09 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ahmet ÖZDEMİR

“Bediüzzaman Haftası”nın ardından...


A+ | A-

Ülkemiz bir baştan bir başa nurun rüzgârına kapıldı. Gündem Bediüzzaman ve Risâle-i Nur oldu. “Zararsız,” faydalı toplantılar yaptık.

Gelin biraz geriye, Üstadın yaşadığı yıllara birlikte hayalen seyahat edelim. Onu vazife başında görelim. Bakalım ne yapıyor?

1942 yılında Tahiri Mutlu’nun İstanbul’da bin müşkilâtla bastırdığı Âyetü’l-Kübra Risâlesi kısa sürede biter. “Kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyahın müşahedatı” olan risâle okuyanları hayran bırakmış, imanlarının kuvvetlenmesine sebep olmuştu. Bunu Bediüzzaman şöyle açıklar:

“Denizli’de, hiç haberimiz yokken, fevkalâde perde altında, matbu Âyetü’l-Kübrâ’yı resmî ve gayr-ı resmî pek çok adamlar okudular, imanlarını kuvvetlendirdiler, bizim hapis musibetimizi hiçe indirdiler.”1 Bediüzzaman bir gönül adamı olduğunu bu sözleriyle gösteriyordu.

“Denizli hapsinin yegâne sebebi, Risâle-i Nur’un Isparta ve Kastamonu merkez olarak sair vilâyetlerde intişarı ve böylece din muhabbetinin gittikçe tezayüd etmesi idi. Hatta, Denizli hapsinden az evvel, Yedinci Şuâ olan Âyetü’l-Kübra Risâlesi İstanbul’da gizli tab’ edilmişti. İman hakîkatlerini harika bir sûrette izah ve ispat eden bu eser de imansızları telâşa düşürmüş ve Denizli hadisesine bir sebep gösterilmişti.”2

Denizli Mahkemesi beraatle neticelenecektir. Nur Talebeleri serbest bırakılacak, ama hükümet onu Emirdağ’da zorunlu ikamete tabi tutacaktır. Said Nursî’yi hiçbir engel iman ve Kur’ân dâvâsından vazgeçiremeyecektir.

Bediüzzaman bir konuşmasında şöyle haykırıyordu:

“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum… Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına bir şey bilmiyorum. Ben, cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmânını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistân olur.”3

Bediüzzaman’ın hayatının hiç boş sayfası yoktur. O, kendisi için değil; adeta bu millet için, insanlık için yaşamıştır. Onu anlamayanlar, ne yazık ki, ona hapishanelerde yer hazırlamışlardır. Her şeye rağmen hapishaneleri bir ıslâhhane veya bir Medrese-i Nuriye yapmıştır. Hayatı hep güzel görmüş ve güzel bakmıştır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi dünya zevki adına bir şey görmemiştir. Hapishaneleri birer “zararsız” toplanma merkezleri gibi kabul etmiştir. Bu milletin imanının kurtuluşu için hayatını vakfeden bu mübarek insan hapishanelerin “tecrid-i mutlak” denilen hücrelerine konulmuştur. Bu durumu Said Nursî şöyle değerlendirir:

“İnâyet-i İlâhiye, ihtiyarlığıma merhameten, kuvvetli ve gizli düşmanı bulunmayan gençliğime mahsus olan mağaralarımı, hapishanenin tecrid-i münferit menzillerine çevirmesinde üç hikmet ve hizmet-i Nuriyeye üç ehemmiyetli faydası var:

“Birinci hikmet ve fayda: Nur Talebelerinin bu zamanda toplanmaları, zararsız olarak, medrese-i Yusufiyede olur. Ve birbirini görüp sohbet etmek, hariçte masraflı ve şüpheli olur. Hattâ benimle görüşmek için bazıları kırk elli lirayı sarf ederek gelip, ya yirmi dakika veya hiç görüşmeden döner, giderdi. Ben bazı kardeşlerimi yakından görmek için hapsin zahmetini severek kabul ederdim. Demek hapis bizim için bir nimettir, bir rahmettir.

“İkinci hikmet ve fayda: Bu zamanda Nurlarla hizmet-i imaniye, her tarafta ilânatla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur. İşte, hapsimizle, Nurlara nazar-ı dikkat celb olunur, bir ilânat hükmüne geçer. En ziyade muannid veya muhtaç olanlar onu bulur, imanını kurtarır ve inadı kırılır, tehlikeden kurtulur ve Nurun dershanesi genişlenir.

“Üçüncü hikmet ve fayda: Hapse giren Nur Talebeleri birbirinin hallerinden, seciyelerinden, ihlâs ve fedakârlıklarından ders almalarıyla beraber, Nurlar hizmetinde dünyevî menfaatleri daha aramazlar.”4

Bediüzzaman 1923 yılı baharında Ankara’da aradığını bulamayıp Van’a gidip mağaralarda inzivaya çekilmişti. Hiç ilgisi olmadığı ve aksine karşı çıktığı halde doğuda çıkan isyanlar bahane edilerek batıya sürgün edilmişti. “Kuş uçmaz, kervan geçmez” kabilinden kabul edilen Barla’da ikamete ve gözetime mecbur edilmişti. Ancak “ifsat komiteleri” boş durmamış; onu Eskişehir, Denizli ve Afyon hapishanelerine “tıkmış” ve mahkemelerde idam talebiyle yargılamıştır. Ancak o bu mahkemelerde beraat etmiştir. Yukarıdaki sözleri Afyon Hapsinin ürünüdür. Onun gözünde hapishane hayatının üç hikmeti ve nur hizmetine üç önemli faydası vardır. Dışarıda toplanmak çok dikkat çekmektedir. İki Nur Talebesinin bir araya gelmesi bile ağır suç kabul edilmiş ve günlerce karakol işkencesine tabi tutulmuştur. Hem de toplanmalar maddî pek çok masrafı da getirmektedir. Hâlbuki “Medrese-i Yusufiye” olan hapishanede toplanmak ve görüşmek daha kolay olmaktadır. Kardeşleri görmek pahasına hapsin zahmet ve meşakkatleri kabul edilmiştir. Bu yönüyle hapis Üstad ve Nur Talebeleri için bir nimet ve rahmet sayılmıştır.

Nurlarla iman hizmetinin “ilânâta” ihtiyacı vardı. Muhtaç olanların dikkatleri nasıl çekilecekti? Hapisler, mahkemeler bunların birer vasıtası olmuştur. İnsanların merakları tahrik edilecek ve meraklı insanlar olayı takip edeceklerdir. Diğer taraftan görevliler (polisler, jandarmalar, savcılar, hâkimler, bilirkişiler vs.) de dinleyecek ve okuyacaklardır. Sonuçta insanların imanlarının kurtulmasına vesile olacaktır.

Hapishanede birlikte yaşayan Nur Talebeleri birbirlerinin güzel huylarından, ihlâs ve fedakârlıklarından ders almaktadırlar. Böylece Medrese-i Yusufiyede her sıkıntı ve zahmetin on, belki yüz katı maddî ve manevî faydalar ve güzel sonuçlar elde edilmiştir. Nur Talebeleri de tam bir ihlâsa kavuşmuşlardır.

Hayat bir imtihan olduğuna göre, hapishaneler de bu imtihanın bir parçasıdır. Said Nursî olaya Kader-i İlâhî adâleti noktasında da bakmış ve kaderin Nur Talebelerini “Medrese-i Yusufiye”ye sevk etmesinin bir hikmetini, her yerden ziyade Risâle-i Nur’a ve şakirtlerine oranın hem mahpusları, hem ahalisi, hem memurları, hem de adliyesinin muhtaç olması olarak görmüştür. Buna binaen, “biz bir vazife-i imaniye ve uhreviye ile bu sıkıntılı imtihana girdik” demiştir.

Nur Talebeleri hapishanede diğer mahkûmlara dinî noktadan da güzel birer örnek olmuşlardır. Bediüzzaman şöyle der: “Yirmi-otuzdan ancak bir-ikisi tâdil-i erkân ile namazını kılan mahpuslar içinde birden Risâle-i Nur şakirtlerinden kırk ellisi umumen bilâistisna mükemmel namazlarını kılmaları, lisan-ı hal ile ve fiil diliyle öyle bir ders ve irşaddır ki, bu sıkıntı ve zahmeti hiçe indirir, belki sevdirir. Ve şakirtler, ef’âlleriyle bu dersi verdikleri gibi, kalblerindeki kuvvetli tahkikî imanlarıyla dahi buradaki ehl-i imanı ehl-i dalâletin evham ve şübehatından kurtarmalarına medar çelikten bir kale hükmüne geçeceğini rahmet ve inayet-i İlâhiyeden ümit ediyoruz.”5

Nur meşrebinde takvâ ve riyazet de bulunmaktadır. Diğer taraftan herkese ve en muhtaçlara, hattâ muarızlara ders vermek mesleği, hem dairesindeki şahs-ı mânevîyi konuşturmak için eski zamanda ehl-i hakikatin senede hiç olmazsa bir iki defa içtimâları ve sohbetleri gibi, Nur şâkirtlerinin de, birkaç senede en müsâit olan medrese-i Yusufiyede bir defa toplanmalarının lüzumu cihetinde bin sıkıntı ve meşakkat dahi olsa ehemmiyeti yoktur.6

“Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır” diye ders veren Bediüzzaman değil miydi?

