, yani tek meclisli sisteme dönüldü. Bugünkü "Anayasa Mahkemesi" de, 61 Anayasasından 82 Anayasasına miras kalan kurumlardan biridir. 09.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Âyetlerle kendini tedavi et |
Bazen çıra dibine karanlıktır. Bazen de “ülfet hastalığı“ başını alıp gidiyor. Bu ve emsali sayısız söz ve tesbitler hep bizler için. Fahr-i Kâinat Efendimizin (asm) bitkilerle ilgili sayısız tesbitleri var. İslâm dünyası başta olmak üzere bütün insanlık âlemi, imkânları ulaşabildiği kadar kullanıyor. Bunun dışında âyetlerle ve duâ âyetleriyle tedavinin de usul ve adabını hem yaşamışlar ve hem de bizlere telkinatta bulunmuşlar. Hep birlikte istifade edelim, ben de dahil ülfetten kurtulalım diye aşağıdaki tesbitleri takdime çalışacağım. Hz. Aişe (r.a) annemiz naklinde der ki: “Hz. Peygamber (asm) yatağına girdiği zaman, ellerine üfleyip Muavvizeteyn’i (Felak ve Nas Sûreleri) ve İhlâs Sûresini okur ellerini yüzüne, vücuduna sürer bunu üç kere tekrar ederdi. Hastalandığı zaman aynı şeyi kendisine yapmamı emrederdi ve ben de yapardım.” 1 Osman İbnu Ebil’l-As (r.a) nakleder ki: “Peygamberimiz (asm) Müslüman olduğum günden beri, bedenimde çekmekte olduğum bir ağrımı söyledim. Bana “elini vücudunda ağrıyan yerin üzerine koy ve şu duâyı oku” buyurdu. Duâ şu idi: “Üç kere Bismillah’tan sonra, ‘Bedenimde çekme ve çekmekte olduğum şu hastalığın şerrinden Allah’ın izzet ve kudretine sığınıyorum’ Bunu bir çok kereler yaptım ve hastalığım iyileşti. 2 İhlâs Sûresi “-De ki: O, birdir. -O, Allah’tır, Sameddir; her şey O'na muhtaçtır, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. -Doğurmamış ve doğurulmamıştır. -Hiçbir şey de O'nun dengi değildir. 3 Mekke’de nazil olmuştur. 4 âyettir. Tevhidin esaslarını özlü bir şekilde kendisinde toplar. Allah’ın bir olduğunu, hiç bir şeye muhtaç olmadığını, zâtında ve sıfatlarında, mülkünde, san'atında eşi ve benzeri olanların ve doğuran ve doğuranların ilâh olamayacaklarını pek veciz bir şekilde ifade eder: Allah’a halis bir imanın esaslarını böylece beyan ettiği için ihlâs ismini almıştır. Peygamberimiz (asm) “İhlâs Sûresini okuyan kimse Kur’ân‘ın üçte birini okumuş olur” buyurmaktadır. Bir çok itirazlara cevaben Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri “Kur’ân-ı Hakimin üç yüz bin altı yüz yirmi harfi olduğundan, Sûre-i İhlâs besmele ile beraber altmış dokuzdur, üç defa altmış dokuz iki yüz yedi harftir. Sûre-i İhlâsın her bir harfinin haseneleri bin beş yüze yakındır.” 4 buyurmuştur. Bizler de rakamlara vurduğumuzda karşımıza çıkan tablo şöyle; Meselâ: 207x1500=310.500 eder. Leyle-i Kâdir Gecesinde ise her bir Kur’ân harfine 30 bin sevap verildiği müjdelenmiştir. 207x30.000=6.210.000 sevap hasene ve baki meyveler verdirir. Kur’ân-ı Kerim’in yekûn hurufu ise: 306.620 harftir buna göre normal ve diğer mübarek günleri kıyas yapmak lâzımdır. Bunu en ami bir Müslim rahatlıkla yapar. Öylelerini biliyorum otururken, kalkarken ve yürürken hep bu İhlâs-ı şerifi okuyorlar ve İhlâs da onlara şefaatçi olacaktır. Ayrıca Efendimizin (asm) işârâtı mucibince şifalar husule gelmiştir ve gelecektir. Niyet ve inanç bambaşka ufuklar açar insan beyin ve yapısında. Yine bu İhlâs-ı şerif ve Besmele-i şerif ile çok şifa bahşeden hadisler vardır. Mühim olan her an onlarla olmak ve seslendirmek. (Ey Muhammed!) De ki: “Eğer duânız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?) 5 “Rabbiniz buyurdu ki: “Bana duâ edin, size cevap vereyim.” 6 “Hastalandığımda da O bana şifa verir.” “O, benim canımı alacak ve sonra diriltecek olandır.” “O, hesap gününde, hatalarımı bağışlayacağını umduğumdur.” “Ey Rabbim! Bana bir hikmet bahşet ve beni salih kimseler arasına kat.” 7
Dipnotlar: 1- Buhari. Müslim. Ebu Davut Tıbb 19 (3902)., 2- Müslim. Ebu Davut. Tıbb 19 (3891)., 3- İhlâs Sûresi, 112. sûre, 4 âyet., 4- B. S. N. Sözler-24. Söz. 9. asıl., 5- Furkan- 77. âyet., 6- Mü’min Sûresi, âyet: 60., 7- Şuara, 80-81-82-83. âyetler. 09.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
“Esas” mesele |
Anayasa Mahkemesi’nin “Anayasa değişikliği paketi”yle ilgili olarak aldığı son kararla yeni bir safhaya girildi. Buna göre 12 Eylül 2010’da sandık kurulacak ve referandum yapılacak. Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bu karar sonrası değişik siyasî görüşlere mensup siyasetçi ve ‘uzman’ların birbirinden farklı değerlendirmeler yapması dikkat çekti. Ancak ‘ortak’ sayılabilecek bir değerlendirme var. Buna göre Anayasa Mahkemesi değişiklik paketine ancak ‘şekil’ yönünden bakabilecekken; bunun yerine ‘esas’a girmiş ve yetkisini aşmış, daha doğrusu ‘olmayan bir yetki’ kullanmış durumda. NTV’deki değerlendirmesinde bu konuya özellikle dikkat çekenlerden biri de Tarhan Erdem oldu. Hatırlamak lâzım ki, Erdem; bir dönem CHP’de yöneticilik yapan bir isim. Dolayısı ile mahkemenin ‘olmayan yetki’sini kullanarak aldığı benzer kararlarını alkışlayan CHP’den farklı düşünüyor. Hatta, hükümet cenahının, mahkemenin bu tavrını gözden uzak tutan yaklaşımına da itiraz ediyor. Şunu kabul etmek lâzım ki, çeşitli kurum ve kuruluşlar ‘olmayan yetkiler’ini kullanarak Türkiye’yi içinden çıkılmaz hâllere sokuyorlar. Meselâ, silâhlı bürokratlar kanun önünde ‘meteoroloji bürokratları’ndan farksız oldukları hâlde Türkiye’nin iç ve dış politikasıyla ilgili ‘önemli’ açıklamalar yapıyorlar. O açıklamaları dinleyen vatandaş, “Acaba haberimiz yokken Türkiye’de ‘sistem’ mi değişti?” ya da “Haberimiz olmadan birileri Cumhurbaşkanı mı oldu?” diye düşünebilir. Anayasa Mahkemesi’nin fiilî durum yaparak kanunların vermediği yetkiyi kullanması çok ciddî bir problemdir. Siyaset kurumunun bu durumu masaya yatırması ve benzer ‘yetki aşımları’na mani olması gerekir. Bunun kalıcı yolu da her hâlde yürürlükteki 12 Eylül darbe anayasasını tamamen değiştirmekle mümkün olur. Mahkemenin bu tavrına bütün siyasî partilerin itiraz etmesi beklenir. Çünkü iktidardaki parti bugün var, yarın olmayabilir. Mahkemenin bu tavrı, “TBMM yeni ve sivil bir anayasa yapamaz” anlamına da gelir. Oysa Türkiye’nin AB üyesi olması bile yürürlükteki darbe anayasasının tamamen devreden çıkmasıyla mümkündür. O hâlde, mahkemenin bu tarvı iyice tahlil edilmeli ve tekrarlanmaması temin edilmelidir. Mahkemenin bu ve benzeri kararları, “TBMM ‘darbeciler’in yaptığı anayasayı değiştiremez” şeklinde de okunabilir. Peki böyle bir tavrı; Türkiye ve dünya gerçekleriyle örtüştürmek mümkün müdür? Hür ve demokrat ülkelerde kanunları ve anayasayı meclisler yapıyorsa, Türkiye’de bu hak nasıl gasp edilebilir? “Ayrıntı”ları bir yana bırakıp, bu “esas” mesele üzerinde durmakta fayda var. Tekraren hatırlatmak gerekir ki; bu problem bir partinin değil, TBMM’de bulunsun bulunmasın bütün siyasî partilerin derdi olmalıdır. Çünkü bugün TBMM dışında olan partiler yarın bir gün TBMM’de milleti temsil ettiklerinde benzer müdahalelerle karşılaşabilir. Prensipleri savunmak adına, mahkemenin bu yanlışına kesin bir dille ‘yanlış’ demek ve millet iradesini üstün tutmak gerekir. Bu vazifenin; öncelikle iktidarda ve TBMM’de temsil edilen partilerde olduğu da unutulmamalı... 09.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Erken seçim olur mu? |
Ankara hava sıcaklığından çok gündem sıcaklığından bunalıyor. Türkiye bir taraftan terör belâsı ile uğraşırken, her gün şehit cenazeleri Anadolu’nun değişik illerine gidiyor. Diğer taraftan terör devleti İsrail’in insanî yardım taşıyan Mavi Marmara gemisini uluslar arası sularda durdurup 9 kişiyi şehit etmesinin üzerinden 40 güne yakın zaman geçmesine rağmen henüz bir adım da atılmadı. İsrail tarafı Türkiye’nin taleplerine kulak tıkamaya devam ederken, diğer taraftan da Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar tartışılıyor. Anayasa Mahkemesi haftalardır merakla beklenen kararını önceki gün sürpriz şekilde yapılan 9.5 saatlik toplantıdan sonra verdi. Mahkeme anayasa değişikliği paketinin bazı maddelerini kısmen iptal ederken, değişiklik paketinin tamamının iptali ve yürürlülüğünün durdurulmasıyla ilgili başvuruyu ise reddetti. Karardan ne kanunu Meclis’ten çıkaran iktidar, ne muhalefet ne de yüksek yargı memnun. Herkes kendi açısından eksiklikleri, yanlışlıkları vurguluyor. İktidar “hukuk çiğnendi, anayasa mahkemesi anayasayı ihlâl etti” diyor, ama şimdilik bir erken seçimi düşünmediklerini söylüyorlar. Aslına bakılırsa, yüksek mahkeme maddeleri iptal etmedi, ancak maddelerin içinden bazı cümleleri cımbızlayarak çıkardı. Buna yetkisi var mıydı? Ağırlıklı görüş mahkemenin böyle bir yetkisinin olmadığında birleşiyor. Neticede paket delinmiş oldu. “Meclis’in çıkardığı anayasa değişikliğinin virgülüne dahi dokunulmaması gerekirdi” diyenler çoğunlukta. Mahkeme yine kendisini yasamanın yerine koymuş, anayasa yapıcılığına soyunmuş oldu. Daha önce 367 kararında da bunu yapmıştı, 10 ve 42. maddelerdeki değişikliklerde de… Hatırlarsanız Meclis’in 1 Temmuz’da tatil olması gerekirken, “acil çıkması gereken kanunlar var” denilerek tatil 16 Temmuz’a ertelenmişti. Burada aslında Anayasa Mahkemesi’nden gelebilecek “iptal kararına” rağmen Meclis’in açık tutulması hesabı yapılmıştı. Ve maddeler iptal edilirse bir erken seçimin gündeme gelebileceği düşünülüyordu. İlk açıklamalarda bunun olmayacağı görülüyor. Ancak siyaset için bir gün bile uzun zamandır. Çünkü Ankara kulislerinde hâlâ bir erken seçim ihtimalinden söz ediliyor. Partiler de erken seçime göre kendilerini ayarlamaya başladı bile… Kaset skandalının ardından Baykal’ın CHP Genel Başkanlığı’ndan istifası ile sonuçlanan süreçte yapılan kurultayda, “temiz siyasetçi” pompalamasıyla Kemal Kılıçdaroğlu, kendisinin bile beklemediği bir anda genel başkanlık koltuğuna oturmuştu. Arkasından Demokrat Parti de kongresini yapıp, yetkili kurullarını yenilemişti. Önümüzdeki Pazar günü de Saadet Partisi’nin kongresi var. Bu vesile ile geçtiğimiz Çarşamba günü genel Başkan Numan Kurtulmuş gazete ve televizyonların Ankara temsilcilerini bir otelde ağırladı. Kurtulmuş genel başkan olduğundan bu yana siyasete getirdiği üslûpla dikkat çekiyor. Yeri geldiğince hükümeti acımasız şekilde eleştiriyor, yeri gelince de anayasa referandumunda olduğu gibi hükümete destek veriyor. Sohbet havasında geçen toplantıda Kurtulmuş’a birçok soru soruldu. Kurtulmuş soruları çok net bir şekilde cevaplarken, bir soruyu ise üstü kapalı cevaplamayı tercih etti. “Bu kongrenizde Millî Görüş gömleğini çıkaracak mısınız?” şeklindeki sorulara, siyasetin böyle “gömlek çıkarma” etrafında tartışılamayacağını vurguladı ve şu ilginç cümleyi sarf etti: “Biz bırakın gömlek çıkartmayı, giyeceksek Sultan Fatih’in kaftanını giyerek siyaset yapacağız.” Tabiî bu söz gazetecilerin “Cenge mi gidiyorsunuz?” şeklinde esprilerine sebep oldu. Yaklaşık 2 seneyi aşkın Genel Başkanlığı’nda Erbakan’dan herhangi bir telkin ve tavsiye gelmediğini söylemesi gazetecilerin, “Peki Genel İdare Kurulu’nda Fatih Erbakan olacak mı?” sorusunu beraberinde getirirken, Kurtulmuş’un “Henüz listeleri hazırlamadık” sözü ile net cevap alınamamış oldu. Bu minvalde, şu cümlesi ise SP’nin yeni çizgisini göstermesi açısından önemliydi. “Parti vesayet altında yönetilemez. Gölge olan gerçek olmaz.” Bu cümlenin altında gazeteciler aslında pek çok sorunun cevabını almışlardı. Toplantıda en ilginç sorulardan birisi de BBP Genel Başkanı Yalçın Topçu’nun söylediği sözlerin hatırlatılması oldu. Topçu’nun “Parlamento içindeki AKP, CHP, MHP, BDP’yi atın, yerine SP, BBP, sol parti gerekiyorsa da DSP olsun” sözü hatırlatıldı. Tabiî bu hatırlatılırken peşinden de seçim sırasında bir parti ile ittifak, seçimden sonra da bir parti ile koalisyon yapmayı düşünüp düşünmediği soruldu. Kurtulmuş bu soruya net bir karşılık vermedi. Ancak CHP’nin eski Genel Başkanı Baykal’ın “SP ile koalisyon kurabilir” sözü ile kulislerde dillendirilen AKP ile ittifak ya da koalisyonun konuşulduğunu söylemeyi de ihmal etmedi. Kurtulmuş bir erken seçim yapılabileceğini düşünenlerden. Şu andaki görüntüye bakıldığında millet parlamento içindeki partilerden gerçekten sıkıldı, bunaldı. Uzunca bir süredir çatışma, kavga, polemiklerle siyaset yapılıyor. Hiçbir konuda politika ve çözüm üretilmiyor. Türkiye önümüzdeki yazı çok sıcak geçirecek. Anayasa Mahkemesi’nin son kararından sonra siyasetin hararetinin artacağını söylemek yanlış olmaz. Hükümete alternatif olacak partilerin şimdiden çalışmalara başlaması, misyonuna dönük mesajları daha net vermesi gerekecek. Bakalım, 12 Eylül’de sadece referandum için mi sandığa gideceğiz. Bekleyip görelim. 09.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Karar; Meclis ve referandum… |
Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) “Anayasa değişikliği paketi”nin iki maddesine “kısmî iptal”i, beraberinde bir yığın tartışma getirdi. Öncelikle Mahkeme’nin şekilden aşıp esasa girerek kendi yapısı ve Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) teşkiline dair yaptığı “tâdilat”la metinde yaptığı değişiklikler, yine Anayasa’ya göre “yetkisini aştığı”, “Meclis’in yetkisini gasbettiği” ve “siyasî karar verdiği”, başta hukukçular olmak üzere geniş siyasî çevrelerce ciddî eleştiriliyor. Sözkonusu madde metnindeki bazı cümlelerin Mahkeme Başkanı Kılıç’ın açıklamasıyla, Anayasa’nın 4. maddesindeki “değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez” esasına göre “2. maddesindeki ‘hukuk devleti ilkesine aykırılık”tan ayıklanması, Mahkemenin Anayasa’nın 148. maddesindeki, “Anayasa değişikliklerini ise sâdece şekil bakımından inceler ve denetler” kaydını ihlâl ettiğine dikkat çekiliyor. Zira en basit ifâde ile AYM’nin Anayasa’nın “yasama yetkisi”ne dair 7. maddedeki, “Yasama yetkisi Türk milleti adına TBMM’nindir; bu yetki devredilemez” hükmüne aykırı olarak maddenin metnine müdahâle edip Anayasa ile teminat altına alınan “yasama yetkisi”ni kullanmasının yanısıra, “Anayasa Mahkemesinin kararları” hakkındaki 153. maddedeki, “Anayasa Mahkemesi bir kanun veya kanun hükmünde kararnâmenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez” ibâresine de aykırı…
27 MADDENİN 25’İNİ HERKES ONAYLIYOR… Buna rağmen başta Adalet Bakanı olmak üzere iktidar partisi sözcüleri, metinde köklü bir değişiklik olmadığını, bu haliyle bile maddenin hâlâ “büyük reform” niteliği taşıdığını ve referandumda arkasında olacaklarını belirtmekteler. Muhalefet ise “kısmî iptal”den memnun olmakla birlikte yeterli görmüyor. Özellikle HSYK’da siyasî erki ve yürütmeyi temsil eden Adalet Bakanı ve Müsteşarının bulunmasına itiraz ediyor. Mahkeme’nin iktidar lehine “hukukî değil, siyasî karar verdiğini” vurguluyor. Ancak bütün bunlara ilâveten iktidar ve muhalefete mensup yorumcular, sonuçta AYM kararlarının kesin olduğunu, temyizinin ya da düzeltmenin olmadığını, kabul etmekten başka çârelerinin bulunmadığını dile getiriyorlar. Neticede Türkiye’nin önünde, noksan da kalsa iki maddesi dışında aslında Meclis içi ve dışı bütün partilerin kabul ettiği temel hak ve özgürlükleri düzenleyen bir “değişiklik yasası” var. 27 maddelik pakette, pozitif eşitlikten kişisel verilerin korunmasına, eksik de olsa seyahat hürriyetinden memura toplu sözleşme hakkına ve grev yasaklarının kaldırılması bulunuyor. Keza yeterli olmazsa da, Yüksek Askeri Şûra’nın (YAŞ) terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hâriç, her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargıya gitme hakkı veriyor. Yine kâfi gelmezse de askere sivil yargı yolu açılıyor. Ayrıca muhalefetin ısrarına mukabil iktidar partisi grubu “zamanaşımı” kaydını kaldırmazsa da, 12 Eylül darbecilerini koruyup kollayan geçici 15. madde kaldırılıyor; psikolojik olarak darbecilerin yargılanması gündeme geliyor… Tablo ortada. Meclis’teki iki muhalefet partisi temsilcileri, her ne kadar peşinen referandumda “red” oyu vereceklerini söyleseler de, aslında pakete bir itirazları yok. Yalnız iki maddenin iptalini isteyen Anamuhalef ve diğer siyasî partiler, bütün bu düzenlemeleri olumlu, hatta “yetersiz” buluyor…
REFERANDUMA GEREK KALMADAN… Doğrusu, itiraz konusu iki maddenin iptali halinde iktidar partisinin dokunulmayan maddeleri Meclis’e çekip muhalefetin desteğiyle geçireceği, karar öncesi kulislerde konuşuluyordu… Bunun içindir ki iktidar ve muhalefet olarak Meclis’in yapacağı en mâkul iş, bu safhadan sonra “paketi” geri çekip, Meclis’ten geçirmek. Zaten AYM’nin bazı cümlelerini muhalefetin taleplerine uygun olarak “değiştirdiği” tartışmalı iki maddedeki diğer ihtilâflı hususlar üzerinde mutâbakata varmak. Örneğin AB’nin “İlerleme raporları”nda ilettiği kriterler ışığında “HSYK’da Adalet Bakanı ve Müsteşarının bulunmaması” şartını yerine getirip, 25 maddesinde uzlaşılan paketin geri kalan iki maddesinde uzlaşma sağlamak. Yasayı 367’yi aşan bir oyla referanduma gitmeye gerek kalmadan Meclis irâdesiyle kabul etmek… Yaz sıcağında, Ramazan’a rastlayan propaganda döneminde 100 trilyon harcanarak hak ve özgürlükleri referanduma sunmak garâbeti yerine, Türkiye’nin başlatılan “demokratik açılım” ve terörle mücadele gibi gerçek gündemiyle uğraşmak… Bu durum, başta “terörle mücadele” olmak üzere ülkenin devasa iç ve dış gündemine dair siyasetin uzlaşmasına bir zemin teşkil eder, hatta ileride “yeni sivil anayasa”da ve demokratikleşmede ortak çalışma ortamına kapı açar. Demokrasi için bir kazanım olur. Aksi halde, peyderpey şehid cenâzelerinin geldiği sath-ı mâilde, temelde herkesin onayladığı ve Meclis’te kabulü mümkün olan “paket”i, seçime bir yıldan az bir zaman kala sırf siyasî rant ve hesaplar uğruna inadına masraflı bir referanduma götürmenin hiçbir anlamı olmaz… Gündemi mayınlayıp kilitler, yeni yeni faydasız siyasî polemiklere malzeme edilir. Türkiye’ye bu kritik süreçte boşu boşuna zaman kaybettirir… 09.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Komünist kapitalistlerin hizmetindeki sosyalist idareciler |
Zararlı ideolojilerin mahiyet ve mânâlarını tam öğrenemediğimiz zaman, onlar mütemâdiyen farklı üslûp, giysi, slogan ve formalarla önümüze çıkıp bizi yanıltacak ve yeniden zararlara uğratacaklardır. Dünyada komünizmin ve İslâm âleminde Kemalizmin mahiyetlerinin maalesef ekser insanlarca anlaşılmadığını düşünüyoruz. İşin en ilginç tarafı ise, bu ideolojilerin mahiyetini kendilerince tanımaya çalışıp neşriyatta bulunanların çoğu, kaynak olarak materyalist feylesof ve sosyal analizcilerin eserlerine müracaat ediyor. Yani yalnızca Marksistlerin, Freudcuların veya Darwincilerin eserlerinden hareketle onların mahiyetlerini öğrenmeye çalışıyorlar ki, bu da pozitivist araştırmacıların dillerinde pelesenk ettikleri ‘objektif yaklaşıma’ yüzde yüz terstir. Daha doğrusu komünizm ve sosyalizm gibi global, Kemalizm gibi lokal, ama birbiriyle ilişkili ve esasında “Allah´ı, ahireti ve Peygamberi inkâr” temellerine dayanan ideolojilerin çıkış noktasının halka anlatılmasında bir yanlış sapma var. Komünizm kapitalizmin zıddı olmadığı gibi, emek ve hürriyetle de esasta alâkalı değildir. Allah´ı inkâr etmek için bütün otoriteleri tahrip edip, hürmet ve merhamete düşman olarak ve sınıflar arasında gerginlik ve çatışma çıkararak “dinsizlik” hedefine yürüyor. Kemalizm ise biraz daha kapalı ve münafıkane bir taktikle, hücumunu Hz. Muhammed'in (a.s.m.) şeriatına yönelterek, daha dessasça dinsizlik hedefine yürüyor. Bu önemli husus iyice anlaşılamadığından; birçok araştırmacı yanlış kulvarlarda hayat ve enerjilerini tüketiyorlar. Avrupa’da felsefeden doğan “Allah'ı inkâr” fikrinin hayata dal budak salmasıyla başlayan materyalist ideolojilerin neticesi olan sınıf mücadelesinin, emek-sermaye çatışmasının ideolojinin ana esası veya başlangıç noktası gibi takdim edilmiş olması, komünist ve Kemalistlerin mütemadiyen format değiştirerek dünyamıza ve insanlığımıza büyük zararlar vermesine sebep oluyor. Meşhur 68’liler ve onların şakirtleri hükmündeki 70’li yılların solcu devrimcilerinin, bazı insanların zihninde devamlı “emekçi” kalmış olmaları ilginç değil mi? Halbuki ciddî bir araştırmada, bu emekçi geçinenlerin 1980’li yıllardan sonra belli bir “kapitali idare” pozisyonlarına sıçradıklarını göreceksiniz. 1968 ve 70’li yıllarda işçileri, emekçileri ve talebeleri organize ederek sokakları ateşe verip “dahilî anarşileri” oluşturanların; 1980’lerden sonra ellerindeki kapitalin yardımıyla aynı ateş ve terörü globalleştirdiklerine şahit olacaksınız. 1971 yılındaki 12 Mart muhtırasına ülkeyi götüren teröristlerin çetebaşlarının 1990’lar Türkiye’sinde holding idarecisi, kapitalist yazar ve banka sahibi olarak karşımıza çıkmaları; onların ruhlarındaki anarşiyi, terörü, agresif ahlâksızlığı giderememiş; bilâkis toplumun “saygın” noktalarına yükseltilmiş bu eski anarşistler, ülkeyi toptan ahlâksızlığa ve kaosa sürükleme çabasındalar. Global anlamdaki yansımanın neticeleri daha da ilginç. “Para sihirbazı,” “ülke ekonomilerini batıran adam” veya Freud’un has bendesi Soros’un Marksist ve solcu kimliği açığa çıktı. Ve bu kişinin açık toplum enstitüleri vasıtasıyla birçok ülkenin STK’ larını kullanarak o milletlerin “genç beyinlerine” ulaştığını hepimiz biliyoruz. Soros’dan daha garip ve müşahhas bir başka örneği de tanıyorsunuz. Türkiye efkâr-ı âmmesinin “çorabı delik” olarak tanıdığı ve daha sonra Dünya Bankası Başkanlığına yükselmiş meşhur “Bağdat kasabı” Paul Wolfowitz. Profesör olmak, enstitü başkanı olmak, Dünya Bankasını idare etmek, Amerikan Savunma Bakanı Yardımcısı olmak; Wolfowitz’in komünistliğinden hiçbir şey eksiltmemiştir. Dünyanın iyice küçülmesi, dinsizlik ideolojisine dayanan “sınıf mücadelesini” şiddetlendirmiş, yer yer nifakla “halkın itiraz etmediği” renklere büründürmüştür. Kemalizmin komünizm ve sosyalizme daha yakın olduğunu hem tarih ve hem de araştırmalar ortaya koyuyor. Sekiz senelik AKP iktidarında altın devirlerini yaşayan bankaların yüzde 80’ine yakınının komünist kapitalistlere ait olduğunu düşündüğümüzde, meseleyi biraz daha iyi anlamış oluruz. Aynı durum Almanya için de geçerli. Muhafazakâr Angela Merkel, milletin sermayesini global komünist kapitalist yoldaşlarına dağıtıyor. Tam 400 küsur milyar euro’yu belli bankalara dağıtırken Merkel, hangi cereyanlarla birlikte çalıştığını da çok net bir şekilde göstermiyor mu? 09.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Rötuşlu paket ve sonrası |
Anayasa Mahkemesi, anayasa paketi için kararını verdi ve referandumla ilgili belirsizlik böylece ortadan kalktı. 12 Eylül’de paket, AYM’nin rötuşladığı haliyle oylanacak. Bilindiği gibi, paketin üç kritik maddesinden, parti kapatmayla ilgili olanı Mecliste düşmüştü. Diğer iki maddede de AYM, esasa girerek rötuş yaptı. Ancak bu basit gibi görünen rötuşlar, işin esasını ilgilendiren önemli sonuçlar doğuracak. Özellikle AYM ve HSYK üyeliklerinde Yargıtay ve Danıştay Genel Kurullarınca belirlenecek adaylar için “tek adaya oy verme” şartının iptali ile, bu iki kuruma verilen kontenjanlar, yine Yargıtay ve Danıştay’daki çoğunlukça doldurulacak. Adalet Bakanının AYM kararını “Bizim modelimizde çoğulcu yapı vardı, ama iptalden sonra oluşan tablo çoğunlukçu yapıyı teşvik edecek; bu da orta ve uzun vadede daha sağlıksız bir yapıyı getirecek” diyerek eleştirmesi bunun ifadesi. Üye sayısı 11’den 17’ye çıkan AYM ile 7’den 22’ye çıkan HSYK’da 5’er asıl ve 5’er yedek üye, yeni düzenlemede de, şimdiki halde olduğu gibi Yargıtay ve Danıştay üyeleri arasından seçilecek. Paketle gelen ve AYM’den vize alan yeniliklerden biri, AYM’ye üye seçiminde üç kontenjanla Meclisin devreye girmesi. HSYK’da ise Meclis yok. Buna karşılık, 7 asıl üye ile birinci sınıf adlî ve 3 asıl üye ile birinci sınıf idarî yargı hakim ve savcılarına kontenjan verilirken, 4 asıl üyeyi hukukçu öğretim üyeleri ile avukatlar arasından Cumhurbaşkanının belirlemesi kuralı getiriliyor, bir üyeyi de Adalet Akademisi Genel Kurulu seçiyor. Kalan iki üye Adalet Bakanı ile Müsteşarı. Bu teknik detayların pratikteki anlam ve sonucunu “İktidar yargıyı da ele geçirecek” şeklinde takdim eden CHP, “hayır” kampanyasını başlattı bile. Zaten paketi AYM’ye götürmesinin en önemli gerekçesi de buydu, ama iddiasının mahkemede kabul görmemiş olması, elini zayıflatacak gibi. Buna karşılık, AYM’nin bu iki kritik maddede esasa girerek rötuş yapmasına iktidar cenahınca gösterilen “Yine yetkisini aştı” tepkisi, asıl neşter ve çözüm bekleyen problemin hâlâ devam ettiğini bir defa daha gözler önüne sermiş oluyor. Yani, onca emek ve enerji harcanan anayasa paketi de işin o cihetine çözüm getirecek bir niteliğe sahip değil. Dolayısıyla, referandum kampanyasında paketi “büyük bir demokrasi hamlesi ve reformu” olarak sunmaya hazırlanan iktidar partisinin tavrı da gerçeklerle örtüşmüyor. Ve “Bu kadar uğraşılıp büyük masraflarla referanduma götürülen bir paket keşke demokrasinin önünü açacak daha esaslı ve kapsamlı bir içeriğe sahip olsaydı” diye hayıflanmaktan kendimizi alamıyoruz. Ardından, “Toplumda giderek güçlenen demokrasi ve hukuk talebini, yamalı bohçaya dönmüş bir ihtilâl anayasası üzerinde yapılacak makyaj ve rötuşlarla karşılayıp tatmin etmek artık mümkün değil; bu sebeple, sıfırdan, AB kriterlerine uygun, yeni, sivil ve demokratik bir anayasa daha fazla geciktirilmemeli” diyoruz. Dolayısıyla, bu paket 12 Eylül referandumunda halkın onayını alıp yürürlüğe girdiği takdirde, “Reform reform diyordunuz, işte yaptık” kurnazlıklarına konu edilip, yeni anayasa talebinin önünü kesme gerekçesi olarak kullanılmamalı. Tam tersine, o hedefi gerçekleştirme yönünde daha güçlü bir irade ve inisiyatifin geliştirilmesine vesile kılınmalı. Hattâ önümüzdeki genel seçimin bir numaralı kampanya konusu, yeni anayasa olmalı. Her parti kendi anayasa projesiyle seçmenin karşısına çıkmalı ve seçimden sonra bu projelerin ortak noktalarını bir araya getiren, uzlaşmaya dayalı bir anayasa reformu gündeme taşınarak bu iş artık olumlu bir sonuca bağlanmalı. Unutulmasın ki, sağlam, köklü ve kapsamlı bir demokratikleşme geciktikçe faturası da büyüyor. Mevcut siyasî tablodaki aktörlerin bunu başarabilecek bir zihniyet yapısına sahip olup olmadığı ayrı konu. Ve bu noktada ciddî soru işaretleri var. Temennîmiz, siyasetin bu durumdan artık çıkıp, toplumun taleplerine cevap verecek hale gelmesi. 09.07.2010 E-Posta: [email protected] |