İslam YAŞAR |
|
Üstad ona ‘büyük bir velî’ nazarıyla bakıyordu |
Tahirî Mutlu’nun, mânen, mekânı ve zamanı aşan âsûde bir menzilde tecellî eden Üstad’la olan bu muhabbet faslından sonra zaman, bütün hasselerini doldurup doyuran o gülü tahattur ve tahayyülle akmaya başladı. Ne var ki, ikinci bir görüşme faslına fırsat bırakmadan harekete geçen tağutlar, yalnız gülzarı târumar etmekle kalmadılar, gül-ü ra’na ile birlikte bütün gülleri de götürüp Eskişehir zindanlarına hapsettiler. Ondan sonra da yine gül ahvâliyle gelip geçen günler, dışarıda kalan yüreklere hep hasret taşıdı, kahır çektirdi. Mektup, haber ve kitap hâlinde uzaklardan gelen gül-ü ra’na rayihâsı ruha teselli verse de, hicran hiç dinmedi. Taa ki, Isparta’nın beşerî gülleri gülzarlarına dönene kadar. Tahirî, gül-ü ra’nadan ayrı da olsa, gülzar fasıllarının tekrar başlamasını tahayyül ederken yeni bir firak girdi araya. Eskişehir zindanlarında hastalanan Küçük Lütfi, Isparta’ya döndükten hemen sonra vefat etti. Güllerin dikildiği zamanda, gülsuyu ile yıkanarak kaldırıldı cenazesi. Güller diyarının gül yüzlü insanları hep oraya toplanmış gibiydi. Yüzlerinde, kadere teslimiyetten gelen mahzun bir sürur vardı. Onun gittiğine mi, yoksa kendilerinin kaldığına mı üzülüyorlar pek belli değildi. Naaşı toprağa verilirken başucunda Kur’ân okuyan Tahirî, gönlünden bir parça da orada kalmış gibi kırgındı. O anda Lütfi ile kendisini, bir gül dalının iki ucu gibi hissetti. Bir ucu toprakta, diğer ucu dışarıda kalmıştı. Topraktaki uç kök salacak, dışarıdaki yaprak verip yeşerecek, gül olup açacaktı. “Lütfi’nin yerini boş bırakmayalım” dedi Hafız Ali. “Bırakmayalım” dedi Hafız Mustafa da. “Tahirî, Lütfi’nin yerini alır.” “Alır elbette. Almalı.”1 Kendisi hakkında konuşulanların, az önceki düşündüklerini tamamladığını müşahede edince, artık ne yapması gerektiğini anlamıştı. Hemen o gece Lütfi’nin yarım bıraktığı risâleyi yazmakla başladı yeni kişiliğini yaşamaya. Lâkin onun yaptığı hizmetler sadece istinsahtan ibaret değildi. Risâleleri yazmış, okumuş, anlamış, anlatmış, müdafaa etmiş, başka yerlere ulaştırmış ve daha akla gelebilecek bin bir türlü işi yapmıştı. Tahirî de onların hepsini yapmak istiyordu. Risâle yazarken kendisine hanımı ve iki kızı da yardım ettiği için o hususta pek bir aksama yoktu. Fakat evde, tarlada, bağda, bahçede görülmesi gereken zarurî işler vardı. Çalışmaya kalktığında hizmete, hizmeti görmek istediğinde işlere zaman kalmıyordu. İradesi hizmetten yana işliyor, hayatın gerçekleri ise çalışmasını gerektiriyordu. Karar vermekte zorlanınca, hâlden anlayan hanımı işleri çocuklarla birlikte yapabileceğini, kendisinin bütün zamanını hizmete ayırması gerektiğini söyledi. O da bunu bir ihsan-ı İlâhî saydı. Hayatını Nur hizmetine adadı ve Hafız Ali, Büyük Ruhlu Küçük Ali, Kuleönülü Mustafa, Hüsrev, Rüştü gibi erkânların arasına girerek erkân-ı sitteyi tamamladı. İlk olarak Nur Fabrikası mensuplarının verdiği vazife üzerine 1942 senesinde tarlasını, bağını, bahçesini satarak İstanbul’a gitti. Kırk beş gün kadar kalarak yeni telif edilen Âyetü’l-Kübra Risâlesi’ni gizlice matbaada bastırdı. Sahaflarda bulduğu Lemaat’ı da yanına aldı ve Bediüzzaman’a takdim etmek üzere Kastamonu’ya gitti. Tam bir vuslat faslıydı orada yaşanan hâller. “Kahraman Tahirî’nin bana getirdiği bir nüsha Lemaat’ı çok kıymettar gördüm”2 diyen Said Nursî yıllardır beklediği matbu bir risâlesine ve kaybettiği eski eserine, Tahirî de uzun zamandır hasret kaldığı Üstadına kavuşmuştu. O anda, ruhunda güllerin açtığını hissetti. Bildiklerinden, gördüklerinden oldukça farklı güllerdi bunlar. Lütfi’nin idrakine diktiği güle, Said Nursî göz aşısı yapmış ve her aşı anında gül vermişçesine gönlü gülzara dönmüştü. Bediüzzaman’la yaptığı bu nazarî musafaha sırasında, göz aşısı yapma husûsiyeti ona da bahşedilmiş olmalı ki, o günden sonra baktığı her yüz gülümsedi, teveccüh ettiği her gönülde güller açtı. Yediveren gülleri... *** Üstadı ona hep makamını bilmeyen, ‘istihdam edilmek istediği için’ merak da etmeyen velî-i a’zâm nazarı ile bakardı. Denizli Hapishanesi’nde Hafız Ali’nin vefat etmesi üzerine ona gönderdiği cübbeyi de, onun temsil ettiği Nur Fabrikası Sahibi sıfatını da Tahirî’ye verdi. O, Afyon Hapishanesi’nde de yine Üstadı ile birlikteydi. Said Nursî, talebeleri arasında çıkan bir tartışmaya üzülüp ‘Ya Rabbi, yok mu bir talebem?’ diyerek Cenâb-ı Hakka iltica ettiği zaman kendisine Tahirî gösterilince onu da varisleri arasına aldı. Ona, “Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını tam bilerek yapabilecek” nazarı ile baktığı için müsterih oldu. Emirdağ’da zehirlendiği zaman yaptığı gibi başına bir hâl geldiği zaman da eserlerine onun sahip çıkmasını istedi. Said Nursî, bilhassa ellili yıllarda ziyaretine gelen talebelerine hep Tahirî’yi örnek gösterdi. Vefat edeceğini hissederek bazı talebeleri ile birlikte Isparta’dan Urfa’ya gittiği zaman da evinde onu bıraktı. O da hayatı boyunca bu itimada gölge düşürecek hiçbir hâl ve hareket içinde olmadı. Bediüzzaman vefat ettiği zaman Zübeyir Gündüzalp’le birlikte hareket ederek ‘sarsılmaz sadakati ve yanılmaz zekâvetiyle’3 Nur hizmetinin en az zararla o badireleri atlatmasına yardımcı oldu. İstanbul, Nur hareketinin merkezi olma hüviyeti kazanmaya başlayınca Zübeyir’in dâveti üzerine Isparta’dan İstanbul’a geldi. Risâle-i Nurların Kur’ân hattı ile basılmasına ve Tevafuklu Kur’ân’ın tabına rehberlik etti. Risâle-i Nur hizmeti ile meşgul olduğu kırk yedi senede pek çok sıkıntılı günler, tehlikeli hadiseler yaşamasına rağmen takva hâlini hiç terk etmedi. İnsanın dünyaya iman ve ibadet için geldiğini bildiğinden, o hakikati sık sık okumasının yanı sıra bizzat yaşayarak da örnek olmaya çalıştı. 1977 senesinin gül dikme mevsiminde İstanbul’da hayata veda ettiği sırada da aynı takva ahvâli içindeydi. Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazını müteakip Eyüb Sultan Kabristanına doğru omuzlar üzerinde teşyi edilirken, on binlerce insan da onun ardından yürüdü. Hepsinin yüzünde, onun yaptığı göz aşısının nurâniyeti vardı.
Dipnotlar:
1- Son Şahitler c: 2, s: 89. 2- Kastamonu Lâhikası s: 114. 3- Emirdağ Lâhikası, s. 140.
—SON—
08.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Bahar da yakın |
Baharın kokusunu yavaş yavaş alı-yoruz. Sessiz ve sedasız. Ama çok derinden. Bitkilerin çiçekleri birçok yerde açıldı. Kimi mor, kimi beyaz, kimi sarı, kimi kırmızı... “Yazda sıcaktan bunalıyor, kışın donuyorum, ama bahara hiçbir sözüm yok“ demişlerdi. Bahar birçok çağrışımlar yapar dünyamızda. Tıpkı gençliğimize benzer. O zaman güzelizdir. O zaman yakışıklıyızdır. Bir gül çiçeğine benzeriz. Tıpkı Hoca Nasreddin gibi: Hoca efendi bir gün hanımının yanında derinden derine “Ahh gençliğim ahh” demiş. Hanımı cevap vermiş akabinde: “Ahlama efendi, ben senin gençliğini de bilirim” demiş. Her şey geçici ve fanidir. Dünya dert ve dertliler ile doludur. “Bir ah çeksem, karşıki dağlar yıkılır” demiş şair. Hayat böyledir. İnsan bazen kabına sığmayan bir buz parçasına benzer. Şu geniş kâinata sığmaz. Ne baharın geçmesini ister, ne de gençliğinin solmasını. Büyük bir haz duyarız bahar aylarında. Edebiyatçının âsûde yazılar yazmasına vesile olur. Şaire coşkun mısralar söyletir. Rabbimizi anarız. “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” aptallığına düşen zavallılara yine âyet cevap verir: “Kim onları geçmişte diriltmişse yine o diriltecek” diye. Şu baharın en anlayışlı seyircisi inanan insanlardır. Baharın bin bir güzelliğini kendi dünyasında huzur içinde yaşar. Bu güzelliklere bakar da Allah’ın cennetteki nimetlerini hatırlar. Onları ne göz görmüş, ne de insanlığın kalbine yerleşmiştir. Bu dünyanın baharları böyle güzel olursa, siz cennetin hiç solmayan ve zâyi olmayan güzelliklerini bir düşünün? İnsan mevsimleri gönlünde yaşatabilir. Mevsim kış olsa bile baharın tazeliği hep dünyasındadır. “Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır, Onu unutan saraylarda dahi olsa bedbahttır” demişti darağacına giden bahtiyar insan. Bahar da yakın efendim. Mevsimler gelir ve geçer. Bizim hayatımızdaki baharlar hep tazeliğini muhafaza ederler. Yeter ki gönül kışları olmasın.