O, hem ders vermiş; hem de fiilen yaşamıştır. Onun vefatından sonra Nur Talebeleri yüzlerce, binlerce defa hapislere girmişler ve yargılanmışlardır. Dünya tarihinde böylesine mahkemelerden geçip beraat eden başka bir dâvâ adamı var mıdır acaba?. Altmışlı, yetmişli, hatta seksenli yıllar Nur dâvâlarının çokça yaşandığı yıllar olmuştur. O yıllarda Nur Talebeleri yalnız bırakılmamış; hapislerde ziyaret edilmiş, mahkemelerde yanlarında bulunulmuştur. O günlerde medya olayı yakından takip etmiştir. Zaman olmuş dâvâlar menfî olarak manşetlere taşınmış, çok defa beraat kararları verilmemiştir. Böylece nuru söndürmeye çalıştıklarını zannetmişlerdir. Hâlbuki Nur üflemekle sönmez.

Şimdi ise…

Takvimlerimizde haftaları hatta günleri bile özel adlarıyla anmaya başladık. Bunların bir kısmı tarihimizle, kültürümüzle yakından ilgili iken bazıları bize uymayan geçmişi de pek bilinmeyen günler ve haftalardır.

Risâle-i Nur Enstitüsü’nün geleneksel hale getirdiği bir “Bediüzzaman Haftası”nı daha geride bıraktık. Mevlidler, paneller, kongreler, seminerler, anma toplantıları, yarışmalar, ziyaretler vb. alanlarda yapılan hummalı faaliyetlerle haftayı değerlendirmeye çalıştık. Bir hafta yetmedi Bediüzzaman’ı anmak ve anlatmak için. Yeteceğe de benzemiyor. Belki haftalarca, aylarca sürecek faaliyetler yapılacak. Çünkü o çağın değil; çağların adamıdır. O bir gönülde değil; sayısız gönüllerde yer etmiştir.

Bediüzzaman Haftasında neler yapmak istedik, neler yaptık, neler yapamadık, neler yaşadık? Geleceğe yönelik neler planladık?

Her faaliyetin sonunda kendimize bu ve buna benzer sorular sorduk. Eksiğimizi, fazlamızı, yanlışımızı araştırdık. Gelecek sene yapacağımız programları şimdiden planlamaya başladık. Nur Talebelerinde bir faaliyet biterken başka bir faaliyet başlar.

Mart ayının son yarısında topyekûn bir faaliyetin içinde bulduk kendimizi. Yapılan dâvetlere elimizden geldiği kadar icabet etmeye çalıştık. Fırsat buldukça yapılan çeşitli faaliyetlere katıldık, şevk aldık. Şevk verdiysek ne mutlu bize. Konuşmalardan heyecan duyduk, zaman zaman ayakta alkışladık. Yapılan her hizmeti kendimiz yapmış gibi sevindik, iftihar ettik, dua ettik, tebrik ettik. Emeği geçen herkesi samimî duygularla kucakladık.

Bediüzzaman ömrü boyunca hep müsbet hareket etmiş ve müsbet hareketi de tavsiye etmişti. Akla hayale gelmedik ağır baskılara rağmen hiçbir menfî hareket görülmemiştir.

Bu vesile ile Nur hizmetlerine emeği geçen başta Üstad Bediüzzaman Said Nursî ve talebelerinin ahirete göç edenlerini rahmetle anarken, hayatta olanlarına da hayırlı ömürler dilerim. Böyle nice güzel “Bediüzzaman Haftaları”nda buluşmak dua ve niyazıyla…

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 576.

2- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 611.

3- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 960-962.

4- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 581.

5- Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s. 272.

6- Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s. 432.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

09.04.2010

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Dengeli hayat, istikametli çizgiyi muhafaza etme yolları


A+ | A-

İnsan, fıtratı gereği olarak, ruhî ve duygusal bakımdan sürekli bir hareketlilik, farklılık arz ederken; biyolojik ve anatomik olarak da hem sürekli bir ihtiyaç, hem de devamlı bir gelişme içerisinde olan bir varlıktır. Durağan ve yeknesak bir hayat adeta ona bir ıztırap ve sıkıntı kaynağıdır. Bundan dolayıdır ki, günlük yaşantı sürekli bir değişim ve hareketlilik arz eder. Yaratılışında olan bu özelliğinden dolayı insanın bu tür ihtiyaçlarının karşılanması gerekir. Bütün bunların yerine getirilmesi için de lâzım olan kanun, sistem, düstur ve prensiplerdir. Sistemin hâkim olduğu dünyada en önemli konu ise, insanın kendi kendisine ters düşmemesidir. Kendisine ters düşen bir kişiliğin toplumla ve çevreyle barışık olması zaten düşünülemez. Âlemde “doğruluk, nizam ve intizam”ın esas olduğu inkâr edilemeyen bir gerçek olduğuna göre; hadiselerde boğulan ve “fıtratın ve toplumun kanunlarına” ters düşen bir insan için yapılacak tek şey eğitim ve tedavi edilme gerçeğidir.

Ülkemizde ve dünyada meydana gelen, üzülerek şahit olduğumuz ve herkesi derin derin düşündürmesi gereken ise, bu tür şahsî, ailevî ve toplumsal travma, facia ve yanlışlıkların tamir edilip düzeltilmesi için gerçek kriter ve ölçülere ihtiyaç olduğudur. Yoksa her gün yaşanan bu dehşet verici hadiseler artarak devam edecek ve gelecek nesilleri daha büyük boyutlarda tehdit etmeyi sürdürecektir.

Uluslar arası ifsat komitelerinin girdabındaki propaganda araçlarıyla adeta “hipnotize” edilmiş fert ve grupların bu yanlışlardan kurtulmaları için artık İlâhî ve Kur’ânî bir yolun takip edilmesi lâzım geldiği, dünyadaki gerçek ilim adamlarının sağduyulu tesbit ve çalışmalarından da anlaşılmaktadır. Bundan dolayıdır ki, tahkikî iman sahibi olan ferd ve cemaatlere; yani “sivil otoriteye” çok büyük görev, vebâl ve sorumluluk düşmektedir. Şimdiye kadar piyasada olan ve her geçen gün insanlığı kötüye götüren yanlış tavır, metot ve tarzlarla değil; yepyeni, taze ve geçerli olan İlâhî ve çözüm üreten bir tarzla yola koyulmak artık kaçınılmazdır.

Asırları kucaklayan son dinin mensupları, insanlığa lâzım olan bütün ilimleri içinde barındıran Kur’ân’ın talebeleri olan tahkikî iman sahibi dâvâ mensuplarına düşen aciliyet sorumluluğu budur.

Bu yapılmadığı takdirde meydanı “siyaset bezirgânları” başta olmak üzere, “medya patronları”, “bürokrasinin ağa babaları”, “zinde güçlerin temsilcileri” alacak, millet ve insanlık üzerindeki zulümkârâne sultalarını ve yanlışlıklarını artarak devam ettireceklerdir. Burada çok önemli olan husus ise, insanlığın ortak noktada buluştuğu “demokratik, hürriyetçi ve bireyi öne çıkaran” bir tavırda birleşmek ve bunu hem geçerli, hem de sürekli hale getirmektir. Bütün bunları yaparken kâinatın en değerli varlığı olan “insana” yatırımı öne çıkararak; onu kırmadan, öldürmeden, ortalığı germeden, tahribât yapmadan hedefe kilitlenmektir. Yanlışa yanlışla değil; tam aksine doğru, müsbet, meşrû, kabullenilebilir, ıslâh edici, eğitici ve herkese faydalı olabilecek yolları devreye sokarak mukabele edilmelidir.

Bunun için izlenmesi gereken yol ve tarz ise; her insan için lâzım olan temel ihtiyaçların temini, bunu elde etmenin yollarını doğru bir şekilde öğreterek elde etmesini, daha sonra da muhafaza etmesini sabit hâle getirip ona kazandırmaktır. Bunun da yolu; ferdin irşad edilmesi, ikaz edilmesi, olmadı tembih edilmesi, rehberlik edilmesi ve en son çare olarak da “had ve ceza” yolunun ihtiyar edilmesiyle mümkün olur.

Eğitime muhtaç ve vazgeçilmezi olan insan için en önemli ve dikkatten kaçmaması gereken bir başka konu ise, dış dünyanın “afakî konularında” boğulmaya çalışılan insanın ruh hâlini iyi analiz edip, ferdi kendi iç dünyasıyla ve hayatın doğrularıyla buluşturmak; “enfüsî dairedeki“ sağlıklı çizgide onu tutmayı ve tutunmayı başarmaktır. Muhakkak ki, bütün bunları verebilmek için de, belli bir bilgi, tecrübe, birikim, maharet ve kaynak gereklidir.

Bütün bu bilgi, tecrübe, maharet ve kaynak da fazlasıyla elde mevcuttur. Hem de dünya yüzünde hiçbir ülkede olmayacak kadar bu güzel ülkede mevcuttur Elhamdülillâh. Vefatının 50. yıldönümünde rahmetle andığımız ve artık bu asil millete mâl olmuş olan bir “Bediüzzaman ve Risâle-i Nur gerçeği” var bu ülkede! Onu yıllarca görmezden gelen, onun hakkında tamamen gerçek dışı basmakalıp yanlış fikirleri hiç araştırmaya lüzum görmeden “kopyalayıp” kullanan sözüm ona “aydınlar” yıllarını bu değeri kabullenmemekte harcadılar maalesef!

Ve nihayet bunca tecrübe ve yıkımdan sonra gelinen nokta ibretlidir, acıdır. Fakat çok şükür ki, aynı zamanda da oldukça ümit vericidir! Sonsuz şükürler olsun! “Biz Bediüzzaman’ı tam olarak anlamamışız! Yanlış anlamışız!” beyanları bu yanlış gidişin tersine döndüğünün işaret fişekleridir. Hele şükür! Elhamdülillâh!

