18 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

Bahar bahçelerinden geçtik bu sabah...


A+ | A-

Mis gibi toprak kokuyor her yer. Bahar bahçelerinden geçtik bu sabah... Toprak ki, mayamızdır, toprak ki, hayat kokan, insan kokan... Üstünde taşır bizi… Geçtik gözlerimizle okşaya okşaya ağacı ve toprağı… Ne kadar da hasretlenmiş yüreğimiz bahara.

Her mevsim güzeldir, ama bahar bir başka… Bahara hasret, bahara sevda bir başka… Her mevsim çağırır, ama bahar çağırmakla kalmaz, bahar bağırır. Bağrından çıkanı bağrına basmak için bahar çağırır. Bu çağrıyı duymayan ya kör ya da sağır…

Bahar bahçelerinden geçtik bu sabah. Konuştuk ağaçlarla, kuşlarla... Kış, kışlık ibadetini yaptı ve gidiyordu. Ama hiç üzmedi bu kış. Bahara yerini bırakıyordu. Bilelim bilmeyelim, duyalım duymayalım, her şeyin bir duası var, bir dili var her şeyin…

Dua, istemekten daha öte bir şeydir her halde. Söylemekten de öte bir şey. Bizzat istemek de duayı güzel kılmaya yeter. Kim, neyi isterse istesin, kim neyi dilerse dilesin, dua edişin ve dileyişin kendisi bile insanın istediği şeyden çok daha değerlidir. Anladım, onlar Allah’tan gayrısından bir şey istemiyorlar. Ne istiyorlarsa, tek olan, bir olan, ne istediklerini bilen, devamlı veren Allah’tan istiyorlar.

Ağaçlar devamlı duada… Dallar, eller gibi devamlı açık, devamlı duada… Bu kadar açılan ellere, bu kadar isteyen ellere cevap gelmez mi sanıyorsunuz? Ağaçların kollarına doğru öylesine bir atılasım geliyor ki sormayın. Hani şu kırlarda, patika yollarda son hızla koşan çocuklar vardır ya, aynen onun gibi…

Bir ağacın altında oturup dallarıyla beraber duaya durmak istedim bu sabah. Ağaçları dinlemek, onlara misafir olan kuşları dinlemek istedim… Küçük bir tabure de olmalı. Yerler ıslak. “Yazın yaşa, kışın taşa oturma.” demiş ya atalarımız. Bir ibadet yaparken, diğer yandan da hayatımızı incitmeyelim. Yeni yeni ısınıyor daha yerler.

Baharda kıyamdayız, yazda rükûda, sonbaharda secdedeyiz, kışın kâdedeyiz. Mevsimlerde namazdaki dört hâli vardır mü’minin. Mevsimler bize, biz mevsimlere çok benziyoruz.

Delice, çılgınca bağırasım geliyor: “Çıkın evlerden, haydi çıkın dışarıya, bahar çağırıyor. Yaman bir bahar geliyor, yaman mı yaman… Bilesiniz, göresiniz diye geliyor, kimdir gönderen, kimdir yaratan? Bilesiniz diye…”

Elinde nesi varsa bir kenara fırlatıp, bu çağrıya kulak verme zamanıdır insanın. Tarlalar coşmuş, bahar halıları serilmiş. Bizi, yeryüzü misafirini bekliyor. Gidelim, görelim, şahitlik edelim diye bizi bekliyor bu güzellikler…

Ölmedinse uyan ey gönül! Bizi bekliyor, papatya, gül, lâle, sümbül.

Nasıl da mevsimini şaşırmıyor? Nasıl da vaktini biliyor? Baharı kim gönderiyor? Dalları çiçeklerle kim donatıyor?

Allah’tan uzak kalınca insan, baharı da görmez oldu, çiçeği, dalı da…

Bak, taşlar yeşermiyor, ama bahçeler, ağaçlar yeşeriyor. Bak, taşlar öylece duruyor. Mevlânâ:

“Bin bahar görse taş yeşermez” diyor. Sen neredesin ey nefsim? Nelerle oyalanıyorsun? Bak ne diyor Bediüzzaman:

“Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.” (Mesnevî-i Nuriye, 124) Taşa benzeme mevsimi değil, taşlaşma zamanı değil. Gözlerde yaş, gönülde aşk, koşa koşa baharın kucağına atılma vaktidir. Bu kadar büyük ve hayret verici bir değişiklik, nasıl da bu kadar kolay yapılıyor? Bütün bunlar, imanın nuruyla anlaşılıp biliniyor. Yine öyle diyor Mevlânâ:

“Ot, arpa yersen kurban olursun; Allah’ın nurunu yersen Kur’ân olursun.” Evet, bu kadar esrarengiz değişiklikler sadece ağaçlara hayat gelsin, çiçek açsın, meyve versin diye değil her halde. Mahşerin provası yapılıyor, dirilişin her nevî örnekleri sergileniyor. Ve insan olan bitenden ders alsın diye, Rabbimiz her an nice hayret verici değişiklikler yapıyor. Binbir isminin tecellisini gösteriyor.

Ağaçlar dirilirken, dallar rengârenk çiçek açarken, sen susarsan, sen dile gelip konuşmazsan yazık değil mi ey insanoğlu? Ağaçlar dirilip coşsun da, dallar çiçekleriyle konuşsun da, insan öylece kalakalsın, sussun, hiç konuşmasın, yakışır mı? Ey kâinatın en güzel sesli ve en belâgatlı nâtıkı, en güzel konuşanı… Kâinat konuşsun, insan sussun, olur mu hiç?! İnsan olan bir insana bu yakışır mı hiç?

Bahar bahçelerinden geçtik. Ve duyduk anne toprağın sesini... Yüzümüzde hissettik baharın nefesini.

Bu mevsimde her yer, renk renk çiçeklerle dolu. Ama çiçeklerin içinde bir çiçek var ki, en gerçek çiçek o. Güller mevsimidir şimdi. İlk önce kızılcıklar çiçek açıyor, sonra da erikler ve diğerleri takip ediyor. Gariptir... İlk çiçek açan kızılcık, en son meyveyi veriyormuş. Baharın ilk habercisi, kızılcığın çiçekleri oluyormuş. Öyle diyor bir bahçıvan. Donanmış dağlar, bağlar. Her yer donanmış çiçeklerle. Çiçeklerin içinde en gerçek çiçek, güllerle… Güller ki, baharın öğle vaktinde, orta bir zamanda yüz gösterirler, boy atarlar, renk verirler, ‘Buradayız’ derler.

Baharın salâvatıdır güller... Çiçeklerin efendisidir güller. Duaların en yücesidir salâvatlar. Efendimiz için, Onun için… Baharın salâvatıdır güller… Güller gibi dualarla, bahar sabahlarından, bahar bahçelerinden geçtik bu sabah ve dilimizde salâvatlarla...

Ne güzel diyor Hz. Ali Efendimiz (kv) Nechü’l Belağa’da: “Allah’tan bir dileğin varsa, Resulüne salâvat getirerek başla, sonra ihtiyacını iste. Allah, kendisinden iki dilekte bulunulduğunda, birisini yerine getirip diğerini yerine getirmemezlik etmeyecek kadar cömerttir.”

Çiçekleri saksılarda gördüğümüz yeter. Bir de baharda görelim çiçekleri. Tarlalarda, bahçelerde görelim… Nasıl da yeryüzü Rabbimizin sonsuz merhametine mazhar olmuş. Nasıl susamış bağlar, bahçeler ağaçlar rahmete, nasıl hasret kalmış bahara, bir görün hele…

Bahar, sırrı asla açıklanmayacak olan coşkulu bir duygu ve ulvî bir haz veriyor insana. Umarım yanlış anlaşılmaz - belki de âşıkane ve cezbedarâne, ilahî bir haz veriyor.