08.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
DÜSTURLARIN DURUŞMASI |
Bir hayli zaman oldu ki, zihnim ve fikrim hassas ve hususî bir alanda “ifade-i meram” etmeye yol arıyordu. Zamanı ve yeri geldikçe hem haliyle, hem lisanıyla bunu izhara çalışan şu fakir; kalem ile ve “gazetem” lisanıyla da meydan-ı istifadeye arz etmeye, Rabb-ı Rahiminden izin ve “sühûlet” niyaz ediyordu. Şimdi bu duamın kabule mazhar olduğuna ve bu “ifade” kolaylığının eriştiğine olan itikadımın sevkiyle, her birisi ballı ve helvalı lokmalarla ancak yutulabilecek, düsturların duruşması muvacehesindeki ifadelerimi kemal-i dikkat ve itina ile arz etmeye çalışayım. Risâleler süzgecinden geçirilmiş olması ve kabulünüze mazhar olması kaydıyla bu hususî ifade ve beyanların, her güzellik ve lütûf gibi kalıcı kalması dileğimizdir. Önce şunu arz etmeliyim ki, “düsturların duruşması” derken, risâlelerde var olan ve Hazret-i Üstâd’ın hayatından ve kaleminden bize intikal eden elmas düsturlara ne kadar uyduğumuzun bir murakabesini yapmayı kast ediyoruz. Düsturlar ise, başta ihlâs ve uhuvvet olmak üzere bütün düsturlardır. Öncelikle meselemize letafet katsın diye, Üstâd’ımızın bir ifade-i meramındaki nezaket ve zarafete bakalım: “Kardeşlerim affedersiniz, bu intizamsız perişan mektupla sizinle konuşmak istemiyorum. Fakat müteaddit işlerle ve tetkikatla meşgul olduğumuz anda, sür’atli bir surette fikrimizin bir köşesiyle yazdık. Keçeli kâtibin hâli mâlûm. Kafasını başka yerde bırakmıştı, mektup perişan oldu, onun için kusura bakmayınız. (Barla L. 1994, s. 172) Allah aşkına şimdi şu ifadelerdeki nezaket ve inceliğe bakınız ki, o büyük Üstâd bu hizmette çalışanlara ne güzel “nezaket” dersi veriyor. Biz dahi hizmet platformlarındaki münasebetlerimizde bu nezaket ve zarafete dikkat etmeli değil miyiz? İsterseniz konumuza da buradan devam edelim. En başta, çok hayatî önem taşıyan bir düstura ne kadar riayet ettiğimize, veya riayet edip edemediğimize bir bakalım: “Kardeşlerimden ricâ ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desîselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudûr eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben, o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.” (Yirmisekizinci Lem’a, On Altıncı Nükte) Pekâla biz, bu büyük Üstâd’ın bu büyük ricasını baş göz üstüne kabul ediyor muyuz? Evvela bilmeliyiz ki, böyle fena ve çirkin sözlerin sudûruna sebebiyet verebilecek “sıkıntı, ruh darlığı, titizlik, nefis ve şeytanın desiselerine kapılmak veya şuursuzluk” gibi menfiliklerden tamamen azade kalamayız. Öyleyse asıl marifet, böyle menfiliklerin olmadığı bir ortam arayışına girmek yerine; bütün menfi şartlara rağmen, fena ve çirkin sözlerden uzak durmak veya kazara “sudûr” etse bile, mezkûr düstura uyarak, küsüp darılmamak, “haysiyetime dokundu” dememektir. Hangimizin haysiyeti, o kahraman ve mücâhidin haysiyetinden—hâşa—daha üstün olabilir? Bakınız o, “bin haysiyetim olsa kardeşlerimin arasındaki muhabbete ve samimiyete feda ederim” diyor. Pekâla biz de gerektiğinde haysiyetimizi bu uğurda feda edebiliyor muyuz? Bu soruyu da Üstâd soruyor: “Acaba bir gün adâvete değmeyen bir şeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?” “Bununla beraber etrafında toplandığımız hizmet-i Kur’âniye, eneyi kabul etmiyor, ‘nahnü’ istiyor; ‘Ben demeyiniz, biz deyiniz’ diyor. Elbette kanaatiniz gelmiş ki, bu fakir kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış, sizi enesine hâdim yapmıyor, belki enesiz bir hâdim-i Kur’ânî olarak kendini size göstermiş.” Evet, büyük Said’imiz böyle de, acaba biz küçük Said’ler ne durumdayız? Enesiz bir hâdim-i Kur’ânî olma yolunda ne kadar mesafe almışız? Hulûsî Ağabey, “Hizmet Nasıl Olmalı” başlıklı notlarında der ki: “Uhuvvet ruhu gelişmeyen bir Nur Talebesinde yalnız mâlûmat gelişse, o zaman onunla tahakküm yapar, sanki gardiyan olur. Hem marifet sırrı da gelişmiyor, açılmıyor. Risâleyi okuyor, mâlûmatı artıyor, fakat marifeti, istikameti ve ihlâsı artmıyor. Çünkü uhuvvet, şahs-ı manevîmizin ruh-u manevîsi hükmündedir, dâvânın kayyumu mânâsındadır.” Hem Uhuvvet Risâlesi’nin başındaki âyet-i kerimede, öfkelerini yutanları ve insanların kusurlarını affedenleri Rabbimiz övüyor. Cenâb-ı Hak bizleri bu övgüye lâyık olan kullarından eylesin. Amin
08.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Medyatik lâkırdılar! |
Her duyulan sözleri taklit etmek ne kötü. Adam, çıkıyor ekrana atıyor, tutuyor, savuruyor. Ağızlar kulaklarda. Seyirciler ne memnun! Parmağını kımıldatsa o adam, kahkahalar gırla. Kalkıyor, oralardan, bir lâkırdı söylüyor; hemen, yarın dillerde. Dünden bugüne örnekleri çok bunun. Hadi, yapan, kendisince san'atçı! Ötekine ne denir? İnsanları avutup onlara, ciddî şey düşündürmemek, bir mizansen değil mi? Dinine göz koyanlar, önce, dilden başlıyor. Kelimecikler, sözcükler, cümlecikler; anlaşılmaz “cik cik”ler… Yıllar öncesi, komünist Rusya’nın, ilgilendikleri ülkelerin kültürünü dejenere etmek için, binlerce cümlelik sözcükler üreten bir enstitüsü bulunduğunu duymuştum. “Ne Şam’ın şekeri, ne de Arabın yüzü” ya da, “Bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın” örneğinde olduğu gibi! Günümüzde de, buna benzer birçok garip hâller var. Bediüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nur’da “İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden kelimeler”den bahsediyor. Bugünküler dinsizliği işmam etmese, Allah’ı inkâr mânâsı taşımasa bile, neticede, risk taşıyan sözlerdir. Meselâ: “Hadi görüşürüz!” Ayrılış esnasında sarf edilen bir söz bu. Telefonda da böyle, birlikte olununca da. Birinin “Hadi görüşürüz” lâfına, ötekinin cevabı: “Hadi görüşürüz” oluyor. Görüşmeniz neye göre garanti? Hadi, görüşemezseniz? Güzel sözler, duâlar bir bir rafa kalkıyor. “Allah’a ısmarladık” demek, karşıdaki dostunu Allah’a emanet etmek varken, veyahut “hoşça kal” gibi bir temennide bulunmak mümkünken, mânâsız lâkırdılar neye yarar bilmem ki? Bundan başka, diğer bir garip deyiş: “Kendine iyi bak.” Olur, bakalım! Bakalım bakmasına da, “dev” aynasında mı, “endam” aynasında mı bakalım kendimize? Eğer maksat sağlıksa, âfiyette olmaksa, ona da elimiz yetmez. Bakalım bakmasına da… Bize, bizden daha iyi bakan var. Bize acıyan, şefkat eden; yediren, içiren, doyuran; inde’l-hâce, lokmayı ağzımıza yollayan kerem-kâr bir Rabbimiz var. Hâsıl-ı kelâm: Maddeperest zihniyet her an boşluk peşinde. Söze karışıyor, öze karışıyor; bize karışıyor. Virüs gibi! Her şeye karışıyor. Karışmamanın önüne, barışmamakla geçilir; lüzumsuz lâkırdılarla. Dikkat etmek gerekir! Lisana girenlere, ağızdan çıkanlara…
08.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Risâle-i Nur’da İsm-i A’zam |
Abdullah Bey: “İsm-i Azam nedir? Cenâb-ı Hakk’ın İsm-i Azam’ı hakkında bilgi verir misiniz? Tek midir? Tek ise hangisidir? Veya birden fazla olup, herkes için farklı mıdır? Yoksa kesin olarak bilinemez mi?“
İsm-i Azam, en büyük isim demektir. Allah’ın isimlerinden birisi, ya Kendi Zât-ı Akdes’ini ifâde cihetiyle, ya tecellîsinin şümûlü ve bize bakan yönü, yani mazhar olduğumuz hakikat cihetiyle, ya dîn-i mübîn-i İslâm’da inkişafı cihetiyle, ya îmân ve Tevhîd hakikatlerine olan yakın alâkası cihetiyle, ya da bilmediğimiz sâir sırlar cihetiyle İsm-i Azamdır, yani en büyüktür. Yahut her bir isim, bir mahlûkta İsm-i Azam olabilecek bir mahiyet arz eder. Allah’ın isimlerinin hangisinin İsm-i Azam olduğu konusunda net bir delilimiz yoktur. Kur’ân’a bakıyoruz; şu âyette konu ile ilgili bir işâret yer alır gibidir: “Zü’l-Celâl-i ve’l-İkrâm olan Rabb’inin ismi ne yücedir!”1 Kimileri bu âyetten hareketle, İsm-i Azam olarak Zü’l-Celâl-i ve’l-İkrâm ismi üzerinde yoğunlaşmışlardır. Konuyu irdeleyen hadisler de vardır: Ebû Ümâme (ra) bildirmiştir ki: Peygamber Efendimiz (asm): “Allah’ın, kendisi ile duâ edildiğinde kabul edilen İsm-i Azamı şu üç Sûrededir: ‘Bakara, Âl-i İmrân ve Tâ hâ” buyurdu.2 Esmâ bint-i Yezîd (ra) bildirmiştir: “Allah’ın İsm-i Azamı şu iki âyettedir: ‘Biri, ‘Sizin İlâhınız tek bir İlâh’tır. Ondan başka hiçbir İlâh yoktur. O Rahman’dır, Rahîm’dir.’ (Bakara, 2/163). Diğeri de Âl-i İmrân’ın başı olan, ‘Elif Lâm Mîm. O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur. O Hayy’dır. Kayyûm’dur.”3 İbn-i Abbas (ra) bildirmiştir: “Allah’ın, kendisiyle duâ edildiğinde kabul edilen İsm-i Azamı şu âyettedir: ‘De ki: Ey mülkün Mâlik’i olan Allah’ım. Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alırsın. Sen dilediğini aziz eder, dilediğini alçaltırsın. Bütün hayır Senin elindedir. Sen her şeye Kadîr’sin.”4 Bu hadisleri bir araya getirdiğimizde: Baştaki hadiste İsm-i Azamı bulmak için Bakara, Âl-i İmrân ve Tâ hâ sûrelerini incelememiz öngörülürken, sonraki hadislerde biraz daha detaya inilir, konu sanki belirginleştirilmek istenir ve ilgili âyetler verilir. Bu âyetlerde, Lafza-i Celâl olan “Allah” ismi, “Rahmân” ve “Rahîm” isimleri, “Hayy” ve “Kayyûm” isimleri ve “Kadîr” ismi İsm-i Azam olarak ön plâna çıkar. Kimi âlimler bu ihtimaller üzerinde görüşlerini yoğunlaştırırken, kimileri de Allah’ın isimlerinin hepsinin “azam”, yani “en büyük” olduğunu, bunlardan birinin seçip alınarak “azam” denilmesinin câiz olmadığını beyan ederler. Nitekim Üstad Bedîüzzaman Hazretleri hadislerden süzüp çıkardığı namaz tesbihatının zikir bölümünde “İsm-i Azam” özel başlığı altında yüz civarında isme yer vermekte, hemen hepsini de bir bölümde “Allah” ismi ile, diğer bölümde ise “Rahman” ismi ile ilişkilendirmektedir. Ki bu isimler, insan üzerinde eseri en çok görülen isimlerdir. Öyleyse