Şimdi, bu münasebetle, ilk önce yıllardan beri bu “dâvâ adamının ve mu’cizevârî tefsirin” muhatabı olan bizler kendi nefsimize, daha sonra da muhatap olmak isteyen erbâbına özlü çözüm önerilerinden sadece bir kaçını “O’nun dilinden” aktarmaya çalışalım.

Birbiriyle uğraşanlara tavsiyesi: “Birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler.” (Mektubat, s. 259)

Muhalefetin demokratik bir hak ve bazan doğruyu bulmakta rehber olacağı konusundaki tesbiti: “İhtilâftan bazen istifade olunur.” (Münâzarât, s. 35)

Olaylara, insanlara bakış açısı ve analiz metodu: “Kalp kulağıyla, akıl gözüyle dinleyip baksanız.” (Münâzarât, s. 91)

Boş işlerle uğraşmanın acı faturasını ortaya koyuşu: “Mâlâyâni ile iştigal, maksadı geri bırakıyor.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 197)

Ferdî, siyasî ve sosyal hayat için koyduğu çok yerinde ve tarihî bir ölçü: “Muvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır.” (Muhakemat, s. 53)

Ferdî ve toplumsal hataları tamir etmenin tarzı konusundaki bakış açısı: “Ve en büyük mükâfat ise, af ile, mücâzât etmemektir.” (Lem’alar, s. 39)

Yanlışsız ve kusursuz günlerimizin hâkim olacağı bir hayat yaşamak dilek ve temennisiyle.


Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

09.04.2010

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

13 yıl sonra aynı salonda


A+ | A-

Tarihin derinliklerine ulaştıkça yılların ne kadar çabuk geçtiğini fark ediyorum. Aynı mefkûre içinde, kırık çizgi olmadan yürümek ve hizmet bayrağını ve formasını taşımak bir fani için müstesna bir hayat sahifesidir. Bütün meşakkatlere, engellere ve imkânsızlıklara rağmen ayakta kalmak, yürümek lütf-u İlâhîdir. Hamd ve şükründen âciziz. Barigâh-ı rahmetinden tazarrumuz da budur. Bundan 13 yıl önce Nisan’ın ilk haftasında Kırıkkale ilimizde, dönemin milletvekillerinin de dahil olduğu hâzırûna ve gönül insanlarına “Bediüzzaman’dan Çağımıza Müjdeler” konferansını vermiştik.

Aradan tam 13 yıl geçti, bu sefer “Risale-i Nur Enstitüsü ve Yeni Asya Gazetesi Kırıkkale Temsilciliği” organizesinde, bu aziz ilimize konferans sadedinde ve Büyük İslâm mütefekkiri Bediüzzaman Hazretlerinin dar-ı bekâya vuslatının 50. sene-i devriyeleri münasebetiyle “Dünya Barışı ve Gençlik” adı altında aynı kültür merkezi salonunda bir saatlik hitabede bulunduk. İl müftüsü Osman Beyin ellerini tuttum ve duâ istedikten sonra kürsüye yürürken gözyaşlarımı tutamadım.

Öyle bir sır ki, anlatılmaz ve anlaşılmaz! Kültür merkezinin salonunu tıklım tıklım dolduran can dostlarımı selâmladıktan sonra, bir anda elinde iki mendil, bir nazar boncuğu olan bir zât kürsünün başına dikiliverdi. Konuşmamı kestim ve hiç tanımadığım o zata dedim “Nedir bu mendiller ve nazar boncuğu?“ “Terlediğinde bu mendille terini sileceksin ve nazar değmesin diye de kürsüne bu nazar boncuğunu yapıştıracağım” vs. dedi. Ben de “Terlemem, ama gözyaşları dökerim” dedim ve hakikaten konuşmanın başlarında akan gözyaşlarımı bu zâtın mendiliyle cemaatin huzurunda sildim.

Ayrı bir sır da; takdimleriyle ve kibar konuşmalarıyla gönlümde yer yapan muhterem Mesud Nurver ve veciz bir açış konuşması yapan Kırıkkale Risale-i Nur Enstitüsü ve Yeni Asya Gazetesi Temsilcisi muhterem Hüseyin Kazan Beyler benim konuşmama adeta kapı ve pencere açtılar ve onların Hz. Bediüzzaman’dan aktardıkları vecizeler beni, konferansın mecrasına ve hakâikına götürdü.

Ne aktardılar onlar? “Evet, ümitvâr olunuz; şu istikbâl inkılâbı içinde en yüksek gür sada, İslâmın sadâsı olacaktır” 1 ve “İki dehşetli harb-i umumi neticesinde, beşerde hâsıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle, katiyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile musâlahâ veya tâbi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur’ân’a kılınç çekemez.”

Evet hayal tevehhüm edilen bu büyük Sultanın tesbitleri hakikat oldu. Bu ve emsâli vecizeleri tarihî, ilmî ve dünyadan nakillerle, rakamlarla ve nüktelerle anlatmaya ve açmaya çalıştık. Salonda da ifade ettik, Türkiye’nin ve dünyanın açılım paketleri ve barışı, ancak Kur’ân’ın esaslarıyla mümkün olacaktır. Romanya Bükreş Üniversitesi’nin gayr-i müslim profesörlerinden George Grigore, “Medeniyetler çatışmasını önleyecek ve dünya barışını sağlayacak ancak Risâle-i Nur eserleridir” diyor.3 Hz. Bediüzzaman’ın “Kimin imanı varsa, o cihetle bizim kardeşimizdir” demesi ise, ayrı bir güzellik ve tarihi derstir.

Kırıkkale için “13 yıl sonrası” konferans mânâsındadır. Konferansın dışında, son 14 yıl içinde 40 küsur defa seminer ve sohbetlere dâvet etmişler ve gitmişimdir. Kırıkkale bizim için “kırık” değil ”sağlam” bir “kale”dir. Ankara’dan, Yozgat’tan, Yerköy’den, Kırşehir’den gelen ve emeği geçen bütün Kırıkkaleli can dostlarımı, ağabeylerimizden genç kardeşlerimize kadar hepsini bütün kalbimle tebrik ediyorum. Bu hizmetlerinin karşılığında, onları biz değil melekler alkışlıyor.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

09.04.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Şeytanın yaratılış hikmeti


A+ | A-

İnsi ve cinni şeytanların hile ve tuzaklarına düşmemek, oyunlarını çelebilmek için şeytanın niçin yaratıldığını; ona karşı nasıl bir duruş sergilemek gerektiğini anlayıp belirlemek gerekir.

Şeytan, insanlığın terakkisi, ilerlemesi, gelişmesi için önemli bir unsur olarak vazife görür. Ateş yakar, elektrik çarpar. Fakat, onlar sayesinde yemeği pişirir, ısınır, fabrikaları çalıştırırız. Zorlama gücü olmayan; yalnızca vaadde bulunup kötülüklere çağıran şeytan1 olmasaydı hayat durağanlaşırdı. Madenlerin birbirinden ayrılması için yüksek derecede ateş verildiği gibi, şeytan da üzerimize gönderilerek mücadele, ibadet ve çalışma azmimiz tahrik edilir. Vuku bulup bulmadığı ayrı bir meseledir; fakat anlama açasından fevkalâde çarpıcı bir hikâye rivâyet edilir:

Hz. Mûsâ (as), Cenâb-ı Hak’tan, bir müddet şeytanın hükmünün kaldırmasını niyaz etmiş. Duâsı kabul olmuş. Sonra bakmış ki, o gün etrafta kimse gözükmüyor. Beklemiş. Yine kimse ortalıkta gözükmüyor. Bakmış; herkes secdede! Adeta hayat durmuş.

İşte şeytan, ateş gibi insanların üzerine veriliyor; elmas ruhlu cevherlerle, kömür ruhlular birbirinden ayrılıyor; gelişme sağlanıyor. Bütün ilimler, san'atlar, terakkîler, yükselmeler, buluşlar ve keşifler bu sayede mümkün olmaktadır. Ateş; ısınmak, yemeklerimizi pişirmek, sularımızı ısıtmak, madenleri eritmek vesaire için yaratılmış. Eğer, ateşi, tencerenin altına koyarsak yemeklerimizi pişirir, sobanın içine yerleştirirsek ısınırız. Şayet, ateşi halının üstüne atarsak yakarız veya elimizi tutarsak yanarız. Şeytan da bizim ateşimiz, imtihan sebebimizdir.

Şeytanın yaratılması değil, şeytanın yolunda gitmek çirkin ve kötüdür. Bediüzzaman bu muğlak meseleyi şöyle nefis bir misâlle aklımıza yakınlaştırır: Şerrin yaratılması şer ve çirkin değil, şerrin işlenmesi şer ve çirkindir. Yaratma ve icat etme, bütünüyle neticeye bakar. Bir şeyi yapma ise hususî bir iş olduğundan hususî neticeye bakar. Meselâ yağmurun gelmesinin binlerce neticeleri vardır ve bunların hepsi de güzeldir. İradesini kötüye kullandığı için bazıları zarar görse, sonra da “Yağmurun icadı rahmet değildir” veya “Yağmurun mevcudiyeti şerdir” diye genel bir hüküm verse, elbette yanlış olur.

İşte kâinattaki şerlerin, zararlı şeylerin ve şeytanların yaratılmaları, şer ve çirkin değildir. Çünkü çok önemli neticeleri vardır. Meselâ, şeytanlar, meleklere musallat olmadıkları için meleklerde terakkî yoktur, makamları sabittir, değişmez. Hayvanların durumu da aynıdır. İnsanlık âleminde ise yükseliş ve düşüşler nihayetsizdir. Bütün peygamberler ve veliler terakkînin ve yükselişin, bütün Nemrudlar ve Firavunlar ise tedennî ve düşüşün misâlleridirler.2 Allah’ın, şeytanları Hz. Süleyman’ın (as) emrine vermesi de3 şeytanın insanlığın terakkisi için yaratıldığına bir işâret sayılabilir.

Allah; insanları sınamak için hayatı ve ölümü yaratmış; farklı imtihan vesileleri kılmış. Bunlardan birisi de şeytandır.

Dipnotlar:

1– Kur’ân, İbrahim, 22.

2- Sözler, s. 428.

3- Age, 234.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

09.04.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Aklî ve kalbî hastalıklar


A+ | A-

Arslan rumuzlu okuyucumuz: “‘Arkadaş! Kalp ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulûm-i akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek mânevî hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyât ile iştigal eden; emraz-ı kalbiyeye müptelâ olur!...’ (Mesnevî-i Nuriye 60) Halbuki Üstad felsefeyi ikiye ayırıyor… Hem akıl ve felsefe neden kalbî hastalıklara yol açıyor? (belki beynin determinist yaklaşımlarla eğitilmesi olabilir)… Bu bölümü izah ederseniz sevinirim.”

İnsan aklıyla, kalbiyle, ruhuyla, sırrıyla, hayaliyle, duygularıyla komple bir bütündür. Hakikat arayıcısı insan bütünün bütün parçalarını besler. Yalnız parçanın birini besleyip diğer parçaları ihmal etmez. İhmal ederse kâmil bir iş yapmış olmaz.

Nasıl ki mîdesini türlü yemeklerle doyuran insan kanının su ihtiyacını yok sayamaz, akciğerinin temiz hava ihtiyacını görmezden gelemez. Eğer bunlardan birini veya bir kaçını yok sayarsa veya görmezden gelirse, bu, hayatının sonu demek olur. Orada hayatı biter!

Akıl, insana hakkı ve hakikati gösterir. Fakat akıl tek başına bir hakikat rehberi değildir. Akıl ancak diğer duyguların kontrolünde hakikate ulaşabilir! Yoksa eğer diğer duygular yok sayılıp, akıl putlaştırılırsa, böyle akıl insana hakikat rehberi olamaz, insanı dalâlete atar, zulme sevk eder, eğriliğe götürür, yanlış sonuca götürür. İnsana doğru yol göstermez. İşin vahim tarafı böyle akıl, şaşkınlığının ve yanlışının farkında olmaz. Yanlışı doğru diye alır, başına geçirir.

Çünkü aklın tek başına putlaştırılması veya yüceltilmesi, kalpte hastalık sebebidir. Kalbin hastalıklarına akıl şifa bulamaz. Nitekim, riyâ, gösteriş, kin, nefret, kendini beğenmişlik, haset, kibir, bencillik... vs gibi kalbî hastalıkları akıl göremediği gibi, akıl bunlara çâre olamaz, bilâkis kalınlaştırır. Kalbin hastalıklarının tedâvîsi için duyguların terbiye edilmesi, yani ahlâk terbiyesi, yani dînî terbiye şarttır. Dînî terbiyenin esas ve unsurları ise vahiyle bildirilmiştir. Kalp buna teslim olmalı, akıl tasdik etmelidir.

Fen ve felsefe ilimleri aklı doyurur. Fakat kalbi aç bırakır. Çünkü, fen ve felsefe bilgileri kalbin hastalıklarına devâ değildir. Bundandır ki, insan yalnız fen ve felsefe ile yetinmemeli, kalbini doyuracak mânevî bilgileri de elde etmelidir. Kalbini dînin terbiyesine bırakmalıdır. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bunu veciz bir şekilde şöyle beyan etmiştir: “Vicdanın ziyâsı ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru funûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakîkat tecellî eder. O ki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hîle ve şüphe tevellüd eder.” 1 Yani vicdanın ışığı ve rehberi din ilimleridir. Aklın ışığı ve rehberi de medeniyet fenleridir, yani fen ve felsefedir. İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar. Hakikate uçmak isteyen öğrenci iki kanadı da ihmal etmemelidir. Çünkü ikisi birbirinden ayrılacak olsa, yalnız akıl ilimlerinden, yani yalnız fen ve felsefeden hîle ve şüphecilik doğar. Yalnız din ilimlerinden de taassup doğar.

Şüphesiz, Üstad Bedîüzzaman Hazretleri felsefeyi ikiye ayırıyor:

Birinci Kısım Felsefe: Sosyal hayata, güzel ahlâka, insanın olgunlaşmasına ve medenîleşmesine hizmet eden, san'atın ve fennin ilerlemesine yardımcı olan felsefedir ki, bu felsefe Kur’ân ile barışıktır. Akıl bu noktada Kur’ân’dan istifade eder. Kur’ân’ın hakikatleri üzerine tefekkür yürütür. Bu tefekkür Kur’ân’da da teşvik edilmiştir. Tefekkür, kalbe hastalık vermez. Kalbi dışlamadığından kalp ile kol kola yürür. Tefekkür, hem kalpten istifade eder, hem kalbi besler.

İkinci Kısım Felsefe ise, kalbi dışladığı ve vahye itimad etmediği için tefekküre değil, dalâlete götürür. İlhad, inkâr, aşırı şüphecilik, dinsizlik ve tabiat bataklığı bu felsefenin ürünüdür.2 Bu felsefe aslında salim aklın da yüz karasıdır.

Salim akıl sahibi, ikinci kısım felsefeyi birincisinden ayırt edebilmeli, aklını kalbi ile barışık şekilde kullanabilmelidir. Yoksa insan sırf aklî ilimlerle meşgul olup, mânevî ilimleri, dînî eğitimi ve ahlâkî terbiyeyi ihmal ederse kalbi şifâ bulmaz, hastalık bulur.

Dipnotlar:

1- Münâzarât, s. 80.

2- Asâ-yı Mûsâ, s. 9.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

09.04.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Müslümanların iffeti entegrasyona engel mi?


A+ | A-

Cehalet kadar insanı gülünç duruma düşüren çok az şey vardır. Yarım asrı geçkindir ki Müslümanlar “misafir işçi olarak,” harpte yerle bir edilen Almanya, Avusturya, Hollanda, Belçika ve Fransa gibi ülkelerin yeniden inşası için dâvet edilmişler. Tam yarım asır… Müslümanların Avrupa'dan çok farklı bir kültüre sahip olduklarını Avrupalı siyasetçiler ve idareciler biliyorlardı. Onların kendilerinden farklı olarak giyindiklerini, yediklerini ve hayata farklı açıdan baktıklarını biliyorlardı. Temizlik anlayışlarının da farklı olduğunu… Dinlerinden kültürlerine akmış güzel ve çirkin anlayışını… Avrupa dinlerinde çok belirgin olmayan haram ve helâl anlayışının da çok yeni olduğunu biliyorlardı. Bu küçük kıt'aya daha çok Asya ve Afrika'dan dâvet edilen misafir işçilerin dünyalarını ve hayatlarını dinî inançlarla dizayn ettiklerini bilmemeleri mümkün değildi. Zira Peygamberlerin çoklukla Asya'da gelmesinin ve Avrupa'nın da fen ve felsefe ile ayağa kalkmasının sırrını da Avrupalı düşünürler biliyorlardı. Bir Asyalıyı harekete geçirmenin, motive etmenin, yeni bir bilgi veya âdâb öğretmenin en kolay yolu dinden geçiyordu. Teknoloji ve medeniyette çok ileri giden Avrupalının bunu bilmemesi mümkün değildi…

Fakat maalesef yarım küsur asır geçmesine rağmen Müslümanların vazgeçemeyeceği temel değerlerin bazı Avrupalılarca hâlâ anlaşılmadığı, ortaya çıkan resimlerle anlaşılıyor.

Türkiye'deki diktatör Kemalistlerin hakim oldukları yerde insanlara zorla alkol içirdiklerini, basına yansıyan generaller arasındaki diyaloglardan öğreniyoruz. Askerî okullardaki öğrencilerin kız arkadaş edinmeye zorlanmaları ve kız arkadaşı olmayan genç subayların sıkıntı çekmeleri, Kemalistlerin semavî dinlerin temel prensipleriyle kavgalı olduğunu göstermişti. Türkiye'de bu tarz haksızlıklara itiraz edenler ise, iddialarına AB'deki hak ve hürriyetleri örnek gösteriyorlardı. Fakat şu son yıllarda başta Almanya olmak üzere bazı AB ülkerlerindeki “İslâm ve insanlık karşıtı” uygulamalar hakikaten midemizi bulandırmaya başladı.

Entegrasyonu buradaki politikacılar belki de otuz senedir devamlı konuşuyorlar. Bazan entegrasyon; Avrupa´da yaşayan her insanın dininin gereğini serbestçe yapması, kültürünün öngördüğü tarzda yaşaması, Avrupa’nın temel insan anlayışı ve hukukuna ters olmamak kaydıyla hürriyet içinde bu medenî kıt'ada yaşamak anlamına gelirken; entegrasyon adına okullarda ve bazı resmî dairelerde yapılan bazı uygulamalardan ise, tamamen dinsizlik, ahlâksızlık ve kaos mânâsını anlıyoruz.

Avrupalı politikacılar, eğitimciler veya çeşitli fonlardan yararlanan sivil toplum kuruluşları İslâmın ana çerçevesini nazara almadan Müslümanlarla ilgili hiçbir güzel projeyi uygulayamaz. Burada dinsizlik fikriyle ve İslâm ahlâkını bozmak niyetiyle yapılacak çalışmaların, Avrupa toplumuna daha çözümsüz bir problem olarak döneceğini belirtmek lâzım. Zirâ bir Müslüman genç İslâmiyetin prensiplerinden uzaklaşırsa, Avrupa’nın hiçbir psikolog ve pedagogu onu topluma faydalı hale getiremez. Dinsizlik ve ahlâksızlığı Avrupa'da yaygınlaştırmak isteyen kuruluşların dışındaki doğru araştırma enstitülerinin neticeleri gösteriyor ki; iffetine dikkat eden, alkol kullanmayan, karşı cinsle nikâhsız beraberliği olmayan ve aile hayatları düzgün Müslüman gençler, bulundukları yerlerde çalışkanlıklarıyla, temizlikleriyle, emniyetleriyle ve güzel arkadaşlıklarıyla AB ülkelerine büyük fayda sağlıyorlar. Kendileri problem çözüyorlar ve Avrupa'ya öz vatanları gibi sahip çıkıyorlar.

Müslümanların iffeti entegrasyona engel olabilir mi? Türk gençlerinin nikâhsız eşlerle sinemaya gitmemeleri bir eksiklik mi? Okul gezilerindeki kız erkek karışıklığının sebep olacağı nahoş bir neticeden çocuğunu alıkoymak suç mu? Türk gençlerinin alkol almamaları entegrasyona mani mi? Dinlerinin gereği üzere yaşamak isteyen aileleri gençlerden başlayarak parçalamak kahramanlık olabilir mi? Çoktandır, Avrupa'da dinsizliği ve ahlâksızlığı teşvik için bazı sivil toplum kuruluşlarının faaliyette olduğunu, buradaki Müslümanlar gözlemliyorlar. Bazı büyük medya gruplarının da bu insanlık karşıtı hareketlerin propagandasını yaptıklarını üzülerek izliyoruz. Medyanın bir vazifesi de toplum barışına hizmettir. Müslüman Türklerin iffetleriyle mücadele için, insanlarda güzel ahlâkın bir yansıması olan utanmayı negatif gösteren ve aile yapısını bozmaya gençlikten başlayan yayınların yalnız Müslümanlara değil, bütün Avrupa ailelerine ve hatta insanlığa büyük zararlar verdiğini düşünüyoruz.

İslâmiyet iffet noktasında kadın-erkek ayrımı yapmaz. Gençlerin kaide dışı yanlış hareketlerini hiçbir Müslüman hoş karşılayamaz. Araştırmacılar namus ve iffet meselesini Kur'ân ve Sünnetten doğru bir şekilde öğrenseler, vazifelerini daha faydalı yapmış olurlar.

Semavî din karşıtı dinsiz ve ahlâksız bazı Avrupalıların, mahiyetini açıklamaya çalıştığımız projelerde Müslüman ailelerin çocuklarını kullanmaları, Avrupa'daki aileleri parçalamak isteyen düşüncenin dehşetli boyutlarını gösteriyor. Entegrasyonla dinsizliği, ahlâksızlığı, kaosu ve anarşiyi elde etmek isteyenlere hükümetlerin, bilhassa Almanya'nın Berlin eyaletinin arka çıkması, Almanya'nın dışarıdaki misyonuna zarar veriyor, kanaatindeyiz. Berlin hükümeti, önce Lankwitz´deki St. Marien Hastanesine her gece taşınan alkolik gençlerin dertleriyle ilgilensin. Sonra da internetteki faciayı, internet bağımlılarını tedavi merkezi başkanı Christof Hertenberg'e sorsun. Gençliğin sel halinda uyuşturucu, bağımlılık, alkol ve suç gibi hastalıklara yenik düştüğü bir zamanda, yine Berlin Neoköln'de Zuckermeyer Lisesindeki başörtülü kızların ahlâk ve iffetleriyle mücadele etmek, Berlin eğitiminin yüz karasıdır diye düşünüyor Müslümanlar.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

09.04.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

“Seyfullah’ı” incitmek!


A+ | A-

Kureyş’in süvari birliği komutanı Ebu Süleyman Seyfullah Halid bin Velid’i Mekkelilerin tanımaya başlamaları, Kureyş’in süvari birliği komutanlığını üstlenmesiyle başlar. Bu vazifenin kendisine verilme sebebi ise kahramanlık, cesaret ve cömertlikte, mensup olduğu Kureyş kabilesinin Mahzumoğulları kolu hilfül-ahlaf ve bütün Mekke’de tanınmış olmasındandır. Halid zaten kabilesinin yürüttüğü e’inne (süvari birliği) vazifesinin olmazsa olmazı olan ata binmeyi, kılıç kullanmayı, ok atmayı, yay, mızrak, kalkan, gürz kullanmayı ve en önemlisi süvari birliklerini sevk ve idare etmesini küçük yaşlardan itibaren öğrenmiş olmasındandır.

Hz. Ömer (ra) ile akran olan Halid bin Velid, onunla küçüklüğünde bir çok defalar güreş tutmuştur. Kendisi Kureyş’in varlıklı ailelerinin çocukları gibi, ticaret ve ilim için kervanlarla yapılan yolculuklara katılmış Suriye, Irak, Medain, Mısır ve Yemen’e gitmiştir. Yetişme çağında okuma yazma da öğrenmiştir. Bu özelliğinden dolayı da Müslüman olduktan sonra Resulullah’ın (asm) kâtipleri arasında yer almıştır.

Halid bin Velid Kureyş ordusunun süvari birliği komutanı olarak Uhud’da Müslümanlara karşı savaşmıştır. Ayneyn Tepesini beklemekle görevli Müslüman askerlerin bu tepeden Peygamberimizin (asm) emri ve sıkı tenbihlerine rağmen ayrılmaları üzerine, Müslüman ordusuna arkadan hücum ederek, savaşın seyrini değiştirmiş ve Müslümanlara ağır kayıplar verdirmiştir.

Hendek Savaşında Kureyş ordusunun süvari birliğinin başında olarak, zaman zaman hendeği Efendimizin (asm) çadırının hizasında geçmeye çalışmış ve şiddetli çatışmalara sebep olmuşsa da netice almaya muvaffak olamamıştır. Hendek Savaşında muvaffak olamayan ve geri dönen Mekke ordusunun arkasını emniyete alma görevini Amr bin As ile birlikte yerine getirmiştir.

Hicretin 6. senesinde umre yapmak niyetiyle Hudeybiye'ye gelen Efendimizi (asm) ve Müslümanları, Mekke’ye sokmamak üzere görevlendirilen 200 kişilik süvari birliğinin başında Halid bin Velid görevlendirilmişti. Gamim adlı tepenin düzlüğünde Resulu Ekrem’i (asm) ashabıyla birlikte öğlen namazını kılarken seyreden Halid bin Velid, Müslümanlara öğlen vakti yapacağı ani saldırıdan vazgeçmiş ve askerlerine bu işi ikindi vaktinde yapacaklarını bildirmiştir. İkindi namazı vaktinde de Efendimizin korku namazı (salatü’l-havf) kıldırdığını görünce de, ‘’Bu adam korunmuştur’’ diyerek küfründeki ısrardan ve Efendimize olan düşmanlığından vazgeçmeye karar vermiştir. Bunun tezahürü olarak bir sene sonra Mekke’ye umre için teşrif buyuran Efendimiz (asm) ile karşılaşmamak için Mekke’yi terk etmiştir.

Efendimizle birlikte Mekke’ye umre için gelen Halid’in kardeşi Velid (ra) ağabeyine verilmek üzere bir mektup bırakmıştır. İslâmiyeti kabul etmemesinin mantıksızlığından bahseden Velid (ra) Halid’i ısrarla İslâmiyete dâvet ediyor ve Resulu Ekrem’in (asm) kendisini sorduğunu ve ‘’Halid gibi bir insanın İslâmı tanımaması ne tuhaf. Keşke o gayret ve kahramanlıklarını Müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi, bu kendisi için daha hayırlı olurdu. Biz de onu başkalarına tercih ederdik’’ dediğini mektubunda Halid’e bildiriyordu.

Kardeşinin bu manidar mektubunu okuyan Halid bin Velid, yanına Osman bin Talha ve Amr bin As’ı alarak 1 Safer 8 tarihinde Medine’ye gitmiş ve Mescid-i Nebevi de Efendimizin (asm) huzurunda kelime-i şehadet getirerek Müslüman olmuştur. Resulullah kendisine hitaben: ‘’Seni doğru yola ulaştıran Allah’a hamd olsun. Seni yalnızca hayra ulaştıracağını umduğum bir aklın olduğunu biliyorum.’’ Daha sonra yaptıklarından dolayı üç kere ısrarla kendisi için Allah’tan mağfiret istemesini Resulullah’a söyleyince, Efendimiz ‘’Allah'ım! Daha önce yaptıklarından dolayı Halid’i bağışla’’ diye kendisine hususî dua etmişlerdir.

Halid bin Velid (ra) Müslüman olarak katıldığı ilk savaşı olan Mute Savaşında, İslâm ordusunun Bizans ordusu tarafından imha edilmesine mani olacak büyük manevra ve kahramanlıklarda bulunmuştur. İslâm ordusu Medine’ye dönünce Efendimiz (asm) Halid’e (ra) “Seyfullah” ünvanını vermiştir.

Mekke’nin Fethinde Müslümanların ordusunun sağ cenahının komutanı olarak tayin edilmiş ve Handeme Dağında Safvan bin Ümeyye’nin emrindeki müşrik ordusunu bozguna uğratarak İslâm ordusunun önünü açmıştır.

Peygamberimiz (asm) tarafından Uzza putunun yıkılması için, Nahle vadisine yollanmıştır. Bundan sonra 350 kişilik seriyye ordusunun başında Gumeysa’da Cezime kabilesinin üzerine yollanan, onların Müslüman olmalarına güvenmeyerek öldürülmelerini emretmiştir. Bunu duyan Hz. Peygamber, ‘’Allahım, ben Halid’in yaptıklarından ber’iyim’’ demiş ve Hz. Ali’yi (ra) Cezime kabilesine yollayarak öldürülen 30 kişinin diyetlerini ödetmiştir. Efendimiz bu olaydan dolayı Halid’i (ra) kınamıştır. Komutanlık görevine devam etmesine rıza göstermiştir.

Huneyn Savaşında yaralanan Halid'i (ra) ziyarete gelen Efendimiz (asm) onu Huneynde yenilip Taife kaçan Sakiflilerin takibiyle görevlendirmiştir. Daha sonra Efendimizin komuta ettiği Tebük Seferine katılan Halid (ra) Tebük’ten Peygamberimiz tarafından Dumetulcendel’e gönderilmiştir. Bu görevini de başarıyla tamamlayan Halid (ra) 400 askerle Necran’a giderek Haris b. Ka’b kabilesini İslâma dâvet için görevlendirilmiştir. Ka’b’ın kabilesinin Müslüman olma isteklerini bir mektupla Peygamberimize bildiren Halid (ra) bundan sonra yapması gerekenler için talimat beklediğini yazmıştır. Peygamberimizden aldığı yazılı emirle bu kabileden bir heyetle birlikte Medine’ye dönen Halid b.Velid (ra) heyet mensuplarını on gün evinde misafir ederek ağırlamıştır. Aynı sene içinde Veda haccına da gitmiştir.

Hz. Ebubekir’in hilâfeti zamanında irtidat hareketlerinin bastırılması için başlatılan mücadelelerde daima İslâm ordusunun ön saflarında yer almıştır. Asilere karşı yapılan Zülkassa Savaşında ordunun sancaktarlığını yapan Halid (ra), Hz. Ebubekir tarafından hazırlanan 4 bin kişilik mürtedle mücadele ordusunun başına kumandan tayin edilmiştir. Bu konuda en büyük hizmeti yalancı peygamber Müseylimeyi Kezzab’ın ve taraftarlarının ortadan kaldırılması olmuştur.

İrtidat hareketleri ve isyanların bastırılmasından sonra Halid b. Velid (ra) Irak’ta Sasanilere ve Suriye’de Bizanslılara karşı yapılan sefer ve gerçekleştirilen fetihlerde başkomutan olarak görev yaptı. Basra Körfezindeki harblere iştirak ederek, Basra Körfezin’den Aynüttemr’e Fırat nehri boyunca uzanan toprakların İslâm devleti sınırlarına katılmasını sağladı.

Hıristiyan Gassaniler’in askerî karargâhları olan Mercirahit’e hücum ederek onları mağlûp ettikten sonra Busra’ya gelmiştir. Busra da Hz. Ebubekir’in Suriye fethi için yolladığı kuvvetlerin başında gelen Ebu Ubeyde b. Cerrah, Şürahbil b. Hasene ve Yezid b. Ebu Süfyan ile buluşmuş ve gelen bu komutanlar tarafından Halid (ra), şehrin kuşatılması sırasında başkomutanlığa getirilmiştir. Busra ve Havran bölgesi kısa süren kuşatmadan sonra fethedilmiştir. Bundan sonra kuzeye yönelen İslâm ordusu Ecnadeyn’de Amr b. As kuvvetleriyle buluşmuş ve Halid b. Velid’in komutasındaki bu İslâm ordusu Bizans imparatoru Herakleios’un kardeşi Thedereos idaresindeki 80 bin kişilik bu orduyu yenerek Ecnadeyn’de Müslümanlara Filistin ve Suriye’nin kapılarını açan büyük bir zafer kazanmıştır.

Bu savaşta bozguna uğrayarak Fihl’e kaçan Bizans kuvvetlerini Fihl'de de mağlûp eden Halid b. Velid (ra) buradan sonra da Bizans ordusunun peşini bırakmayarak Şam’a (Dımaşk’a) sığınan bu orduyu son olarak mağlûp etmiş ve şehri fethetmiştir. Şam’ın fethinden bir sene sonra bölgede toplanan Bizans kuvvetlerini Suriye’de Yermuk Savaşında mağlûp ederek büyük bir zafer kazanmıştır. Dımaşk’ı ikinci defa fethi esnasında hilâfet makamında bulunan Hz. Ömer (ra) tarafından başkomutanlıkdan azledilerek yerine Ebu Ubeyde (ra) tayin edilmiştir. Halid b. Velid (ra) başkomutan Ebu Ubeyde (ra) emri altında onun daima değer verdiği ve öncü birlikler komutanı olarak Humus, Hama, Şeyzer ve Kınnesrin şehirlerinin fethine iştirak etmiştir.

Ebu Ubeyde’nin vefatından sonra ömrünün kalan kısmını Humus’ta geçiren ‘’Seyfullah’’ Halid b. Velid (ra) yine Humus’ta vefat etmiştir. Humus’ta kendi adıyla anılan camii içinde bulunan kabrinde ziyaret ettiğimiz Halid b. Velid maalesef kabrinde rahat değil. Kabrin demir mazgallarından dua için gelen ziyaretçilerin para atmaları için bir sac delik ve boru ile kasaya uzanan bir düzenek kurulmuş. Kabrin hemen yanı başına. Ve maalesef atılan bozuk paraların çıkardığı madeni ses adeta ona hazırlanmış bir tuzak, bir Yahudi veya Rum intikam vaveylası, bir Bizans zulmü olarak önce onun ruhunu, sonra sevenleri, Müslümanları tazip ediyor, üzüyor...

Düşünebiliyor musunuz kahramanların kahramanı, cihad meydanlarının manevî abidesi, hilâfet makamının ve şeriatın emirber komutanı, Hz. Resulullah’ın ‘’Seyfullah’ı’’ dünyanın nadiren görebileceği askerî bir deha Halid b. Velid, kim bilir kaç zamandır bu menhus madeni paraların sesleriyle muazzeb bir şekilde kabrinde rahatsız?

Suriye hükümetine, Humus valiliğine söyleyecek bir sözümüz yok... Ama lütfen! Gafil ve cahil Müslümanlar! Cami vazifelileri, bu para sesi düzeneğini, makinasını alın ve caminin, türbenin, kabrin dışına bir yere koyun. Allah’tan korkun ve O’nun azabından titreyin. İ’la-yı Kelimatullah ve cihad emrinden başka hayatında dünya adına hiçbir işi olmayan Halid’i (ra), hiç sevemeyeceği ve muhatap olamayacağı bu dünya metaının simgesinin çıkardığı çirkin sesten kurtarın lütfen. Rica ediyoruz.

Cenâb-ı Hak bizleri Kâinatın Efendisinin ‘’Seyfullahı’nın’’ şefaatinden mahrum bırakmasın İnşaallah.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

09.04.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Yargıda “sorun” nerede?


A+ | A-

AKP’nin hazırladığı anayasa değişiklik paketi Meclis Adalet Komisyonu’nda dün itibariyle görüşülmeye başlandı. Değişiklik paketinin en çok tartışılan maddeleri yargıyla ilgili olanları. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ile Anayasa Mahkemesi’nin yapısının değiştirilmesi konuları hem muhalefet, hem de yüksek yargı tarafından eleştirilmeye devam ediliyor. En çok tepki de HSYK içinden geliyor.

Bu tartışmaların yaşanmasına sebep olan değişiklerle yargıda yaşanan son gelişmeleri yan yana koyduğumuzda konu daha çok dikkat çekici hale geliyor.

Bir taraftan HSYK’da hükümetle diğer HSYK üyeleri arasındaki tartışmalar sürüyor. Son toplantıdaki “Toplantıyı terk etti, etmedi” tartışmasında olduğu gibi Adalet Bakanı ve müsteşarı katılsa da, katılmasa da sonrasında tartışmalar yaşanıyor. Yargının HSYK kanadındaki tartışma bitecek gibi görünmüyor. Hükümetle restleşme anayasa değişikliğinin halk tarafından kabul edilmesine kadar süreceğe benziyor.

Diğer taraftan “balyoz soruşturmasında” yaşanan gelişmeler de yargının ne halde olduğunu göstermesi açısından önemli. Bir hakimin verdiği kararı öteki hakim iptal ediyor! Bu normal zamanlarda normal bir karar olarak kabul edilebilir. Ancak yaşananları göz önüne alırsak normal olmadığını görebiliriz.

1 Nisan ile 4 Nisan arasında yaşananları bir özetlersek sıkıntı su yüzüne çıkar: Önce bir hâkim yürütülen “Balyoz soruşturması” için tutuklama kararı veriyor. Birkaç gün sonra tutuklu bazı sanıklar hakkında nöbetçi hâkim tahliye kararı veriyor. Bu karara karşılık tahliye edilen zanlıların yeniden tutuklanmasına tahliye kararı veren hâkimin de üyesi olduğu ağır ceza heyetinin oybirliği ile tekrar tutuklanması yönünde karar veriyor. Bunlar olurken, tutuklulukları kaldıran nöbetçi hâkim sağlık raporu alarak görevinin başına gelmiyor. Tabiî birçok zanlı bu arada ya GATA’ya, ya da başka yerlere gitmiş oluyor. Gelinen noktada ise şu ana kadar önce tutuklanan sonra tutukluluğu kaldırılanların büyük bir kısmı tekrar tutuklandı.

Bunları görünce kamuoyu da soruyor: Yargıda neler oluyor?

Diğer yandan da soruşturma sürerken savcılar görevlerinden alınıyor, yerine yenileri atanıyor. Aslında Şamil Tayyar’a konuşan İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin’in sözleri yargının geldiği noktayı özetliyor:

“Gözaltına alınması istenen subayların 78’i muvazzaf... Bunların 25’i amiral ve general rütbesinde... Kuzey Deniz Saha Komutanlığı’nda var, Güney Deniz Saha Komutanlığı’nda var, 6. Kolordu’da var, Hakkâri’de terörle mücadele eden askerî birliğin başında olan var... 15-20 kişi de emekliye ayrılmış subay, toplam 95 kişi... Böyle bir yakalama ve gözaltı kararının yol açacağı sonuçların iyi değerlendirilmesi gerekir.” (Şamil Tayyar, Star, 7.4.2010)

Bu sözlerin ardından “Görevde olan üst rütbeli asker sayısı çok olduğu için mi görevden almalar oluyor?” gibi birçok soru akıllara takılıyor.

Öte taraftan da, Balyoz soruşturmasını yürüten iki savcının görevden alınması ile kalınmıyor, hemen peşinden “amirallere suikast” soruşturmasını yürüten savcı ile “Balyoz soruşturması koordinatörü” de görevden alınıveriyor.

Yargıda yaşanan bu gelişmelerin siyasete yansımalarını eklersek, soruların daha da arttığını görebiliriz. Anayasa değişiklik taslakları gündeme geldiğinden beri destek vermeyen CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın kimilerine göre siyasî manevra, kimilerine göre de “şark kurnazlığı” olarak görülen teklifini eklersen yargı meselesi daha çok açığa çıkar.

Bakın değişiklik paketinde Baykal şimdi ne safhaya geldi: “Cumhurbaşkanı Gül sadece üç maddeyi referanduma götüreceğini söylemesi halinde biz uzlaşmaya varız…” Peki, bu üç madde ne? Tahmin edeceğiniz gibi değişiklik paketinin içinde en çok tartışılan HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısı ile parti kapatmaya Meclis izni getiren düzenlemeler.

Baykal’ın maksadı acaba siyasî mi, yoksa hükümete yönelik bir tuzak mı, orasını önümüzdeki günler gösterecek.

Yargının bağımsız olup olmadığı konusunda yıllardır yapılan tartışmalar, bu olaylardan sonra daha da hararetli tartışılır hale geldi. Bunun sebebi de yargının son günlerde verdiği kararlar. Yani, yargının kendisi, yargının bağımsızlığı konusunu daha çok tartışılır hale getirmiş oldu. Adalet Bakanı Ergin’in söylediği gibi “Temelinden bu işi uluslar arası standartlara oturtup tartışılmayacak bir yapıyı bina etmedikçe, biz bu tartışmaları daha her gün yapmaya devam ederiz…”

Anayasa değişikliği bunun önüne geçecek mi? Yoksa yargı reformunu daha da genişletmek gerekiyor? Bu tartışmalar daha ne kadar sürecek? Bekleyip göreceğiz…

Bütün bunları alt alta koyduğumuzda yargıda neler oluyor sorusu ortaya çıkıyor. Yargı direniyor mu? Yoksa yapılanlar normal gelişmeler mi?

Yapılan anket sonuçlarına göre hukukçular dahi yargıya güvenmiyorsa burada bir sorun yok mu? Olduğu görülüyor. Bu yüzden de, yargının tartışma ortamından çıkarılması için herkes üzerine düşen görevi yapmalı. Çünkü, yargıya güven sarsılırsa, telâfisi zor olur.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

09.04.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

İsrail’le politik polemik! (1)


A+ | A-

Anayasa değişikliğinin Meclis maratonu başlarken, içte ve dışta bir dizi gelişme, gölgede kalıyor…

Bunların başında Başbakan Erdoğan’ın önümüzdeki hafta ABD’ye yapacağı ziyaret öncesi askıya alınan Ermenistan’la imzalanan “protokoller”e sâdık olduklarını söyleyip tıkanan “Ermeni açılımı”nı yeniden başlatma çabası geliyor.

Paris’te “Türk mevsimi”nin kapanışında “Müsenna” adlı oyunu büyük bir beğeni ile izleyen Erdoğan’ın bütün iyimser yorumlarına rağmen, Türkiye’nin AB üyeliğine soğuk bakan Fransa pozisyon değiştirmedi.

İçişleri Bakanlığı döneminde ülkesindeki Kuzey Afrika kökenli Müslümanlara “çapulcu” deyip tahrik edip bir AB ülkesi olarak devlet liselerinde başörtüsünü yasaklayan ve önümüzdeki seçimlerde gidici olduğu kesin gözüyle bakılan ABD’nin Irak işgali destekçisi Bush hayranı Selânikli Sarkozy’le Erdoğan’ın görüşmesi, “Türkiye’nin ucu açık müzâkere süreci” lâfıyla geçiştirildi.

Ancak Başbakan’ın Fransa ziyaretinde, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin geliştirilmesinden ziyade İsrail Dışişleri Bakanı’nın hakareti damgasını vurdu.

“Alçak koltuk krizi”nden sonra geri çağrılan Telaviv Büyükelçisinin yerine yenisinin atandığı ve İsrail’le başta insansız casus uçakları Heronlar olmak üzere savunma sanayii ve silâh alımı ihâlelerinin sürdüğü süreçte, İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın “saldırısı” oldukça çarpıcı…

LİEBERMAN’IN SALDIRISI…

Erdoğan’ı Libya lideri Kaddafi ile Venezuela lideri Chavez’e benzeten, “alçak koltuk krizi”nin mimarı Lieberman, bu kez de Rusça yayın yapan Radyo Reka üzerinden bombaladı. Fransa’daki Erdoğan’ı “İslâm dünyasında isim yapmaya çalışmakla” suçladı.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “Suriye ile İsrail arasında yeniden arabulculu olabiliriz” mesajlarını verdiği esnada bütün Filistinlilerin İsrail’den sürülmesini ve yeni yerleşim birimleri inşa programıyla seçimlere katılan “İsrail Yurdumuz Partisi”nin Başkanı Lieberman’ın kişiliği ortada. Ancak durup dururken doğrudan hakkında ağır ve küstahça ifadeler kullanmasına karşı Erdoğan’ın Paris Holiday Inn Oteli’nde verdiği ‘’Medya üzerinden değerlendirmesi yapılmaz; kaldı ki o adam benim muhatabım değil’’ cevabı da dikkat çekti.

Liebarman’ın “saldırısı”na konu ettiği mesele, Başbakan Erdoğan’ın TRT Arapça kanalının açılışında, İstanbul’un kaderinin Mekke ve Gazze’nin kaderinden ayrı olmadığını belirterek, “Nasıl Haiti için yüreklerimizi birleştirdiysek, Gazze yanarken, Kudüs üzerinde kara bulutlar dolaşırken de buna tepkisiz kalamayız” sözleri…

Görünen o ki Mescid-i Aksa’daki kazılarda İslâmî eserleri tahribe devam eden ve en son Kudüs’teki İslâmî kültür hazinesi mirâsını Yahudilere mal etmeye çalışan Telaviv yönetimi, Erdoğan’ın sözlerindeki rahatsızlığı azılı Siyonist Liebarman’ın ağzıyla açıklıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Liebarman’ın hakaret dolu salvolarından özür dilemek yerine, “Erdoğan’ın, gerçek durumu bilmesine rağmen, sürekli olarak İsrail’e saldırı yolunu seçmesinden üzüntü duyduklarını” söylemesi, bunun ifâdesi…

TARTIŞMALARIN ALTI BOŞ…

Ne var ki bütün bunlara mukabil, AKP iktidarı döneminde Ankara’nın Telaviv’le ilişkilerini ilerletmesi, düşündürücü. İsrail’le ekonomik ve ticarî işbirliğinin kapsamını daha da geliştiriliyor, Savunma sanayii yanı sıra silâh, petrol ve doğalgaz anlaşmaları ilâve ediliyor.

AKP hükûmetinin İsrail’le yaptığı “ekonomik mutâbakat zabıtlarıyla GAP ve KOP’u içine alan sulamadan tarım ve hayvancılıktan tohumculuğa, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden danışmanlığa kadar anlaşmalar yürürlükte.

Yine Türkiye ile İsrail arasında Karadeniz’i Kızıldeniz’e bağlayarak Rus petrol ve doğalgazını Ortadoğu’ya aktaracak, Uzakdoğu pazarına ulaştırılmasını hedefleyen, İsrail’e elektrik ve su taşıyacak boru hattı inşası anlaşması işlemde. Gazze’yi bombalayan İsrail savaş uçakları ve pilotları hâlen Konya Karapınar’da uçuş eğitimlerine devam ediyorlar.

Belli ki İsrail, bir yandan Türkiye ile “kavgalı” gözüküyor. Diğer yandan tıpkı Davos’taki “one minute” çıkışında olduğu gibi Erdoğan’a sözle “karşı şiddetli tepki” gösterirken, perde arkasında Türkiye ile bütün ilişkileri sürdürüyor.

Netanyahu’nun, Lieberman’ın hiçbir diplomatik teâmüle sığmayan saldırıları üzerine, “Bu üzücü bir gelişmedir. Biz Türkiye ile iyi ilişkiler istiyoruz. Erdoğan’ın, gerçekleri bilmesine rağmen devamlı olarak İsrail’e saldırma yolunu seçmesinden üzgünüz” sözleri, bunun ifâdesi...

Özetle “one minute” gibi, son tartışmaların da altı boş; hiçbir temel dayanağı bulunmuyor. Hiçbir gereği yapılmıyor, tamamen bir politik polemikten ibâret kalıyor. Zira İsrail’le yapılan siyasî, ekonomik-ticarî, askerî savunma sanayii ve silâh alımı anlaşmaları ve ihâlelerinin hiçbiri iptal edilmiş, askıya alınmış ya da ertelenmiş değil...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

09.04.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Özgürlük, ekmek, su


A+ | A-

Halkına her fırsatta zulmeden idarecilerin ileri sürdüğü bir aldatmaca var. Ne yazık ki bu aldatmaca zaman zaman taraftar da buluyor. O anlayışa göre ‘ekmek’ için ‘özgürlük’ten vazgeçilebilir. Bunu ifade etmek için de “Özgürlük karın doyurmuyor” derler.

İlk bakışta doğru gibi görülen bu anlayış, kökten ve temelden yanlıştır. Çünkü insan sadece ‘mide’den ibaret değildir ki, onu ‘doyuran’ ekmek temin edilince mesele hallolsun. İnsan için ‘mide’ kadar kalp, ruh, akıl ve diğer duygular da önemlidir ve ancak onlarla birlikte insan ‘insan’ olabilir. Midenin ihtiyacını karşılayıp, kalp, ruh ve aklın ihtiyaçlarını karşılamayan, onları yok sayan bir anlayışla insan huzura ve mutluluğa kavuşamaz.

“Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” (Emirdağ Lâhikası, s. 18) diyen Bediüzzaman muâsırlarınca anlaşılamamış olsa da; günümüzde hürriyetin ‘ekmek’ten daha önemli olduğunu beyan edenler çoğalıyor.

Yakın zaman önce TÜSİAD Başkanından böyle bir beyan duymuştuk. TÜSİAD’ın yeni başkanı Ümit Boyner ve ekibi, demokratikleşme ve yargı reformunun Türk ekonomisinin en büyük problemleri olan istihdam ve mikro reformlardan daha öncelikli bir konu hâlini aldığını söylemişti. (Yeni Asya, 26 Şubat 2010)

Bu yönde bir beyan da Mardin’de düzenlenen bir toplantıda dile getirilmiş. Mardin’in Nusaybin ilçesinde ‘Özgürlük Peygamberi’ konulu bir konferansta konuşan Y. Doç. Dr. Abdulcelil Candan, “İslâm insana çok değer verir. Özgürlükler dinimizde ibadet şartıdır. Özgürlük olmadan insan ibadet yapamaz. Özgürlük, ekmek ve sudan daha önemlidir” demiş. (Cihan, 6 Nisan 2010)

“Önce ekmek değil, önce özgürlük” anlayışı geniş kitlelere anlatılabildiği ölçüde hürriyetler de gelişir. Şimdiye kadar maalesef bunun tam tersi yapıldı. Amiyane tabiriyle hacısı da, hocası da ‘önce ekmek’ deyip durdu. Hatta ‘önce hürriyet’ diyenler çoğu zaman kınandı. “Önce hürriyet demek olmaz. Milletin karnı aç. Hürriyet karın doyurmaz” diyenlerle münakaşa ederek bu günlere geldi. Kaderin bir cilvesi olarak “önce ekmek” diyenler de bir türlü ekmeğe ulaşamadı. Hürriyetleri ikinci plana atıp, ekmeği birinci plana alanlar maksatlarının aksiyle tokat yeyip durdu. Bu durum devletler için de milletler için de böyle oldu.

Gelinen şartlarda ‘önce hürriyet’ diyenler çoğaldığına göre İnşallah önce hürriyete, sonra da ekmeğe kavuşacağız demektir. Ama bunun için önce ‘hoca’lar olmak üzere ‘hacı’larımız da vazife başına dönmeli.

“Özgürlükler dinimizde ibadet şartıdır” tesbitini kitlelere unutturanların büyük mes’uliyeti vardır. Bu açıdan Diyanet İşleri Başkanlığı belki de sırf bu konuda hutbeler hazırlamalı ve camilerde okutmalıdır. Çünkü uzun yıllar ‘önce ekmek’ diye uyutulmaya çalışıldık. Yeniden ‘önce hürriyet’ anlayışının yaygınlaşması için herkese iş düşüyor...

Tabiî ki ‘önce özgürlük’ demek; ‘ekmek ve su istemiyoruz’ anlamına gelmez. “Büyük Türkiye”ye yakışan, özgürlük, ekmek ve suyu birlikte vatandaşına sunabilmek. Bunun için gayret sarf edelim...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

09.04.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Ayrılığın temeli


A+ | A-

Bir yönüyle bakıldığında, tarafları “statükocu-değişimci,” diğer bir açıdan “özgürlükçü-biatçı,” bir başka noktadan “aydın-halk,” farklı bir zaviyeden “laik-antilaik,” hattâ “asker-sivil” gibi kelimelerle ifade edilen çatışmanın temelinde şu önemli gerçek yatıyor:

Cumhuriyet döneminde yetişen nesiller arasında derin bir mesafe, hattâ uçurum oluşmuş.

Bunun en önemli sebebi, prensip olarak isabetli olmakla birlikte, bu doğru zeminden koparılmak suretiyle tamamen yanlış bir çizgiye bina edilen tevhid-i tedrisat anlayış ve uygulamaları.

Öğretim birliği olarak da ifade edilen bu prensibi ilk gündeme getiren isim Bediüzzaman’dı.

Vicdanın dinî ilimlerle, aklın modern fenlerle aydınlanacağını ve hakikatın din-bilim imtizacıyla ortaya çıkacağını vurgulayan Said Nursî, bunların birbirinden ayrılması halinde sadece din tahsilinin taassubu, yalnızca bilim öğrenmenin hile ve şüpheyi netice vereceğini söyledi.

Asırlardan beri gelen, ama son dönemde ihtiyaçlara cevap veremez duruma düşen iki köklü eğitim kanalı olan medrese ve tekkeyle, 2. Abdülhamid devrinde hız verilen modern mektep çizgisini bu esasa dayalı bir ortak potada birleştirmek için Medresetüzzehra projesini geliştirdi.

Hedefi, medrese ve tekke camiasını fenlerle, yeni açılan mektepleri de dinî ilimlerle teçhiz etmek suretiyle, buralardan yetişecek nesillerin ortak değerlere sahip olarak hayata atılmasıydı.

Aksi takdirde, birbirine farklı, hattâ yabancı, daha ötesinde düşman gözüyle bakacak nesiller arasında meydana gelecek uçurum, toplum bünyesinde telâfisi imkânsız gedik ve çatlaklar oluşturabilir; bu da sonu gelmeyecek kriz ve çatışmaları, Said Nursî’nin ifadesiyle, “kabil-i iltiyam olmayan bir inşikak”ı beraberinde getirirdi.

Tevhid-i tedrisat ihtiyacını cumhuriyet yönetimi de kavradı; ama öğretim birliğini, medreselerle tekkelerin kapısına kilit vurup, dinden tümüyle “arındırılmış” mekteplerle yola devam ederek uygulamayı tercih etti. Hazin olan, medrese ve tekkeleri kapatma kararına, bu kurumlardan yetişmiş insanların da katkı vererek, yeni bir “baltanın sapı” örneği sergilemiş olmalarıydı.

Halbuki yapılması gereken, medreseyi de, tekkeyi de, yeni çağın getirdiği ihtiyaçlara cevap veremez hale getiren olumsuzluklardan kurtarıp ıslah etmek ve yenileyerek devam ettirmekti. Bunun formülünü de Bediüzzaman göstermişti.

Ama ona değil, laikliği dinsizlik şeklinde anlayıp o şekilde uygulayan zihniyete kulak verildi.

Ve dini “irtica” sayıp dindar halkı ve toplumda büyük ağırlığa sahip cemaatleri “iç tehdit” olarak gören kadrolar, bu anlayışın dizayn ettiği eğitim kurumlarında yetişti. (Sivil okullarda kışla düzeni uygulanırken, askerî okulların tevhid-i tedrisat sisteminin dışında tutulmasındaki çelişki, ayrıca üzerinde durulması gereken bir mesele...)

27 yıllık tek parti devrinde dinden tecrit edilmiş eğitim uygulamaları, 1946 sonrasında çok partili sisteme geçiş süreci başlayıp halkın taleplerini dikkate alma mecburiyeti CHP açısından da kaçınılmaz hale geldikten sonra tedrîcen yumuşatılmaya başlandı. Ve akabinde, imam hatip okulları ve Kur’ân kursları giderek yaygınlaştı.

Ama bilhassa imam hatiplerde klasik medrese ilimlerinin eski usullerle okutulurken, ilâveten laik mantıkla hazırlanmış diğer derslerin verilmesi, Said Nursî’nin öngördüğü tahkikî iman temelli “din-ilim imtizacı” formülü dikkate alınmadığı için, arzu edilen rahatlamayı getiremedi.

Devlet, siyaset, demokrasi, hukuk, özgürlükler gibi konularda meydanın “siyasal İslâm” anlayışına terk edilmesi ise, bu okullara mâlûm siyasî akımın arka bahçesi olarak bakılmasına yol açtı.

Benzer sıkıntılar farklı şekillerde Kur’ân kurslarında da yaşandı. Ve sıkıntılar, bu kurumların hizmetlerini de gölgeleyecek boyutlara tırmandı.

“Kapatılan” tekkeler ise yeraltında devam etti.

“Cumhuriyet”in, tüm bunları yeni baştan sağlıklı bir değerlendirmeye tâbi tutması gerekiyor.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

09.04.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl