Selim GÜNDÜZALP |
|
NASIL YAŞARSAK ÖYLE ÖLÜRÜZ |
Bir iman ve Kur’ân hizmetkârının, Recep Aydıncı Ağabey’in ardından
Nasıl yaşarsak öyle ölürüz. Ne büyük gerçek. Nasıl yaşarsak öyle öleceğimizi bildiğimiz hâlde, hayatımıza gereken dikkati gösteremiyorsak, ziyandayız, zarardayız. Sevgili Recep Ağabey, bu ziyandan, bu zarardan uzak kalmışlardan biriydi İnşallah. Zannımız ve inancımız böyle. Hayatını Kur’ân nurlarına adamış bir insan, Risâle-i Nurlara vakfetmiş bir insan. Âdeta nurdan bir insan. Hayatını bu yola adamış, gecesini gündüzünü, dersle, sohbetle geçiren bir insan. Sessiz sedasız, namsız nişansız, bu dünyadan Hakk’a yürüyüp giden bir adam. Yüzlerce gencin, ihtiyarın, çocuğun, hepimizin üstünde emeği, hakkı ve hizmeti var Recep Ağabey’in. Sesi, siması, yaşadığı dünyanın iç âleminin rengini, güzelliğini ele verirdi hemen. Dünyadaki son namazı olan yatsı namazının çıkışında kalbindeki ağrılar şiddetini arttırınca, yanındaki kuruyemişçi Seyfi Ağabeye “Hakkınızı helâl edin” diyor ve Kelime-i Şahadeti getirip ruhunu teslim ediyor bir garip köy camiinin şadırvanında. Cuma gecesi dersine gitmek üzere hazırlanmış iken vade erişiyor ve Hakk’a yürüyor. Sevdiklerimizin ardından bir şeyler yazmak kolay olmuyor. İnanın, hiç kolay olmuyor. Söylediklerimizi, dile kolay gelip de söylediğimizi zannetmeyin sakın. Değil, hiç de öyle değil. Bu söylediklerim, yetmiş yaşına yaklaşmış bir insanın, hizmetle dopdolu, güzel bir hayat yaşadıktan sonra bu dünyadaki son anlarıdır. Hayat hep böyledir. Güzel yaşanınca, sonu da hep güzel oluyor. O değil, Allah söyletiyor o ağza o kelimeleri. O mübarek Kelime-i Şahadeti. Allah (c.c.), kulunun ecelinin, onu nerede ve nasıl bulacağını biliyor. Rızık gibi ecel de, kaderde belli olduğu hâlde, üzerine bir perde çekilmiş olup, ilk nazarda gizleniyor gözlere. İlâhî bir hikmetin gereği, bu böyle. Bu durum insanın yararına olarak gizli tutulmuş. Tâ ki, kulun Rabbine olan ümit ve dua kapısı kapanmasın diye. Recep Ağabey’i ilk defa 1970’li yılların ortasında, Yeni Asya bürosunda çalışırken gördüm. Her hizmet erbabı gibi, onun da bu yolda unutulmaz, vefakâr hizmetleri oldu. Allah ondan razı olsun. Recep Ağabey’den geriye anlatılacak çok şeyler kaldı. Kazalara gidip geldiğimiz dersler, yollarda söylediğimiz ilâhiler, marşlar, dualar. Zübeyir ve Tahir Ağabeyler hakkında dinlediğimiz, yaşadığı anılar ve bize aktardığı hatıralar. Dedim ya, Recep Ağabeyden geriye anlatılacak çok şeyler kaldı. Ama en önemlisi, haftanın hemen her gününü ziyaretle, sohbetle, insanların kalplerindeki kederi gidermekle ve bastonuna dayanıp ağır ağır yürüyerek dükkân dükkân dolaşmakla geçirmesiydi. Hayatının son on yılını, çok ciddî bir hastalığa yakalanmasına rağmen, hizmetini hiç aksatmadan camiye, namaza, derse, sohbete devam ederek geçirdi. Şahidiyiz. Gerçekten büyük bir azim ve istikamet örneğiydi. Rabbim manevî şahadet mertebesini nasip eylesin İnşallah. Şimdi çok sevdiği hizmet ve dâvâ arkadaşı Ömer Toçoğlu Ağabey’le beraber yan yana yatıyorlar. Rabbim mekânlarını cennet eylesin. Kunduracı Halit kardeşten dinledim. Vefatına yakın günlerde, “Halit kardeş, çoğu gitti, azı kaldı ömrümüzün. Hatta azın da azı kaldı…” demiş. Allah kuluna hissettiriyor âkıbetini. Ölüme yakın yaşayan, hayatın kıymetini daha iyi biliyor olsa gerek. Çünkü her anını nurlandırmaktan geri kalmıyor. Böylece her bir an Allah için, ebedî bir hayatın rengine ve şekline bürünüyor. Ne mutlu ona ve onun gibi yaşayanlara. Yaşadığı gibi vefat etti, vazifesini bitirip göç etti. Üzerimizdeki emeğini, hakkını asla ödeyemeyiz. Allah ebediyen razı olsun. Ders arkadaşımız Fatih kardeşten dinledim. Vefat ettiği gecenin gündüzünde, tam dükkânının önünde, yanı başındaki komşusu, Recep Ağabey’i bir güvercinin başında beklerken görmüş. Meraklanmış, ne yapıyor diye. Sonra anlamış adamcağız ne olduğunu. Meğer hayvancık ağır yaralanmış, can çekişiyormuş. Recep Ağabey de bastonuna dayanıp öylece kalakalmış, tefekkür ediyormuş. Belki de kediden köpekten korumaya çalışıyormuş zavallıcığı. Öylece epey bir müddet beklemiş. Sonra güvercin can vermiş. Tenha bir yere bırakmış. Kim bilir, insan bir güvercin ölümünde belki de kendi ölümünü seyrediyordur, kim bilir... Ve aynı günün akşamı, ölüm meleği onun kapısını çaldı. Bize bıraktığı güzel bir miras var. Resulullah’ın (asm) sünneti olan namaza ve abdeste son derece titizlik ve bir de Üstad hasleti olan sohbet ve derslere devam. Gittiği yere güneş gibi giren adamdı. Soyadı gibi aydın bir adamdı. Allah ondan razı olsun, mekânı cennet olsun İnşallah. Yerine nice gençlerin yetişmesini Rabbimizden niyaz ediyoruz. Çok zor oluyor insanın sevdiklerinin arkasından bir şeyler söylemek. Ama ne yapalım, kader böyleymiş. Onu çok sevdiği Nurlardan, sadakatine bir nişane olarak, Onbirinci Söz’den bir - iki cümleyle uğurlayalım. Üstadımızın yanına, Hz. Peygamber Efendimizin (asm) şefaatine uğurlayalım. Ve Rabbimizin o engin rahmetine… “Sonra, o Rabbü’l-Âlemînin Ulûhiyetinin izhârına karşı, zaaf içinde aczlerini, ihtiyaç içinde fakrlarını ilândan ibâret olan ubûdiyet ile ve ubûdiyetin hulâsası olan namaz ile mukabele ettiler. Daha bunlar gibi, gûnâgûn ubûdiyet vazifeleriyle, şu dâr-ı dünya denilen mescid-i kebîrinde, farîza-i ömürlerini ve vazife-i hayatlarını edâ edip, ahsen-i takvîm sûretini aldılar. Bütün mahlûkat üstünde bir mertebeye çıktılar ki, yümn-i İmân ile, emn-i emânet ile mücehhez emîn bir halîfe-i arz oldular. Ve şu meydan-ı tecrübe ve şu destgâh-ı imtihandan sonra, onların Rabb-i Kerîmi, onları, imânlarına mükâfat olarak saadet-i ebediyeye ve İslâmiyetlerine ücret olarak Dârü’s-Selâma dâvet ederek, öyle bir ikram etti ve eder ki, hiç göz görmemiş ve kulak işitmemiş ve kalb-i beşere hutûr etmemiş derecede parlak bir tarzda rahmetine mazhar etti; ve onlara ebediyet ve bekâ verdi. Çünkü, ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyirci müştâkı ve âyinedar âşıkı, elbette bâkî kalıp, ebede gidecektir. İşte Kur’ân şâkirdlerinin âkıbetleri böyledir. Cenâb-ı Hak, bizleri onlardan eylesin, âmin.” (Sözler, 116)
Not: Recep Ağabey ve bütün Kur’ân hizmetkârları için Fatihalarınızı, duâlarınızı bekliyoruz. 25.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
İhlâsı bozmanın getirdiği tehlikeler |
Doğrusu İhlâs Risâlesinin başındaki Efendimizin (a.s.m.), “İnsanlar helâk olur, ancak bilenler hariç. Bilenler de helâk olur, ancak bildiklerini yaşayanlar hariç. İhlâslı olanlar da her an onu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır” şeklindeki mü'minleri ikaz edici, ihtar edici ifadeleri beni ciddî mânâda düşünmeye, hatta endişeye sevk etti. “Helâk” olmak gibi dehşetli bir durumla karşı karşıya bulunmanın iç dünyamda meydana getirdiği sarsıntıyı dindirip sakin bir kafa ile Hadis-i Şerifi tekrar tekrar okuyarak anlamaya çalıştım. Eğer ihlâs olmasa çok okumanın, çok bilmenin hiçbir kıymet-i harbiyesinin olmayacağını anlamaya çalıştım. Hatta elde edilen ihlâsın devamlılığının da olamayacağını; her an onu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzu hatırladım. Tekrarla anladım ki ibadet ve taatlerimizin azlığı çokluğu, dinî hizmetlerimizin kemiyeti, keyfiyeti, yüklendiğimiz kudsî dâvâmızdaki emeğimiz kıdemimiz ne olursa olsun eğer bütün bunların ruhu mesabesindeki ihlâs yoksa, yani yalnız ve yalnız rıza-i İlâhi gözetilmemiş ise bütün bu amellerin boşa gitme ihtimali vardır. Buna karşılık sırf Allah rızası gözetilmiş, ihlâsla yapılan az bir amel necatımızı netice verebilir. “İhlâslı olanlar da her an onu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır” ikazından hareketle Bediüzzaman da bu tehlikeyi görmüş ki, talebelerine; “İhlâsı kıracak esbabtan; yılandan akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz” tavsiyesinde bulunuyor. Ama her an nefis ve şeytanın telkinatı altında bizler, bazan enaniyet ve benliğimize mağlûp düşebiliyoruz. Bir kudsî dâvâyı sahiplenenlerin ihlâsı elde edip, onu sonuna kadar muhafaza yolunda azamî gayret göstermekten başka çareleri yok. İhlâssız, başka bir ifade ile riyaya, gösterişe yol açacak bir hal ve yaklaşımla herhangi bir hizmetten bahsedilemeyeceğine göre, Kur’ân hizmetlerimizin ruhu hükmünde olan ihlâsı zedeleyecek her türlü söz, hal ve davranışlardan kaçınmak vazifedir. Kaldı ki bunun tersi bir durum, yani ihlâssızlık, uhrevî hayatımızın geleceğini ciddî mânâda tehlikeye sokacak demektir. Bu noktada Efendimizin (a.s.m.) “Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Allah’a ortak koşmalarıdır. Ben güneşe, aya ve puta tapacaklarını söylemiyorum. Fakat Allah rızası dışında yapılan amelleri ve gizli arzuları kastediyorum” hadis-i şerifindeki uyarı ve ikazlara bakınca her ehl-i din için ihlâsın önemini daha iyi anlamış oluyoruz. Allah rızasının dışında ‘desinler’i hatıra getirecek ameller kanımızı donduracak bir tehlike olsa gerek. Yine bu meyanda Efendimizin (a.s.m.), “Bu ümmette şirk karıncanın yürümesinden daha hafiftir” tesbiti de gösteriyor ki her ehl-i din için şirk en büyük tehlikedir. İşte bu ve benzeri tehlikeleri bertaraf edecek olan ihlâstır. Kendimizden başlayarak ihlâsı temin edecek olan esaslara uymaktır. Onu kıracak, onu zedeleyecek olan söz, hal ve davranışlardan uzak durmaktır. 25.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Şefkat kahramanları (13) |
Sevim Morgül
ÜSTAD HAZRETLERİNİN KIR GEZİLERİ Üstad Hazretleri önceleri hep yürüyerek kırlara giderdi. Onu elinde şemsiyesi, siyah cübbesi ve lastik ayakkabılarıyla kırlara hızlı adımlarla yürüyerek gittiğini hatırlıyorum. Şemsiyeyi yaz kış taşırdı yanında. Keçili, Suvermez Köyünün oralara gider, bir ağacın gölgesinde oturur, kitaplarını yazar, tashih ederdi Üstad Hazretleri. Sonraları faytonla gezdi. Çoğu zaman Ceylan Abim faytonu sürerdi. Sonra taksi alındı. Ceylan Abim araba kullanmayı öğrenmişti, yine o sürerdi çoğunlukla. Bazen Ceylan Abim annemle bana gelir “Üstad Isparta’ya gidecek. Bolvadin yoluna şu saatte çıkın! Kimseye demeyin” der, bazen de “Eskişehir’e gidiyoruz!” Yola çıkın! Kimseye söylemeyin” diye tembihlerdi. Zira Üstad Hazretleri kalabalıktan rahatsız olurdu. Biz annemle hemen atkımızı alır, mantomuzu giyer giderdik. Bize dirseğini ya da cübbesinin kolunu öptürürdü. Konuşurdu. Ne dediğini anlamazdık, ama Ceylan Abim anlar, bize aktarırdı. Bir seferinde Abim “Kapının önüne geleceğiz” demişti. Hemen hazırlanıp kapının önüne çıktık. Komşularımızla birlikte onun duasını aldık, yine hep birlikte onu uğurladık. Emirdağlılar Üstad Hazretlerini gördüklerinde çok sevinirler “Hoca Efendi şimdi geçti buradan!” diye birbirlerine anlatırlardı.
ÜSTADIN VEDASI... Son senelerinde Üstad Hazretleri sık sık Isparta’ya giderdi. 15 gün Emirdağ’da durur, 15 gün Isparta’da olurdu. Son yıllarında zaten hep hastaydı Üstad Hazretleri. Isparta’ya her gidişinde babamla vedalaşır, “Ben yine geleceğim!” der, yapılması gerekenleri söylerdi. Üstad babama “Mehmet” demez, “Muhammed” derdi. Isparta’ya son gidişinde “Artık ben gidiyorum Muhammed! Kucaklaşalım!” demiş, defalarca sarılmış. Babam eve geldiğinde “Üstad ‘yine geleceğim!’ demedi. Yapılması gerekenleri de söylemedi. Öleceğini mi hissetti acaba?” dediğinde, annem hemen ağlamaya başladı. Gerçekten de bir daha görüşemedik. Üstadın o gidişi son vedası oldu.
ASİYE, FİRDEVS, ZEHRA ANNELER... Asiye Anne çok tatlı dilli bir hanımdı. Güler, güldürürdü. Usulca tek başına bize gelir, kapıyı açar “Ben geldim” derdi. Onu görünce annemi müjdelerdik “Asiye Anne geldi!” diyerek. Annem çok sevinirdi. Risâleleri bilen komşularımız da gelirdi. Asiye Anne hepimize Risâleleri okur, anlatırdı. Bembeyaz bir örtüsü, nuranî bir yüzü vardı. Onun anlattıkları hepimizin çok hoşuna giderdi. Ceylan Abim “Üstad bu yoldan geçecek. Yola çıkın!” dediğinde hep birlikte hazırlanır çıkardık. Asiye Anne Üstad Hazretleri ile görüşünce “Çok şükür, Üstadımı görebildim!” diye çok sevinirdi. Üstad Hazretlerini ailemizin bir ferdi gibi görür, severdik… Firdevs Abla namazına, örtüsüne çok dikkat eden bir hanımdı. Üstad Hazretleri Zübeyir Abiyi gönderir, yoğurdunu ondan aldırırdı. İzmirli Zehra Anneye Risâle-i Nurları o götürmüştü. Çok imanlıydı. Risâleleri tanımış, okumuştu. “Risâle okuyalım, Üstadın hizmetinde bulunalım” diye çırpınır dururdu. Üstad Isparta’ya gittiğinde, ev boşalır, biz de evini temizlemek için giderdik. Firdevs Anne hemen gelirdi. Zehra Anne Üstadı görmek için geldiğinde, Firdevs Annede iki gün kaldı. Bize de gelip, kaldı. Çok zayıf, nuranî, incecik bir hanımdı. Onu da çok severdik. Zehra Anne, Ceylan Ağabeyin yardımıyla bir şekilde görüştü Üstad‘la. Hatta yanında limon getirmiş, ama Üstad Hazretlerine vermeyi unutmuş. “Nasıl verebilirim?” diye üzülürken, Üstad da ağabeylere “Zehra limon getirmiş, gidin alın!” demiş. Bunu hep anlatırdı Zehra Anne.
ŞAHİDE ANNE... Şahide Anne bize gelir, Risâlelerden anlatırdı. Sohbetine doyum olmazdı. Nurlara çok hizmet eder, risâleleri yazardı. “Hanımları toplayıp, onlara da yazdırıyorum!” derdi. Bir gece onlarda kaldığımızı hatırlıyorum. Anneme “Gece üçte kalkalım da teheccüd namazı kılalım!” dedi. Beni de kaldırdılar. Namazdan sonra tesbihat, ders yaptık. Sabah kahvaltıya komşular da geldiler. Hanımların birisi sofra kuruyor, birisi tabak taşıyor, tatlı dilli, fedakâr, Şahide Anneye hürmetkâr o hanımları unutamam… Şahide Anne “Okuduğum Risâleleri çok seviyor hanımlar!” derdi. Bolvadin’den Emirdağ’a her gelişlerinde bize mutlaka uğrarlardı.
AFYON HAPSİ... Üstad Hazretleri Emirdağ’ına geldiğinde ben henüz dört aylık bir bebekmişim. Babam Üstad Hazretlerini tanıyıp, mahiyetini anladığında onun hizmetine girdi ve bütün sıkıntılara göğüs gerdi. Afyon Hapishanesinde tutuklulardan bir tanesi de babamdı. Ceylan Abim, amcamlar, arkadaşları, Kur’ân Hocam Mustafa Acet…Toplam 13 kişilermiş. 3,5-4 yaşlarında olsam gerek annem ve akrabalarımla onu ziyarete gitmiştik. “Sevim’i de getirin!” demiş babam. O karanlık ortamı, demir parmaklıkları, Üstad Hazretlerinin başında sarıkla hapishane penceresinden bakışını unutamıyorum. Üstadı ilk görüşüm böyle oldu. Üstad Hazretleri, pencereden bahçedeki gardiyanlara bağırarak bir şeyler söylüyordu, anlamadım. Sonra annem anlattı: Annemle yanındaki birkaç kişi pencereden “Üstadı göreceğiz!” diye arka arka giderken demek görmediler, yanlışlıkla bahçeyi çiğnemişler. Gardiyanlar da onlara “Hemşire! Bahçeyi çiğnediniz!” diye bağırmışlar. Bu durumu pencereden gören Üstad Hazretleri de gardiyanlara “Bırakın onları, dokunmayın! Benim hemşirelerim onlar! Beni ziyarete geldiler!” diye kızmış. “Üstad gardiyanları pencereden böyle ikaz etti!” diyerek annem bu hatırayı hep anlatırdı… Sonra önde Üstad Hazretleri, arkada babam, büyük amcam, Ceylan Abim ve arkadaşları sıra oldular. Jandarmalar eşliğinde Afyon Mahkemesine çıktılar. Afyon Mahkemesine giderkenki o resimleri bende var.
ISPARTA’DA ÜSTAD HAZRETLERİNİ ZİYARETİMİZ Annem, ben, babam Isparta’ya gitmeye niyetlendik. Bolvadin’den Şahide Anne de katıldı bize, yola çıktık. Isparta’ya vardığımızda Fitnat Hanımın evine gittik. Ceylan Abim “Sana Üstadı göstereceğim!” dedi. İşte o görüşmede küçücük bir çocukken Üstadımızın elini öpmek kısmet oldu. Karyolada oturuyordu. Krem kutusundan bana iki tane bozuk para verdi. Abim “Bir tane yeter!” dediğinde birini bana verdi. “Sakın bunu kaybetme, teberrük olarak sakla!” diye sıkı sıkı tembihlemişti abim. Sonra odaları gezdirdi bana. Boş bir odada dört duvara boylu boyunca uzunca üzeri yazılı bir kâğıt yapıştırılmıştı. Abim “Bu kâğıttaki isimlerin arasında Üstadın da ismi var!” demişti bana hiç unutmam. Başka bir odada ağabeyler çay, üzüm ikram ettiler. Üstad Hazretleri “Misafirlerim yesinler!” diye bir tabak un kurabiyesi göndermişti bize. Şahide Anne birer tane bize ikram edip “Teberrük bu, kalanı gidince hanımlara vereceğim!” dedi.
ISPARTA’DA BİRKAÇ GÜN KALDIK Üstadımız kır gezmelerine çıktığında gördük onu. Ispartalılar onun dışarı çıktığını görünce, hemen toplanıp dua isterlerdi. Annelerinin kucaklarındaki bebeklerin kafasını sıvazlar dua ederdi Üstad. Fitnat Hanımlar, annemler de böyle kır gezmesi için dışarıya çıkarken görüştüler Üstad Hazretleriyle. Sonra Emirdağ’a geri döndük. Böyle küçükken elini öpmek nasip oldu. Sonraları hep dirseğini öptürdü Üstad Hazretleri. Gözüne baktırmaz, biz de bakmazdık…
ÜSTADIN EŞYASI AZDI Bazen Üstad Hazretlerinin yastığını kabartmak, hırkasını yıkamak için eve getirirlerdi. Hiç unutmam yastığı Asiye, Firdevs, Şahide Anneler birlikte dikmişti. “Onda ne var? Annem diker!” derdim. Şimdi düşünüyorum da hepsinin “Elimiz değsin!” düşüncesiyle öyle hareket ettiklerini anlıyorum. Zaten Üstadın fazla eşyası yoktu ki. Şahsî eşyaları bir sepete sığacak kadar azdı. Yastığı, yorganı bizden gitmişti. Öldüğünde onları geri iade ettiler. O yorganı biz çocuklar çok sever “Ben örtücem” diye kavgasını yapardık.
BABAMIN ÜSTADA SADAKATİ, ANNEMİN FEDAKÂRLIĞI Babam çok sık tutuklanır, karakola götürülür ya da telefonla çağrılırdı… Hapishaneye girip de çıktığında defalarca iflâs etmişti. Malını alan gitmişti. Hapishaneye girdiğinde zeytin, peynir bulamazdık biz. Halbuki dükkânımız zeytin peynir dolu, ama annem gidip de isteyemezdi. Dükkândakiler de getirip vermezdi. “Anne zeytin yok mu?” diye sorardık. Sonra kıtlık zamanı un bulamamış annem. O zamanlar un evlerde bolca bulunurdu. Çünkü fırın yaygın olmadığından teknelerde evin ekmeği yoğrulur pişirilirdi. Kıtlık zamanı, babam da yok, evde un kalmayınca pazara çıkıp kara un almış kiloyla. Akrabalar bunu görüp de anneanneme söyleyince “Fethiye pazardan un alıyor. Niye söylemediniz?” demiş dayıma. Bir gece yarısı koca araba ile çuval çuval un getirip annemin evinin önüne yıkmışlar. Annem o iyiliği hiç unutmaz: “Baban hapisten çıkıncaya kadar o un yetti bize” diye hep anlatırdı. Bir de annemin bahçesi vardı. Orada domates, biber gibi sebzeler yetiştirirdi. Herkesin bahçesi olmadığından biz onları 10 kuruş 20 kuruş tabak tabak satardık. Küçücük bahçe o yıl hep ürün verdi. Babam hapiste olduğundan annem ihtiyaçlarımızı hep bu şekilde görürdü. O bahçeden babamın hapiste olduğu yıl kalbur kalbur taze fasulyeler, domatesler toplayıp sattık. Cenâb-ı Hak bereketini vermişti. Annem en yakın akrabalarımıza bile bir şey söylemeden, ihtiyacını arz etmeden, sabrederek öyle bahçe ürünlerini satarak geçimimizi sağlamış. Hem yokluk zamanı, hem de akrabalar muhalif olduğundan böyle davranmış… Çok çileler çekmesine rağmen hayatından memnundu annem. Üstad Hazretlerine seve seve elinden geldiğince hizmet ederdi. O yüzden Üstad ona “Kahraman Hemşirem!” diye hitap eder, sık sık babamla selâm gönderirdi. Kardeşim Nuriye’nin ismini babam Üstad Hazretleri ile hapisteyken Üstad koymuş.
CEYLAN AĞABEYİM... Ceylan Ağabeyimin annesi, annemin ablası imiş. Ablası vefat ettiğinde, dedem “Mehmet çok iyi bir çocuk. Ona ikinci kızımı da vereceğim!” demiş. Annem evlendiğinde dört çocuğu dünyaya gelmiş, vefat etmiş… Ceylan Abim ortaokula giderken Üstadın hizmetine girmiş. Askere gittiğinde anneme deste deste mektup gönderirdi. Babam “Gelin çocuklar ağabeyinizden mektup ver!” deyince hemen toplanır, merakla dinlerdik. Annem ağlayarak dinlerdi mektuplarını. Hepimiz onu öyle severdik ki eve geldiğinde, sanki güneş doğardı, nur yağardı. Bizimle oyunlar oynardı. “Haydi oyun oynayalım, beş taş oynayalım” derdi. Avucunu gösterir “Isıramazsınız!” diye bizi güldürür, kardeşim Nuriye ve benimle çok şakalaşırdı. Sevimliydi. Çok severdik onu. Askerden dönüşte bana incili altın bir küpe getirmişti. Hediye almayı severdi.
BEKİR BERK AĞABEY Babam gelen talebelerin Üstad ile irtibatını sağlardı. O yüzden hep göz önündeydi, takip edilirdi. Bekir Berk Ağabey gelir bizde kalırdı. Sabaha kadar daktiloda “tık tık” müdafaa yazardı. Babam onun rahat çalışması için gaz lambası ya da lüks lambası getirirdi. Çünkü gece 12’den sonra elektrikler sönerdi o zamanlar. “Çalışkan Amca yarım saat ya da kırk dakika uyuyacağım. Beni uyandır” derdi. Babam mahkemeden eve geldiğinde “Savunma çok güzel oldu!” derdi. Mahkemelerin sayısını bilmiyorum. Hapisleri de mahkemeleri de çoktur babamın…
BİRİNCİ AĞABEY 1965’de evlendim. Çocuklarım ard arda dünyaya geldi. Birinci Ağabey evimize sık sık gelir, Risâle-i Nur’dan dersler yapardı, çok hoşuma giderdi anlattıkları. Bir gün dayanamayıp “Ben de okumak istiyorum Abi!” dedim. “Ben sana öğretirim!” dedi. Zaten mesleğiydi öğretmenlik. Ders yapmayı ondan öğrendim ben. Bana okumayı da o öğretti. İki çocuğuma rağmen, Risâle-i Nur Külliyatını 6 senede yavaş yavaş devrettim. Azmettim, okudum. Devamlı okudum… Allah kabul etsin. Babamlar, ağabeyimler evde bize kitaptan ders yapmazdı. Çünkü çok yasaktı. Akşamları arkadaşları gelir, kendi aralarında okurlar, anlatırlar. Biz de onlara çay hazırlardık. Sabah da babam “Kırmızı kitapları hemen kaldırın!” derdi. Çünkü çok sık aranırdı evimiz. Sevim Morgül’ün hatıraları böyle uzayıp gidiyor. Sık sık konuşmalarının arasında “Biz ne yaptık ki? O zamanlar şimdiki gibi böyle güzel hizmetler yoktu. Asıl hizmetler şimdi yapılıyor!” derken öylesine alçak gönüllü ki, hali tavrı insanı ibretle tefekkür ettiriyor… Evet, Sevim Morgül Risâle-i Nurların yetiştirdiği güzel insanlardan bir tanesi…
Not: Pazartesi günleri saat 12-13 arası “Şefkat Kahramanları”nı Bizim Radyo’dan (104,4) (www.bizimradyo.fm) takip edebilirsiniz… 25.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Peygamber Efendimiz (asm) ve gül gerçeği |
Mersin’den okuyucumuz: “Gülün diğer çiçekler arasında üstünlüğü nedir? Neden Peygamber Efendimiz’le (asm) bazen gül, bazen bülbül özdeşleştiriliyor?”
Peygamber Efendimizin (asm) getirdiği eşsiz mesajdan anlıyoruz ki: Güller ve sâir çiçekler Allah’ın eşsiz güzelliğini ve cemâlî isimlerini kâinâta îlân eden birer îlânnamedir, birer mektûptur, birer mektûbât-ı Samedâniyedir, güzele âşık insanoğluna birer rahmet mesajıdır, cemalperest insanlara gülen birer âyettir. Güller ve çiçekler, topraktan yürüyen ve ağacın bünyesinde derhal hayatla tanışan hayat sıfatına mazhar unsurların meyveye durmadan önceki son gülümseyişidir. Yaratılışça ve sanatça gül, diğer çiçeklere nazaran fazlaca yaprak demetiyle sarmalanmış, kokusuyla, rengiyle, suretiyle, duruşuyla, asaletiyle sanat-ı İlâhiyeyi vücudunda bayraklaştırmış. Bağların ve bahçelerin en lâtif tebessümü. Üstad Bedîüzzaman’ın ifadesiyle, “en lâtif bir yüz.”1 Her bir gül bir mühür, her bir çiçek bir imza. Her bir mühür ve imza, gül gibi, çiçek gibi yalnız Allah’a ait olan eşsiz bir san'at harikası ile insanoğluna arz edilmiş. Her bir gül, insanoğluna dostça uzatılmış, Allah’ın cemalini ve celâlini haykıran güler yüzlü birer şahadet parmağıdır. Bahçeleri gülsüz, ağaçları çiçeksiz bırakmayan Fâtır-ı Hakîm, kâinat ağacını gülsüz bırakır mı? Kâinât gülünü Cennetsiz bırakır mı? İşte kâinat gülü Hazret-i Muhammed’dir (asm). Kâinat gülü Hazret-i Muhammed’in (asm) insanlara müjdelediği meyve de Cennettir. Nitekim Kur’ân, kâinat ağacında her iyi davranışa mükâfat olarak sonsuz bir Cennet yaratıldığının müjdesi ile doludur. Gül ve bülbül ifadelerinde şüphesiz mecaz hâkim olmuştur. Bu mecazları hakikat ile yorumlamalıdır. Her gülün bir bülbülü olduğu temsilinden ve her bülbülün gülün yaratıcısına sayısız zikirlerle hamd ettiği gerçeğinden hareket eden Bedîüzzaman Hazretleri, Peygamber Efendimiz’i (asm) bülbüllerin en efdali sıfatıyla vasıflandırıyor.2 Çünkü Peygamber Efendimiz (asm) kâinatta her gülün ve her gül değerinde zerrenin zikrini okuyan ve bu zikri Allah katına arz eden bir programla gelmiş ve bu programla insanlığı ebediyen kurtarmıştır. Hiç şüphesiz tefekkür için bütün çiçekler en az bir gül kadar bulunmaz ve eşsiz birer yüksek değer taşırlar. Bütün çiçekler rahmet-i Rahmân’ın birer gülümsemesidir. Fakat örf-ü nasta bütün bitkileri temsilen, bitkiler içinde gül, çiçekler içinde sarı çiçek meşhur olmuştur. Mâlûm, Yunus da bir ilâhîsinde ‘sarı çiçek’le hasbihal eder. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin, bütün güller ve çiçekler adına, bir tepeciğin eteğindeki bir sarıçiçekle ilgili tefekkürünü hatırlayalım: “Bir bahar mevsiminde, garibâne, mütefekkirâne, seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken parlak bir sarı çiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sâir memleketlerde gördüğüm o cins sarı çiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mânâ kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler onun mühürleridir, sikkeleridir. Şu mühür tahayyülünden sonra, şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektub, o mühür, o mektubun sahibini gösterir; öyle de, şu çiçek, bir mühr-ü Rahmânîdir. Şu enva-ı nakışlarla ve mânidar nebâtât satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi bu çiçek Sâniinin mektubudur. Hem, şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahrâ ve ova bir mektub-u Rahmânî hey’âtını aldı. İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne geldi ki: Nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektub; o mühür, o mektubun sahibini gösterir. Öyle de; şu çiçek, bir mühr-ü Rahmanîdir. Şu enva’-ı nakışlarla ve manidar nebatat satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi, bu çiçek Sâniinin mektubudur. Hem şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahra ve ova bir mektub-u Rahmanî hey’atını aldı. İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne geldi ki: Her bir şey, bir mühr-ü Rabbanî hükmünde bütün eşyayı kendi Hâlıkına isnad eder. Kendi kâtibinin mektubu olduğunu isbat eder. İşte her bir şey, öyle bir pencere-i tevhiddir ki, bütün eşyayı bir Vâhid-i Ehad’e mal eder. Demek her bir şeyde, hususan zîhayatlarda öyle hârika bir nakış, öyle mu’cizekâr bir san’at var ki: Onu öyle yapan ve öyle manidar nakşeden, bütün eşyayı yapabilir ve bütün eşyayı yapan, elbette O olacaktır. Demek bütün eşyayı yapamayan, bir tek şeyi icad edemez.3
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 319., 2- Sözler, s. 320., 3- Sözler, s. 623. 25.04.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Düşünceni taşımadığın yerden mes’ulsün |
Geçen hafta Türkiye Yazarlar Birliği Şanlıurfa şubesinde ‘Cuma Toplantısı’ çerçevesinde ‘Pozitif Pencere’yi sohbet konusu yapmak üzere dâvet edildik. Sohbet toplantımızda pek çok yazarla da tanışma imkânı bulmuş olduk. Özellikle yazarların birbirleri ile tanışması, ‘düşüncelerin buluşması’ anlamında oldukça manidar. Düşüncelerin buluşması, ön yargıları, soru işaretlerini, yabaniliği, kapalılığı ortadan kaldırıyor. Ve tabiî ki beraberinde tanışma, kaynaşma, kucaklaşma, karşılıklı istifade, düşünce açılımları gibi harika sonuçlar getiriyor. Bir bölümü soru ve cevaplı geçen sohbetimizde, konu dönüp dolaştı ve aile üzerinde yoğunlaştı. Çalıştığımız ‘Mutlu Aile Modeli’, ‘Pozitif Gençlik’, ‘Manevî Hastalıklar’ gündeme gelince, önümüzdeki zamanlarda bu konuları sohbet konusu yapabileceğimiz ifade edildi. Eğitim sistemimizde insanların vicdanlarına dönük bir eğitim yok. Dolayısıyla insanlar evet, okullar bitiriyorlar, diplomalar alıyorlar, ama her türlü yanlışı da yapmaya devam edebiliyorlar. Onları yanlış yapmaktan alıkoyan bir sistem bulunmuyor. Yani bu tek kanatlı kuş gibi insanları tek yönlü yetiştirmeyi sonuç veriyor. Onun için en güzel fakülteler bitirenler yeri geliyor hayatına kastediyor, oldukça güzel para kazanıyor, ama o kazancı onu boğuyor, yine evlâtlarına imkânlar hazırlıyor, masraflar ediyor, ama evlâdıyla çok ciddî imtihan oluyor ya da bu dengesiz ilgisinin tokadını yiyor. İşte eksik taraf da bu, din ilimlerinin olmadığı eğitim sisteminde, vicdana ne hükmedecektir? İnsanı yanlış bir adım atma aşamasında hangi güç ‘yapma, yasaktır’ diyecektir? Tam bu noktada özellikle de, il kültür müdürünün ‘Bilinçli Nesil Yetiştirme Program’larının bulunduğunu, bu programa belli müfredat ve belli yaş guruplarına uygulanacak eğitim programlarının birlikte yürütülebileceğini söylemesi ve bunun projelendirilmesini istemesi, aydın ve uygulamacı idarecilerin varlığını gösterdi. Şehirlerin ihmal edilmiş, itilmiş, dışlanmış, eğitim sürecinden kopmuş çocuklarına böyle bir ‘değer eğitimi’ verilmesi ve onların da, ‘bir işe yarayabileceklerini’ hissettirme ve bunu uygulamada gösterme, pek çok gencin başıbozukluktan, anlamsızlıktan, hedefsizlikten, itilmişlikten ve pek çok suça itilme tehlikesinden kurtulmayı netice verecektir. Aksi halde, hiçbir şey yapmadan ‘ah, vah’lar etmek, içinde samimiyet adımları olmayan, neticesiz, etkisiz çığırtganlıklar yapmaktan öteye gitmeyecektir. Yazarlar Birliği Şanlıurfa Şubesinde, oldukça verimli, neticeli, ileriye dönük adımları olan sohbetler yapıldı. Konumuz, Pozitif Pencere kitabımızdı. Negatif enerji üreten kaynakların kurutulması, pozitif pencerelerin açılmasını kolaylaştıracaktır kanaati taşıdık. Şerri def etmeden, menfaatleri celb etmenin anlamsız olacağı açıktır. Nitekim durum insan için de geçerli, hatalar, yanlışlar, günahlar, çirkinlikler, haramlar içerisinde olan bir insanın, çok güzel ibadetler yapması, iyilikler yapması, hayır ve hasenatlarla ilgilenmesi ne kadar mümkün olacaktır? Bir ortam temizlenmeden, orada süsleme, tezyin olmaz. Cerrahi müdahale yapmadan önce, hijyenin oluşturulması kaçınılmazdır. O zaman insan için de, önce günahlardan, haramlardan, çirkinliklerden, kirlerden temizlenme önceliklidir. Amel-i salih, temizlikten sonra yapılacak bir faaliyettir. Kıymetli eğitimci Mehmet Akbaş ile gittiğimiz yazar dostlarımızın arasında pek çok notlar aldık. Artık düşüncelerin buluşması, düşünce gruplarının tanışması, kaynaşması, birbirinden istifade etmesi zamanı gelmiş ve geçiyor. Kıt'aların, ülkelerin, bölgelerin, toplulukların, şehirlerin bir araya gelmesi, ülkeleri, şehirleri maddeten ve manen ‘kardeş’leştiren, düşüncelerin bir araya gelmesidir. Düşüncenin ne sınır tanımaz bir güç olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor. Sohbetimiz esnasında, farklı farklı yazarlarımız risâle temelli konuşmalar yaptılar. Oldukça orijinal sorular sordular. Önümüzdeki haftalarda bu soruların cevaplarına çalışıp, köşemizi şenlendireceğiz. Durum onu gösteriyor ki, henüz daha tanışmadığımız, gitmediğimiz, görüşmediğimiz o kadar çok camiamız, o kadar çok düşünce grubumuz, o kadar çok sivil toplum teşekkülümüz var ki, bu bizim âtıl duruşumuzu sergiliyor. Söyleyecek bir şeyi olanın, gideceği çok dost meclisi var. Her şuurlu insan, gitmediği yerdeki, ulaşmadığı mekândaki, el uzatmadığı insandaki meydana gelebilecek olumsuzluklardan sorumlu değil midir? O zaman el ele verip, karınca misali, yapıcılar yolunun yolcusu olmak ve bu yolda adımlar atmak hepimizin boynunun borcudur. Dalâlette şahs-ı manevî olabilenler varken, hidayette şahs-ı manevî olamamak akıl kârı değildir.
Not: Uydu yayınlı Kanalurfa televizyonu, Pozitif Pencere programımızda bu akşam, son zamanlarda Ergenekon, demokratik açılım derken ciddî ihmal ettiğimiz bir yönümüz masaya yatırılıyor. Sessiz sedasız akıp giden baharın muhteşem sergisi içerisinde çok özel bir yeri olan ‘erguvan çiçekleri’ gündem konumuz oldu. Tefekkür boyutlu sohbetimiz, bir erguvan ağacı gölgesinde, botanikçi, Dr. Hasan Akan ile gerçekleşti. İzlemeniz, sizin menfaatinize olacaktır. 25.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Almak ve olmak |
“İnsan ürettikleriyle mi, yoksa sahip olduklarıyla mı varoluşunu hisseder.”
Birçok psikolojik rahatsızlık ve sorunun arttığı günümüzde insanoğlu artık daha zor mutlu oluyor. Mutlu olması için, çok daha fazla şeye sahip olması gerekiyor. Yani mutluluk, şartlara bağlı bir duygu olmaya başladı. Belli kriterler ve standartlar gerçekleşmediğinde kolayca hüzne kapılabiliyoruz. Kendimizi yetersiz ve değersiz hissetmemiz artık daha kolay, mutsuz olmak için sadece kendi sahip olduklarımızdan daha fazlasına sahip biriyle tanışmamız yeterli oluyor. Değer ve değersizlik kavramları bile sahip olunan maddî ölçütlerle belirlenir oldu. Sahip olduklarımızın sayısı arttıkça daha önemli, daha değerli hissediyoruz kendimizi... Oturmuş kişilik yapıları yerine, dışarıdan gelen mesaja göre şekillenen, şişmiş benliklerimiz oluştu. Bir şey zevk verirse ve onu yapmak keyifli ise yapar olduk. Emek vermek ve beklemek sıradanlık ve güçsüzlüğün sembolü oldu. Her şeyi hesaplar olduk... Ne zaman neyi yapacağımızı ve neyi yaşayacağımızı... Hayatı sürekli kontrol altında tutmaya çalıştık, istediğimiz gibi olmayınca da, panikleyip, kaygılandık. Sürekli şikâyet ettik, havadan, sudan, hastalıktan, işten, arkadaştan... Mutlu olmak, tevekkül sahibi olmak, bir şeyleri zamana bırakmak, basit olmanın, zayıf bir algılama tarzının göstergeleri olarak kabul edildi. Üretmenin kendisi zevk verici olmaktan çıkınca, sahip olunanlar sergilenmeye başlandı. Elindekileri göstererek değerli olma duygusu ağır basınca, insanlar paylaşmak için değil, sergilemek için bir araya gelir oldular. Birlikteyken yaşanan kim daha mutlu yarışmaları asrın trendi olmaya başladı. Ne kadar rahatsız olsalar da görmek ve görünmek isteği daha galip geldi. Tek başına yaşanan huzur hali bile bunaltıcı yalnızlıklara dönüştü, evde yalnızken kendi iç sesimizi duymaktan korkup, kapıdan içeri girer girmez radyo ya da televizyonu açmaya başladık. Sessizliğin sesi bizi korkutur oldu. Kendi iç sesine kulaklarını tıkayan insan dışarıdan gelen seslerin rüzgârına kapıldı. Sürekli almak ve sahip olmak dürtüsü onu kendine yabancılaştırdı. Her şeyi hazır almaya başladık, elimizle üretmek ise sadece bir fantezi haline geldi. Hazır almak, alma gücünün sergilenişi olunca, elimizle yaptıklarımız, maddî yetersizliğin gizli görüntüleri olarak algılanır oldu. Hatta almanın ötesinde, nereden aldığın daha önemli olmaya başladı. Bu hızlı tüketim yani al, kullan, at mantığı insan ilişkilerine de yansıdı. İlişkiler ve evlilikler de çok kolay başlayıp, çok kolay biter oldu. Emek verilen, zaman tanınan ilişkiler yerine, uymayınca yenisi aranan birliktelikler doğdu. Bu yeni sistem insanı daha da yalnızlaştırdı. Özellikle kadınlar için durum daha da zor oldu. Çünkü kadın, yapısı itibariyle güvenmeye, emniyete ve yaşadığı duygunun sürekliliğine inanmak ister. Bu hızlı değişim süreci, kadını korkularıyla baş başa bıraktı. Eşiyle ve çocuğuyla güven içinde yaşama arzusu yerini, eşini ve onun ilgisini kaybetme korkusuna bıraktı. Çünkü, her şey çok çabuk tüketiliyordu. Fıtratının özelliklerini yaşayamayan kadın, yaşadığına inanmaya, ona ayak uydurmaya çalıştı... Yüreği yoruldu, letafeti, zarafeti ve hassasiyeti yıprandı... Almak ve olmak arasında sıkışan insan, artık daha çok çalışmak ve sürekli kendini yenilemek zorunda, çünkü; değişen sistem kendini hiç de ucuza satmıyor… 25.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Çocuklarımıza kulak verelim |
23 Nisan her yıl ‘yurt içinde ve dış temsilciliklerde’ Çocuk Bayramı olarak kutlanıyor. Çocuklar için ilgisiz bir günü ‘bayram’ ilân etmekle onları tatmin edeceğimizi düşünmemiz her halde yanlışların başında gelir. “Meclislerinin açılışını ‘çocuk bayramı’ olarak kutlayan başka milletler var mı?” doğrusu merak edilmesi gereken bir soru. Yıllarca tek parti ile idare edilen bir ülkede, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” demek ne kadar çelişki ise, bu da öyle bir çelişki olsa gerek. Siyasî tartışmalar bir yana, çocuklarımızın eğitimine gereken ilgi ve alâkayı göstermediğimizi kabul etmek durumundayız. “Okula gönderiyoruz, ihtiyaçlarını karşılıyoruz. Daha ne yapalım?” diyemeyiz. Doğru, belki de kendi ihtiyaçlarımızdan kısarak onların ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyoruz, ama hangi ihtiyaçlarını karşıladığımızı hesap ediyor muyuz? ‘Mide’lerinin ihtiyaçlarını karşılamak için gösterdiğimiz gayreti, ‘kalp ve akıl’larını tatmin için de gösteriyor muyuz? Yoksa ‘mide’leri dışında da bir ihtiyaçları olduğunu unutmuş muyuz? Slogan haline getirdiğimiz ‘eğitim önemlidir’ tesbitinin gereğini yerine getiriyor muyuz? Hepimiz bilmeliyiz ki eğitim denince aklımıza sadece ‘ana okulu’ ya da ilk öğretim gelmemeli. Eğtimin “anne karnı”nda başladığını kabul eder ve ona göre programlar geliştirirsek daha isabetli çözümler bulabiliriz. “I.Türkiye Çocuk Hakları Kongresi” çerçevesinde 81 ilin öğrenci ve çocuk meclisleri aracılığıyla 9-18 yaş grubunda 6230 çocuğun görüşü alınarak “Sesimizi kim duyacak?” adıyla “2010 Çocuk Görüşü Raporu” hazırlanmış. Çocuk Vakfı Çocuk Akademisi ve Çocuk Hakları Okulu tarafından hazırlanan raporda dile getirilen talepler şöyle özetlenebilir: Çocuk haklarına dayalı ülke ölçekli ve kapsayıcı bir çocuk politikamız yok. Rapordaki bazı tesbitler de şöyle: •Çocukların yüzde 72’si haklarını bilmiyor. •Kendilerini ilgilendiren konularda çocukların görüşü sınırlı ölçüde alınıyor. •Karşılaştıkları en önemli ayrımcılık türü; cinsiyet ve ırk ayrımcılığı. Çocuk Vakfı’nın çalışmasından anlaşıldığına göre 26-28 Kasım 2010 tarihleri arasında “I. Türkiye Çocuk Hakları Kongresi” toplanacak. Konusu ‘çocuklar’ olan böyle bir kongrenin toplanacak olması başlı başına hayırlı bir adımdır. Temenni ediyoruz ki kongrede isabetli tesbitler yapılsın ve bu tesbitleri uygulama imkânı bulunsun. Çocuklarımız tehlikede, ama bu tehlike bugün başlamadı. Günümüzde yaşanan, “kurdun gövde içine girmiş olması” halidir. Bu tehlikeyi parsuman tedbirlerle engellemek ne yazık ki mümkün değil. Çok küçük yaşlarda başlaması ve ısrarla devam ettirilmesi gereken bir şefkat eğitimine ihtiyacımız var. Çocuklarımızın kalbine, duygularına ve hislerine de hitap eden bir ‘ikna eğitimi’nden başka çıkış yolu görünmüyor. Ankete katılan çocuklar, “Sesimizi kim duyacak?” diye sormuş. Devleti idare edenler bu çağrıyı duymuyorsa, biz duyalım! 25.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
“Başlarına belâ alacaklar!” |
Anayasa değişikliğinin Meclis Genel Kurulu’nda görüşülmesi sırasında CHP ve MHP’nin engellemeleri devam ederken, kavgalara varan sert tartışmalar da yaşanıyor. Günlerdir verilen önergelerle, usul tartışmalarıyla ve yoklama istemekle görüşmeler geciktirilmeye uğraşılsa da, sabah 7’ye kadar çalışılarak o gün planlanan sayı kadar madde görüşülüyor. Bir günlük verilen aradan sonra bugün de çalışmalar devam edecek. 18 saati bulan görüşmelerde sinirler geriliyor. Uykusuz kalan vekiller iyice agresif oluyor. Meclis’in en kıdemli milletvekillerinden olan Tunceli Bağımsız milletvekili Kamer Genç her önergede, her madde de konuşuyor, konuştukça da başka konulara giriyor ve AKP’lileri kızdırıyor. Yine bunlardan birinde AKP’liler üzerine yürüyünce MHP’li vekiller devreye girip, Genç’i aradan çekip çıkardılar. Meclis televizyonu görüntüleri vermedi, ancak fotoğraflarda tartışmaların çok sert olduğu anlaşıldı. MHP’li Osman Durmuş’un kavgayı ayırırken AKP’li bir milletvekilinin boğazına sarılması ilginç bir görüntü oluşturdu. Bunlar olurken MHP Grup Başkanvekili Mehmet Şandır, AKP’lilere bir hatırlatmada bulundu. Geçtiğimiz günlerde Bahçeli’nin bir tartışmadan sonra, “MHP’nin sıralarına 1 metre yaklaşan bundan sonra görecektir” sözünü hatırlatarak, adeta gözdağı verdi. Ve “100 kişi bir kişiyi linç etmeye kalkıyor. Başlarına belâ alacaklar, ilân edilmiş mesafeyi aşıyorlar. Aşmamalarını da tavsiye ediyoruz. Bıraksak Sayın Genç’i linç edeceklerdi…” demesi çok kaygı verici bulundu. Önümüzdeki günlerde bu tartışmaların daha fazla ilerlememesi ve tatsız olaylara meydan verilmemesi milletin dileği. Aman dikkat!.. ««« ANAYASA VE İZAFİYET… Siyasete ünlü fizikçi Albert Einstein’ın da adı karıştırıldı. Önce CHP Genel Başkanı Baykal, anayasa paketiyle ilgili “Einstein gelse bu işin içinden çıkamaz” sözünü söyledi. Peşinden tartışma başladı. Erdoğan, “Einstein gelse zikzaklarınızı görse, izafiyet teorisini rafa kaldırır ya da üzerinde ciddî değişiklik yapardı” diye cevap verdi. Sonra Baykal buna cevap verdi: “Einstein’ın izafiyet teorisini anlamak Başbakan’ın esprisini anlamaktan daha kolay…” Tartışmaya konu olan Einstein’in izafiyet teorisine göre, “Bütün varlıklar ve varlığın fiziki olayları izafidir. Zaman, mekân, hareket birbirlerinden bağımsız değildir. Cisim zamanla, zaman cisimle, mekân hareketle, hareket mekânla ve dolayısıyla hepsi birbiriyle bağımlıdır…” Buradan hareketle Baykal mı, yoksa Erdoğan mı birbirlerini anlamıyor? Ne garip bir tartışma… ««« “KARAKUŞİ”DE NE OLA Kİ? Anayasa değişikliği görüşmelerinde yaşanan ilginç bir tartışma da, “karakuşi” tartışması oldu. Değişikliğin tamamı hakkında konuşan Deniz Baykal öyle bir söz söyledi ki, herkes ansiklopedilerde veya internette bu konuyu araştırma ihtiyacı hissetti. Anayasa değişikliğini sert sözlerle eleştiren Baykal, “Başbakan ‘yargıya cüppenizi çıkarın’ diyor. Ama değişikliğe bakınca görüyoruz ki başbakan yargıçlara Tayyip Erdoğan cüppesi giydirmek istiyor. Bu Karakuşi düzenleme. Bunun sonucunda önümüzde artık Türkiye’nin bağımsız yargı oluşturmak konusundaki büyük tarihî mücadelesi noktalanacaktır” derken, bahsettiği “karakuşi’nin “yasa, kural, mantık ölçülerine dayanmayan” anlamına geldiği ortaya çıktı. Nitekim internete “Karakuşi nedir?” diye sorduğumuzda şunları öğrendik. Karakuşi hüküm anlamına geliyormuş. Osmanlı döneminde, yöneticileri eleştirmek için uydurulan bir kişilikmiş. Karakuşi, en olmayacak zamanlarda, en olmayacak kararları veren, toplumun içinde bulunduğu durumların anlatımında önemli bir figürmüş.” Siyasî literatür iyice genişlerken, yeni yeni kelimeler siyasî lügatlerde yerini alıyor. Erdoğan yakıştırmaya şimdilik cevap vermedi, ama bu yakıştırmadan pek hoşlanacağını sanmıyoruz. Son iki notumuza bakıldığında Türkiye’de siyaset artık icraattan ziyade lâf üretme yeri olmaya başladı. Hâlbuki politikacıların böyle lâflar üretecekleri ve birbirlerine lâkaplar takacakları yerde, Türkiye’nin kökleşmiş sorunlarına çözüm üretmeleri gerekmez mi? ««« 2 KERE 2… İki ikiyi toplasanız da, çarpsanız da dört eder. Ama siyasette öyle olmuyor. Gerek anayasa, gerekse kanunlardan herkesin anladığı farklı olabiliyor. Bu da metinler hazırlanırken “net” şekilde hazırlanmamasından kaynaklanıyor. AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş, geçenlerde öyle bir lâf etti ki, CHP’lilerin buna cevap vermeleri gerekir. “Sayın Baykal’ın tek formülü var, o da ‘iki kere iki beş’tir diyor. En büyük sıkıntı da burada” dedi. Matematik biliminde sorunun dört, bakalım siyasetteki karşılığı nedir? Anlaşılan o ki, Meclis’te siyaset, bilinmeyen ve çözülmesi zor denklemler şeklinde devam edecek. 25.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Siyasetin mutâbakatı… |
Bir “Ankara mektubu”nda Bediüzzaman, “Ankara gibi bir yer”e defalarca dikkat çeker. “Ankara gibi yer”in anlamını, “o gibi yerlerde dahilden ve hâriçten gelen yirmi kadar siyasî ve içtimaî cereyanların hodfuruşâne ve garazkârâne çarpıştıkları”yla açıklar. Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, nazarların ziyade dünyaya çevrildiği Ankara’da müteaddit partiler kendine tarafdar bulmak için veya kabahatlerini seddetmek (gizlemek) için çok çalışmaktalar. Dahası, İslâmiyet ve Kur’ân aleyhindeki hariçteki cereyanlar dahilde buldukları bazı işbirlikçilerle milletin mânevî kuvveti kırmaya uğraşmaktalar… (Emirdağ Lâhikası, 298-299) Bunun içindir ki muhalefeti “muvazene-i adâlet (adaletin denge unsuru)” olarak gerekli gören Bediüzzaman, milletin birliğinin ve bütünlüğünün temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlığı tahribe yönelik inadına siyasî muârazanın ve particilik taraftarlığının tehlikelerine karşı uyarır. Bu taraftarlıkla, “bir câni yüzünden pek çok mâsumun zararına rıza gösterdiğini, bir câninin cinâyeti yüzünden, taraftarları veyahut akrabalarının tezyif edilip yüz cinâyete çevrilerek gâyet dehşetli kin ve adâveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve misliyle mukabeleye mecbur ettiğini” beyân eder… İnâdına çarpışan garazkâr siyasetle millet irâdesinin zaafa uğradığını ve hayırlı hizmetlerin başarılamadığını bildirir. Ve en vâhimi, bu mübârezenin milletin bütünlük bağı olan inanç birliğini parçaladığını ve insanî değerlerde ayrışmaya ve kutuplaşmaya götürdüğünü kaydeder. Bunun milletin sosyal hayatını tamamen zir-û zeber eden bir zehir ve hâriçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamak olduğunu haber verir. (Tarihçe-i Hayat, 534)
SİYASÎ TARAFGİRLİK TAHRİKİ Bu muarazanın, özellikle herkesin sahip çıkması icâb eden ortak dinî ve mânevî meselelerde siyasî rakiplerini dinden soğutmaya, hatta karşı gelmeye sevkeden “inhisarcılık zihniyeti”ni ikaz eder. “Umûmun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına (siyasî partisine) daha ziyâde has göstermekle, kavi (büyük) bir ekseriyette, dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek” olan “siyasî tarafgirlik tahriki”nden ve siyasî rekâbet hissinden bulhassa bu hususta şiddetle meneder. Bütün partilerin ve devletin, “ladinî (din dışı) esas” yanlışından kurtulması ve devletin milletle buluşması çağrısında bulunur. Lâikliğin, “bîtaraf kalmak” olduğunu, devletin hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefâhetçilere ilişmediği gibi, dindarlara da ilişmemesi gerektiğini belirtir. Cumhuriyeti, “dinsizlik hesâbına imânına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmesi” vartasından sakındırır. (Tarihçe-i Hayat, 358) Siyaseti, “medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhâfaza ve üç-dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutma” tavrından vazgeçip, “bilhassa an’ane-i diniye hakkında inkılâpların icbarıyla (zoruyla) yapılan tahribatları tâmiri” tavsiye eder. (Emirdağ Lâhikası191). Bediüzzaman, Meclis’teki ilk beyannâmesinden devlet ve hükûmet makamlarına gönderdiği mektuplarda ve mahkemelerdeki müdafaalarda, bütün siyasî partileri ve siyasetçileri ve devleti bu milletin değerlerine saygıya davet eder. Siyasetin halkın değerlerine saygısının ve milletle buluşmasının ekseninin öncelikle, günübirlik siyasî hesap ve kıskançlıklarla politik kavgalardan azâde olarak temel inanç değerleri paydasında ve müşterek mânevî kültür kodlarında buluşması olduğunu izâh eder. MİLLET VE VATANIN SELÂMETİ Siyasete ve siyasetçilere, gençliğin ve cemiyetin selâmeti, milletin manevî varlığı ve birliği hesabına dine ve din eğitimine değer verilmesini önerir. Türk milletinin dünyanın her tarafında Müslüman olduğunu ve milliyetinin İslâmiyetle imtizaç ettiğini, ondan ayırmanın mümkün olmadığı, ayırmasıyla mahvolacağı gerçeğini belirtir. Bütün siyasî partiler ve devlet yöneticilerinin, vatanın ve milletin birliği ve bütünlüğü için, anarşi, kargaşa ve terörden kurtulmanın çaresi olarak dine ve manevî esaslara önem vermelerinin lüzumunu beyân eder. Büyük Millet Meclisi’nde Doğu’da Müslüman milletler ortasında din ve fen ilimlerinin beraber okutulacağı Şark Üniversitesi projesine, “Batılılaşma” gerekçesiyle dinden uzak duran ve müsbet ilimlerin yanında dinî ve mânevî ilimlerin verilmesi gerekli görmeyip “Biz şimdi dinî ilimlerden ziyade Batılılaşmaya muhtacız” itirazında bulunanlara, Meclis’te verdiği cevap, bunun bir örneğidir… Milletvekillerine, millet ve vatanın selâmeti, asayişi ve bekası için ve büyük bir tehlike olan ırkçılık belâsına mukabil, İslâmiyetin hakikatlerine, katiyen taraftar olmanın en elzem bir ihtiyaç olduğunu ifâde eder. (Emirdağ Lâhikası, 437-439) Meclis’te bütün partilerin mutâbakatını gerektiren temel hak ve hürriyetlere dair en zarûrî ve temel anayasa değişikler üzerindeki siyasî kavga ve tartışmalara, gerginliklerle patlak veren siyasî çatışmalara bakıldığında, topyekûn siyasetin ve devletin, Bediüzzaman’ın bu dersine ne kadar muhtaç olduğunu bir defa daha ortaya koymakta… 25.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Asıl müjde |
Üstadın istikbale dair müjdelerinin en önemlisi, hiç şüphe yok ki, “hakikî istikbal” olarak nitelediği, “kabirden sonraki ebedî hayat” için Kur’ân’dan gösterdiği mesajlar. Dünyevî saadetlerin tamamı belli bir zaman dilimiyle sınırlı ve geçici. İnsanlık tarihine “saadet asrı” olarak geçen dönem bile kalıcı olamadı. Rabbimizin “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” buyurduğu Peygamberimize (a.s.m.) bahşedilen ömrün müddeti, sıkıntı, meşakkat ve mahrumiyetler içinde geçen 63 seneden ibaret. Çünkü âlemi Yaratan, öyle takdir etmiş. Kur’ân’da buyurulduğu gibi, “her canlı ölümü tadacak.” Hadiste vurgulanan “ölüm gerçeği,” bütün canlılar gibi bu fânî âlem için de geçerli. Yirmi Dokuzuncu Söz’deki veciz ifadelerle: “Nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz; âlem dahi büyük bir insandır, o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz; o da ölecek, sonra dirilecek veya yatıp, sonra subh-u haşirle (haşir sabahıyla) gözünü açacak” (Sözler, s. 863) İşte Üstadın verdiği müjdelerin bir kısmı, burada anlatılan kıyamet öncesinde, şartlara bağlı olarak gerçekleşmesi öngörülen saadetle ilgili. Ama bunların yanında, onun asıl vurgulayıp dikkatleri çektiği mutluluk kabir sonrasına dair. Hz. Yusuf (a.s.)’ın, büyük çile ve ıztıraplardan sonra Mısır’a sultan olup ailesiyle tekrar bir araya gelerek eriştiği saadet ortamında Allah’tan vefatını niyaz etmesinden Üstadın çıkardığı mesaj: “İrşad ediyor ki: Kabrin arkası için çalışınız. Hakikî saadet ve lezzet ondadır.” (Mektubat, s. 477) Ve bu mesajın evrensel bir yorumla, bütün insanlığı kapsayan bir çerçevede tahlil edildiği bahislerin başında, “Leyle-i Kadir’de ihtar edilen bir mesele-i mühimme” başlıklı bölüm geliyor. Orada, dünya savaşlarının, galibiyle mağlûbuyla insanlığın vicdan ve psikolojisinde yol açtığı derin travma, taraflara bakan farklı boyutlarıyla değerlendirilirken şunlara dikkat çekiliyor: Savaşlardaki şiddetli zulüm, istibdat ve merhametsiz tahribat, mağlûpları dehşetli bir ümitsizliğe; galipleri, dehşetli vicdan azaplarıyla birlikte hakimiyetlerini muhafaza telâşına sürüklüyor. Ansızın gelen kitlesel ölümler, dünya hayatının fâni, geçici olduğunu derinden hissettiriyor. Ölüm gerçeği karşısında, ekonomik refah, yüksek gelir, zevku sefa gibi medeniyet fanteziyelerinin ne kadar aldatıcı olduğu herkesçe anlaşılıyor. Dalâlet yolundaki materyalist ve tabiatçı cereyanlar Kur’ân’ın elmas kılıcıyla parçalanırken, gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, geniş perdesi olan dünya siyasetinin pek çirkin ve gaddar gerçek yüzü bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Ve bütün bunlar, insanoğluna, mecazî sevgilisi olan dünya hayatının çirkin ve geçici olduğunu fark ve hissettirip, Yaratıcının fıtratına koyduğu beka ve ebedî hayat arayışını kuvvetlendiriyor. İnsanlık, bütün kuvvetiyle bekaya yöneliyor. Bu yöneliş ve arayışa tatminkâr cevap verebilecek tek bir kaynak var: Hiçbir kitapta benzeri bulunmayan bir tarzda, insanlık için sonsuz hayatı ve ebedî saadeti müjdeleyip, o müjdeyi şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binlerce âyetiyle, açıkça veya işaret yoluyla on binler defa dâvâ edip haber veren; sarsılmaz kat’î delillerle ve şüphe getirmez hadsiz hüccetlerle sonsuz hayatı müjdeleyip ebedî saadeti ders veren Kur’ân-ı Hakîm... “Rûy-ı zeminin (yeryüzünün) geniş kıt'aları ve büyük hükümetleri, Kur’ân’ı arayacak ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruhucanlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında kat’iyen Kur’ân’ın misli yok ve olamaz ve hiçbir şey bu mu'cize-i ekberin yerini tutamaz.” (Sözler, s. 253) İşte aklı, kalbi, ruhu ve hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda Kur’ân hazinesinin dellâllığını yapan Risale-i Nur, 10. ve 29. Söz’ler başta olmak üzere, haşir gerçeğini izah ve ispat eden bahisleriyle, mukaddes kitabımızdaki müjdeleri insanlığa ulaştıran bir tefsir. İnsanlığın ortak vicdanındaki ebed arayışına cevap veren Kur’ânî mesaj ve müjdeler bu eserde. 25.04.2010 E-Posta: [email protected] |