Baharın sırrı derindir. Kim ayak basarsa baharda bahçelere, kim koşarsa ağaçlara, bir annenin dizi dibinde gibi ağaçların eteğinde oturursa eğer, o esrarengiz gücün içine, damarlarına yayıldığını hisseder. Ruhunun da dalga dalga açıldığını hisseder... İçinde korku kalmaz toprağa girip yatmaktan, toprağa girip karışmaktan. Anne toprak bağrını açtı mı, o kutlu sandık, o gizli hazine bir açıldı mı, işte böyle daha nice cevherler çıkar, böyle daha nice inciler saçılır ağaçların dallarına çiçek çiçek asılır. Hepsi O’ndan, hepsi Allah’tan..

Hangi hazineler, hangi gizli defineler daha zengindir acaba baharın getirdiğinden?

En yakın ağaçtan, en uzak dağların tepesine kadar nasıl bir kalem, nasıl bir kudret eli işlemiş, ince bir hatla nasıl her yeri bembeyaz etmiştir… Hayret ki hayret!...

Bahar ruhuma, ruhum bahara yakışıyor. Baharla nefes alıp, baharla nefes vermek istiyorum. ‘Hû’, ‘Allah’ demek istiyorum baharla. Bazen o kadar kolay çıkıyor ki bu cümleler ağzımdan, inanamıyorum… Baharı ruhuma sevdiren Allah, kendini baharla sevdiren Allah, bahardaki mevcudatla sevdiren Allah, şefkatini, sevgini dantel dantel ağaçlara, çiçeklere işlediğin gibi, ruhuma da nakşediyorsun.

Hâlâ ağaçların çiçek açtığını sanıp duruyor insan. Hiç insanın içinde çiçekler açmadan dallarda çiçek açar mı dersiniz? İçinde olmayan bir şeyi dışında duyar mı insan? Bahar budur işte… Bahar içimizde başlar. Bunun için insanı çağırır, bunun için bahar çağırmaz, bahar bağırır: “Ben elçiyim Allah’tan. Gel, senin de bir yerin var aramızda, gel katıl bu zikir halkasına, sen de atıl, durma, sen de katıl.”

Baharın salâvatıdır güller. Baharın duasıdır çiçekler.

Bahar bahçelerinden geçtik bu sabah. Dâvetini aldık, çağrısına uyduk da geçtik bu sabah... Dilimizde bir hayret ifadesi:

“Allah Allah, Sübhanallah, Maşallah, Barekallah…”

Sözümüzü, bahar bahçelerinden bir bahar kadar, bir güldeste-i marifet alıp gelen o bahar yolcusuna, aziz Üstadımıza bırakalım:

“Yani, güyâ çiçek açmış herbir ağaç, güzel yazılmış manzum bir kasîdedir ki, o kasîde Fâtır-ı Zülcelâlin medâyih-i bâhiresini inşâd edip, şâirâne lisân-ı hal ile söylüyor.

Veyahut o çiçek açmış herbir ağaç, binler bakar ve baktırır gözlerini açmış; tâ Sâni-i Zülcelâlin neşir ve teşhir olunan acâib-i san’atını bir iki gözle değil, belki binler gözlerle baksın, tâ ehl-i dikkati öyle baktırsın.

Veyahut o çiçek açan herbir ağaç, umumî bayram olan baharın içindeki hususî bayramında ve resm-i geçit-misâl bir anda yeşillenmiş âzâlarını en süslü müzeyyenâtla süslemiş. Tâ ki, onun Sultan-ı Zülcelâli, ona ihsan ettiği hedâyâyı ve letâifi ve âsâr-ı nurâniyesini müşâhede etsin. Hem meşher-i san’at-ı İlâhiye olan zeminin yüzünde ve bahar mevsiminde, murassaât-ı rahmetini enzâr-ı halka teşhir etsin. Ve şecerin hikmet-i hilkatini beşere ilân etsin. İncecik dallarında ne kadar mühim hazîneler bulunduğunu ve ihsanât-ı Rahmâniyenin meyvelerinde ne derece mühim defîneler var olduğunu göstermekle, kemâl-i kudret-i İlâhiyeyi göstersin.” (Sözler, Otuz İkinci Söz, 550)

Evet, bahar içimizde başlar…

İnsan baharı önce içinde duyar. Ve içindeki bahar sonra dışına taşar. İnsan baharı önce içinde yaşar. Bahar içimizde başlar.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.04.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Sadakat


A+ | A-

Risâle-i Nur’u okuyup, onun ‘hakikat mesleği’ne ‘gönülden bağlanan’ herkes, ondaki prensip ve düsturları mümkün olduğunca yerine getirir.

Elbette bu bir zorunluluktan öteye, her müntesibin aşkla, şevkle isteyerek yaptığı vazifeler, mükellefiyetlerdir.

Nur hizmetlerinde adına ‘sadakat’ dediğimiz bu mükellefiyetlerin, yüklenmiş olduğumuz bu kudsî dâvâdaki yeri ve önemi oldukça önemlidir. Ulvî dâvâya bir nevî ciddî bağlılık, bir çeşit intisap mânâlarına gelen sadakat, müntesipler açısından olmazsa olmaz prensiplerdendir. Her halükârda, her zaman ve her zeminde mensubu olduğumuz câmiaya olan bağlılığımızı, sorumluluklarımızı yerine getirmektir sadakat. Ve aynı zamanda bu yolda bazı zahmetleri, meşakkatleri, hatta tehlike ve riskleri göze almaktır sadakat.

Her şeyden önce, temsilcisi bulunduğumuz kudsî dâvâya, mensubu olduğumuz cemaate, camiaya bir zarar, bir nakise getirmemektir sadakat. Gölge olmamaktır, perde etmemektir bu dâvâya bağlılık. Hâl ve hareketlerimizle, söz ve tavırlarımızla sû-i zanlara, yanlış kanatlara sebep olmamaktır sadakat.

Bu noktada saff-ı evvel talebelerin, Üstad’a ve Risâle-i Nur’a sadakat çerçevesindeki hâl ve duruşlarını hatırlamak lâzım. Bütün tehlikeleri göze alarak, akıl almaz zorluk ve meşakkatlere katlanarak gösterdikleri kahramanlıkları ve fedakârlıkları göz önüne getirmekte fayda var. Her birisi birer sadakat örneği olan o ağabeylerin adeta bir nevî fetret devri sayılan o zor şartlar altında ortaya koydukları hizmetleri tekrar tekrar okuyup anlamakta fayda var.

Bu meyanda Zübeyir Ağabeyin, bilhassa sadakat noktasındaki duruşu, akıllara durgunluk verecek seviyededir. Onun teslimiyet ve sadakatini özetleyen ifadelerini iyi okumak gerekir. Üstadı ona “Zübeyir, duysan ki, ben de bu dâvâdan vazgeçmişim, ne yaparsın?” diye sorduğunda o: “‘Güle güle Üstadım’ der ve yoluma devam ederim” diyebilmiştir. Onu, Üstadının gözünde “kâinata değişilmeyecek” mertebeye çıkaran işte sadakat timsâli olan bu hâlidir.

Bediüzzaman’ın ‘hak ve hakikat mesleği’ne teslim olmak, Risâle-i Nur’a kanaat edip, oradaki prensip ve düsturları hayatımıza geçirmektir sadakat. Feyiz ve fazileti başka menzilde, başka mürşidlerde aramamaktır Risâle-i Nur’a intisap. Sadakat, Bediüzzaman’ın Feyzi Ağabeye hitaben “Bu şehre bir kutup, bir gavs-ı azam gelse, ‘Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım’ dese, sen Risâle-i Nur’u bırakıp, onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın” sözündeki mesajı doğru anlayıp, öyle bir hâl ve tavır içinde olmaktır.