İsm-i Azam’ı, insana bakan yönüyle, yani insanın “mazhar” bulunduğu “hâl” ve “hakikat” açısından incelemek, en azından bizi konu ile ilgili daha belirli, daha anlamlı ve daha özel bir sonuca götürecektir. Öyle ki Üstad Hazretlerinin de, İsm-i Azam’ı daha çok “mazhariyet” çerçevesinde ele aldığını görürüz. Bedîüzzaman, kişiler ve mazhar olduğu halleri, Allah’ın o kişide tezahür eden ismi ile, yani o şahsa göre İsm-i Azam olan bir isim ile açıklar. Meselâ, Otuzuncu Lem’a’da İsm-i Azam veya İsm-i Azam’ın altı nûrundan birer nûru olarak altı isim nazara verilir. Bunlar: 1- Kuddûs, 2- Adl, 3- Hakem, 4- Ferd, 5- Hayy, 6- Kayyûm isimleridir. Üstad Hazretleri bu isimlerin bir kısmının veya hepsinin farklı birer insan nazarında ve şahsında İsm-i Azam olduğunu beyan eder. Şöyle ki: Bunların altısı da Hazret-i Ali (ra) hakkında İsm-i Azam’dır. Bunlardan Hakem ve Adl isimleri İmam-ı Azam Ebû Hanîfe hakkında İsm-i Azam’dır. Bunlardan Hayy ismi Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylânî (ks) hakkında İsm-i Azam’dır. Bunlardan Kayyûm ismi de Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbânî hakkında İsm-i Azam’dır. Hazret-i Üstad, daha başka zatların daha başka isimleri İsm-i Azam olarak gördüklerini de kaydeder.5 Bedîüzzaman’a göre, Rahmân ismi İbrâhim Hakkı gibi bir çok hakikat ehline İsm-i Azam’dır6, Züleyhâ’nın Hazret-i Yûsuf’a (as) karşı beslediği duygularda Vedûd ismi hâkimdir7, Hazret-i Yâkub’un (as) oğlu Hazret-i Yûsuf’a (as) karşı yaşadığı yoğun duygu ve şefkatte Rahmân ve Rahîm isimleri hâkimdir.8 Üstad Hazretleri, kendisinin de Kur’ân hizmeti ile ilgili olarak Rahîm ve Hakîm isimlerine mazhar olduğunu, bütün Risâle-i Nûr’un o mazhariyetin cilvelerinden ibâret bulunduğunu kaydeder.9 Bununla berâber Üstad Saîd Nursî’ye göre İsm-i Azamın diğer isimler arasında net delillerle öne çıkarılmaması ve belirtilmemesi, Allah’a bütün isimlerle ilticâyı netice vermiştir; doğru olan da budur. İsm-i Azam açıkça belirginleştirilmiş olsaydı, insan bilinçsizliği dolayısıyla Allah’ın sair isimlerini kıymetten düşürürdü. Oysa bu durum, kulluğa ve Allah’a yaklaşma ruhuna hiç de yakışmazdı.10 Demek İsm-i Azam’ın gizli bırakılması, başımız her dara girdiğinde, her sıkıntımızda, her derdimizde, her hâlimizde, Allah’tan her isteyişimizde “halimize” uygun bir İsm-i İlâhî ile Allah’a sığınmamıza, duâ etmemize ve Allah’tan istememize imkân veren bir tecellîdir.
Dipnotlar:
1- Rahmân Sûresi, 55/78; 2- Câmiü’s-Sağîr, 1/592; 3- Câmiü’s-Sağîr, 1/593; Tirmizî, Daavât, 3705; 4- Âyet: Âl-i İmrân Sûresi, 3/26, hadis: Câmiü’s-Sağîr, 1/594; 5- Lem’alar, s. 332; 6- Barla Lahikası, s. 188; 7- Mektûbât, s. 34; 8- Mektûbât, s. 35; 9- Mektûbât, s. 24; 10- Sözler, s. 662; Sünûhât, s. 19.
08.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Baharın zamanı geldi... |
Müziğimizin zirve ismi, Dede Efendi ‘Baharın zamanı geldi a canım/ Yavru ceylan gel gidelim’ derken bir Mardin türküsü bağlamanın tellerinde ‘Bahar geldi gül açtı bülbül yerinden uçtu’ diye baharı terennüm eder. Artık baharı müjdeliyor çiçekler ve onlara aşklarını anlatmak için methiye düzen cıvıltılarıyla kuşlar. Hoş geldin bahar, hoş geldin dillere destan aşkların zamanı. Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandınız mı hiç? Ya çılgın gibi koşarak kırlara uzandınız mı? Ve bir his dolup içinize uçuyorum sandınız mı hiç? ‘Gene bahar oldu açıldı güller, bülbülü şeydâlar dağlarda ne gezer’ diye soran Erzurumlu Emrah’a siz olsanız ne cevap verirdiniz? Benim ce-vabım Muhlis Sabahattin Bey’in hicazkâr şarkısındaki gibi ‘Bahar geldi gül açıldı, aşka geldi bülbül şimdi.’ olurdu her halde. ‘Bahar çiçek çiçek gelince güzel, hayat sevilince sevince güzel’ diyen kürdilihicazkâr şarkıyı nihavende bağlayıp ‘Erişdi nevbahar eyyâmı, açıldı gülî gülşen, çerağan vakti geldi lalezarın didesi rûşen’le devam edelim bahar şarkılarına. Ben de Şeyh Ethem Efendi’nin Hüzzâm’la seslendiği gibi ‘Bahar oldu beğim evde durulmaz, bu mevsimde çemenzâre doyulmaz' görüşünde olanlardanım. Bu esen de ne derseniz her halde ‘Bahar meltemidir bu başımızda esen.’
GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ...
Refik Fersan anlatıyor
1908 senesi ilkbaharının mehtaplı ve sakin bir gecesinde Göztepe’deki feryâd eden bülbülün nağmeleriyle mest olan Tanbûri Cemil Bey kemençeye sarılarak bir taksime başlar. Bunun üzerine mest olan bülbül susar alçak bir dala konarak, her taksimin sonunda canhıraş feryadlar eder, yeniden nağmelerin başlamasını niyaz eder. Bu manzara karşısında hem Refik Fersan, hem de Tanbûri Cemil Bey ağlamaktadır. Refik Fersan’a, hocası Leon Hancıyan da musîki faslı başlayınca tavandan sarkan, musîki bitince tavana tekrar yükselen bir örümcekten bahseder. Bu olayın bizzat şahidi de Leon Hancıyan Efendidir.
270 YILLIK BİR TÜRKÜ
Seher Yeli
Çıkar gökyüzünde pervaz edersin Mevlâyı seversen dur seher yeli Sol didem kan ile bir name yazdım Götür bu namemi ver seher yeli
Sen seher yelisin esersin yakın Yarimin yüzüne havarlı (ihtiyatlı) dokun Eğer uykuda ise uyartma sakın Sağına soluna es seher yeli Zülfünü yüzüne sür seher yeli
Seher yeli her yellerin başısın Yare urgun urgun (gizli) selâm taşırsın Sende sevdiğimin bir sırdaşısın Gizli esrarımı ver seher yeli
Gönülden Dile
“Ve seslenir büyük Itrî semayı örten ruh Peşinde dalgalanır bestesiyle Seyyid Nuh O mutlu devrede Itrî’ye en yakın bir dost Işıklı danteleler bestekârı Hafız Post” Yahya Kemal Beyatlı
08.04.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Ahmet DURSUN |
|
Feryat |
“Türkiye’nin bir eğitim politikası var mı?” sorusunun en kestirme cevaplarından biri, var olan politikaların eğitimsizlik üzerine kurulu olduğudur. Kendisini yetiştirme gayreti içindeki fedakâr-cefakâr öğretmenine saygısızlık yapmayı, kafa tutmayı; hatta saldırmayı “harbî delikanlılık” sayan, arkadaşları arasında zorbalığa dayalı bir üstünlüğü önemli bir “kimlik” göstergesi addeden, ahlâksız tavırlarıyla kendini fark ettirmeye çalışan bir gençlik; ahlâksızlığı meşrûlaştıran, eğitimsizlik, kalitesizlik üzerine kurulmuş bir yapının ürünüdür. Millî Eğitim Bakanlığının kendi hazırladığı raporlar bile dert küpünden çıkmış gibi, müzminleşmiş, ümitsizliği işmam eden meseleleri gözümüzün içine sokmaktadır da, bu raporlardan şikâyetçi olanlar ve gereğini yapmakla yükümlü sayılanlar bir türlü meselenin özüne eğilememektedir. “Ben yaptım oldu” anlayışıyla yap boz tahtasına dönen ve ideolojik kaygılardan bir türlü sıyrılamayan sistem, ne yazık ki yalnız problem üretmektedir. Çok yönlü problemler yumağının içinden nasıl çıkılacağı, bu haliyle bir muammadan ibarettir. Meselelerin kışrıyla uğraşmayı marifet sayan, bir türlü öze inmeyi beceremeyen bir yapımız var. Okulların derslik, laboratuvar, öğretmen açığı, vb. alt yapı problemlerinin halledilmesiyle çözümün sağlanacağını zannedenler, kâğıt üzerinde öğretmene kariyer vermekle eğitim kalitesinin artacağını düşünenler, bugünkü fotoğrafı bir türlü yorumlayamamaktadırlar. “Kaliteli-dört dörtlük binalarda ders gören bir gençlik, nasıl olur da uyuşturucu batağından kurtulamaz, nasıl olur da öğretmenini dövmeye kalkar, nasıl olur da kendi arkadaşını bıçaklar, nasıl olur da kız arkadaşına sarkıntılık eder, nasıl olur da okulun çatısından kendisini atar?” sorularını da cevaplayamamaktadırlar. Eğitim sistemimizle ilgili problemleri Türkiye’nin her alanda yaşadığı ahlâk krizinden ve ruhî bunalımından bağımsız düşünebilir misiniz? Gönüllerin Sultanı olan Mevlânâ’yı ders kitaplarından çıkaran bir anlayışı hangi ideolojiyle ve vatanseverlik anlayışıyla bağdaştırabilirsiniz? Eskiye ait ne varsa silmeyi marifet sayan anlayış, “yeni” diye sarıldıklarıyla “eski”nin güzelliklerini yok etmiş, ama yerine daha anlamlısını ve güzelini koyamamıştır. Ülkenin maneviyatına balta vuran isimler genç dimağlarda yerini alırken her alanda huzur iklimlerinin habercisi olabilecek isimler yok sayılmıştır. Sınav sistemine odaklanmış bir yapının ürettiği gençlik profili oldukça problemlidir. İlkokul sıralarından itibaren hayatı yalnızca maddî hedeflerle sınırlanmış ve bir türlü bitmeyen bir sınav sistemine göre uyarlanmış bir eğitim anlayışı, hepimizin üzerinde olduğu dalı kesmektedir. Ruhsuz bir eğitim… Ahlâkî değerlerden yoksun bir anlayış… Değerlerini yitirmiş, nefret hisleriyle dolu bir nesil… Kendisine emanet edilen tertemiz yürekler için yüreklenen, ‘Bugün onlar için ne yapabilirim, onlara bugün ne vereceğiz?’ sorularıyla ayaklanabilen öğretmenini kaybetmiş bir sistem… İyiye, doğruya ve güzele ait ne varsa yıkıp yok edenlerin, modernleşme-çağdaşlaşma kimliğiyle, manevî değerleri dışlayanların adamı olmuş öğretmenleriyle yalpalayan bir sistem… Memurlaşmış, “bugünü de kazasız belâsız bir atlatsak, bir eve gidebilsek” düşüncesiyle sınıflara giren “müellimler”i üreten bir sistem... “Gençken bilgi ağacını dikelim ki, yaşlandığımız zaman gölgesinde barınacak bir yerimiz olsun.” diyen düşünür haklıdır da… Yaşlandığımızda bizi gölgesinde barındıracak bir nesli yetiştirmenin ahlâk ve fazilet meyveleriyle müzeyyen bir bilgi ağacıyla mümkün olabileceğini idrak edebiliyor muyuz? Gelecek nesillere güzel bir dünya bırakmak, hangi alanda olursa olsun dürüst, çalışkan ve güzel ahlâkla bezenmiş nesiller yetiştirmek mücadelesi içinde olan öğretmen kadroları oluşturabiliyor muyuz? Dahası, bugün her yönüyle kokuşmuş olan sistemin ruhuna bulaşmış bizi anlatmayan unsurlardan arındırılmasıyla temizlenebileceğini kabulleniyor muyuz? Yoksa ağlamak da, feryat etmek de nafiledir.
08.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Siyasî hesaplara heba edilmemeli… |
Siyasî rant amaçlı polemikler, sadece siyasî iktidarın büyük iddialarla “tarihî fırsat” propagandasıyla ortaya attığı “Kürt açılımı”nı ve peşpeşe açıklanan “açılımlar” dizisini devre dışı bıraktırmakla kalmıyor; “anayasa değişikliği” de politik düellonun gürültüsüne geliyor. Doğrusu Avrupa Birliği müktesebatına ulaşmak adına hazırlanan 30 maddelik “paket”, oldukça eksik. Ancak zararın ne kadarı giderilse kâr… Meselâ Anayasa Mahkemesi’nin teşkiline geniş tabanlı temsil esası getiriliyor; ama başta AB’nin önerdiği temel demokratikleşme standartlarının başında gelen “dokunulmazlıklar”ın AB standartlarına göre tâdili yok. Venedik Komisyonu’na göre partilerin kapatılmasının zorlaştırılması var; ancak yine Venedik Kriterleri’nden olan AB’nin her fırsatta ilettiği temsilde adâleti temin edecek seçim barajının AB normlarına çekilmesine de siyasî iktidar ısrarla karşı çıkıyor. Siyaseti demokratikleştirecek, siyasî partileri lider sultasından kurtaracak, hâkim nezâretinde önseçimi ve tercih sistemini sağlayacak, seçim ve siyasî harcamaları denetim altına alacak yasal düzenlemelere temel teşkil edecek düzenleme de yok. “Ulusa sesleniş”te “Türkiye’yi demokratikleştirdiklerini” söyleyen Başbakan Erdoğan, ne hikmetse “Türkiye’nin seçim barajının indirilmesine hazır olmadığını” ileri sürüyor. Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsü Çiçek, “Biz yüzde 10 barajının düşürülmesine karşıyız; eğer baraj düşerse, çok parçalı bir Meclis olur” endişesini açıklıyor. “Büyük reformlar yaptıklarını” söyleyen Çiçek’in bu “gerekçesi”, millet irâdesinin temsilcisi Meclis’le birlikte siyasî partileri kapatan 12 Eylül darbesi lideri Evren Paşa’nın, “Neden âdil ve eşit davranmadınız; sağda iki partiye (MDP ve ANAP) müsaade ederken solda bir partiye (Halkçı Parti) icâzet verdiniz?” sorusuna, “Sağda tek partiye izin verseydik tek başına büyük ekseriyetle iktidara gelir, solda iki parti seçime girseydi Meclis’e bile girmezlerdi diye düşündük” gerekçesine(!) benziyor.
DEMOKRATİKLEŞMEYİ KELEPÇELEYEN… Keza “paket”te 12 Eylül darbecilerini yargılanmasını engelleyen madde kaldırılıyor; lâkin “darbe anayasası”nın Türkiye’nin eğitim sistemini kelepçeleyen YÖK’ü takoz olmaktan çıkaracak ve koordinasyon kurumu haline getirecek; yasadışı başörtüsü yasağı benzeri antidemokratik dayatmalarla muallel eğitimin demokratikleşmesi bulunmuyor. Memurlara toplu sözleşme hakkını sağlayan düzenlemelerde de AB’nin baştan beri istediği başta grev hakkı olmak üzere sendikal haklar bir başka bahara bırakılıyor. Ayrıca askerlere sivil yargı yolunu ve YAŞ kararlarını yargı denetimine açan düzeltmeler de yetersiz kalmakta. Askerî harcamaları denetim altına alacak, askerî ihâlelerdeki yolsuzluk ve usulsüzlükleri Sayıştay denetimine tabi tutacak köklü değişiklikler yapılmış değil. Bunun yanısıra TOKİ, TMSF ve Özelleştirme İdâresi benzerî kuruluşlar da denetim dışı. Balyoz soruşturması”ndaki kargaşa için Adalet Bakanı, “Yargı reformu gereklidir” diyor; ancak gerçek bir yargı reformu için hükûmet Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu AB kriterlerine uyarlanmıyor. Cumhurbaşkanı Gül, 17 yıl önce 1993 yılında, Refah Partisi Milletvekili olarak TBMM Bütçe Plân Komisyonu’ndaki Adalet Bakanlığı bütçesi görüşmesinde, Adalet Bakanı ile müsteşarının Kurula üye olmasının son derece yanlış olduğunu ve bunun Türkiye’de yargı bağımsızlığını zedelediğini belirtmiş. HSYK’nin yapısı, bu görüşe göre düzeltilmiyor. (Tufan Türenç, Hürriyet, 5.4.2010) “Yargı reformu”nun her türlü siyasî mülâhazalardan uzak çağdaş demokratik hukuk devletindeki “kuvvetler ayrılığı” prensibine göre düzenlenmesi, ne yazık ki günübirlik siyasî tartışmalara kurban ediliyor.
DOĞRU OLAN, “PAKET”İN TEFRİKİ… Anamuhalefet Partisi, 30 maddelik “paket”ten “tartışmalı” üç maddenin çıkarılıp ayrıca oylanması durumunda geri kalan 27 maddeye tam destek vereceklerini deklâre ediyor. Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Kuzu, “Doğru olan, birbiriyle ilgisiz maddelerin ayrı ayrı referanduma sunulması”ndan bahsediyor. Ne var ki AKP iktidarı, kamuoyunun büyük bir bölümünden bu isteği reddediyor. Garip bir politik tepkiyle Venedik Kriterleri’nin “referandum uygulamaları” ışığında önerdiği “paket”teki “aralarında muhteva bağı bulunan maddelerin aynı, ilgisiz maddelerin ayrı ayrı bloklarda toplanıp halkın oyuna sunulması”ndan kaçınıyor. Oysa sözkonusu maddelerin tefrik edilip bir “ikinci paket”te haklı itirazların geniş müzâkereye açılması halinde, “temel hak ve özgürlükler”den 12 Eylül darbesi ve YAŞ kararlarının yargıya açılmasına kadar “paket”in büyük bölümü referanduma gerek kalmadan beşyüz’e yakın oyla hızla Meclis’ten geçecek… Siyasî iktidar, “minare düzeltmek” kabilinde de olsa bu talebi değerlendirmeli; “30 Ağustos törenleri ritüelleri” gibi gereksiz gündemlerden ve “Hani desteklemeyecektiniz!” türü faydasız politik tahriklerden kaçınmalı… AKP, yedi buçuk yıldır vaad ettiği “demokratik sivil anayasa” vaadini tutmadı; hiç olmazsa bu fırsatı siyasî hesaplara hebâ etmemeli. En “son dakika değişikliği” bu olsun…
08.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Biat kültürü |
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok’un “Temel ayrılık, özgürlükçü ve gerçekten hukukun egemen olduğu bir Türkiye’yi savunan hukukçularla, tarikat, cemaat, biat kültüründen geçmiş hukukçular arasında” yorumunun daha derin tahliline ihtiyaç var. Bu sözlerde, aylardır, hattâ yıllardır ülke gündeminin ilk sırasına yerleşen “hukukun üstünlüğü, yargı vesayeti, yargıçlar iktidarı” ve “Yürütme mi yargıyı, yargı mı yürütme ve yasamayı kuşatıyor?” tartışmalarının temelindeki çok daha esaslı bir zihniyet mücadelesine atıf yapılıyor. Mücadelenin bir tarafında resmî ideolojiyi ve onun belirlediği devlet yapısını savunanlar; diğer tarafında bu statükoyu değiştirip, gerçek anlamda demokrasi ve hukuku isteyenler olmalı. Ama Özok’un tasnifinde farklı bir mantık var. Ona göre, cemaat ve tarikat mensubiyeti biat kültürü anlamına geliyor ve bu kültürle demokrasi de, hukuk devleti de olmaz. Çağdaş, aydınlık ve özgürlükçü anlayış ise, buna karşı, Türkiye’yi gerçek hukuk devleti kılmak için çaba harcıyor. Özok’un yorumu, öncesini saymazsak, cumhuriyetin kuruluşundan beri elit zümrede hakim olan ve ilerleyip çağdaşlaşma önündeki en büyük engelin, toplumun dinine ve geleneklerine bağlılığı olduğunu iddia eden mantığı yansıtıyor. Gerçi ona sorulacak olsa, büyük ihtimalle bu yorumu reddedecek; “Ne münasebet! Biz toplumun inançlarına saygılıyız” diyecektir. Ama bilhassa cemaat intisabını biat kültürüyle birlikte zikretmesi, evvelce cemaat meselesini farklı bir bağlamda gündeme getirmiş olan Org. İlker Başbuğ’a ayrı bir cenahtan destek anlamını da taşıyor. İşte burada ayırd edilmesi gereken ince noktalar var. Ve özellikle Said Nursî’nin yaptığı tariflerle verdiği ölçülerin dikkatle irdelenmesi gerekiyor. Çünkü Bediüzzaman, hürriyet, demokrasi ve özgürlüklerin önemini vurgulayıp, baskı, tahakküm ve istibdatla beraber, “sorgusuz sualsiz, kayıtsız şartsız bir biat” anlayışını da reddediyor. Padişahlık devrinde mutlak iktidarı elinde bulunduran hükümdar için “Peygamberin yolunda gidiyorsa halifedir, yoksa hayduttur” diyebiliyor. Kaba kuvvete dayalı ağalık devrinin geçtiğini, yeni girilen çağda yükselen değerlerin akıl, ilim ve kamuoyu olduğunu yüz yıl önce vurguluyor. Ne sorduysa “Ağamız bilir” cevabını veren çobanı, “Öyleyse ağanın cebindeki aklınla konuşuyorum” diyerek uyarıp şuurlandırmaya çalışıyor. “Âlim ve şeyhler ilim ve faziletleriyle bizden üstün, onun için bize tahakküm etmek haklarıdır” diyen muhataplarına, “Kim tahakküm ediyorsa şeyhlik taslayan bir çocuk hükmündedir, siz de büyük tanımayınız” diyerek, cehalete dayanan bir teslimiyet ve itaat kültürünü yıkıyor. “Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti de müstebit eder” ifadesi de ona ait. Said Nursî’nin eserlerinde bu minval üzere daha birçok çarpıcı örnek var. Ve garip olan şey, “feodal yapıyı ortadan kaldırma” iddiasıyla icraata koyulan Kemalist rejimin, dayatmacı ve ayrımcı politikalarıyla bu yapıyı daha da güçlendirmesi ve insanların kalp ve gönüllerine seslenerek, barışçı ve yumuşak bir geçişle o yapıyı bitirecek yaklaşımları ortaya koymuş olan Bediüzzaman’ı da bir numaralı hedef olarak görmesi... 2010 Türkiye’sinde “din kaynaklı biat kültürü” demokrasi ve hukuk devleti için bir tehlike olarak görülüyorsa, çaresi yine Bediüzzaman’da. Madalyonun diğer yüzündeki “biat kültürüne karşı çağdaş ve özgürlükçü anlayış” bahsine gelince: İşaretler hiç de öyle birşeyi göstermiyor. Tam tersine, statükonun, resmî ideolojinin ve tabulaştırdıklarının savunuculuğunu temel hak ve özgürlüklere tercih eden bir yaklaşım sergileniyor. Bireye karşı devleti önceleyip biat kültürünün farklı bir örneğini sergileyen bu zihniyetle demokrasi, çağdaşlık, hukuk devleti olur mu? Aydınlar AKP’ye karşı itirazlarında samimîlerse, resmî görüş bekçiliğini bırakıp, gerçek bir demokrasi, hukuk, özgürlük mücadelesi versinler. Ve Said Nursî'ye uzak durmaktan vazgeçsinler.
08.04.2010 E-Posta: [email protected] |