Ahmet BATTAL |
|
Kanun dediğin… |
“Medeni dediğin …” başlıklı son yazımda Medenî Kanunun kabulüne giden süreci ve sonrasını değerlendirmiştim. Yazımı okuyan bazı dostlarım Avrupa’dan kanun almanın anlamsızlığı ve gereksizliği üzerine bazı bilgiler aktardılar. Görüşümü sordular. Ben de yeni bir yazı yazmam gerektiğini anladım ve “Bekleyiniz” dedim. İşte o bekleyiş ricası bu yazı içindi. Avrupa’dan kanun almak ne demektir? Hukuk almaktan farklı mıdır? Avrupa’dan kanun ve hukuk sahasında iki şey alabiliriz: (1) Kanun yapma yöntemini ve (2) kuralın kendisini. (1) Kanun yapma/yazma yöntemi olarak kaba ayrımla iki usulün varlığı bilinir. Meseleci ya da kazuistik metod denilen usulle yapılan kanunlar, uygulamacıyı ayrıntıda boğduğu için zor tatbik edilir. Modern sayılabilecek bir buluş olan soyut kural metoduna göre yazılan kanunlar ise uygulamacının eline şablon olarak genel ve soyut kurallar vermek suretiyle uygulamada kolaylık sağlar. Soyut kural metodunu Batılılar keşfetmiştir. Osmanlı ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti bu yöntemi Batıdan alarak benimsemiştir. Bu yöntemle yapılan kanunlar aynı zamanda hukuk devletinin birinci basamağı olan kanun devletine de geçişi sağlar. Bu “yöntem taklidi” hususunda Bediüzzaman özellikle bu gerekçeyle olumlu görüş sahibidir (Münazarat, s. 42): “Mebusların vazifesi, … bâzı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için bâzı kânunları yapmak, etrâfına sur etmektir.” (2) Hukukta Batıyı taklidin ikinci alanı kanunî kuralın muhtevasını Batıdan almaktır. Burada da iki ihtimal vardır: (2a) Batıdan İslâm hukukunun temel kuralları ile çelişmeyen kuralları almak. (2b) Batılılaşmak üzere ve İslâm hukukunu bir kenara bırakarak kural almak. (a) Bediüzzaman Batı medeniyetinin güzelliklerini almak gerektiğini ifade etmekte, fakat bunu sadece “teknik medeniyet”le sınırlamamakta, “sosyal medeniyet”i ve dolayısıyla bir ölçüde kültürü de alınacaklar arasına dahil etmektedir. 19 Aralık 1908 tarihli Kürt Teavün ve Terakki Gazetesindeki makalesinde (Eski Said Dönemi Eserleri, Makâlât, s. 34), “Evet, Avrupa’dan ahz u iktibasa muhtacız. İhtiyacımız, idare-i mülk ve tanzim-i kuva-i harbiye-i bahriyeden ve fünun-u sanayiden işimize yarayanlardır (dinimizin emriyle)” demektedir. Bu metindeki “idare-i mülk” üzerinde özellikle düşünülmesi gereken bir kavramdır. (“Mülk” devlet değil “ülke” anlamına gelir). Aynı şekilde Mehmet Âkif’in Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atını; Veriniz hem de mesâinize son sür’atini. Çünkü kaabil değil artık yaşamak bunlarsız; Çünkü milliyeti yok san’atın ve ilmin; yalnız.’ cümlelerinden de dolaylı olarak bu mânâya ulaşılabilir. Zira san’attan kasıt sadece endüstriyel sanatlar değildir. Esasen 1908’de yeniden başlayan anayasalı rejimi İslâmiyet namına benimseyen ve alkışlayan Bediüzzaman, 1876 (ve 1909) anayasalarının tarz olarak batılı olmasını eleştirmediği gibi Batı Anayasalarındaki bazı hükümlere yakın kurallar içermesini de eleştirmemektedir. Bu dahi tavrının müspet olduğunu göstermektedir. (b) İkinci taklit Avrupalılaşmak amacıyla ya da bahanesiyle yapılacak taklittir. Avrupa’ya karşı nihai galibiyetin kaynağı olan ve “Mevcudiyetimizin hamisi olan İslâmiyet’ten elini gevşetmemek” (Sünuhat, s. 76) gerekirken, aksini yapıp Avrupa’dan kural yani hüküm (çoğulu ahkâm) almak ise bir cinayettir. Yani “On üç asır evvel şeriat-ı garrâ teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir.” (Di-van-ı Harb-i Örfi, s. 65). Zira “ahkâm ve hukuk ise, zâten tebeddül etmez; tatbikat ve tercihâttır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların vazifesi, o ahkâm ve hukuku sû-i istimâl etmemek ve … bâzı kânunları yapmak, etrâfına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olamaz; gidilse, intihardır.” (Münazarat s. 42) O halde, Batıdan alınan Medenî Kanun ve diğer “modern” kanunlarla ilgili olarak, asıl mesele, bunların hangi niyetle alındığıdır. 27.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Koşu |
Güneşli bir sonbahar günü sakinlerimizin güneş ve temiz hava almalarını sağlamak amacı ile bahçeye beraber çıktık. Onlara temiz havanın, güneşin ve hareket etmenin yararlarından bahsettikten sonra; bahçedeki ateş dikeni isimli süs bitkisine yöneldim. Küçük yapraklı, dikenli çalıya benzeyen bitkinin sonbaharda dalları ve budakları mısır koçanı gibi kıpkırmızı küçük meyvaları olur. O kırmızı taneler salkım salkım dikenli dalları sarar ve aşağı doğru sarkar. Bu kırmızılığı, güzelliği ve hoş görünümü nedeniyle ateş dikeni denilmiş olmalı. O bitkideki sanatı, güzelliği ve harika ihtişamı seyredip sanatkârını tefekkür ettikten sonra fotoğrafını da çektim. Böyle meşgul olurken, sakinlerimizden Abdi Ulukışla yanıma geldi. Okuyucularımız onu “Yaşlının Hayvan Sevgisi” başlığıyla yayınlanmış kedilerle olan hikâyesinden tanır. Bana: “Ne var o dikenlerin içinde, bakıp duruyorsun. Bir de fotoğrafını da çektin, bir de benim resmimi çek, beraber çekilelim” dedi. Onun da resmini çektim, süs bitkisinin önünde beraber resim çektirdik. Çok hoşuna gitti. Bu durumu öteki sakinler de gördüğü için başladı benimle konuşmaya, şakalaşmaya… Sağlıktan, dinçlikten, hareket etmekten bahsetti. İstersem benimle koşu yapıp yarışabileceğini söyledi. Bu teklifi benimde hoşuma gitti! Bu esprili bir etkinlik öteki sakinlerinde dikkatini çekecek ve ferahlatıp, tebessüm ettirecekti. Başka koşucu aradık. Salim Tanır isimli sakin de geldi. Oda küçük yapılı, zayıf, hareketli ve konuşkan, sosyal bir insan.. Oturanlardan iki hakem belirlendi, bahçenin öteki tarafındaki mesafeyi ve final noktasını tespit ettik. Başladık koşmaya. Benim Abdi Amcayı ekip gitmem hoş olmayacaktı. Salim Amca bizi geçti ve finale ulaştı. Abdi Amca ile biz beraber finale vardık. Alkışlar, gülüşme ler geride kaldı. Abdi Amca nefesini toparladı ve başladı konuşmaya: “ İşte hayat da bir koşudur. Ben sekseniki senedir koşuyorum. Başını kaldır ve şu pamuk yığını gibi bulutların yanından uçup giden ufuklarda kaybolan göçmen kuşlara bak. Onlar da koşuyorlar belki bizim memlekete de, Kilis’e de uğrar belki…Altmış sene oldu oradan ayrılalı. Rahmetli Annemin ölümünden sonra çantamı alıp çıktım, bir daha dönme dim. Annem çok dindar bir kadındı. Hastalanınca altı kardeşten sadece ben baktım, öteki kadeşlerim ilgilenmediler. Yatalak anneme bakarken bir gün kardeşlerimin hepsini toplamak ve annemi ziyaret etmeleri için muzipçe bir plan yaptım. Onlara annem fenalaştı, sekaratta diye hepsini çağırdım. Annemin başına toplandılar. Amacıma ulaşmıştım, gelmeyeni böyle zorla getirirler diye düşündüm. Mutfağa geçtim, kahve pişirdim tek başıma keyifle içiyordum. Kardeşimin biri mutfağa geldi. Bana, annem ölüyor sen burada kahve içiyorsun, dedi. Ona öyledir, öyledir dedim, kahve içmeye devam ederken telaş arttı, ağlaşmaya başladılar. Ben de merak edip içeriye koştum. Yatakta yatan annemle göz göze geldik! Kelime-i şahadet getirerek son nefesini verdi. Bu seferde bende şaşkınlık ve telaş başladı ve bildiğim sureleri okumaya başladım. O rahmetli olunca beni memleketime bağlayan bir şey kalmadığına inanarak, kardeşlerime de kızdım Kilis’ten ayrıldım. Çok uzun yıllar oldu… Memleket memleket gezdim, seyyar satıcılık yaptım. Karşılaşmadığım insan tipi kalmadı. Otellerde konakladım, gezdim, dolaştım, hiç evlenmedim. Bir ömür yollarda geçti. Aç, susuz, parasız, işsiz, kimsesiz kaldığım da oldu; Çok paralı,rahat, huzurlu yaşadı ğım da oldu. Günler aylar çok hızlı geçti. Bir unutamadığım ve zamanın donduğu, dur duğu yer vardı. Orada zaman hiç geçmedi. Orası meşhur Sinop Cezaevi. Deniz kenarına taşlardan yapılmış, soğuk, rutubetli, sert, disiplinli parmaklıkların arkasında uzun zaman kaldım. Ziyaretçisi olmayan bir mahkûm olarak cezamı çektim. Hep geceler rüzgârların, deniz fırtınalarının uğultusu, ağaçların hışırtısı, demir kapıların çıkardığı sesle; gündüzler de loş ışıklar, eli coplu gardiyanların soğuk duvarlarda kükreyerek yankılanan sesleri ile martıların çığlıklarını duyarak günlerim geçti. Orada şiirler, destanlar, ağıtlar, türküler arkadaşlık eder, insana : “Ana kucağından çıktım dünyaya / Yolunda rengarenk çiçekler açmış / Yolculuk bitmeden canımdan bıktım / bu yoldan nice bir yolcular geçmiş Tam gençliğin şu devrine basarken / gönül coşup sular gibi çağlarken…./
Sonraki yıllarda gerçek dost, arkadaş, akraba tesellisini Allah’a olan aşk da sevgide buldum, onun için elimden Kur’ân-ı Kerimî hiç bırakmam.” Bunları anlatırken gözüne bahçede dolaşan siyah bir kedi ilişti. Onu çağırdı ve kedi hemen yanımıza geldi. O sırada çatıdan kanat çırparak aşağı düşen bir güvercine bakıştık. O durum Abdi Amcanın kedisinin daha çok ilgisini çekti. Güvercin yere iner inmez kedi o tarafa koşmaya güvercini kovalamaya başladı. Abdi Amca da arkalarından bir taraftan koşuyor bir taraftan da bırak onu, dokunma diye, bağırıyordu. Önde uçamayan ama hızlı koşan bir güvercin, arakasında siyah bir kedi, onun arkasında Abdi Ulukışla tam bir rövanş koşusu gibi… Abdi Amca hayvan sever, temiz kalpli, konuşkan, cana yakın ve ömrü gurbette çilelerle, ıstıraplarla geçmiş bir insan. İbadetini, duâsını, kur’ân okumayı, kedileri bakmayı çok sever. Ezberinde Kur’ândan surelerden başka, ibretli sözler, menkıbeler, şiirlerin toplamı belki yüzlerce vardır. Bir programda şiir okuması için mikrofonu vermiştik, baktık bitecek gibi değil, teşekkür ederek mikrofonu elinden almıştık. O hafızaya ve o yeteneğe göre zamanında yeterli imkânı ve fırsatı bulsaydı onu şimdi insanlar bir bilim adamı olarak tanırlardı. Bizim Abdi Amca bahçenin öteki tarafından elinde ölmüş güvercin, yanında iki de bir onun eline bakan kedi ile dil kavgası ederek, azarlayarak geldiler. Üzgün bir tavırla kalın gözlük camlarının üstünden yüzüme baktı : Ne olacak şimdi, diye sordu ve cevap vermemi bekledi. — kendine de, kediye de, güvercine de zahmet ettin, dedim. Birincisi ecel tegayyür etmez, (değişmez) ikincisi kimse kimsenin rızkına mani olamaz. İkisini de Cenâb-ı Hak, Rezzak-ı Kerîm takdir eder, dedim. İşte hayat böyle, senin dediğin gibi bir koşudan ibarettir. “Hayat apartmanı yıkılıyor.ömür teyyaresi şimşek gibi geçiyor”(1) “Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım; vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor.”(2)
DİPNOTLAR: (1) Mesnev-i Nuriye , (2) Lem’alar. 26.lem”a 27.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Baki ÇİMİÇ |
|
Rızâ-i İlâhî |
llah (cc) Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen buyuruyor ki: “Dünyâ malından, sarıldığınız, sakladığınız her şey yanınızda kalmayacaktır. Ancak Allah rızâsı için yaptığınız iyilikler ve ibâdetler sizinle berâber kalacaktır.”1 Bir hadîs-i kudsîde de Allahü teâlâ “Kim benim kazâma rızâ göstermez, verdiğim belâya sabretmez ve nîmetlerime şükretmezse, benim yerimden ve göğümden çıksın. Kendine benden başka Rab arasın”2 buyurmuştur. Allahü Teâlâ’nın rızâsını kazanmak için dünyâ nîmetlerinden aza kanâat eden kullarının, amelleri az olsa da, Cenâb-ı Hak böyle kullarından hoşnûd ve razı olur. Rızâ, öncelikle Cenâb-ı Hakk’ın takdir ettiğine karşı olmamaktır. Teslimiyet ve razı olmaktır. Bir kulluk vazîfesidir. Hakk’tan gelen ve hak olan her şeye rızâ göstermektir. Rızâ, kazânın hükümlerine kalbin güzel bir sûrette bakması ve teslimidir. Her durum ve her işte Cenâb-ı Hakk’a îtimâddan, kulluk vazîfelerini yerine getirmekten ibârettir. Hakîkatte, sır ve özü belli olmayan, akla aykırı ve nefse zahmetli görünen, İlâhî kazânın hükmüne karşı kulun pozisyonu teslim ve rızâ olarak meydana gelir. Çünkü o hükmün sonunda hayır mı, şer mi olduğu bilinemez. Ve onun öyle olması Allah katında kesinleşmiş ve takdir edilmiş şeyler arasındadır. Çünkü ayet-i kerîmede; “Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır. Bezen da sevdiğiniz bir şey sizin için şer olur. Allah her şeyi bilir, siz bilmezsiniz”3 buyrulmaktadır. Allah’tan gelene razı olmak vâcib iken; i’tirâz ederek hilâfında bulunmak Yüce Allah’ın hoşnutsuzluğuna sebep olmakla fazl-u kereminden mahrumiyeti gerektirir. Evet, rızâ tevekkülün sonudur. Vazîfeyi yapıp neticeye karışmamaktır. Allah’ın razı olduğu kuluna bahşettiği bir makam ve hâldir. “Rıza”nın şartına gelince; ”Allah’ın kula en sevimli hâl olmasıdır.” Bu cümlenin sırrı insana derc edilen hissin gâyetü’l-gàyâsına bakan muhabbetullah sırrıdır. “Allah kalbin bâtınını îmân ve mâ’rifet ve muhabbeti için yaratmıştır.”4 Kalb sadece Allah’a muhabbetten mutmâin olur. İnsanın en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, muhabbetullahtır. Öyleyse insan o muhabbetullaha rızâ ile çıkabilir. Kul, Allah’ı seviyor ve muhabbeti varsa; o zaman O’nun marziyâtı dairesinde yaşamalıdır. Böylece “Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habîbullaha ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki, Habîbullahın Sünnet-i Seniyyesine ittibâı intaç eder. Evet, Cenâb-ı Hakka îmân eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbûlü ve en müstakîmi ve en kısası, bilâşüphe, Habîbullahın gösterdiği ve tâ’kîb ettiği yoldur.”5 Öyleyse Cenâb-ı Hakk’a muhabbet cihetinde emrine itaat ve marziyâtı dairesinde hareket etmek ve Habîbullaha ittibâ etmek insanı rızâ makamına ulaştırır. Rızâ-i İlâhi, hubb-u câh yerine, Allah’a îmânın bir mânâsı ve neticesidir. Cenab-ı Hakk’ın rızâsından başka hiçbir maddî, mânevi menfaatı ve maksadı gaye edinmemektir. Rızâ-i İlâhîyenin mayası ihlâstır. Çünkü “İhlâs ve rızâ-i İlâhî yolunda zerre, yıldız gibi olur.”6 Böylece neticesi rızâ-i İlâhî ve mayası ihlâs olan filler; o küçük değildir, büyüktür. İnsan bazen tek bir kelime ile Allah’ın rızâsına kavuşur. “Evet, bazan birtek kelime sebeb-i necat ve medâr-ı rızâ olur.”7 O halde “Belki hüner, rızâ-i İlâhîyi kazanmakladır.”8 Öyleyse insan ihlâsı esas tutup, yalnız rızâ-i İlâhîyi düşünmelidir. İnsan duâsını, evrâdını ve ubûdiyetini sırf rızâ-i İlâhîyi maksad ederek yapmalıdır. “Rızâ-i İlâhî öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü ve istihsânı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir.”9 Bunun için biz kullara rızâ-i ilâhî makamı yetmelidir. Rızâ-i ilâhîye aynı zamanda İslâmiyetin bir esâsı ve emridir. “Eğer rızâ-i İlâhî varsa, o rızânın cilvesi olarak insanlarda teveccüh görünse, bir derece emâre-i rızâ olmak noktasında makbul olabilir. Yoksa arzu edilmemeli.”10 Allah’ın rızâsı sırr-ı ihlâs ile yapılan ubûdiyetlerde bir kul için en makbul ve matlub netîce olmalıdır. Evet, bir misafir, ev sahibinin iznine ve rızâsına muvafık olmayacak derecede, yemeklerde ve sâir şeylerde israf edemezse; Allah’ın emirleri ve yasakları karşısında da bu hassasiyet ile davranmalıdır ki rızâsına ulaşabilsin. Cenâb-ı Hak ayet-i kerîmede “O’nun rızâsına ulaştıracak vesîleleri arayın ve Onun yolunda cihad edin”11 buyurmuştur. O vesîleleri aramak kulluğumuzun gereğidir. “Saadet-i ebediye, iki kısımdır. Birinci ve en birinci kısmı: Allah’ın rızâsına, lütfuna, tecellîsine, kurbiyetine mazhar olmaktır.”12 Böylece rızâ makamına ulaşmak ve Allah’ın lütfuna kavuşmak, tecelli-i esmâsı ile sıbgalanmak ve kurbiyet ile rızâ-i ilâhîye mazhar olmak insanın en önemli gayesi olmalıdır. Son sözler, yine Üstad Bedîüzzamân Hazretlerinden: “Ey nefis! Eğer takvâ ve amel-i salihle Hâlıkını razı ettiysen, halkın rızâsını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir. Eğer halk da Allah’ın hesabına rızâ ve muhabbet gösterirlerse, iyidir. Şayet onlarınki dünyâ hesabına olursa, kıymeti yoktur. Çünkü onlar da senin gibi âciz kullardır. Maahaza, ikinci şıkkı tâ’kîb etmekte şirk-i hafî olduğu gibi, tahsili de mümkün değildir. Evet, bir maslahat için sultana müracaat eden adam sultanı irzâ etmişse, o iş görülür. Etmemişse, halkın iltimasıyla çok zahmet olur. Maamâfih, yine sultanın izni lâzımdır. İzni de rızâsına mütevakkıftır.”13 “Biz ancak Allah’ı ve rızâsını istiyoruz. Gün geçtikçe, rızâsı içinde Cenâb-ı Hakk’a vuslat iştiyâklarını kalbimizde teksif ediyoruz.”14 Hâzâ min fazlı Rabbî!
Dipnotlar:
1- Nahl sûresi:96 2- Mektûbât-ı Ma’sûmiyye 3- Bakara Sûresi, 2:216 4- Hutbe-i Şâmiye,1996,s:146 5- Lem’alar,2005,s:179 6- Lem’alar,2005,s:383 7- Lem’alar,2005,s:376 8- Lem’alar,2005,s:377 9- Mektubat,2005,s:700 10- Barla Lahikası,2006,s:162 11- Mâide Sûresi, 5:35 12- İşârâtü’l-İ’câz,2006,s:325 13- Mesnevî-i Nuriye,2006,s:295 14- Şualar,2006,s:402 27.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Nimetullah AKAY |
|
“Ulvî hüzünler” yaşatan müzik |
İnsan, yaratılışı gereği doğruluğu ve samimiyeti sever. İnsanın yaratılışında hep güzellikler bulunmaktadır. Rabb-i Rahîm insanların fıtratını doğruluk, samimiyet gibi güzel hasletlerle bezemiştir. Fıtratının sesini dinleyen insanlar hep dünya hayatında hayırların yanında olur, şerlerden, bozgunculuklardan uzak dururlar. Her biri kendi başına bir âlem olan insana Kâinatın Yaratıcısı ayrı ayrı kabiliyetler vermiştir. Tâ ki, dünya şenlensin ve Rabbimiz sanatının güzelliklerini insanların üzerinde görsün. Zaman zaman ifade ettiğimiz gibi, ilk insandan bu yana yaratılan insanların bütünü birbirinden farklı özelliklere sahip olmuşlardır. Tıpa tıp birbirinin aynı olan iki insana bu âlemde rastlayabilmek mümkün değildir. Bu durum Kudretine sınır olmayan Büyük Sanatkâr olan Rabbimizin azametini göstermektedir şüphesiz. İnsanların bir kısmı kendilerine verilen kabiliyetleri iyiye kullanırken, bazıları da kötüye kullanmakta ve kendilerine ait olmayan maddî-manevî duygularını şerde harcamaktadırlar. Elbette kabiliyetlerin insana yakışır bir şekilde kullanılması istenen bir durumdur. Yani insanı bu dünyaya gönderen bütün varlıkların Rabbi olan Allah, hayatımızı nasıl yaşayacağımız konusunda gönderdiği elçileriyle ve kitaplarıyla bize bilgi vermekte, bizleri günahlara düşmeme konusunda ikâz etmektedir. Günümüzde ne yazık ki birçok nimet yerinde kullanılmamaktadır. Ve en fazla suiistimal edilen kabiliyetlerden birisi ne yazık ki, seslerin güzelliğidir. Daha çok his ve hevesâta yönelik şarkıların söylendiği bir zamanda olmamıza rağmen, bu ses nimetini Rabbinin rızasına uygun bir şekilde kullanan insanlar da az değildir. Kur’ân-ı Azîmüşşanı ve Ezan-ı Muhammedî’yi en güzel bir şekilde okuyarak ruhlarımızı dinlendiren ve göz pınarlarımızın nemlenmesine sebep olan Kur’ân bülbüllerine elbette bu konuda kimse yetişemez. Ses nimetini en güzel bir şekilde kullanan ve bu şekilde Rabb-i Rahim’in rızasını kazanan bu bahtiyar insanlar elbette her zaman birinci sırada zikredilmeye layıktırlar. Bediüzzaman Hazretlerinin İşaratü’l-İ’câz adlı eserinde, ses sanatçılarını ve müzikseverleri ilgilendiren ve müzikte ölçüyü ortaya koyan şu ifadeler yer almaktadır: “Şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet, ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları irâs eden sesler helâldir; yetimâne hüzünleri, nefsânî şehevâtı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm olur.” Görüldüğü gibi inancına göre müzik icra etmek isteyen günümüz Müslümanı için bu ifadeler çok güzel bir ölçü ortaya koymaktadır. Sanatçı olarak bilinen insanların ses nimetini dünyevî şöhret ve maksatlar için kullandığı zamanımızda, İlâhî tarzı ile insanlara yüce hazlar tattıran insanların da bulunması sevindiricidir. Bu insanlar kabiliyetleriyle, insanların meşrû bir şekilde musîki ihtiyaçlarını karşıladıklarını düşünürsek, bunların da hayırlı büyük bir işe vesile olduklarını söyleyebiliriz. Burada, geçtiğimiz günlerde konserlerini zevkle seyrettiğim ve Risâlede geçen ölçüleri kendilerine rehber edinen iki değerli ses sanatçısından bahsetmek istiyorum. Biri gazetemizde haftalık, musîki ile ilgili yazıları da yayınlanan Ali Oktay Beyefendidir ki, konserini üç kere zevkle dinleme imkânım oldu. Diğeri de kendisini ilk olarak canlı dinlediğim Mehmet Akça Beyefendidir ki, hem kısa bir sohbetle kendisini tanımam, hem de o güzel sesinden istifade etmem tatlı duygular yaşamama sebep oldu. Sohbetleri de sesleri gibi nezih olan bu iki değerli kardeşimi, samimi duygularımla bir kere daha buradan tebrik etmek istiyorum. Allah kendilerine uzun ömürler ve daha nice hayırlı hizmetler nasip etsin... Bu iki nezaket sahibi samimi dostun, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine vermiş olduğu kabiliyetlerini en güzel bir şekilde kullandıklarına şahit oldum. Daha çok tasavvuf müziğiyle, dinleyenlere musîki ziyafeti çeken bu iki değerli sanatçının, Kur’ân Tefsiri Risâle-i Nur eserlerinin müellifi Bediüzzaman Said Nursî hakkında söyledikleri (başta “Aziz Üstadım” ve “Eddai” olmak üzere) parçalarla gerçekten bize ulvî hazlar tattırdı. Şan-şöhreti isteyen tavırlardan ziyade samimiyet duygularının kendini gösterdiği davranışlarından dolayı kendilerini dinleyen misafirlerin gönlünü fethettiler. İnancına uygun bir şekilde müzik dinleme ihtiyacını gidermek isteyen insanlarımızın böyle değerli ses sanatçılarına ihtiyacı vardır. Allah emsâllerini arttırsın... 27.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Peygamberimizin (asm) şahsı, nübüvvete mucizevî delildir |
Hz. Peygamber’in (asm) tazeliğini koruyan prensipleri, sözleri, fiilleri, tavsiyeleri yanında bizzat şahsiyeti de mucizedir. Şahsiyeti kendi peygamberliğine delil olduğu gibi, 124 veya 224 bin peygambere1 de kesin bir bürhandır. Diğer taraftan, hem tevhide, yani Yaratıcı’nın varlık ve birliğine, hem de diğer iman şartlarına asla çürütülemez bir belgedir. Bunun ispatlarından birisi, insan dimağından dökülmesi mümkün olmayan ve asırları tarayan sözleri, hem o çağın kalıp ve birikimine uymayan harika tavrı, üstün ahlâkı ile fennî ve sosyal ilimlere getirmiş olduğu fezlekeler, prensipler ve açılımlardır. Mucizelerle donatılan Hz. Muhammed (asm), fen ve hikmetçe kabul edilmiş prensipler perspektifinde değerlendirildiğinde, peygamber olduğu apaçık görülür. Şöyle ki: - İnsanın, bir fennin esaslarına ve hayata bakan kısımlarına vâkıf olması, o fende ihtisas sahibi, uzman ve otorite olduğunu gösterir. Efendimizin (asm), fen ve sosyal ilimlerin esaslarını bugünkü gelişmelere de ters düşmeyecek, çelişmeyecek şekilde yerli yerinde kullandığını biliyoruz. Şu hâlde o, peygamberdir. - Psikososyal bir tespittir: Basit bir insan, bir çocuk dahi olsa, küçük bir topluluk içinde de bulunsa, pek basit bir konuda bile, herkese muhalefet ederek yalan söylemeye cesaret edemez. Acaba pek büyük bir haysiyet, vakar, ciddiyet, doğruluk sahibi, pek büyük bir meselede, pek çok inatlı ve pek çok topluluk karşısında, okur yazar olmadığı hâlde, aklın idrakten âciz kaldığı meseleleri âleme neşredip milyonlarca insana, hatta asırlara yayarak milyarlarcasına kabul ettirmesi, o zatın doğruluğunu göstermez mi? - Bedevî ve ücra köşelerde bulunan insanlar, medenî, şehirli ve okumuş insanların bilgileri dâhilindeki konuları bilmezler, bilemezler. Oysa o doğru haberci, ümmi olduğu hâlde, geçmiş kavimlerin hâl ve hareketlerini, yaşayışlarını birer birer haber vermiştir. Tarih de onları doğrulamıştır. Öyle ise o bir elçidir ve tarihi de tasarrufunda bulunduran birisinden haber alıyor. - Okuma yazması olmayan bir adam, fennî ve sosyal ilimlerde, uzmanlarıyla tartışsa, sonra o kazansa ve onların aralarında ittifak ettikleri konuları tasdik, ihtilâf ettikleri hususları da tashih edip düzeltse; yalnızca üstünlük, güç ve ferâset, bir insanın eseridir, denilebilir mi?2 Elbette denilemez. Öyle ise, onun ilmi vahyîdir, vehbîdir, Alîm-i Mutlak olan Allah’tandır... Evet, o bir insandır. İnsan zihninden, 1500 yıl sonra anlaşılabilecek hakikatlerin çıkması imkânsızdır. Bu zamanda bile, beşerin dimağından dökülmesi imkânsız olan yüksek hakikatlerin, ilimlerin, fikirlerin, buluşların Hz. Peygamber’in (asm) zihninden akması, onun hak peygamber olduğuna çürütülmez belgeler olduğuna delil değil midir?
Dipnotlar:
1. Mektubat, s. 83. 2. İşarat’ül-İ’caz, s. 163. 27.04.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Yanlış bir kıyaslama |
Son haftalardaki seyahatlerde, üstelik birkaç yerde tuhaf mı tuhaf bir kıyaslama vak'asıyla karşılaştık. Bazı kardeşlerimiz, Risâle–i Nur'un ölçü ve mizanlarını tam olarak bilmeyen kimselerin, Sünûhat'ta geçen haricî kuvvet ve siyasetle (diplomasi) bağlantılı bir meseleyi, dahilî siyasete (üstelik günümüz iç politikasına) tatbik etmeye çalıştıklarını aktardılar. Birinci Dünya Harbi süreciyle ilgili söz konusu bahiste şu ifadeler zikrediliyor: "Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir." (Age, s. 68) Burada ismi zikredilen Antranik, Birinci Harp zamanındaki Ermeni Taşnak grubunun çete reisi, Enver ise Osmanlı Ordusunun Başkomutanıdır. Venizelos, Yunan Başbakanı, Said Halim ise Osmanlı hükümeti Başbakanıdır. Üstad Bediüzzaman'ın, belirttiğimiz zaman zarfında ve haricî kuvvetlerle ölüm–kalım savaşının verildiği şartlar altında sarf etmiş olduğu yukarıdaki sözünü tutup günümüz iç politikasına tatbik eden bazı kimseler, şöyle bir örnekleme cihetine gidiyorlar: "Biz tokadımızı Baykal ve Bahçeli ile birlikte Erdoğan'a vurmayız. Nazarımızda vuran da sefildir..." İşte size hatalı bir örnekleme mantığı. Bir kere, buradaki örnekleme ile Üstad Bediüzzaman'ın vermiş olduğu misâl arasında ne yer, ne şahıs, ne de zaman itibariyle bir benzerlik vardır. En mühim nokta ise, iki örnek arasında her hangi bir makam münasebetinin bulunmaması. Evet, makamlar, büsbütün farklıdır. Zira Üstad Bediüzzaman, dahildeki rakip reislere karşı takınılacak tavırdan söz etmiyor. Belki, doğrudan doğruya dahildeki reislere karşı hariçteki düşman gibi davranılmaması, düşmanla bir olup dahildeki reislere hücum edilmemesi gerektiğini nazara veriyor. Dolayısıyla, Baykal veya Bahçeli, hiçbir şekilde Antranik ya da Venizelos'un yerine ikame edilerek, söz konusu misâl dahilî siyasete uyarlanamaz ve kıyaslanamaz. Zira: 1) Antranik ile Venizelos, bizim can, mal ve mülk düşmanımızdır. Baykal ile Bahçeli ise, siyasetlerini tasvip etmesek de, bu ülkenin insanlarıdır. 2) Bize saldıran ve kanımızı döken Antranik ile Venizelos'u (o günkü şartlar altında) vurup öldürmek câizdi. Çünkü, onlarla savaş halindeydik. Baykal ve Bahçeli için aynı durum söz konusu dahi değildir. 3) Enver ile Said Halim, baş düşmanları olan Venizelos ile Antranik'e karşı en ağır silâhları kullanıyor, karşılıklı olarak birbirlerini imhaya çalışıyor. Benzer bir durum, Erdoğan ve siyasî rakipleri arasında söz konusu değildir. 4) Üstad Bediüzzaman'ın vermiş olduğu misâl, "Harice karşı kuvvet kullanılabilir" düstûruyla izah edilebilir. Ama, aynı düstûr "Dahildeki müsbet hareket" düstûruyla hiçbir şekilde örtüşmez. Hasılı: Risâle–i Nur'daki mizânlar, hem dinî ölçülere, hem de aklî muhakemeye tam mânâsıyla mutabıktır. Nur Talebesi de, tahkik ehlidir. Her söyleneni hemen kabul etmez. Söylenen sözleri mihenge vurmadan almaz ve almamalı; silik ve çürük olanları iade etmeli.
NOT: Bir kardeşimiz, dünkü "AKP, Kemalizmin ömrünü uzatıyor" başlıklı yazıya konu olan bir yabancı derginin manşetindeki "Kemalism Is Dead, Long Live Kemalism" ifadesinin, tıpkı bizdeki "Kral öldü; yaşasın kral" anlamında kullanıldığını, dolayısıyla, bu ifadenin "Kemalizm öldü; yaşasın Kemalizm" şeklinde tercüme edilebileceğini söyledi. Bilvesile aktarmış olalım.
Tarihin yorumu 27 Nisan 1909
Üzümü yediler, bağcıyı da dövdüler
Selanik merkezli Hareket Ordusunun dayatmasıyla toplanan Âyan ile Mebûsan Meclisi, Sultan II. Abdülhamid'in tahtan indirilmesine (hall) karar verdi. (27 Nisan 1909) Bu hal kararının çıkmasında, İttihatçıların içindeki Mason, Yahudi ve Selanikli dönmelerin etkisi birinci planda gelir. Nitekim, hal kararını bildirmeye giden heyetin başındaki isim de Yahudi Emanuel Karasso olup, aynı zamanda Selanik mebusudur. Ayrıca belirtmek gerekir ki, o günlerde Meclis Başkanı olan kişi de, Masonların has adamı Talat Beydir. Talat Bey, İttihatçı komitenin siyasetteki en etkili kişisidir. Bu şahıs, 1909'da Meclis Başkanı iken Sultan Abdülhamid'i tahttan indirttiği gibi, 1915'te İçişleri Bakanı iken Tehcir Kànununu, 1916'da Aşairi İskân Kànununu çıkarttırarak, bu vatan ahalisini birbirine düşman hale getirdi. Nihayet, 1917'de Sadrâzam olup muradına eren Talat Bey, bir sene sonra savaş mağlubiyetinin müsebbibi olarak yurdu terk etmek mecburiyetinde kaldı. * * * Bediüzzaman Hazretleri, 27 Nisan 1909'da Sultan II. Abdülhamid'in tahttan indirilme hadisesini "tebeddül–ü saltanat" şeklinde tarif ile tahlil ediyor. (Bkz: Şualar, s. 239; Kastamonu Lahikası, s. 157) Böylelikle, saltanat tebeddül etmiş, yani yönetim (idarenin iradesi) Osmanlı'dan Selaniklilerin eline geçmiş oldu. Esasında, Hareket Ordusunun asıl maksadı da buydu. Gerisi bahaneydi. Hükümetin ve askeriyenin kilit noktalarını ele geçiren Selanikli dönme komitesi, 31 Mart Hadisesini bahane ederek İstanbul'u işgal ile sıkıyönetim ilân etti, dolayısıyla yönetime el koymuş oldu. Şayet, bu ordunun maksadı hürriyeti tesis etmek ve Meşrûtiyeti korumak olmuş olsaydı, bunları kabul etmiş olan Sultan Abdülhamid'i tahttan indirmek gibi tuhaf bir yola tevessül etmezdi. Fakat, asıl gaye başkaydı. Bu sebeple, önce padişahı devirdiler, ardından İttihad–ı Muhammedî ile Ahrar Fırkasının mensuplarını idam sehpasına gönderdiler. Neticede, Meşrûtiyetin canına da okuyarak, kanlı bir istibdat rejimini uygulamaya soktular. Böylelikle, hem bağcıyı dövdüler, hem de bağın üzümünü gasp ve garet ettiler. 27.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Levhada asılı kalmak |
Başucumuzda bizi teselli eden bir levha var mı, baktığımızda bize sabır telkin eden, nefsimizi susturan bir levha… Okuduğumuzda yaşandığımız sıkıntıları ünsiyetli gösteren, acılarımızı şuruba dönüştüren şifa satırları ihtivâ eden bir levhaya ne kadar ihtiyacımız var bir bilsek. Evlerimiz, odalarımız asılsız ve ihtiyaçsız eşyalarla, zihnimiz işe yaramaz düşüncelerle dolu olduğundan böylesi bir levha göze batar, görüntüye bozar diye koymayız, koyamayız. Raflardaki kitaplara elimiz ya uzanır ya uzanmaz; ya oturulan odanın uzağındadır ya da biz onlardan uzağızdır. Acele ile çıkıp acele ile döndüğümüz evlerde ekranlara sırt dönüp kırmızı kitaplardan hikmet devşirmek o kadar zor ki! Yatarken ve kalktığında okuduğun levhayı asmak da bir o kadar zor; evin görüntüsünü bozar, düşüncelerin şekli izin vermez. “Ey nefsim 44 sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın, daha hakkın kalmadı.” Yaz ve oku; hakkıyla, hakikatiyle… Yaşadığın aynı yaşantıyla yaşayabilir misin bir daha? “Sen, ani ve fani zevklerin bekasını arıyorsun. Onun için onun zevâliyle ağlamaya başlıyorsun.” Beka için ağla, ağlayabildiğin kadar; nerede o anilik ve fanilikten kurtulanlar, nefsini susturabilenler; hangi levhanın altında hüzün yağmurlarla ıslanıyorlar? “Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var.” Hep başkalarını suçluyor, hep başkalarını yargılıyorsun; o olmasaydı böyle olmazdı, bu böyle yapmasaydı şöyle neticelenmezdi. Kukla oyunu, kör ebe masalı; gerçek olan zulüm ediyorsun, kader seni adaletiyle yargılıyor. Her hadisenin başında, ortasında ve sonunda O’nu görmüyorsan musibetle kader seni dürtüyor; uyan. “Zâhirî musibetler altında ve neticesinde, inayet-i İlâhiye’nin çok tatlı neticeleri var.” Sabır ve şükürle neticelenen hangi musibet bu hakikati doğrulamamış, tasdik etmemiş; öyleyse bu sabırsızlık ve şükürsüzlük niye? Sabrın azsa, tatlı neticeden alacağın hissen de az olacak. Nazarlarını temizle, zihnini arındır, bakışlarını bayağılıktan kurtar; tatlı neticenin yanında musibetin az olduğunu göreceksin. “Kadere iman eden kederden emin olur.” Bunu rehber etsen fani zevklerin tükenişi, musibetlerin gelişinde ağlayabilir misin? Musibetlerden hikmet ve sevap devşiren, zevklerin gitmesinden elem duyar mı? Zevkler şükür, musibetler sabır için. İçinde sabır ve şükür barındırmayan hayat, ne kederli bir hayat. Zihnin başucuna, gönül evinin orta yerine, odanın sabahta ve akşamda okunacak bir yerine hakikat dolu levhayı asmak ve o hakikatte asılı kalmak; hayatın “en”ini bulanların kârı olsa gerek. Hızla akan hayat levhalarında ne kadar çok ihtiyacımız var böylesi hakikat levhalara ve o levhaları asacak cesarete ve onda asılabilecek kahramanlığa. 27.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Makam-ı Mahmud üzerine |
Abdullah Bey: “Ezan ile ilgili sünnetler nelerdir? Ezan duâsında geçen Makam-ı Mahmud ne demektir?”
Ezan işitildiği zaman ezanı dinlemek, ezanı içinden tekrar ederek icâbet ve tasdik etmek, bitince ezan duâsını okumak sünnettir; Peygamber Efendimiz’in (asm) şefaatine vesîledir. Konuyla ilgili delillerimizden bir kaçı şöyledir: * Abdullah bin Amr bin As (ra) bildirmiştir: Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Müezzinin ezanını işittiğiniz vakit siz de onun söylediği gibi söyleyiniz. Sonra bana salât ve selâm okuyunuz. Çünkü her kim bana bir salât okursa, bundan dolayı Allah ona on defa rahmet nazarıyla teveccüh buyurur. Sonra Allah’tan benim için vesîleyi isteyiniz. Çünkü vesîle Cennet’te bir derecedir ki, o, Allah’ın kullarından yalnız birinden başkasına lâyık olmaz. Benim o olduğumu umuyorum. Her kim benim için Allah’tan vesîleyi isterse, ona şefaatim ulaşır.”1 * Ömer bin Hattâb (ra) dedi ki: Resûlullah Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Müezzin ‘Allahü Ekber, Allahü Ekber’ dediğinde siz de ‘Allahü Ekber, Allahü Ekber’ dersiniz. Müezzin ‘Eşhedü en-lâ ilâhe illallah’ dediğinde siz de ‘Eşhedü en-lâ ilâhe illallah’ dersiniz. Müezzin ‘Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah’ dediğinde siz de ‘Eşhedü enne Muhammeden Resûlallah’ dersiniz. Müezzin ‘Hayye ale’s-salâh’ dediğinde siz ‘Lâ Havle ve-lâ kuvvete illâ billâh’ dersiniz. Müezzin ‘Hayye ale’l-felah’ dediğinde siz yine ‘Lâ Havle ve-lâ kuvvete illâ billâh’ dersiniz. Müezzin ‘Allahü Ekber, Allahü Ekber’ dediğinde siz de ‘Allahü Ekber, Allahü Ekber’ dersiniz. Sonra müezzin ‘Lâ ilâhe illallah’ dediğinde siz de ‘Lâ ilâhe illallah’ dersiniz. Böyle diyen Cennete girer.”2 * Câbir bin Abdullah (ra) dedi ki: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Her kim ezanı işittiği zaman ‘Allahümme Rabbe hâzihi’d-da’vete’t-tâmmeti ve’s-selâti’l-kâimeti âti Muhammedeni’l-vesîlete ve’l-fadîlete ve’b’ashü mekâmen-mahmûdeni’llezî veadtehû. İnneke lâ tuhlifu’l-mî’âd” (Mânâsı: Ey bu mükemmel davetin ve namaz kıyâmı (duruşu) emrinin sahibi olan Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e (asm) vesîleyi ve fazileti ver. Ve ona, vaad ettiğin Makam-ı Mahmûd’u lütfeyle. Şüphesiz Sen sözünden dönmezsin’ derse, kıyâmet gününde benim şefaatim ona hak olur.”3 Duâda geçen Makam-ı Mahmûd Peygamber Efendimize (asm) ümmetiyle ilgili olarak verileceği vaad olunan yüksek bir makamdır. İbn-i Abbas (ra) rivâyet etmiştir ki; Allah Resûlü (asm) bu makamın bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak tarafından şöyle bildirildiğini beyan buyurur: “O öyle bir makam ki, bu makamda öncekiler de, sonrakiler de sana teşekkür ederler, sana minnettâr olurlar. Sen şerefçe bütün yaratılmışların üstünde olursun, istersin verilir, şefaat edersin şefaatin makbul olur. Senin sancağının altında olmadık hiç kimse kalmaz.”4 Ebû Hüreyre’nin (ra) rivâyeti de şöyledir: Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Bu o makamdır ki, onda ümmetime şefaat edeceğim.”5 Ka’b bin Mâlik (ra) rivâyet etmiştir ki; Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Allah insanları diriltecek; bana da yeşil bir elbîse giydirecek. Ondan sonra Allah ne söylememi isterse söyleyeceğim. İşte Makam-ı Mahmud bu makamdır.”6 Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Peygamber Efendimiz’in (asm) Makam-ı Mahmûd’unu “Rabbânî bir sofra” kavramı ile izah eder. Öyle bir sofradır ki, Cenâb-ı Hak tarafından dağıtılan bütün nurlar, verilen bütün ikrâmlar, ikrâm edilen bütün feyizler, ihsân edilen bütün lütuflar, sevaplar, nîmetler, bağışlamalar, mağfiretler ve merhametler o sofradan akıyor. Resûl-i Zîşân’a (asm) okunan salavât-ı şerîfeler, o İlâhî sofraya edilen davete icâbet hükmündedir. Yani salavât-ı şerîfe okumakla insan o İlâhî sofra sahibi tarafından yapılan davete uymuş; sofraya yaklaşmış ve sofradan istifâde etmiş olur.7
Dipnotlar:
1- Müslim, Salât, 11 2- Müslim, Salât, 12 3- Buhârî, 2/365 4- Tecrit Terc. 2/574 5- a.g.e.. 2/574 6- a.g.e., 2/574 7- Mesnevî-i Nûriye, s. 76 27.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Problemleri erteleyin, biriktirin! |
Yıllardan beri devam eden bir ‘kavga’nın bu yıl olmaması bekleniyor. Bilindiği gibi İstanbul’un ‘merkezi’ Taksim, 30 yılı aşkın bir süredir ‘işçilerin toplantı ve yürüyüşü’ne kapalıydı. Her 1 Mayıs öncesi işçi sendikaları “İlla Taksim’e çıkacağız” diye diretir, Türkiye’yi idare edenler de “Hayır, Taksim’de miting yapmaya kesin izin yok” der ve ‘kavga’ ederlerdi. Vatandaş da bu anlamsız tartışmayı izler, ama bir anlam veremezdi. Tabiî ki Taksim’in gösteri ve yürüyüşlere kapatılması acı bir hadiseye dayanıyor. 1977’deki “1 Mayıs kutlaması”nda onlarca kişi ölmüş, bir o kadar da insan yaralanmıştı. 1977’de yaşanan hadisenin baştan sona bir provoskasyon olduğu daha ilk günden anlaşılmış, fakat gerçek sorumlular bir türlü ortaya çıkarılamamıştır. Kalabalık meydan toplantılarını provoke etmek isteyenler her zaman olmuştur ve olmaya da devam edebilirler. Ancak bunun çaresi toplantı ya da yürüyüşleri kökten yasaklamak olabilir mi? Türkiye’yi idare edenler bir müddet bunu çare olarak gördü ve Taksim’i gösteri ve yürüyüşlere kapalı tuttu. Bu sebeple hemen her yıl 1 Mayıs öncesi ve sonrası bir tedirginlik yaşandı. Zaman zaman da hoş olmayan görüntüler ortaya çıktı. Bu yıl 1 Mayıs ‘kutlamaları’ Taksim’de yapılabilecek. Bunun için işçi sendikalarına ‘resmi izin’ verilmiş durumda. İnşaallah bir provokasyona imkân verilmez ve yıllardan beri devam edip gelen “Taksim kâbusu” sona erer. Türkiye’yi idare edenlerin bilerek ya da bilmeyerek yaptıkları bir yanlış var. Karşılarına çıkan problemleri çözmek yerine ‘erteleme ve ötelemeyi’ tercih ediyorlar. Belki bunu şahsî hayatımızda bizler de yapıyoruz, ama kim yaparsa yapsın problemleri ertelemek ve ötelemekle çözmek mümkün değil. Bu demek değil ki işlerimizi ‘acele’ye getirip, işin içine ‘şeytan’ları karıştıralım. Aksine, sakin ve ihtiyatla adım atarak, ama problemleri sıra ile çözmeye çalışmalıyız. “Sonra çözeriz” demek, bir bakıma “nemelâzım” tavrını hatıra getirir. Taksim örneğinde olduğu gibi, bugün geriye dönüp baktığımızda 30 yıl süren ‘kavga’nın bir işe yaradığı söylenebilir mi? Benzer bir ‘öteleme’ tavrı da bedelli askerlik konusunda yaşanıyor. Ortada bir gerçek var: Türkiye askerlik konusunu gerek süre ve gerek ‘muhteva’ açısından tartışıyor, tartışmak istiyor. Bu talebi görmezden gelmek ya da yok saymak mümkün değil. Bedelli askerlik ya da profesyonel askerlik gibi konuları öteleyerek ya da erteleyerek bir yere varamadığımızı artık görmek durumundayız. Hiç kimse de bu konuların tartışılmasını ‘garip’ karşılamasın. Nasıl ki 33 yıl süren “Taksim yasağı” sona erdi ya da ermek üzere, aynı şey zorunlu askerlik için de söz konusu olabilir. “Kavga”ya gerek yok. Dünya bu işi nasıl hallediyorsa, Türkiye de benzer şekilde halledebilir. Hem geçen yıllara nisbetle ‘komşu’larımız artık bize ‘dost’ olmadı mı? ‘Düşman’larımız azaldığına göre, ‘er’lerimizin sayısının azalması da mümkün olmaz mı? Problemleri ne inkâr edelim, ne de öteleyip erteleyelim. ‘Bismillah’ diyerek çözmeye çalışalım vesselâm. 27.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Uzlaşma çağrısı ve kriz uyarısı… |
Meclis’te birkaç oy farkla bıçak sırtı geçen Anayasa değişikliği tartışmalarının geriliminde Türkiye’nin en çok ihtiyaç duyduğu mutâbatakatın ve siyasî uzlaşmanın önemi ortaya çıkıyor. Bu açıdan 48. kuruluş yıldönümünde Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, yargıya ve siyasete ciddî uyarıları çok önemli. “Yasama, yargı ve yürütme gücünü kullananlar, yasal güvencelerin arkasına saklanarak hukuk dışı yöntem ve yollarla ülkeyi, demokrasiyi ve cumhuriyeti kurtarmadan vazgeçmelidir” tavsiyesi, büyük önem taşıyor. Kimse çıkıp “kapatılma davası”nda AKP’nin “laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu”na onbir üye arasından tek itiraz şerhi koyan Kılıç’ın iktidar partisine karşı siyasî mülâhazalarla konuştuğunu söyleyemez. Bunun içindir ki “tehditler ve siyasî rant hesapları”na dikkat çekip, halkın beklentisinin siyasetin çözüm projeleri üzerinde anlaşmayla demokratik buluşmayı beceremeyenlerin barışı üretemeyecekleri ikazı, siyasetin kulak vermesi gereken gerçeğin ifâdesi… Kılıç’ın da belirttiği gibi, farklılıkları ortak bir paydada buluşturma, bir arada yaşamayı sağlama ve her sosyal kesimin katıldığı toplumsal bir sözleşme olarak tanımlanan temel kurallar dizisi olan anayasal değişikliklerde, bütün siyasî düşünce sahipleri ile kültür ve inanç gruplarının eğilim ve beklentilerine cevap verilmesi gerekiyor. Farklılıkların eşitlik ve barış temelinde buluşturulması icâb ediyor.
SİYASETİN ASIL AÇMAZI Bundandır ki çoğulcu ve çoğunlukçu niteliği bulunan demokratik rejimlerde “bir sayı fazla ise hepsi benim” biçimindeki salt sayısal üstünlük anlayışı, demokratikleşmede, temel hak ve özgürlüklerde nakıs kalıyor. Vatandaşların temel haklarının sayıların üstünlüğüne bağlanması, hukuk devleti esasını ve güvencesini zayıflatıyor… Bu bakımdan Kılıç’ın, devletin temel yapısını, yönetim biçimini, devlet organlarının birbirleriyle olan ilişkilerini, kişilerin temel hak ve özgürlüklerini düzenleyen anayasaların niteliği kadar yasalaşma yönteminin de demokratik rejimin dokusuna uygun, katılımcı, çoğulcu ve özgürlükçü bir süreci yansıtması temennisi ve beklentisi, oldukça anlamlı. Ne var ki siyasî emeller, millet nezdinde “mağduriyet”e sığınma numaraları ve seçime dönük politik plânlar ve taktikler, siyaset kurumunun iç işleyişini zorlaştırıyor. Demokrasilerde sorunları çözme sanatı olan siyaseti ve vatandaşları kamplaşmayla taraf olmaya zorluyor. Asimetrik tahrikle uzlaşmaz bir kavga zeminini oluşturuyor… Ve bu durum, iktidar partisi sözcülerinin itirafıyla “AKP’ye en az yüzde 10-15 oyla siyasî rant sağladığı” ikrar edilen gece yarısı 27 Nisan e-muhtırası kumpasına benziyor. Siyasî ayrışma, iktidar-muhalefet arasında “muvâzene-i adâlet”le denge unsuru değil, sorun üretme aracı haline getiriliyor. İdeolojik çıkmazla kriz ve kavgaya itiyor. Şimdiye kadar 16 kere 100’e yakın maddesi Meclis’te siyasî uzlaşmayla değiştirilen 12 Eylül darbe anayasasının en mutâbık kalınan ayrıklarının dahi ayıklanmasında yaşanan politik polemik ve tahrik, Türkiye’de siyasetin asıl açmazını açığa çıkarıyor… Sıkıntı, siyasî iktidarın demokratikleşme, hak ve özgürlükler ve yargı reformu hedefiyle “ihtilâl anayasası”nı değiştirirken, “ben yaptım, oldu!” oldubittisinden türüyor. Siyasî partiler ve sivil toplumla kapsamlı bir konsensüse varmadan, geniş istişârelerde bulunmadan emr-i vakiyle “taslağı” tek bir paket halinde Parlamento’nun önüne koymasından kaynaklanıyor.
MUTÂBAKAT KAPISI HÂLÂ AÇIK Bu nedenle mutâbakatsız değişikliklerin önü risklerle dolu. En ufak bir kıvılcım, alev topuna dönüşüyor. Herkes nefesini tutmuş, gittikçe artan siyasî tansiyon tedirginliğinde her an yeni bir çatışmanın patlak vermesinden korkuluyor. Yumruklu saldırıların, şehidlerin verildiği mayınlı patlamaların, terör ve anarşinin azdığı süreçte derin endişe veriyor… Anayasa Mahkemesi’nden şekil ya da esastan “iptal” istemi, 367 ucûbesine benzer Mahkeme’den çıkacak bir karar ya da bütün maddelerin “Venedik kriterleri”ne açıkça aykırı olarak aynı torba içinde referanduma sunulması, kutuplaşmayı derinleştiren kısırdöngü cenderesinde toplumu bloklara ve siyasî buhrana sürükleyeceği ortada. Değişikliklerin “iptali”yle yeni bir kriz ortamı doğacağı ve kutuplaşma riskinin artacağı uyarısında bulunan Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu Başkanı Marc Pierini’nin, Anayasa değişikliği yönteminin reformun kendisi kadar önemli olduğunu vurgusuyla güçlü diyalog çağrısı ve kritik kriz uyarısı, bu açıdan fevkalâde dikkate değer. Uzlaşma kapısı hâlâ açık. Hâlâ geç kalınmış değil. 12 Eylül darbe anayasasının en azından bazı antidemokratik dayatmalarından kurtulma tarihî fırsatı hâlâ kaçmış değil. İkinci tur oylama öncesinde özellikle “yargı reformu”na dair maddelerde alternatiflerde uzlaşma hâlâ mümkün… Siyasî iktidar ve muhalefet, itidalle bunu tâdile çalışmalı. AB’nin uzlaşma çağrısı için siyasî irâde ve inisiyatifi göstermeli. Aksi halde, peşinden “başkanlık sistemi” tartışmalarıyla kronikleşecek, üç-beş oy uğruna sebebiyet verilen sancılarla sürekli Türkiye’nin başını ağrıtacak sürecin faydası olmaz. Demokratikleşme, hak ve hürriyetler getirisinden çok götürüsü olur… Bizden bildirmesi… 27.04.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Bosna’nın yalnızlığı sona ererken |
Bosna Hersek ve Sırbistan’ı barıştırma görevini üstlenen Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun gayretleri, sürecin en önemli adımının atılmasını sağladı. Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadiç ve Bosna Hersek Üçlü Cumhurbaşkanlığı Konseyi Başkanı Haris Sladziç, Cumhurbaşkanı Gül’ün ev sahipliğinde İstanbul’da bir araya geldiler. Tadiç, Bosna Hersek’in toprak bütünlüğü ve bağımsızlığını tanıdığı ve desteklediğini açıkladı. Peki, bu noktaya nasıl gelindi? Kanlı Bosna Savaşından sonra 1995 yılında imzalanan Dayton Anlaşması ile başarılamayan, AB ve ABD’nin temsilcilerinin sağlayamadığı barışı, Türkiye, özellikle de Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun sessiz mekik ziyaretleri getirmişti. Beş ayda beş kez Belgrad’a, altı kez de Saraybosna’ya gitmişti. Bu çabaların sonucunda şu aşamalar gerçekleşti: - Üç ülkenin dışişleri bakanı Belgrad ve Ankara’da bir araya geldiler. - Sonra Sırbistan parlamentosu hiç beklenmedik bir şekilde Srebrenika katliamı için özür diledi. 1995’te yaşanan bu katliamda 8 binden fazla Bosnalı Müslüman erkek Sırbistan ordusu tarafından katledilmişti. İşte parlamento şu sözlerle bu katliamı kınayan bir karar aldı: “Sırbistan Parlamentosu Temmuz 1995’te Bosnalı Müslüman nüfusa karşı işlenen suçu kuvvetle kınar. Trajediyi önlemek için gereken her şey yapılmadığından, kurbanların ailelerine taziyelerini ve özürlerini sunar.” Gerçi katliamı gerçekleştirilen komutan Radko Mladiç hâlâ kaçak, ama dönemin lideri Radovan Karadzic uluslar arası mahkemede yargılanıyor. - İki ülke karşılıklı olarak büyükelçi atadılar. - Sırbistan Bosna Hersek’in toprak bütünlüğünü tanıdı. Buna NATO’nun Bosna Hersek’in üyeliği için eylem planı vermesi de eklenince, Bosna Hersek’in toprak bütünlüğü garanti altına alınmış oldu. Bütün bunlar, Avrupalı ve Amerikalı diplomatların bile tahmin edemeyeceği gelişmelerdi. Bu arada Sırbistan’la Bosna Hersek’in yakınlaşması, Bosna Hersek’in üçlü yapısı içinde yer alan Sırp Cumhuriyetinin de ayrılıkçı tavırlarını yumuşatmasını sağladı. Davutoğlu’nun naklettiği bir anekdot var. Bir Avrupalı bakan Sırp meslektaşına “Siz Türklerle asırlar boyu kavga ettiniz, nasıl olur da bizi dinlemiyorsunuz onları dinliyorsunuz?” diye soruyor. Sırp bakanın cevabı ibretlik: “Türkleri anlamanız lâzım. Bizi anlamanız için de 500 yıl bizimle yaşamanız lâzım”. İşte bu atmosfer içinde İstanbul’daki zirve gerçekleşti. İlk kez bir Sırp cumhurbaşkanı Türkiye’ye geliyordu. İlk kez Bosnalı ve Sırp liderler baş başa görüşüyor, kendi sorunlarına çözüm arıyorlardı. Bu tarihî adımın atılmasına katkısı bulunan herkesi tebrik ediyoruz. Bir sonraki aşama Hırvatistan’ın da bu üçlüye dahil edilmesi. Bu adım da çok gecikmeden atılacak. Bütün bu gelişmeler, Avrupa’nın ortasında yalnız kalan Bosna Hersek’in yalnızlığının sona ermesi, Türkiye’nin yalnızca Bosna’ya değil, eski Osmanlı tebaası olan üç Balkan ülkesine karşı tarihî sorumluluğunun önemli bir kısmını yerine getirmesi anlamına geliyor. Umarız bu gelişmelere Avrupa Birliği de Bosna Hersek’i diğer komşuları gibi üyeliğe alarak katkıda bulunur. 27.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Millî Güvenlik dersi |
Millî Güvenlik derslerinin hem muhteva, hem de okullardaki işleniş tarzı itibarıyla yeni baştan ele alınması lâzım. Bir defa, bu şekliyle böyle bir derse ihtiyaç var mı? Millî güvenlik gibi bir konu, lise öğrencilerinin gündemi olabilir mi? Böyle bir başlık altında gençlerin askerî konulara belli bir ölçüde aşinalık kazanması isteniyorsa, bunun başka ve daha uygun bir yolu ve yöntemi bulunamaz mı? Askerî mantıkla yapılan “millî güvenlik” tarif ve izahlarının ve bu eksende hazırlanan güvenlik konseptlerinin demokrasimizi ne kadar ciddî sıkıntılarla karşı karşıya bıraktığının ap açık görüldüğü bir ortamda, Millî Güvenlik derslerinin bu yönüyle de mercek altına alınması gerekiyor. Ayrıca, dersin pedagojik formasyonu olup olmadığına bakılmadan üniformalı muvazzaf subaylarca veriliyor olması başlı başına bir hata. Askerlik ve öğretmenlik tamamen ayrı işler. Gerçi burada da eğitim sistemimizin kronik bir problemi önümüze çıkıyor. Sorgulamaya, öğrencilerin her sabah “Hizaya gel, rahat, hazırol” komutlarıyla sıraya sokulup çağdaş dünyada başka bir eşi benzeri bulunmayan “andımız” gibisinden tuhaf metinlerle hep bir ağızdan bağırtıldığı “askerî düzen”den mi başlamalı? Okullar sivilleşmeden diğer alanlara geçilebilir mi? Peki, Millî Güvenlik dersinin muvazzaf subaylarca verilmesinin sebebi ve hikmeti ne olabilir? Orduyu öğrenciler üzerinden halkla kucaklaştırmak mı, yoksa sistemin her alanındaki asker etkisini okullara da bu yolla sirayet ettirmek mi? Fiilî işleyişe bakılırsa, ikinci şık geçerli. Bunun en tipik örneklerinden biri, askerin inisiyatif ve öncülüğüyle başlatılan 28 Şubat’ta, sürecin en kalıcı ve tahripkâr icraatlarından biri olan başörtüsü yasağını imam hatiplere taşıma operasyonunun Millî Güvenlik dersleri kullanılarak başlatılmış ve neticeye ulaştırılmış olması. Okul yönetimleri, Millî Güvenlik dersi veren ve sınıfta başörtülü öğrenci görmek istemediklerini söyleyen subaylar kanalıyla baskı altına alınarak, imam hatipler yasak kıskacına sokuldu. Ve bu süreçte başı çekenlerden biri, emekli olduktan sonra siyasete atılıp Hacıbektaş ilçesine belediye başkanı seçilen, dönemin Burdur Topçu Er Eğitim Tugay Komutanı olarak imam hatiplerin başörtülü kız öğrencileriyle uğraşmayı iş edinen Tuğg. Ali Rıza Selmanpakoğlu oldu. (Hatırlanacağı gibi, yasağı imam hatiplerden sonra ilâhiyat fakültelerine de taşıma operasyonu, “son kale” Marmara İlâhiyat’ın—bu fakülteye Zekeriya Beyaz dekan yapılarak—düşürülmesiyle tamamlandı. Ve hemen ardından Beyaz’a çok ilginç bir destek geldi: Dönemin 1. Ordu Komutanı, dekanı makamında ziyaret etti...) Son dönemde ise başörtüsü yasağını, yasağa herşeye rağmen direnmeye çalışan özel okullara da taşıma operasyonunda yine Millî Güvenlik derslerinin etkili şekilde kullanıldığı görüldü. Ve bu durum, başörtüsü yasağının esas olarak asker desteğiyle sürdürüldüğü şeklindeki üzücü algılamayı daha da güçlendirerek, Genelkurmay’ın her fırsatta “incitmeme” taahhüdünü tekrarladığı “samimî dindar, mütedeyyin kitle”nin askere bakışını olumsuz şekilde etkiledi. Millî Güvenlik derslerinin subaylar tarafından verilmesinin bir diğer sakıncası, hayli zaman önce Güneydoğu’daki okullarımızdan birinde yaşanan gerginlikle de gözler önüne serildi. Operasyondan gelip ders vermek için öğrencilerin karşısına çıkan subayın o psikoloji içindeki tavır ve söylemleri, mâlûm sebeplerle zaten hassas ve gergin olan genç muhataplarını provoke edince, asla olmaması gereken bir gerilim yaşandı. Subayla öğrenciler karşı karşıya geldi. Bütün bunlar gösteriyor ki, Millî Güvenlik derslerinin de A’dan Z’ye yeni baştan ele alınması icab ediyor. Diğer bilumum dersler gibi... Not: Bu yazı, 24.9.08 tarihinde bu köşede yayınlanmıştı. Konunun tekrar gündeme gelmesi üzerine bir kez daha hatırlatma ihtiyacı duyduk. 27.04.2010 E-Posta: [email protected] |