Yine Zübeyir Ağabeyden naklen, Üstad’ın şu ifadelerinden de alacağımız çok dersler var:

“Eğer Şah-ı Geylânî, İmam-ı Rabbani gibi zatlar gelseler ve ‘Said, sen bu tarzda devam edersen, şu birkaç bîçârelerden başka şakirdin olmayacak, hem aç kalacaksın, hapis yatacaksın. Fakat tarzını bir parça şöyle değiştirsen, bütün memleket senin şakirdin olacak, başvekil de, reis-i cumhur da şakirt olup, gelip elini öpecekler’ deseler, yine de bu tarzımı bırakmayacağım.”




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.04.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Şefkat kahramanları (12)


A+ | A-

Sevim Morgül

Sevim Morgül, Bediüzzaman Hazretlerinin Emirdağ hayatında ona destek çıkan, her türlü sıkıntıya, saldırıya sabredip iman hizmetine daha sıkı sarılarak cevap veren Çalışkanlar ailesinin bir ferdi. Bediüzzaman Hazretlerinin hizmetine küçücük bir ortaokul talebesiyken giren ve hizmetinden ayrılmayan merhum Ceylan Çalışkan’ın da kızkardeşi.

Babası, amcalarıyla birlikte ailecek hizmete devam ettikleri için Risâle-i Nur tarihinde “Çalışkanlar Hanedanlığı” olarak da anılmaktalar.

Kızları Zehra ve Emine ile beraber onun hatıralarını dinlerken “İşte Risâle-i Nur’un nasıl mükemmel insanlar yetiştirdiğine en güzel delillerden bir tanesi daha!” diye düşünmemek mümkün değildi. Mütevazı, iyiliklerini Allah’tan, kusurlarını kendinden bilen, çilekeş, samimî, kanaatkâr, sabır ve şükür abidesi Nur Talebesi hanımlardan bir tanesi o.

Bediüzzaman’ın Emirdağ yıllarında küçük bir kız çocuğu olan Sevim Morgül hatıralarını paylaştı bizimle.

BABAMIN SADAKATİ

Üstad Hazretleri Emirdağ’a sürgün olarak atla gelmiş. Babam Mehmet Çalışkan, Üstadı ilk ziyaretinde başı şapkalıymış. Huzuruna şapkayla gitmemek için çıkarken takmak üzere bir ağacın kovuğuna şapkasını saklamış. Sohbet sırasında Üstad Hazretleri onun şapka taktığını bilmediği halde “Bir zat söyleyeceğim; şapka takmadığı için ona her zaman duâ ediyorum” deyince çıkışta şapkasını kovuktan almadan eve dönmüş ve o günden sonra bir daha şapka takmamış. Üstadın manevî şahsiyetini çok iyi anladığından babam ölünceye kadar Risâle-i Nur’a olan muhabbet ve bağlılığını hiç koparmadı.

Risâleleri yazdığı, okuduğu için defalarca tutuklandı, yargılandığı mahkemelerin sayısını hatırlamıyorum bile, Üstad’la Afyon Hapsinde de birlikteydi.

Evimizi yaptırırken babam gizli dolaplar yaptırmıştı. Hiç belli olmazdı. Kitaplarını oraya koyar kapatırdık. En son 1960 ihtilâlinde bizim gizli dolabı şikâyet edenler olmuş. Alıp gitti jandarmalar. İçinde Risâlelerle birlikte Kur’ânlarımız da vardı. Babam en son bu yüzden üç ay hapis yattı.

Evimiz çok sık aranırdı, korkardık. Ya sabah namazından ya da gece 12’den sonra kapımız “Güm! Güm!“ çalınırdı. Ortalıkta kitap varsa hemen kaldırırdık. Bazen kaldırdığımız yerden kitapları bulur, alır götürürlerdi.

KAHRAMAN

HEMŞİREM FETHİYE!

1944 doğumlu olduğuma göre 7-8 yaşlarındaydım sene 1951-1952 olsa gerek hiç unutmuyorum. Bir gün annemle evdeyiz. Kapı yine hızlıca çalındı. Annem hemen pencereden baktı. İki jandarma vardı kapının önünde “Çocuğun babası yok. Dükkândan çağırın da gelin!” dedi. Jandarmalardan biri kapının önünde beklerken diğeri de babamı çağırmaya gitti. Annem kapıyı arkadan kilitledi. Bana da jandarmayı gözetlememi söyledi. Evdeki bütün kitapları hızlıca bir çuvala doldurdu, ağzını bağladı. Komşumuza seslendi bahçe tarafından “Gülizar Abla bunları hemen kaldır!” dedi. Onlar da çuvalı samanlığa gizlemişler. Babam masanın üzerinde Risâle yazıyormuş. Annem üzerine hemen örtü örtmüş. Babamın geldiğini görünce kapıyı açtık. Hemen bilir gibi gizli dolabı açtırdılar babama. Dolabın boş olduğunu görünce, gülümsemesini hiç unutmam.

Babam bu olayı Üstad Hazretlerine anlattığında “Benim kahraman hemşirem! Demek kitaplarımı ele vermemiş!” diyerek annemi takdir etmiş. Üstad Hazretleri annemi takdir eder, selâm gönderir, babam da gelir anneme iletirdi bu selâmları. Üstad Hazretlerini sanki ailemizden bir büyüğümüz gibi bilirdik. Sadece babam değil, amcalarım da hizmet eder, ona elden geldiğince yardım etmeye çalışırlardı.

ANNEM, ÜSTADIN

YEMEKLERİNİ HAZIRLARDI

Annem, Üstadın yemeklerini seve seve, zevkle hazırlardı. Komşumuza bile “Üstada yemek hazırlıyorum!” demezdi. Üstadın yemek vakti ikindi saatiydi. Malzemelerini titizlikle hazırlayıp, gazocağını severek yakar, yemek pişirirdi. Yemeği pişirirken tuzunu kontrol için ayrı bir kaşığa bir parça alır tadına bakar, o kaşığı tekrar tencereye sokmazdı. Üstad yıldız şehriyesinin çorbasını severdi. Zaten son zamanlarında hep çorba yedi. Annem bazen yoğurtlu, bazen de yumurta sarısı ve limonla çorbayı pişirirdi. Evimize gelen giden çok olurdu. Yemek pişirirken komşulardan gelen giden olmasın diye kapıyı kapatır, bizi de tembihlerdi “Kapıyı örtün de ihlâsı, saati kaçmasın!” derdi. Zübeyir Ağabey birkaç dakika sonra gelir, kafası eğik bir şekilde çinko sefertasıyla çorbayı alırdı. Karşılığında her gün 25 kuruş verirdi. Üstad karşılıksız bir şey almazdı.

Bütün bunları komşular görürdü tabiî, ama yine de annem hiç Üstad’a yemek pişirdiğini söylemedi onlara.

Bazen de dükkâna yemeği ben taşırdım. Annem “Yemeği kime götürdüğünü söyleme!” diye beni uyarırdı. Götürdüğümüz yemekler zaten azıcıktı. Buna rağmen genelde artarak geri gelirdi tabaklar. Kimi zaman babam “Size teberrük getirdim!” derdi. Artan yemekleri büyük bir zevkle yerdik. Ziyan etmezdik. Nurcular artık yemekleri zaten hiç döküp israf etmezler. Hele de Üstaddan gelince…

Üstadın çamaşırlarını annem yıkardı. Sonra ağabeyler gelir, annemin yıkadığını durular asarlardı. Sebebini merak ederdim. Üstad Şafi olduğu için, kadın eli değmesin diye öyle yapılmasını istermiş.

SEPETTEKİ KİTAPLAR

Salı günleri Emirdağı’nın pazarıydı. Üstadın evi de çarşının içindeydi. Salı günleri çarşı çok kalabalık olurdu. Elle yazılan ya da basılan kitaplar geldiği zamanlar sepetin altına güzelce yerleştirilir. Üzerine meyve sebzeler alınırdı. “Üstada erzak götürüyoruz!” diye kitapları böyle gizlice taşırlardı.

Üstada gidip gelmek hep kontrollüydü. Gizliliğe azamî dikkat edilirdi. Çünkü çok uğraşırlardı Nur Talebeleriyle. Annem bazı komşularımızdan, akrabalarımızdan bile çok çekinirdi. Dayım, yengem “Enişte bırak artık bu işleri! Bak yine hapise gireceksin. Çoluk çocuk perişan olacak!” dediğinde babam susar cevap vermez, onları kırmazdı. Babam uzun kış gecelerinde o zaman radyo, televizyon da yok, uzun uzun sohbetler yapar, Nurlardan anlatırdı onlara. Çoluk çocuk dikkatle dinlerdik hepimiz. Çay ikram ederdik, dikkat dağılırdı biraz. Dayım hemen “Eniştem konuşsun da dinleyelim” derdi. Sohbet çok hoşuna giderdi, ama yine de kızardı babama “Hapse gireceksin! Çocuklar perişan olacak. Bari daha az git Üstadın yanına!” derlerdi.

Ama babam Üstadın manevî şahsiyetini anlamış, ona öyle bağlanmıştı ki hizmeti hayatının sonuna kadar bırakmadı. Akraba olduğu için susar, cevap vermez, onları kırmaz, devamlı sohbet eder, ikramlar yapar, doğru bildiği yoldan da zerre miktar ayrılmazdı. Seneler böyle geçti. Şimdi o akrabalarımız 40 sene sonra Nurcu oldular.

60 ihtilâlinden sonra Eskişehir’e taşındık. Ondan sonra evimiz aranmadı. Zaten iki yıl sonra da evlendim.

CEYLAN AĞABEYİMİN VEFATI

Evlenmeme de Ceylan Ağabeyim vesile oldu.

Ağabeyim, öleceği gün sabah kalktığında yengeme bir rüya gördüğünü söylüyor, ama anlatmıyor rüyasını. Sadece “Sevim’i Haydar’a verseniz olur mu?” diyor. Aynı gün de trafik kazasında vefat ediyor.

Ölümünden bir hafta öncesinde de Ceylan Ağabeyimle Haydar İzmit’e kız istemeye gidiyorlar. Ağabeyim “Kabul ederlerse yüzük size hediyem olsun!” diyerek bir alyans alıyor. Nasip olmuyor. Parmağımdaki alyans ağabeyimin aldığı o yüzük işte! Kaybolur bazen, ama yine hep bulurum. Baktıkça ağabeyimi hatırlarım.

Kayınvalidem hep ibretle “Bir hafta önce kız istemeye birlikte gittik, aynı yoldan bir hafta sonra cenazesini taşıdık” derdi.

Yengemle, ağabeyimin kızı Nuran’la hiç kopmadık birbirimizden. Beşiğinin başından ayrılmazdık bebeğin. Babam da çok severdi.

Babam altı yaşında annesini kaybedip, yetim büyüdüğü için yetimlere acır, hep severdi. Ağabeyi vefat ettiğinde ağabeyinin üç çocuğuna da baktı. Biz dokuz çocuk hep birlikte büyüdük. Yer sofrasında neşeyle yemeklerimizi yerdik. Babam ağabeyinin yetimlerini büyüttü, ikisini evlendirdi, birini askere gönderdi. Ardından Ceylan Ağabeyim vefat edip, Nuran yetim kalınca “Ben yetimleri çok sevip, acıdığım için demek ki benim kapımdan yetim hiç eksik olmayacak” derdi.

ÜSTADIN İKAZINDAKİ HİKMET!

Üstad Emirdağı’ndayken babamla zaman zaman mezarlık ziyaretine gidermiş. Bir defasında babama “Baban çok büyük bir zatmış, ama bilememişsiniz!” demiş. Onun mezarı ile Ceylan Ağabeyimin annesi olan ölen eşinin mezarının arasındaki boşluğu göstererek “Burayı muhafaza et. Kimseye verme!” demiş. Üstad Emirdağ mezarlığına babamla her ziyaretinde bunu hatırlatırmış. Ceylan Ağabeyim İstanbul’da vefat ettiğinde, babam Üstad Hazretlerinin sözünü hatırlamış.

“Cenaze İstanbul’da kalsın!” ısrarlarına rağmen “Onun yeri hazır!” diyerek ağabeyimi Emirdağ Mezarlığına annesi ile dedesi arasındaki boş alana defnettiler.

—Devam Edecek—




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.04.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Allah’ın emri ve dilemesi


A+ | A-

Dilek hanım: “Allah’ın emri ile dilemesi aynı mıdır, fark var mıdır? Bir arkadaş grubunda tartışıldı. Açıklar mısınız?”

Allah’ın emri ile dilemesi, Allah’ın iki ayrı isminin ve sıfatının tecellîsidir. Allah (cc), Âmir’dir ve Mürîd’dir; yani emreder ve diler. Yani emr-i küllî ve irâde-i külliye Sahibidir. Allah’ın emri de, irâdesi de kâinâtı ihâta etmiştir, yani kuşatmıştır.

İrâdî olsun olmasın; insanın hareketleri de şüphesiz Allah’ın irâde-i külliyesine dâhildir. Kur’ân, “Âlemlerin Rabb’i olan Allah dilemedikçe siz bir şey dilemiş olmazsınız!”1 âyetiyle buna işâret eder. Kur’ân, irâde-i külliye Sahibi olan Allah’ın Âlîm ve Hakîm olduğunu da kaydeder.2

Cenâb-ı Hak, Âmir-i Mutlak’tır; yani, her şeye fıtratının ve yaratılışının gayesini emreder. O’nun emri dileğidir; dileği fiilidir, fiili emirdir, emri dileğinin icrâsıdır. Allah’ın emri bir iş için tecellî ettiğinde, bir çok sıfatı da emri ile birlikte aynı işte mütecellîdir. Emri ve irâdesi ile birlikte kudreti, hikmeti, san’atı, ilmi, izzeti, celâli, cemâli... vs. sıfatlarının tezâhürlerini aynı işte görmek mümkündür.

Âmir ismine, Kur’ân’da genellikle “Ol!” emri nezdinde işâret edilmektedir. Kur’ân, Cenâb-ı Hakk’ın emri ile fiili arasındaki yakın ilişkiyi şöyle anlatır: “O’nun işi, bir şeyi dilediği zaman ona sadece ‘Ol!’ demektir; o hemen oluverir.”3

Kur’ân’da Cenâb-ı Hak yalnız şuur sahiplerine emretmekle kalmaz; şuur sahibi olmayan varlıklara da emir buyurduğunu ve vahyettiğini bildirmektedir. Meselâ Zât-ı Âmir-i Mutlak, Hz. Nuh (as) tûfânı esnasında arza ve semâya şöyle emrettiğini beyan eder: “Yere, ‘Ey yer! Suyunu çek!’ göğe de, ‘Ey gök! Suyunu tut!’ denildi. Su çekildi. İş bitti, gemi Cûdi’ye oturdu.”4 Cenâb-ı Hak, Hz. İbrâhîm’in (as) atılmak istendiği ateşe de şöyle emrettiğini bildirir: “Biz, ‘Ey ateş! İbrâhîm’e karşı serin ve selâmetli ol!’ dedik.”5

Cenâb-ı Hakk’ın emri, bal arısının gayr-i şuurî hareketlerinde de hâkimdir: “Rabb’in bal arısına: ‘Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin. Sonra her çeşit üründen ye. Sonra da Rabb’inin işlemen için gösterdiği yollardan yürü‘ diye vahyetti. Karınlarından insanlar için şifâ olan çeşitli renklerde bal çıkar. Düşünen bir millet için bunda ibret vardır.”6

İrâde sıfatından gelen ve kâinâtı ihâta eden tekvînî emirler ile Kelâm sıfatından gelen Kur’ânî emirlerin tamamının Âmir-i Mutlak olan Cenâb-ı Hakk’a ait olduğunu beyan eden7 Bedîüzzaman Hazretleri, bütün zerrelerine kadar kâinâtın, bütün meleklerin ve bütün varlıkların Cenâb-ı Hakk’ın “Kün! = Ol!” emrine karşı harfiyen mutî olduklarını, boyun eğdiklerini ve mutlak tezellülde olduklarını kaydeder.8

Üstad Saîd Nursî, kâinâtın her bir zerresinin Allah’ın mutlak emri altında mütemâdiyen istikbalden gelip, hâle uğrayarak teneffüs edip, mâziye döküldüğünü beyan etmektedir.9 Dâire-i imkânda ne kadar eşya var ise, hepsine gayet kolay ve rahat vücut giydirildiğini, bir şeye emretmesiyle o şeyin yapılmasının bir olduğunu ifâde eden10 Bedîüzzaman, tabiat kanunları denilen kevnî yasaların, Allah’ın emirlerinin, muhtelif varlıklara intikalinden başka bir şey olmadığını kaydetmektedir.11

Netice itibariyle, Allah’ın emri ile dilemesi kevnî işlerde, yani yaratılış kânunlarında, yani tabîat yasalarında berâber tecellî etmektedir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak dilemediği bir şeyi emretmemekte; emrettiğini ise dilemiş bulunmaktadır.

Dipnotlar:

1- Tekvîr Sûresi, 81/29.

2- İnsan Sûresi, 76/30.

3- Yâsîn Sûresi, 36/82.

4- Hûd Sûresi, 11/44; Fussilet Sûresi, 41/11.

5- Enbiyâ Sûresi, 21/69.

6- Nahl Sûresi, 16/68,69.

7- Mektûbât, s. 463.

8- Sözler, s. 384.

9- Mektûbât, s. 233.

10- Mektûbât, s. 237; Sözler, s. 180.

11- Mesnevî-i Nûriye, s. 52.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.04.2010

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Hizmet, rahatı bozmaktır


A+ | A-

Geçtiğimiz hafta sonu, Afyonlu kardeşlerimizin seminer dâveti üzerine ailece Afyon’da idik. Eşim, eğitimci-yazar Yasemin Yaşar, “Risâle-i Nur’da Mutlu Aile Modeli”ni hanım Nur Talebelerine ve acizane ben de, ‘Risâle-i Nur’da İnsan ve Manevî Hastalıkları’ konusunu Uşak, Manisa ve Eskişehir’den gelen arkadaşlarımızla seminer çerçevesinde paylaştık.

Doğrusu insan, her programa, manevî bir hediye paketi gibi, kendisine ikram edilen mesajları gittiği yere takdim ederken, oradan dönüşünde ise, pek çok mesajlar almış olarak dönüyor. Zaten böyle programları, programı yapan açısından canlı tutan ve sürekliliği sağlayan da, ‘verilenler’den ziyade ‘alınanlar’ oluyor. Yani programların öncelikli faydası önce bu programlar çerçevesinde çalışanlara oluyor. Zaten programcı etkilendiğinde, bir etki alanı da oluşabilecektir. Cenâb-ı Hakkın, ikramları, ilhamları bizim O’nun kapısını çaldığımız ve oluşturduğumuz çaba kadar olacaktır. O, sonsuz ilim hazinesini bizim emeğimiz ve gayretimiz ölçüsünde bize açacaktır.

Afyon’da, İlme Hizmet Vakfının oturmuş hizmet organizasyonu, beraberinde bir nuranî halkayı da getirmiş. Yani samimiyet ve ihlâs, öyle nuranî bir ibrişim ki, sayıya, paraya, makama, çabaya da pek bakmıyor. Bunlarla birlikte lâzım bir şey var ki, o da, ihlâs. Bazen ihlâslı az bir amel, ihlâssız binlere bedel oluyor. Yine ihlâslı bir kişi, binler kıymet ve kuvvetinde varlık gösterir hale geliyor. Üç elifin, yüz on bir; dört tane dördün, omuz omuza dört bin dört yüz kırk dört kıymetinde ve kuvvetinde olması, bunun bir göstergesidir. O zaman hizmeti, faaliyeti, neticeleri; kişiye, imkânlara, rakamlara bağlamamak gerekiyor. Bir ilçedeki, bir köydeki bir kardeşimiz, onlarca hizmet eri yetiştirebiliyor ve bulunduğu mekânı onlarca Nur Talebesinin uğrak yerine dönüştürebiliyorsa, bu, onun ihlâsından başka bir şey değildir.

Hizmeti sadece maddî unsurlar veya kişi faktörleriyle ele almak yanlış oluyor. Burada öncelikli ele alınması gerekenin ihlâs ve samimiyet olduğu anlaşılmaktadır.

Nitekim seminerimizde geçen, ‘Ehl-i imanın manevî hastalanması ihlâssızlıktan, ehl-i küfür ve dalâletin manevî hastalanması ise, imansızlıktan kaynaklanmaktadır.’ tesbiti, ehl-i imanın, ciddî imtihanının ‘ihlâs’ olduğunu gösteriyor.

Bu yine, seminer çalışmamızda geçen, vasat ihlâs ile yapılmazsa, ‘vasatın hastalanması’ olarak izah edilebilecek olan, vasata benzeyen kötü ahlâk ortaya çıkacaktır. Bu durumda, iffete benzeyen kötü ahlâk, hikmete benzeyen kötü ahlâk ve şecaate benzeyen kötü ahlâk kendini gösterecektir.

Manevî hastalıkların merkezi olan kalpteki ahlâk-ı seyyie, ifrat ve tefritlerden oluştuğu gibi, bazen de vasat, kötü bir niyet ile yapılınca hastalanmayı netice veriyor. Bu hastalanmanın sebebi ihlâsın olmamasıdır. Bu durumda güzel ahlâka benzeyen kötü ahlâk ortaya çıkar.

Nitekim mala, mevkiye sahip olmak için din adamı olmak, aklı hikmetten koparıyor; dünyaya düşkün din adamları (müteşeyyih); dünya malını elde etmek için tehlikelere atılıp, şöhret kazanmak isteyen davranış örnekleri, hep hastalanmış vasatın yani vasata benzeyen kötü ahlâkın yansımalarıdır.

Vasatlar ihlâsla olmazsa, fasit olur. Çünkü niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır. (M. N., s. 61)

**

Risale-i Nur Enstitüsünde eğitim almış, fakülte bitirmiş, vakıf Ali Şafak kardeşimizin, ağabey ve kardeşleri ile olan yakın ve sıcak ilgisi, Risâle-i Nur’un okunduğu insan modelini akla getiriyor. İnsanın davranışları nurlanınca, daha bir hassasiyet ve ulviyet kazanıyor. Vakıfların ne ciddî bir boşluğu doldurduğunu bu şehrimizde de görmek mümkün. Yani Risale-i Nur Enstitüsünün, vakıf elemanı konusunu çok yönlü ve çok daha ciddî ele alması kendini gösteriyor. Vakıflar hizmetlerin lokomotifleri oluyorlar.

Afyon’da, öğretmen emeklisi Mehmet Hocamla, oldukça tatlı ve bir o kadar da aydınlatıcı sohbetler ederek gezintiler yaptık. Tabiî gezerken, gazete abonelerimizi, dostlarımızı, Nur Talebelerini de bir bir ziyaret ettik.

Odun, kömür satışları yapan esnaf Yeni Asya okurumuzun bir sözü oldukça dikkat çekici idi. “Her gazeteye aslında hep aynı haberler ulaşıyor. Ama her gazete neyi baş tacı etmek istiyorsa, onu manşet yapıyor. Hatta çok dikkate sunmak istediği haberi fotoğraflarla süslüyor ve servis yapıyor. O zaman okuyucu da kendi görüş ve düşüncelerine uyanı tercih ediyor. Yani Yeni Asya, bir gazetenin yapacağından çok daha ötesini yapıyor. Burada ciddî bir düşünce mutfağı kendini gösteriyor.”

Yine kendilerini ziyaret ettiğimiz bir başka esnaf beyefendi, öyle hikmet okuması yapıyordu ki, ziyaretimiz esnasındaki kalabalıklaşan müşteri trafiğini, gelen misafirlerin yüzü suyu hürmetine demekteydi.

Yine, küçücük dükkânında sucuk işleri ile meşgul nur yüzlü genç kardeşler, çayımızı yudumlarken bir de ders yapmanın faydalı olacağına dikkatleri çekerek, sahabeler gibi, acaba ne yapsak da Allah’ı razı edecek bir fiilimiz olsa, inceliği ve yüceliği taşıyorlardı.

**

Gençlerle olan birlikteliğimizin yeri çok daha farklı idi. Onlarla, Risâle-i Nur eserlerinin pozitif birer hazine olduğundan ve insanın ne kadar bu enerji ile dolarsa, o nispette de hizmetinin artacağı üzerinde durduk. Ama bir o kadar da, eğer okumalarımız olmazsa, fişi çekilmiş cihaz gibi, insanın âtıl bir vaziyete düşeceğine dikkatler çekildi.

Şimdilerde Afyonlu genç arkadaşlarımızla maillerimiz işlemeye başladı. İnşallah hayırlı alış verişlerimiz olur. Ama bir gerçek var ki, ‘hiçbir Nur Talebesi yoktur ki, sınıfının en başarılısı, en çalışkanı olmasın’ vizyon dersini bir kez daha çalışmak durumundayız. Bu aynı zamanda adeta Risâle-i Nur’ların vizyon modeli olan, Zübeyir Gündüzalp’in çok daha iyi bilinmesi gerektiğini akla getiriyor. Yani fena fil-üstad, fena fir-risâle, fena fid’dava çok iyi özümsenmesi gereken bir şifre gibi duruyor.

Afyonlu kardeşlerimize dâvetlerinden dolayı teşekkürlerimizi –ailece- iletirken, haklarını helâl etmelerini istirham ediyoruz.

**

Not: Bu hafta, Pazar saat 18.40’ta, uydudan yayın yapan, Kanalurfa televizyonu Pozitif Pencere programında, ‘Düşünce kirliliği nasıl oluşur, nasıl giderilir’ konusu konuşuluyor. Kıymetli akademisyenler Dr. Veysel Kasar ve Dr. Levent Bilgi program konuğumuz. İzlemeniz, pozitif düşünme adına yararınıza olacaktır. Dualarınızı bekliyoruz.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.04.2010

E-Posta: [email protected]



Cevat ÇAKIR

Su krizi


A+ | A-

ABD’deki Ulusal Kamu Radyosu, Ortadoğu’nun “En vahim su krizi” ile karşı karşıya bulunduğu yorumunu yapmış. 1 Cenâb-ı Allah’ın “Her şeyi sudan yarattım” 2 diye buyurduğu ve Kur’ân-ı Kerim’de 63 yerde bahsedilen hayat için vazgeçilmez olan ‘su’ nimeti için, savaşların çıkacağı ve halen dünyada devam eden çatışmaların suyla ilgili olduğu söylenmektedir. Meşhur bir Avrupalı siyasetçinin petrol için söylediği “Bir damla petrol bir damla kan” bugün; “Bir damla su bir damla kan” ifadesine dönmüş denebilir.

Cumhurbaşkanı da bu konu ile ilgili olarak “Suyun sadece teknik bir konu olmadığını en üst düzeyde siyasî önem ve öncelik verilmesi gereken insanlığın müşterek geleceğini ilgilendiren bir meseleyi teşkil ettiğini” söylemiştir. BUSKİ Genel Müdürü İsmail Hakkı Çetinavcı da “Susuzluk yakın zamanda çağın en büyük meselesi olacak” demiştir.

Bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için kişi başına yıllık su miktarı en az 8 bin – 10 bin metre küp olmalıdır. Günümüzde bir insanın günlük su kullanımı 150 litreyi bulmaktadır. Bu, sanayi ülkelerinde 266 litreyi bulurken, Afrika’da 67, Asya’da 143, Arap ülkelerinde 158, Latin Amerika’da 164 litre. Türkiye’de ise kişi başına günlük su tüketimi 111 litredir. DSİ verilerine göre 2030 yılında ülkemiz de kişi başına bin 100 metre küp kullanılabilir su miktarı ile su sıkıntısı yaşayan bir ülke konumuna düşecektir.

16 Mart 2009 tarihinde İstanbul’da yapılan “Dünya Su Kongresi”nde şu görüşlere yer verilmiş: Her onbeş saniyede bir çocuğun temiz su yokluğundan vefat ediyor. BM görüşüne göre 2050 yılına gelindiğine çevresel sebeplerden dolayı 150 milyon kadar mültecinin ortaya çıkacak. Bir kısım bilim adamları bunlara “su mültecileri” ismini vermekte.

Bir Hadis-i Şerife göre hesaba çekileceğimiz nimetlerden biri de “soğuk su” 3 dur. Allah’a şükür ki henüz darlığını çekmiyoruz su nimetinin. Öyleyse şükrünü eda etmemiz gerekir ki kaçmasın elimizden.

Şüphesiz ki o da israf edilmektedir. Bu konu da da şüphesiz ki taklid edeceğimiz kişi Peygamber Efendimizdir (asm). Peygamber Efendimiz bir müdd (takriben 530gr) su ile abdest alır. Bir sa’ (takriben 2120 gr) su ile de boy abdesti alırdı. 4 Namaz için abdest farz olmasına rağmen abdestte fazla su kullanmak mekruh olarak kabul edildiğine göre diğer zamanlarda çok daha dikkatli kullanılması gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) ve abdest alan Sa’d ismindeki bir sahabe ile arasında şu şekilde bir muhavere geçmiştir. “Sa’d abdest alırken Hz. Peygamber (asm) çıka geldi. Onun çok su kullanarak abdest aldığını görünce: “Bu israf da ne? diye müdahale etti. Sa’d: “Abdestte israf olur mu? diye sorması üzerine Resulullah (asm) şu açıklamayı yaptı: “Evet akmakta olan bir nehir kenarında olsanız da.” 5

Dipnotlar:

1- Yeni Asya, 11/01/2010.

2- Enbiya, 30.

3- Elmalılı,Tefsir 1, 275.

4- Nesai, Miyah, 14 (1, 79-80).

5- Müsned: 2/221.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.04.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Bana eskimeyen bir şey söyle...


A+ | A-

Bana eskimeyen tek bir şey söyle, bana hiç bitmeyen bir şey söyle, Söyle ki inanayım sevginin kalıcı olduğuna...

Her şey eskir mi hayatta, hep yeni ve taze kalan bir şey yok mudur...

Hayat mı eskitir, insanın kendisi mi harcar yüreğindekileri,

Beslemezsem ölür mü duygularım,

Her ateş söner mi odun atmasam,

Sulamazsam solar mı bütün çiçekler.

İnsan tükenir de, yürek tükenmez aslında,

Bedenin çöker, yaşlanırda yürek tazelenir sanki,

Sen bitersin, yüreğin bitmez asla,

Sadece geçen zaman, ona, vazgeçmeyi öğretir.

Hayattan beklediğin ve aradıkların farklılaşır,

Şekil değiştirir içindeki duygular.

Heyecanların huzurlu arayışlara bırakır yerini,

Coşkuların sükûnetli limanlarda dinlenmek ister.

Bildiklerin, bilmediklerinin cazibesine rağmen, daha güvenli gelir.

Alıştıkların, yaşamadıklarının, hayallerinin önüne geçer.

Yürek de bir mahlûktur aslında,

Görülmek, fark edilmek, sevilmek ister.

Yaralarını saracak, merhem olacak yâr ister.

Ruhunu dinlendirecek bakış ister.

Halini soracak tanıdık bir ses ister.

Onunla yarenlik etmezsen,

Sesini duyurmak istediğinde, kulaklarını kapatırsan,

Sana küser, darılır.

Sanki kurur, katılaşır, hissedemez olur.

Sesi kısılmamış bir yürek mutlaka hisseder.

Bastığı yerin ne kadar sağlam olduğunu,

Adını koyamasa da kokusunu alır duygunun,

Onu yormazsan boş yere ve gereksizce,

Ve onu aldatmazsan gerçek istediğin konusunda,

O sana hep yarenlik eder.

Herkes duyamasa da içindekileri,

O içindeki, herkesin yüreğini duyup sana yol arkadaşlığı yapar.

En güçlü olan da, en çabuk yorulanda,

Hatta en çabuk yaralanan da odur aslında.

Dağlara dayanırda bazen esen yelden yıkılır.

Yıllarca emek verip sakındığından sıkılır.

Arayıp arayıp da bulduğundan kaçınır.

Yürek yorulur belki, ama asla bitmez,

İçindeki hevesleri sürekli tazelenir, bedeni yorulsa da...

Her şey biter de yürek bitmez aslında,

Sadece geri çekilmeyi, sessizce beklemeyi öğrenir.

Sahip olamasa da seyretmeyi öğrenir.

Arzuları gerçekleşmese de şu âlemde,

Sükûnetle beklemeyi de bilir, beklemeyi de sever.

Yeter ki küçücük bir ümidi olsun...

Bir gün gerçekten sustuğunda yüreğin

Bil ki buralarda değilsin.

Yine de üzülme, müsterih ol,

Yüreğin sana oralarda da yarenlik eder...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.04.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Bizi bu yanlışlar yıktı


A+ | A-

Bazı yanlış işlerimiz var ki, sebebini anlamakta zorluk çekiyoruz. ‘Elhamdülillah Müslümanız’ ama çoğu zaman bu kimliğin gereklerini yerine getirmekte ihmalimiz oluyor.

Bunlardan biri de söze ve konuşmaya başlarken Allah’ın selâmıyla başlama noktasındaki ihmâlimizdir. Oysa söze ve konuşmaya ‘Selâmün aleyküm’ diyerek başlamak çok önemli şiârdır. Belki de 80 yılın yanlış uygulamaları sebebiyle bu önemli vazife ihmâl edilmiş, herhangi bir toplantıda konuşmaya selâm ile başlayanlar garipsenir hâle gelmiştir.

Selâmı yaymak lâzım, çünkü Peygamberimizin (asm) hadislerinde bu tavsiye edilmektedir. Başka İslâm ülkelerinde bu alışkanlık yaygın bir şekilde devam ederken, Türkiye’de çok ihmâl edilmekte. Öyle ki, meselâ “Kur’ân’ı anlamak ve anlatmak” ya da Peygamberimizin (asm) doğumunun kutlandığı “Kutlu Doğum Toplantıları”nda bile konuşmacılar ‘Selâmün aleyküm’ diyerek konuşmaya başlayamıyorlar. Elbette böyle bir ‘yasak’ yok, ama ‘hâl ve gidiş’ sebebiyle bu hale gelmişiz.

İslâm diniyle sonradan müşerref olan mühtediler bile her konuşmasına ‘Selâmün aleyküm’ diyerek başladıkları halde, müftülerimiz, ilahiyat profesörlerimiz ve hocalarımız ‘Muhterem dinleyiciler’ demeyi tercih ediyor. Belki “Ne var bunda?” diyenler olabilir, ama derinlemesine bakıldığında çok şey olduğu görülür. Bu bir tavır, bu bir göstergedir.

Geçtiğimiz günlerde yayına başlayan TRT’nin ‘Arapça kanalı’nın açılışında da aynı yanlışlık yapılmış. Toplantıya katılan zevâtın büyük çoğunluğu “Hayırlı akşamlar” ve benzeri “temenniler”le konuşmalarına başlamışlar. Sonunda Başbakan “Selâmün aleyküm” diyerek konuşmasına başlamış ve zevâhiri kurtarmış.

Bu konuda ‘gizli yasak’ varmış gibi davranılıyor. Öyle ki, kuruluş gayesi insanların dinî ihtiyaçlarını karşılayacak çalışmalar yapmak olan Diyanet İşleri Başkanları bile genellikle protokol konuşmalarına ‘selâmün aleyküm’ diyerek başlamaktan uzak duruyorlar. Şu da var ki, herhangi bir konuşmacı, herhangi bir toplantıdaki konuşmasına “Selâmün aleyküm” diye başlasa kamuoyu onu garip karşılar ve hatta bazı gazetelere manşet bile olur! “Bu kişi konuşmasına selâmla başladı” diye konuşmayı yapanı suçlu ilân ederler.

Geçenlerde Rusya’daki Müslümanların durumunu konu alan bir toplantıya katılmış ve benzer çelişkiye orada da şahit olmuştuk. Toplantıya katılan ‘müftü’lerimiz selâmsız konuşmalar yaparken, aynı toplantıya Rusya’dan katılan ve müftü olmayan, profesör ünvanlı olan kişiler “Selâmün aleyküm” diyerek konuştular.

Netice olarak ‘selâmı yaymak’ gerekiyorsa bunu yapması gereken kişilerin başındakiler ilâhiyat camiasından olmalıdır. 80 yıllık ihmal sebebiyle selâmla konuşmaya başlamak garip karşılanıyor olabilir. Ama bu kanaati değiştirmek ve selâmla konuşmaya başlamayı ‘normal’ görmek için de işe bir noktadan başlamak lâzım. Hiç değilse konu itibarıyla dinî muhtevâlı olan toplantılarda ve dinî temsil makamında olan kişiler konuşmalarına selâmla başlasın. Bu yapılırsa, bugün garip karşılanan ‘selâmla konuşmaya başlama’k yarın ‘normal ve tabiî’ karşılanır hâle gelir.

Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû!




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.04.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

“İma” mı, değil mi?


A+ | A-

Anayasa değişikliği tartışılmaya başladığından beri hükümetle yargı arasındaki sürtüşme devam ediyor.

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Başkanvekili Kadir Özbek geçtiğimiz günlerde öyle bir söz söyledi ki, neresini düzeltirseniz düzeltin bir kaba sığdıramazsınız. “Türk hakim ve savcıları, Pakistan hakim ve savcılarından daha duyarsız değillerdir. Bu bağlamda üzerlerine düşenleri, hukuk kuralları içinde yargıyı savunma adına yerine getireceklerdir…”

Tabiîdir ki bu söz “anayasa değişirse toplu istifa mı edecekler” sorusunu akıllara getirdi. Özbek, ertesi gün bunun bir istifa iması olmadığını söyledi.

Bu makamda olanlar sözlerinin nereye varacağını hesap etmezlerse böyle durumlarda kalıveriyorlar. Sonra düzelt düzeltebilirsen.

‘28 ŞUBAT OLMAZSA

BURSASPOR ŞAMPİYON’

Başlığı görünce şaşırdınız değil mi? Bursaspor’un şampiyonluğu 28 Şubat’la ne alâkası var diye düşünebilirsiniz. Anlatalım.

Futbolda süper ligde sona doğru yaklaşılıyor. Şampiyonluk ve ligde kalabilmek için kıyasıya bir yarış gözleniyor. Süper ligde genellikle Anadolu takımları şampiyon olamıyorlar. Geçen yıl Sivasspor son anda şampiyonluğu kaçırmıştı. Bu sene de yine bir Anadolu takımı haftalardır liderliği kimselere kaptırmıyor. Dört büyükler diye tarif edilen takımları tutanlar bile “Biz şampiyon olamazsak Bursaspor şampiyon olsun” diyorlar. Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş da bunlardan birisi.

Geçtiğimiz günlerde Bursa’da bir programa katılan Kurtulmuş şöyle demiş: “Yıllardır Türkiye’de Anadolu takımlarının şampiyonluğuna hasret kaldık, Trabzonspor’dan sonra, bir zamanlar Sivasspor’un yakalayıp kaçırdığı fırsatı öyle görüyorum ki Bursaspor sonuna kadar götürecektir. Eğer bir 28 Şubat olmazsa. Yani bir takım karanlık işler olmazsa Bursaspor bu sene şampiyon olacak diye inanıyorum…”

Son söz: Beşiktaş şampiyon olamayacaksa Bursaspor şampiyon olsun!

AMAN DİKKAT!

Telefonların dinlenmesi kurumları yeni tedbirler almaya itiyor. Bugünlerde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın makam telefonunu arayanlar, ilginç bir bant kaydıyla karşılaşıyorlarmış. Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın sekreterlerinden önce otomatik olarak devreye giren bant kaydı, “Kurumsal güvenlik standardımız açısından telefon görüşmeniz kaydedilmektedir” uyarısında bulunmuş. Bunun “Kimliği belirsiz kişilerin Yargıtay Başsavcılığı’na yönelik tehdit ve hakaret içerikli tacizleri üzerine” yapıldığı söyleniyor.

Aman dikkat! Siz siz olun Yargıtay’ı aradığınızda ağzınızdan bir şey kaçırmayın. Belki kapatılmazsınız, ama hakkınızda hemen işlem başlatılır.

ÇOCUKLARA YAZIK ETMEYİN!

Gazetelerdeki haberi görünce tüylerim diken diken oldu. Eminim akl-ı selim sahibi, sağduyulu, çocukların geleceğini düşünen herkes için de böyle olacaktır.

AA’nın haberine göre, Gölcük’te bir okulun velileri, çocuklarının da katıldığı “veli kaynaşma çayı”nda dansöz eşliğinde eğlenmişler! Programın amacı okula gelir sağlamakmış!

Çocuklara yazık değil mi? Aslında çok şey denilebilir, ama denmesini gerekeni milletin sağduyusu söylemiştir zaten.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.04.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Müjdelerin tahakkuku


A+ | A-

Üstad Bediüzzaman'ın, en zorlu ve karanlık dönemlerde bile istikbale dair ümit dolu müjdeler verdiği mâlûm.

“Ben acele ettim, kışta geldim, sizler Cennetâsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır” ifadesi, bunların en çok bilinenlerinden biri.

Selef-i Salihînin ve her asrın manevî temsilcilerinin teşkil ettiği muhteşem meclisten sâdır olan “Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır” mesajının Üstad vasıtasıyla umuma mal olduğu da.

Ancak bu müjdelerin tahakkuku ve en görünür ifadeleri olan “dindarane ve mes’udane haletler”in toplum ve siyaset âleminde ihlâsla hazmedilip yaygın şekilde tezahürü, şartlara bağlı.

Nitekim Üstadın Münâzarat, Hutbe-i Şamiye, Sünûhat ve Muhakemat gibi eserlerindeki izahlarda bu şartların da anlatıldığını görmekteyiz.

Meselâ İslâmın hakikatlerinin mazi kıtasını tamamen istilâ etmesini engellemiş olan “ecnebilerin cehli, vahşeti, dinlerine taassupları, papazların ve ruhanî reislerin tahakkümü ve insanların körü körüne onları taklit etmesi” gibi sebeplerin, ilim, eğitim, medeniyet, fikir hürriyeti ve gerçeği arama meylinin inkişafı gibi müsbet gelişmelerle izale olmaya başladığını söylüyor Üstad.

Ve medenîlere galebe çalmanın, söz anlamayan vahşiler gibi icbarla değil, ikna ile olacağını ifade ediyor. Bu ikna bahsindeki en önemli noktayı da, “Müslümanların yaşayış ve ahlâkları ile İslâma ayna olması” olarak tarif ve tavsif ediyor.

Üstadın dikkat çektiği şu hususlar da Müslümanlarla ilgili: İstibdat, ahlâkî zaafiyet ve “Dinle bilim çatışıyor” yanılgısı. Düşmanlarımızı cehalet, zaruret ve ihtilâf olarak sıralayan ifadesi de aynı mânâyı tamamlıyor ve bunlara karşı sanat, marifet, ittifak silâhlarıyla cihad edilmesi gereğine vurgu yapıyor. Ve Medresetüzzehra projesini bu cihadı gerçekleştirme idealiyle geliştiriyor.

Vicdanın dinî ilimlerle, aklın modern fenlerle aydınlanacağını ve ikisinin kaynaşmasıyla hakikatin tecellî edeceğini ifade ile, hem dini bilen ve yaşayan, hem de çağın getirdiği yeniliklere açık nesiller yetiştirmenin ideal formülünü veriyor.

Ama bu fikirler yüz sene önce gündeme getirilmesine rağmen, resmî mahfillerce kulak verilmedi. Dahası, tam tersi yönde uygulamalar yapıldı. Bu da, müjdelerin gerçekleşme şartlarının oluşmasını engelledi, sabote etti veya geciktirdi.

Bunun sebebi ise, Kur’ân’a karşı bin yılık adavetlerle biriken taarruz ve imha planlarının, tarihte misli görülmemiş dehşetli taktiklerle uygulamaya konulması ve doğrudan imanların hedef alınmasıydı. Ama Üstad bunlara da İlâhî bir tavzifle telif ettiği eserlerle karşılık verdi ve risaleler üzerine bina edilen hizmet, planları bozdu.

Böylece, herşeye rağmen, epeyce gecikmeli de olsa, istikbal müjdelerinin tahakkukuna müsait imanlı ve şuurlu bir toplum yapısı teşekkül etti.

Tahkikî iman ve onun verdiği şuur temeline dayanan bu toplum yapısının korunması ve geliştirilmesi için dikkat edilmesi gereken hassas ölçüler yine Üstadın izah ve ikazlarında mevcut.

Söz gelişi, imanın getirdiği dindarlığın, dünyevîleştirme tuzaklarıyla dejenere edilip içinin boşaltılmaması, ihlâs odaklı, rıza-yı İlâhî ve ahiret eksenli bir hayat üslûbunun muhafaza edilmesi noktasında bu izah ve ikazlar çok önemli.

Bunlara hassasiyetle uyulması, istikbal müjdelerinin her türlü şaibe ve tartışmadan âzade bir şekilde gerçekleşmesi açısından da çok hayatî.

Velhasıl, Üstadın verdiği müjdelerin gerçekleşmesini beklerken, onun önemle altını çizip vurguladığı şartların tahakkuk edip etmediğine veya hangi ölçüde ettiğine de bakmamız lâzım.

Keza, Üstadın “Çabuk kıyamet kopmazsa... Dünyanın ömrü kalmışsa...” gibi ifadelerle koyduğu kayıtları da gözden kaçırmamak gerekiyor.

Zira iman-küfür mücadelesinin her geçen gün daha da şiddetlendiği ahirzaman sürecindeyiz.

Burada bize düşen vazife, son âna kadar müjdelerin ve tahakkuk şartlarının takipçisi olmak.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

18.04.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım