Ali FERŞADOĞLU |
|
Yüceltme mekanizmasını meşrû çizgiye çekmek |
Yanlış yüceltmelerin temel kaynağı olumsuz duygular, enaniyet, gurur ve kibirdir. Gurur ve kibir, kendinde olmayan veya olan güzel sıfat ve hasletleri kendisinden kaynaklanmış gibi gösterme ve başkalarına üstünlük taslamadır. Gururlu insan, kendisini her şeyin menşei sanır. Oysa, insan son derece zayıf ve âcizdir; gururlanacak hiç mi, hiçbir yönü yoktur. En basit bir şeyi var edemeyen, başına nerede, ne zaman ne geleceğini bilemeyen insan nasıl gururlanabilir? İç dünyasında dönen fizyolojik faaliyetlerden, maddî işlerden dahi doğru dürüst haberi olmayan; ihtiyaçları kâinatın her tarafına uzanmış; basit bir hastalıktan veya sert bir bakıştan elem duyan; mikroptan depreme, kuyrukluyıldızdan canavar hayvanlara kadar her şeyden korkan; 30 bin defa büyütülüp ancak mikroskopla görülebilen mini minnacık bir mikroba mağlûp olan bir insan ne ile gururlanabilir, egosunu olduğundan fazla görüp yüceltebilir? Diğer taraftan güzel hasletleriyle de gururlanamaz insan. Çünkü, bu haslet, iyilik yapma duygusu, gücü ve malzemeleri de kendi malı değil; hibedir. Aslında eneyi, egoyu olduğu gibi vasıflandırmayıp yüceltme şeytânî bir özelliktir. Bilindiği gibi, Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem’i (as) yarattığında, meleklere ona secde etmelerini emreder. İblis hariç, bütün melekler emri yerine getirir.1 Bunun üzerine, Allahu Teâlâ ona, “Ey İblis! Kudretimle yarattığım şeye secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü taslıyorsun; yoksa gerçekten yücelerden misin?”2 diye sorar. Şeytan, hatasına karşılık af dileyeceği yerde, egosunu konuşturarak küstahça, “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın”3 der. Diğer taraftan üstünlük meyli, şan, şöhret hırsı; para-pul, mal-mülk, mevkî ve makam peşinde koşma; riyaya sebep olduğundan yüceltme mekanizması rayından çıkar. Riyayı önlemenin çarelerinden birisi, “ölümü hatırlamak”tır. Şu kısa dünya hayatı ve az bir zamanda yok olup giden maddî çıkarlar riyakârlığa, tabasbusa, yalakalığa değmediğini düşünmek gerekir. Allah’a ve meleklere îman, yüceltme mekanizmasını meşrû çizgiye çeker ve riyakârlığı önler. Riyanın karşıtı, “ihlâs”; yani, her şeyin yalnız Allah rızası için yapılmasıdır. Yüceltme mekanizması; hayallerimize, istek ve arzularımıza yüce gayeler yükleyerek olumluya çevrilebilir. İnsanın huylarından birisinin lezzet aldığı şeyi mübalâğa ile arttırmak, vasıflandırdığı şeyde meylü’l-mücazefe (aldatma ile cerbeze, hikâye ettiği şeyde mübalâğa meyli ile hayali hakikate karıştırma) yapmak olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman; yüceltme duygusunda dengeyi sağlamanın yolunu vecîz ifadelerle gösterir: Herşeyin kıymetine kanaat etmek, olduğu gibi vasıflandırmak ve mücazefe/aldatma, cerbeze, mübalâğa ile tecavüz etmemek gerekir. Zira, mücazefe, kudrete iftiradır. İlâhî ihsandan fazla ihsan, ihsan değildir. Bir hakikat danesi, bir harman hayâle tercih edilir. İlâhî ihsan ile vasıflandırmaya kanaat etmek farzdır. Cemiyete dahil olan, cemiyetin nizamını (düzenini) ihlâl etmemek gerektir. Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zatındadır. Birşeyin aslını gösteren meyvesidir. Birinin malına başka mal—velev kıymetli de olsa—karışırsa, malını kıymetsiz ettiği gibi, haczetmesine dahi sebep olur.4 Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi: 34. 2- A’raf Sûresi: 12. 3- Mektûbât, s. 37-38. 4- Muhakemât, s. 37, 31.
26.03.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Nejat EREN |
|
İşte o dâvâ! İşte o adam! İşte o gazete! |
Her nimet bir zorluğu gerektirir. Her büyük dâvâ da ağır faturalar ve bedeller ister. Saadet ve mutluluk, çoğu zaman ıztırap ve zorlukların arkasından gelir. Meşrûiyet ve helâl dairesinde kalarak gerçek lezzet ve saadet isteyen her fani için talep edilen nimetlerin mutlaka bir karşılığı ve bedeli olacaktır. Sıkıntısız, alın teri olmadan gerçek saadet ve mutluluğun elde edilmesi mümkün değildir. Huzur ve saadetin iki cihandaki vazgeçilmez adresi ise: İslâm’dır, Kur’ân’dır! İşte o dâvâ; yani “İslâm ve Kur’ân dâvâsı!” Bin dört yüz seneyi aşan zaman çizgisinde Allah’ın elçisi, insanlığın saadet güneşi Hz. Muhammed’in (asm) insanlığa getirdiği rahmet tecellisinin adıdır İslâmiyet! Bu gün insanlığın aradığı gerçek saadet ve mutluluk işte “o dâvânın” içindedir ve aslında ise ta kendisidir. Bu muazzam hakikati insanlığa mal etmek için; Kâinatın Efendisinin (asm) çektiği çekmediği çile, tatmadığı ıztırap kalmamıştır! Ona reva görülen bunca muamele ve haksızlık insanlık tarihinde kimseye reva görülmemiştir. Kavminin en doğrusu ve efendisi konumundayken, “o dâvânın” esasını teşkil eden İlâhî emirleri tebliğe başlayınca karşılaştığı bunca zulüm, hakaret, dışlanma, tahkir, iftira, doğduğu diyardan, vatanından, kâinatın kalbi olan Kâbe’den, Mekke’den ayrılmayla neticelenmesi... Hicret, hicran, çile, dayanılmaz muamelelerin sonucunda kalplerde taht kuran yüce saltanat! Dini Mübin-i İslâm! Yirmi üç sene devam eden bu tahammülü güç muâmelelerin sonucu, ödenen bunca bedel! Ama sonuçta: İnsanlığın beşte birisine, yerkürenin de yarısına hükmeden bir “hak ve hakikat” zincirinin tesisi ve insanı insan yapan gerçeğin kalp ve gönüllere silinmeyecek şekilde yerleşmesi. Kavminin en ileri gelenleri ve öz amcasının muhalefetine rağmen “o dâvâyı” kâinata ve insanlığa mal etmeyi başarma nimetine mazhariyet! *** İşte o adam! Bediüzzaman! Âhir zamanın şiddetli ve dehşetli hadiselerinin dağlarvârî dalgaları içerisinde o “hablü’l-metin” (kopmaz ve koparılamaz) olan ipe; yani Kur’ânî düsturlara sarılarak peygamber varisliğinin gölgesinde, onun getirdiği bu muazzam esasların pusulası doğrultusunda sarf edilen seksen küsur yıllık şerefli bir ömür. Aynı metot ve tarz ile “o dâvâyı” bütün ümmet ve insanlığın aklına, fikrine, vicdanına, kalbine ve ruhuna iletme gayret ve mesaisi... İnsanlığın en çok muhtaç olduğu; kardeşlik, barış, huzur, doğruluk, hak, hukuk, hürriyet ve adalet için; “o dâvânın” özünden çıkardığı yorum ve açılımlarla fert, toplum, millet, sivil ve resmî hayatın önünü açma ve Kur’ânî reçeteleri en tesirli, en kısa, en makul şekilde izah etme başarısı... *** İşte o gazete! Yeni Asya! “O dâvâyı” ve “o adamı” tanıtmak, savunmak ve hakkı, hukuku, gerçek insanlığın değerlerine sahip çıkıp müdafaa etmek için 41 yıl önce yayın hayatına başlayan ve gelişerek devam eden bir sürece imza koyan “O gazete: Yeni Asya!” Birçok yönden gelen bütün engellemelere, haksız muhalefetlere, çeşitli oyun ve tuzaklara rağmen istikametini bozmadan o muazzam dâvâya, o yüce Peygamber’e (asm), o şanlı Üstad’a sadakatle yoluna devam eden “o gazete: Yeni Asya!” Kendi sahası olan “medya” alanında “farkını fark etmek isteyen” “o gazete: Yeni Asya!” “O dâvâ adamının” fikir ve görüşlerini, telifine mazhar olduğu ve insanlık için büyük önem arz eden; mu’cizevî Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı’nın kıymet ve önemini âleme duyurmaya çalışan sıradan değil, farklı ve önemli bir yayın organı olan “o gazete: Yeni Asya!” Bu zaviyeden olaya bakıp değerlendirmeye tâbi tutulmayı hak eden “o gazete: Yeni Asya!” İçinde bulunduğumuz hafta ve ayı, yani 23 Mart günü ve haftasını peygamber vârisliğinin son temsilcisinin; “o dâvâ adamının” “vuslat” tarihini hakkını vererek gündemde tutmaya devam eden: “o gazete: Yeni Asya!” Kendisi ve “o dâvâ ve o dâvâ adamı” için vazgeçilmez iki tarih olan; vuslatın tarihi 23 Mart! Ve kendi velâdet; doğumunun tarihi olan 21 Şubat’ı hakkını vererek değerlendiren “o gazete: Yeni Asya!” “O dâvâ”da farkı fark etmek isteyenler bu iki tarihte Yeni Asya’nın gerçek yüzünü, vizyon ve misyonunu, fotoğrafını çok net olarak görebilirler. Ancak o zaman yayın hayatına başlayış gayesine ters düşmeyen istikrarlı yayın çizgisini takdir edebilirler. Ve içinde bulunduğumuz bu modern çağda; İslâmî yaşayış, tebliğ, onu muhafaza ve müdafaa tarz ve metoduyla meşrûiyet ve istikamette devam eden kırıksız “çizgisini” fark edebilirler. ”O dâvânın” özüne ve gerçeğine, “o adamın” gayesi, hedefi ve programına tam vakıf olmadan “o gazetenin” de kıymeti, önemi, deruhte ettiği vazife ve sorumluluğunu gerçek mânâsıyla anlamak kolay değildir. En zor şartlarda, bunca imkânsızlık içerisinde, kapanma ve yok olma pahasına; “o dâvâ ve o adam” için yola çıkıp korkmadan, ürkmeden, her şeye rağmen onları müdafaa etmek yürekliliği ve cesaretini gösteren “o gazete: Yeni Asya!” Yeni Asya’yı farklı ve asil kılan işte bu duruştur! “Tirajı değil imajı” şiâr edinen ve öne çıkaran Yeni Asya farkı budur işte! Bu sırlı ve cesur duruşu ve davranışı anlayanlara da, gerçek mânâda anlamak isteyenlere de kolay gelsin! 23 Mart’ta, “o dâvâsına ve o dâvâ adamı Üstadına” yakışan bir şekilde mükemmel bir muhteva ve ekle çıkan işte o gazeteyi, Yeni Asya’yı ve onda emeği geçen başta cefakâr ve vefakâr bütün personelini, dünyanın dört bucağına dağılmış bütün sadık okuyucularını en kalbî hislerimle tebrik ediyor, alkışlıyorum. Hizmetlerinin ve başarılarının ve devamı için Cenâb-ı Hakk’a duâ ediyorum.
26.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Bir başkasın İnebolu |
Geçtiğimiz hafta mânevî bir altın şehir olan İnebolu ilçe merkezinde idik. İnebolu’ya giderken 1850 rakımında geçit vermeyen karlı Ilgaz Dağları gibi, Kastamonulu can dostları gündüzün akşamında bırakmadılar. Vakıf binalarında üniversiteli gençlere ve gelen can dostlarına “İhlâsın sırları” başlıklı bir kısa seminerde bulunduk. Sabahında, uzun yılların cengâver fedakârı ve açık sözlü dâvâ kardeşim İbrahim Vapurlu’nun hizmet minibüsüyle ve üniversiteli gençlerle İnebolu’ya vâsıl olduk. Son dönemlerde ara verdiğimiz ve hasretinde olduğum, Karadeniz’in incisi İnebolu’ya dâvet üzerine vâsıl olduğumuzda, tahminlerin ötesinde ve numune-i imtisâl olacak gençlerin hizmetiyle muhatap olduk. Nurânî hizmetlere el ve kollarını açmış, fevkalâde bir muhabbet içinde meşveret esasına dayalı bir ahenk içinde bulduğum gençlerle İnebolu’nun esnaflarını gezerken, maddî ve manevî sahada geçmişe nazaran, hadiste buyrulduğu gibi “iki günlerinin müsavi olmadığını” sevinç ve sürurla müşahede ettim. İslâm, iman ve Kur’ân’a hizmet etmiş saff-ı evvel büyüklerimizin kabirlerini de ziyaretten sonra, aynı günün gecesinde İnebolu’daki 5 katlı Yeni Asya temsilciliğinin seminer salonunda çok kalabalık mümtaz bir cemaate, dilimizin döndüğü kadar âyet ve hadislerin ışığında “Bediüzzaman'da kardeşlik ve mesajları” konuları üzerinde durduk. Özetle: Uhuvvet Risâlesi, sosyal hayata bakan 230 âyetten 3 âyeti almış. “Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.”1 “Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.”2 “Takva sahipleri; öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir-Allah ise iyilik yapanları sever.”3 Hz. Bediüzzaman bu âyetlerin tefsirinde diyor ki: “Evet, tevhid-i imanî elbette tevhid-i kulûbu ister. Vahdet-i itikad dahi vahdet-i içtimâiyeyi iktiza eder.”4 Yine diyor ki: “Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar birbir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir…. Kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın..”5 Yine eserlerinin bir çok yerinde “Ey ehl-i iman aşireti.. Ey âlem-i İslâm“ ifadeleri çok manidardır. Meselâ yine Mektubat'ında “Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız...” (22. Mektub) buyuruyor. Vefatının 50. vuslat yılını idrak ettiğimiz büyük gönül sultanı Hz. Bediüzzaman’ın ifadeleri yıllar geçtikçe daha da ilgi çekmekte ve cazip hâle gelmektedir. Çünkü sözlerin kaynağı doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakim ve Hz. Peygamber (asm) Efendimizdir.. Bununla birlikte; Medresetüzzehra Üniversitesinin ana unsurları ve gayesi, Bağdat Paktı’ndaki sulh-u umuminin ve selâmet-i âmmenin mukaddemeleri, bütün bunların karşısında zındıka komitelerinin bu birlik ve beraberliği bozmalarındaki sinsice ve vicdan dışı hareketlerin olduğu ve bu hadisata rağmen gayr-ı müslim dünyasının İslâmiyete ve Risâle-i Nur'a bir halaskâr olarak bakmaları ve Akdamar Adasındaki gayenin dünyaya yayılması gibi müşahhas örneklerle saatlerimizi geçirdik. Bu hizmetin deruhtesinde başta Rasim Sürav Ağabeyimiz olmak üzere, M. Yılmazlara, S. Gültekinlere, Özgürlere, M. Feyzilere, Receplere, Fatihlere, Salihlere ve emsâli kardeşlerime binler tebrik ve binler teşekkürler. Hakikaten bir başka İnebolu..
Dipnotlar:
1- Hucurat Sûresi, 49: 10. 2- Fussılet Sûresi, 41: 34 3- Âl-i imrân Sûresi, 3: 134. 4- Mek. 22. Mektub, BSN. 5- Mek. 22. Mektub, BSN.
26.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Riyadan şirke, şirkten riyaya yollar var |
Necati Bey: “‘Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Allah’a ortak koşmalarıdır. Ben, güneşe, aya ve puta tapacaklarını söylemiyorum. Fakat Allah rızası dışında yapılan amelleri ve gizli arzuları kast ediyorum’1 hadisinin izahını yapar mısınız?”
Peygamber Efendimiz (asm) riyaya, farkında olunmayan bir şirk olarak dikkat çekiyor. Anlaşılıyor ki, riya ve gösteriş şirkten başka bir şey değildir. Nitekim kalp yalnız Allah’a aittir. Bir kalbe iki “ben” yerleşmez. Şirk, Allah’a ortak koşmak, Allah’a eş koşmak, Allah’ın iki ve daha fazla olduğunu iddiâ etmektir ve böyle bir iddia büyük günahların başıdır. Cenâb-ı Hak: “Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Bundan başka günahları ise, dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşana gelince, artık o haktan pek uzak bir sapıklıkla sapmış gitmiştir”2 buyuruyor. Bahsettiğiniz hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, bilinen açık şirkten başka bir de gizli şirk vardır ve Peygamber Efendimiz (asm) ümmetinin açık şirke düşeceğinden değil, gizli şirke düşeceğinden endişe duyuyor. (Demek oluyor ki, Peygamber Efendimiz (asm) ümmetinin açık şirke düşmeyeceğinden emin bulunmaktadır.) Şu halde şirk iki türlüdür: 1- Açık şirk. 2- Gizli şirk. 1- Açık şirk: Doğrudan Allah’a eş koşmak, Allah’ı bildiği halde Allah’tan başka şeylere tapmaktır. Meselâ güneşe, aya ve puta tapmak şirktir. Bu hususta azamî titremek lâzım: Kimi zaman şirk-i hafînin açık şirke ve küfre kapı açıyor olması kanımızı dondurmaktadır. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Enaniyetten neş’et eden şirk-i hafî katılaştığı zaman esbab şirkine inkılâp eder. Bu da devam ederse küfre tahavvül eder. Bu dahi devam ederse, ta’tile, yani halıksızlığa incirar eder. El-iyâzü billah!”3 2- Gizli şirk ise, riya gibi, gösteriş gibi, desinler için amel yapmak gibi, amel ve davranışlarımızda yüzümüzü Allah’tan başkasına çevirmek, Allah’ın rızası olmayan bir işte Allah’tan başkasından lütuf ve takdir beklemek, amel ve davranışlarımızda Allah’ın rızasını gözetmemek ve önemsememek, bunun yerine başkalarının rızasını benimsemek olarak tanımlanabilir. Ki, Peygamber Efendimiz’in (asm) ümmetinin düşeceğinden endişe buyurduğu amel budur. Burada, kişi farkında olmadan ameli için çıkış noktası olarak Allah’tan başka birisinin nazarını ve aferinini esas almış olmaktadır. Riyanın mahşerdeki görüntüsü hakkında Resûlullah (asm) Efendimiz şöyle buyurdular: “Kıyamet günü aleyhinde ilk önce hüküm verilecek olanlar şunlardır: Adam şehid olmuş olarak biliniyor. Huzura getirilir. Allah ona nimetlerini hatırlatır. O da ulaştığı nimetleri tanır ve kabul eder. Allah ona: ‘Bu nimetlere karşı ne amel işledin?’ diye sorar. Kul: ‘Senin yolunda cihad ettim. Nihâyet şehid edildim’ Der. Allah (cc): ‘Yalan söyledin! Bilâkis sen cesâretlidir, kahramandır denilmek için savaştın ve nitekim hakkında da öyle söylenmiştir’ buyurur. Sonra emir verilir de bu kimse cehenneme atılır. Diğer bir adam daha getirilir ki, ilim öğrenmiş, öğrendiğini başkasına öğretmiş ve Kur’ân okumuştur. Allah ona nimetlerini hatırlatır. Bu da nimetleri tanır ve itiraf eder. Sonra Allah: ‘Bu nimetlere karşı ne amel işledin?’ der. O da: ‘Senin rızân için ilim öğrendim. Başkalarına ilim öğrettim. Kur’ân okudum’ der. Allah: ‘Yalan söyledin! Sen âlim denilmek için ilim öğrendin. Ne güzel okuyor desinler diye Kur’ân okudun! Gerçekten sana bunlar da söylendi’ buyurur. Emir verilir ve adam cehenneme atılır. Bir başkası daha getirilir. Allah’ın kendisine bol nimetler verdiği ve her çeşit maldan bolca ihsan ettiği bu adama Allah nimetlerini hatırlatır. O da bu nimetleri hatırlar ve itiraf eder. Cenâb-ı Allah: ‘Ne amel işledin?’ buyurur. Adam: ‘Senin verilmesini istediğin bütün yerlere Senin rızan için verdim yâ Rabbi’ der. Allah (cc): ‘Yalan söyledin. Bilâkis sen cömert bir kimsedir desinler diye verdin. Nitekim senin için bu da söylenmiştir’ buyurur. Sonra emir verilir, adam cehenneme atılır. Sonra Resûlullah (asm) Ebû Hüreyre’nin dizine vurup: ‘Ey Ebû Hüreyre! Bu üç kimse, Kıyamet günü, cehennemin, aleyhlerinde kabaracağı Allah’ın ilk üç mahlûkudur!’ buyurdu.”4
Dipnotlar:
1- C. Sağir, No: 1248. 2- Nisâ Sûresi: 116. 3- Mesnevî-i Nuriye, s. 155. 4- Müslim, İmâret 152, (1905); Tirmizi, Zühd 48, (2383); Nesâi, Cihâd 22, (6, 23, 24).
26.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Asiye Teyzenin umre hazırlığı |
Geçtiğimiz Mevlid Kandilinin ertesi sabah görüştük Asiye Teyze ile. Onun hayatından kesitler; çektiği sıkıntılara karşı sabırlı ve tevekküllü olması onu manevi bir olgunluğa, yüceliğe nasıl eriştirdiğini anlamaya, tanımaya değer bir şahsiyet. Beş yüzlük tesbihi ile uyanık geçirdiği geceler, dualar, zikirler ve salavat-ı şerifeler onu kalben ve ruhen ileri mertebelere yüceltmiş. Asiye Teyze, yıllardır özlemini, aşkını ve sevdasını çektiği mukaddes beldelere, Kâabe’ye ve Allah’ın Resülüne olan bir yolculuğun arefesinde. İlk defa yetmiş beş yaşında, böyle bir umre ziyareti ile oraları görmenin, kavuşmanın heyecanını yüreğinde yaşıyordu. Bu ziyaret öncesi Mevlid Kandili gecesinde huzurevinde sabaha kadar ışığı sönmeyen odalardan birisi de onun odasıydı. Beş gün sonra umre yolculuğu başlayacak olan Asiye Teyze, gece yaptığı ibadetleri, duaları ve gece çalışan personele yaptığı sohbetleri, muhabbetleri ve gece ikramlarını kısaca söyleyip, sürekli olarak umre yolculuğu için hazırlıklarını, meraklarını, heyecanlarını anlatıyordu. Yolculuk için çantasını, valizini günler öncesinden hazırladı. Bir huzurevi sakini olarak bütün dünyalığı ve varlığı da zaten o valizin içinde toplanmıştı. Elinden, harçlığından arttırıp biriktirdiği tasarrufu, onu umre yolculuğuna götürüyordu. Hayatı boyunca çektiği sıkıntıların, acıların, yoklukların karşısında sabırla, azimle, dua ve tevekkülle durması, her musibette Allah’a sığınmasının neticesinde, Allah’ın kendisine nimetler ikram ve ihsan ettiğinin farkında; bu ikramlardan bir tanesinin de bu yaşta lütfettiği gideceği yolculuk olduğunu biliyor. Pasaportu aldığı günden bu tarafa buralarda olmadığını, aklının, kalbinin, ruhunun oralarda olduğunu söylüyor. Asiye Teyze on beş yaşında evlenmiş. O yıl eşi Kore’ye asker olarak gitmiş, savaşa katılmış. Savaşın en şiddetli ve dehşetli durumlarını yaşamış. Etrafındaki arkadaşları hep şehit olmuş. Kurşunların yağmur gibi yağdığı cephede herkes can derdindeymiş; cesetlere, yaralılara basarak savaş ortamında taarruz ederek, mevzide görevini yapmış, savaşmış. Sonunda ruhî sıkıntılar ve bunalıma girmiş bir Kore gazisi olarak, üç-dört tane madalya ile memleketine dönmüş. Askerden dönünce çok asabi, çok hırçın birisi olarak çabuk kızıp sinirlenen, sinirlendiği zaman ortalığı yakıp yıkan bir yapıya sahip olmuş. Bu yüzden çocuklarını ve Asiye Teyze’yi çok dövermiş. O, bütün bunlara yıllarca sabırla, tahammülle dayanmış. Eşi vefat etmeden beş çocuktan iki tanesini evlendirmişler. Eşi vefat ettikten sonra kalan üç çocuğunu da kendisi evlendirmiş. Zaman geçmiş durumları düzelmiş, beş katlı ev yaptırmışlar Aydın-Söke’ye. Daha sonra oğlu iflas edince bütün evler, mallar ve paralar bir anda yok olmuş. Bu yokluklar, sıkıntılar ve kayıplar Asiye Teyze’de kazanca dönmüş. O kayıp olanlara, gidenlere, batanlara değil; yüzünü ve gönlünü varlıklar, zenginlikler, güzellikler kudret elinde bulunduran Allah’a yönelmiş. Aradığını, beklediğini, umduğunu O’nda bulmuş bir bahtiyar. O’nun sevgili Resülüne aâşık olmuş bir ihtiyar. Oğlu Mevlüt ameliyat olmuş ve ameliyatlı iken hastaneden annesine telefon etmiş, mukaddes yolculuk için uğurlamaya gelemeyeceğini söylemiş. Rüyasında annesinin vefat ettiğini gördüğünü söylemiş. Annesi de telefonda o mukaddes topraklarda kalmak için dua ettiğini oğluna bildirmiş. Gözü, gönlü saf Asiye Teyze radyo programlarından tanıdığı Bediüzzaman’a hayranlığı var. Onunla ilgili radyodaki konuşmaları, dersleri hayranlıkla dinlediğini söylüyor. Asiye Teyzenin dilinden düşürmediği duası: “Allahın azabına da, lütfuna da, kahrına da şükür. Bir değil binler kere hamd ü senalar olsun. İmanımız yoldaş, mekanımız cennet olsun. Allah gönlümüzün muradını versin.” Mevlid Kandili günü huzurevinde yaşlıları ziyaret ettiğimde herkeste bir heyecan ve hazırlık görürüm. O gün bir telaştır, gider. Kimisi o günü oruçlu geçirir, kimisi mevlid okutur, Kur’an okutur, şeker dağıtır. Ziyaret gelen herkese, o günün kandil olduğunu; bol bol salavat-ı şerife, namaz, dua, şükür, zikir, tesbih edilmesini tavsiye ederler. Bunlardan bir tanesi de Asiye Teyze. Gideceği Umre yolculuğunda ona hayırlı yolculuklar temenni ve duası ile Allah’a emanet ediyoruz.
26.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Çamur, atanı kirletir |
Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin telif ettiği Risâle-i Nur eserlerinin geniş kitlelere ulaşmış olması ve her yıl vefat yıldönümlerinde daha kalabalık dâvetlilerle yâd edilmesi bazı çevreleri rahatsız etmiş gibi görülüyor. Bediüzzaman’ın eserleriyle ve fikirleriyle mücadele edemeyenler, onun şahsına hakaret etmeyi deniyorlar. İsmini zikretmeye bile gerek olmayan bir kişi, güya ona çamur atmayı denemiş. Sıraladığı hakaretlerin en hafifi şu şekilde: “Şu sıralarda onu, ölümünün 50. yılı diyerek tantanalarla anıyorlar.” Diğer hakaretlerini hatırlatmaya bile gerek yok. Baştan aşağı tarihî gerçeklere ve insafa aykırı iddiaların ‘köşe yazısı’ diye sıralanmış olması, Risâle-i Nur’a karşı bir planın habercisi de olabilir. Demek ki aydınların Risâle-i Nur ve Bediüzzaman ile ilgili müsbet görüş bildirmesi, anma toplantılarının bütün Türkiye’de devam etmesi; karanlıktan hoşlananları rahatsız etmiş... Herkesin Risâle-i Nur eserlerini okumasını ve Bediüzzaman’ı ‘Üstad’ bilmesini elbette beklemiyoruz. Tabiî ki, gönlümüz öyle olmasını arzu eder; ama bunun için sadece dua ederiz. Biliyoruz ki, Risâle-i Nurları okumak da bir nasip işidir. “Nur”dan hoşlanmayanların olması, insanların alçalabilir veya yükselebilir geniş bir fıtrata sahip olarak yaratılmış olmasının bir neticesidir. Risâle-i Nur’da yazılanlara itiraz etmek ayrıdır, onun müellifine hakaret etmek ayrıdır. Risâle-i Nur’u ve Bediüzzaman’ı anlamadığı, bilmediği için itiraz edene meseleleri izah etmek mümkün iken, iftira atan ve hakaret edenleri muhatap almak mümkün değildir. Çünkü, onların maksadı bir şeyi daha iyi öğrenmek değil, aksine provokasyon ile ortalığı karıştırmaktır. Bu tuzağa da düşmemek için, kem sözün sadece ve sadece sahibine ait olduğunu bilmekte fayda var. Aslında bu iddialara ve hakaretlere en büyük tepki, bu yazıyı kaleme alan gazeteyi yayınlayan medya grubunun içinden gelmelidir. İnsaflı olan herkes bu hakaretlere karşı çıkar ve çıkmalıdır. Hakaret ederek bir yere varabileceklerini düşünüyorlarsa hata ediyorlar. Nasıl ki güneş, üflenmekle sönmez; aynı şekilde milyonların okuduğu ve istifade ettiği Risâle-i Nur’a ve müellifine hakaret ederek hiç kimse bir yere varamaz, ona karşı duyulan sevgi ve hürmeti sarsamaz. Bediüzzaman ve Risâle-i Nur muhabbeti köklü bir sevgidir ve bunu sarsmayı deneyenlerin gayreti boşa gitmeye mahkûmdur. Bugün bu hakarete imza atanların ‘ağa-babaları’ da geçmiş yıllarda bunu denemiş, ama Risâle-i Nur’a ve Bediüzzaman’a atılan çamurlar, atanların yüzüne dönmüştü. Hiç şüphemiz yok ki, bugün çamur atanlar da millet nezdinde kınanmayı hak ediyor. Ve yine hiç şüphemiz yok ki bu hakaretler, hakaret eden ve ettirenlerin rağmına Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’a duyulan sevgi, saygı ve muhabbeti kamçılayacak..
26.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Arkeolojik kalıntılar çok var |
AKP anayasa değişiklik taslağını kamuoyuna sundu. 23 asıl 3 geçici maddeden oluşan paketi muhalefete götüren AKP beklendiği gibi Meclis içinde destek bulamadı. Pakete yüksek yargıdan da tepkiler var. Üst üste yapılan toplantılar ve açıklamalarda değişikliğin anayasa aykırı olduğu ve yargıyı ele geçirme çalışması olarak değerlendirilirken sert açıklamalar geliyor. Yargı bir bakıma direniyor. AKP kurmayları siyasî partilerden sonra sivil toplum örgütlerine pakete sunarken, destek bekliyorlar. Bugün akşama kadar gelecek teklifleri bekleyecek olan AKP, paketi Pazartesi günü “tasarı” olarak Meclis’e sunacak. Paket sunulurken “usul hatası” yapılmadı denilse de aslında yapıldı. Çünkü paket bir zarf içerisinde ziyaretlerde takdim edildi. En azından hazırlanmasının ardından ziyaretlere gidilmeden birkaç gün önceden gönderilip, karşı tarafında bir hazırlık yapmasına fırsat verilebilseydi. Hazırlık bir sır gibi saklandı. Hatta AKP kurmayları görüşmelerin başlayacağı gün Meclis’te saat 10.00’da yaptıkları basın açıklamasında dahi paketi basına vermediler ve Saat 11.00’de partinin internet sitesinde yayınabileceğini söylediler. Aynı günü Meclis’te gurubu bulunan partiler ziyaret edilip, paket zarf içerisinde takdim edildi. CHP’nin zarfı dahi açmadığı söyledi. Aynı günü akşamı da medyanın Ankara temsilcilerine bir otelde bilgi verildi. AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in organize ettiği yemekte başta Cemil Çiçek, Sadullah Ergin, Bozdağ, Beşir Atalay, Ahmet İyimaya, Haluk İpek Ömer Çelik vardı. Çiçek ve Ergin paket hakkında bilgi verirken, sabah yaptıkları basın toplantısında söylediklerini tekrar anlattılar. 1982 anayasanın artık Türkiye’ye dar geldiğini, anayasanın bizatihi kendisinin sorunların kaynağı olduğunu söylediler. Ve sık sık “hakikaten geniş bir uzlaşma ve katkı” aradıklarını tekrarladılar. Bu safhada hiç kimseyle polemik yapmak istemediklerini de dile getirdiler. Çok sayıdaki soruyu da cevaplandıran AKP kurmayları, yüksek yargının bireysel açıklamalarına cevap vermeyeceklerini ısrarla vurguladılar. Burada özel bir televizyon temsilcinin sorduğu, “Madem referandum dâhil birçok şeyi göze aldığınızı söylüyorsunuz. Neden anayasanın tümünü değiştirmiyorsunuz?” sorusunun cevapsız kalması dikkat çekiciydi. Bu soruya cevap verilmedi ancak, başka sorulara verilen cevaplardan anlaşılıyor ki. Anayasada değiştirilecek başkaca maddelerin olduğu kabul ediliyor. Çiçek’in “Keşke yepyeni bir anayasa yapılabilseydik. Anayasada birçok arkeolojik kalıntılar var” demesi de bunun ispatıydı. AKP’nin bu aşamada polemiklere girmemesi, gelen eleştirilere cevaplar yetiştirmemesi dikkat çekici. Çiçek bunu da şöyle izah ediyor. “Polemiklere girersek, yerimizde sayarız. Kırmızı ışıkta benzin yakmak gibi bir şey olur, mesafe alamayız…” * * * Gelinen noktada, AKP’nin paketi, büyük ihtimalle muhalefetten hiç destek göremeyecek. Bu durumda da paket referanduma gidecek. Ancak burada kritik bir sürecin yaşanacağı görülebiliyor. 336 milletvekili olan AKP’nin her madde de 330’u bulmasının zor olabileceği konuşulmaya başlandı. Bu durumda paketteki maddeler 330’u bulamazsa düşmüş oluyor. Paketin tümü 330’un altında kalırsa da paket tümden düşmüş oluyor. Bu yüzden paketin gelen talepler dikkate alınarak genişletilebileceği ilk ağızlardan söylenmeye başlandı. BDP ve DSP’nin pakette yer almasını isteğini maddeler var. Burada bir milletvekilinin dahi oyu önem taşır noktaya geliyor. Görülen o ki, paket Pazartesi günü AKP’nin teklifi olarak Meclise sunulacak. Paket komisyonda veya genel kurulda bir kazaya uğramazsa Haziran’ın ortalarında da referanduma sunulabilir. Şimdilik AKP’nin “öngörüsü” bu yönde. Gelinen aşamada paketin yetersiz olduğu konusunda bir görüş ortaya çıktı. Bu aşmada keşkeler artıyor. Keşke, yeni bir anayasa yapılabilseydi. Milletin anayasası olacağı için keşke daha fazla mutabakat ve uzlaşı sağlanabilseydi. Keşke… Keşke... Keşke… Bu aşamada “keşke”leri bir kenara bırakıp, paketin genişletilmesi anayasanın demokratikleşmesine katkı sağlayacağı muhakkak. Bu saatten sonra yeni bir anayasa yapmak neredeyse imkânsız. Çünkü böyle bir irade ortada gözükmüyor. Neticede ihtilal ürünü anayasaya bir yama daha atılmış olacak. O ruh silinmeyecek. Ancak, burada paketin anayasanın demokratikleşmesine katkı sağlayacağını da söylemek lazım. Bir adımdır ama son adım değildir. Referandumda risklerin de olabileceğini yabana atılmıyor. Hükümet için bir güven oylamasına dönüşme ihtimali de çok yüksek. Referandumdan sonra erken seçimin kaçınılmaz hale gelebileceği daha şimdiden dillendiriliyor. Burada unutulmaması ve zarar verilmemesi gereken konu milletin seçtiği Meclis’in anayasayı seçme yetkisine sahip olduğu konusu. Elbette Meclis anayasayı değiştirebilir. İhtilâl anayasasını tümden de kaldırabilir. Bu iradeye zarar gelecek söylemlerden kaçınmak gerekir. Ve yeni bir anayasa talebi de hep gündemde tutulmalıdır. Geldiğimiz nokta bu. Anlaşılan önümüzdeki günlerde anayasa değişikliğini çokça konuşulacağız. İzlemeye ve notlar aktarmaya devam edeceğiz. Sonucu da bekleyip hep birlikte göreceğiz.
26.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Belâ zihniyet… (1) |
Birileri, bayat isnatlarla yine Bediüzzaman’a dil uzatmış… Ülkemizin, İslâm dünyasının ve topyekûn insanlığın mânevî bunalım ve problemlerine, demokratikleşmeden Güneydoğu meselesine, din ve fen ilimleri ilişkisinden toplumun ve gençliğin ıslâhına, çevre konularından en talî içtimaî meselelere Kur’ânî çözümler getiren çağın tefsiri Nur Risâlelerinin mânevî ve fikrî mesajını, tıpkı inkârcı zihniyet dedeleri gibi hazmedemeyip, her dönem ısıtılıp piyasaya sürülen iftiraları tekrarlamış. Evvela şeytanları dahi inandıramayacak kocaman yalanlarla Bediüzzaman’a ilişme ve ismini çarpıtma cür’etinde bulunmuş. Milletin başına belâ olan mâlûm dinden bîbehre fitne odakları hesâbına kalemini fitne ateşine odun yapmış. Yüksünmeden, yalan olduğunu bile bile “iftira kampanyası”na katılmış. Uydurmalarına, aynen sâkim zihniyet cedleri gibi “Said Nursî’nin isminin ‘Kürt Said’ olduğu bühtanıyla başlamış. Gerçek şu ki Osmanlı devletinin coğrafî terkibinde ve resmî devlet salnâmesinde, Osmanlı nüfus kayıtlarında Karadeniz bölgesine örneğin “Lazistan”, Gürcülerin yaşadığı bölgeye “Gürcistan” denildiği gibi, Doğu Anadolu’ya “Kürdistan” denilirdi. İşte buna izâfeten Bediüzzaman, Osmanlı devletinin son döneminde “Kürdî” lâkabını kullanır. Ancak Osmanlı’dan sonra bu “lâkabı” kullanmaz; bütün kitaplarını ve mektuplarını bizzat “Said Nursî” diye imzalar. Eski yazılarında kullandığı “Kürdî” ve diğer lakapları “Nursî” olarak değiştirir…
“SAİD NURSΔ İSMİNE KASDEN “KÜRDΔ İSNADI… Daha hayatta iken tabettirdiği “Tarihçe-i Hayatı”nda da yer alan 1935’teki Eskişehir Mahkemesi Müdafaasında ismi “Said Nursî” iken kendisine kasden “Said-i Kürdî” diyenlerin sinsî desîselerini deşifre eder. “Hakkımda sarf edilen bir tâbirdir ki, ismim Said Nursî iken, her tekrarında ‘Said Kürdî’ ve ‘Bu Kürd’ diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem âhiret kardeşlerimin hâmiyet-i milliyelerine (milliyetçilik hislerine) ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mâhiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir” açık itirazında bulunur. (Tarihçe-i Hayat, 200-203) İsminin “Said Nursî” olduğunu bizzat eserlerinde ifâde eder. Osmanlı döneminde doğduğu bölgeye atfen kullanılan “Kürdî” lâkabının ırkî bir anlamın ötesinde, doğduğu bölge adından geldiğini ifâde eder. Osmanlı döneminde yazdığı, sonradan eline geçen makale ve kitaplarını tashihte “Kürdistan” kelimelerinin çoğunun üzerini çizerek kalemiyle “Şarkî Anadolu” diye değiştirir. Hatta Osmanlı’nın son döneminde Şark’taki aşiretlere verdiği “içtimâ-î hayatımıza nâfî (menfaatli) hürriyet ve meşrutiyet dersleri”nde, “Ey Kürtler!” diye başlayan bazı hitaplarını dahi “Ey bu vatan evlâtları” olarak değiştirir. O gün Doğu’daki Kürt aşiretlerine verilen bu derslere bütün vatandaşları muhatap kılar. Keza yekûnuna yakını beraatla neticelenen, kendisinin ve Nur Talebelerinin yargılandığı mahkemelerde haklarında hazırlanan iddianâmeler, resmî evraklar üzerindeki işlemler hep “Said Nursî” ismiyledir. Bunun içindir ki altı bin sayfalık Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı’nın bütününe ve hatta daha evvel yazdığı “Münâzarât” ve “Sünûhat” gibi “Eski Said Dönemi Eserleri”ne “Said Nursî” imzasını atar; eski mektuplarındaki “Kürdî” kelimesinin yerine “Nursî”yi yazar…
ALÇAKÇA VE VİCDANSIZCA BİR DESÎSE… Bediüzzaman’ın bu konudaki görüşleri kitaplarında, mektuplarında ve savunmalarında yer almakta. Bütün beyânlarına mukabil sonradan “bu lâkab”ın kullanılmasının iyi niyetle alâkası olmayan kasdî anlamlar taşıdığını belirtir. Yargılandığı mahkemelerdeki, resmî-gayr-ı resmî beyân ve belgelerdeki, risale ve yazılarındaki “Said Nursî” imzasına rağmen, “Kürdî” isnadının arka plânını deşifre eder. “Said Nursî” ismine karşı “Kürt Said” yakıştırmasının, “Frengilik (Batıcılık) hesâbına sahtekâr bir surette Türkçülüğü kendine perde eden ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfuruş (milliyetçilik taslayan) mütecâviz mülhidlerden (dinsizlerden)” geldiğine dikkat çeker. Bunu “frenkmeşrep” dediği ecnebi hayranı Batı felsefesiyle dinden kopan ve ırkçılık uğruna birçok mukaddesatı fedâ eden “sahte Türkçüler”in ve “mülhid münâfıkların en son ve alçakça ve vicdansızca aleyhinde istimal ettikleri bir silâh ve vicdansızcasına bir desise” ve propaganda olarak niteler. (Barla Lâhikası, 149-150; Mektûbat, 407-412; Tarihçe-i Hayat, 200-20; Eski Said Dönemi Eserleri, 185-186)
MÜFTERİLERİN YÜZLERİNE ÇARPILACAK… Hakikaten, “Bin seneye yakın, Kur’ân’ın bayrağını cihânın cihât-ı sittesinin (altı tarafının) etrafında galibâne gezdiren bu vatan evlâtlarına, İslâmiyet hesabına müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım” diyen Bediüzzaman’ı, birçok imzasından bir imzası olan ve kısa bir dönem kullandığı “Kürdî” kelimesiyle iftiraya hedef yapmanın, ilim haysiyetiyle ve iz’ânla bir ilgisi yoktur. Âyet ve hadisle ırkçılığı reddeden risaleleri bir yana. “İslâmiyet ordularının en kahramanı olan Türklerle meslek-i Kur’âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası (gereği) olduğundan, bana ‘Kürd’ diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakîki ve civânmert bin Türk gençlerini işhâd edebilirim (şâhid gösterebilirim)” ifâdesine karşı Bediüzzaman’ı “ırkçılık”la ithamın menhus maksadı sırıtmakta. Herkesin bölgesine ve doğduğu yere atfen lâkap kullandığı bir devirde, bir süre istimal ettiği “Kürdî” lakabını dillerine dolayarak Bediüzzaman’ı “ayrılıkçı” gibi gösterme saldırısının, kimi farmason mihraklara, İslâm düşmanı müfsid mihraklara “şirin” gözüküp ecnebî kaynaklı ifsad şebekelerine dalkavukluk amacını taşıdığı ortada… Ne var ki tarihe, gerçeklere saygısız sakim çarpıtmalar ve menhus iftiralar artık işe yaramıyor. Çünkü bühtanların bütünü çoktan çürütülmüş ve tek tek ibret-i âlem olarak müfterilerin yüzlerine çarpılmış. Yine de çarpılacak…
26.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Almanya’da gençlik... |
Zaman zaman toplumun belli yaş grupları ve cinsiyetleri üzerine yapılan sosyal araştırmalar, dikkatimizi çekiyordu. Bugünlerde Köln’de bulunan Rheingold Vakfı Münih’teki Axel Springer grubuna bir araştırma yaptırmış. Çalışmanın neticesi “gençlik ve problemleri” hususundaki endişelerimizi seslendiriyor. Tamamen olmasa da kısmen müşahhaslaştırılmış meseleleri öncelikle paylaşmak istiyoruz. Araştırma 12-17 yaş grupları üzerinde yapılmış. Kendilerini daha ziyade fildişi kulelerde herşeyin tozpembe göründüğü bir dünyada bulan gençlerin ortak özelliği “tüketim cennetinde” yaşamaları. Çocukluktan gençliğe ayak bastıklarında herşey güzel ve mükemmel görünse de, zamanla erken uyarılan duygular, enaniyetin erkenden kuvvet bulması, ihtiyaçların da bu paralelde gelişerek gitmesi, tozpembe tabloları yavaş yavaş ortadan kaldırıyor. İhtiyaçların hissedilmesiyle birlikte “sınıflanma” erkence başlıyor. Zengin, istediğini alabilen ve normal hayat sahiplerinin yanı sıra yoksul, devletin himayesine muhtaç ve çaresizler... “Bugünün gençleri biraz daha tedirgin, mutsuz ve ümitsiz” diyor araştırma... Düne kadar meslek eğitimi veya başka bir yol ile ayaklarının üzerinde kalmayı düşünen gençlerin sayısı erimiş. Sınıflar arası mesafe gittikçe açılıyor: Ya oldukça zengin veya yoksullukta hüzünlü bir ölümü bekleyen gençlik... Araştırma “başkaldırıyı” gündeme getirmiş. Sosyal neticenin faturasını çevresine kesen, çevresiyle mücadele içindeki gençliğin büyüklerine karşı tutumu da oldukça menfî. Onları; arzularına evet dediklerinde müdahaneci veya ikiyüzlü, hayır dediklerinde ise zalim ve cebbar olarak niteliyorlar. Çok erken uyandırılmış ve sanal âlemlerle gelişmiş gençliğin “baba evini” erkence terk etmesine dikkat çekilen çalışma, gençlerin ikinci bir yuva arayışını vurguluyor. Yaşantısına karışmayacak, zevklerini tatmin edecek bir yuva. Ailenin yerine getirmekte âciz kaldığı isteklerine cevap verebilecek bir barınak. Ebeveynler bu tip gençleri daha çok sanal dünyanın kapıları olan aletlere yönlendirerek onları teskine çalışıyorlar. Fakat bu hal kavgaları geciktirse de şiddetini azaltamıyor. Yaralamalara varan birçok kavga ve tartışmayı anne-baba daha çok halıların altına süpürüyor. Axel Springer’in ilim adamları ve psikologları problemleri tesbit ederken, çözümde “çözümsüzlüğe giden” yolu gösteriyorlar. Rusya’nın disiplinli eğitimini tenkit etmek elbette çözüm değil. Peki, inançtan, ahlâktan, insanî değerlerden mahrum yetişen bu gençleri ne ile dizginleyecek ve nasıl terbiye edeceksiniz? Materyalist felsefeyi esas ve Freud’u örnek almış psikologların “zincirlenme,” “terbiye,” “itaat,” “hürmet” gibi kelimelerden hoşlanmadığını kabul ettiğinizde; demokrasiye inanmayan ve kas kuvvetini esas alan gençliği nasıl durduracaksınız ki... Rheingold’un araştırması da söz konusu gençlikteki biyolojik ve psikolojik gelişim tezadını ortaya koyuyor. 17 yaşına gelmiş bir gencin, henüz sekiz-on yaşlarındaki çocuklar gibi çocukça isteklerindeki direnmeler, tembellikler, serkeşlikler ilginçtir. Hatta psikolojik gelişimi de tezatlarla dolu. Bu gençler egolarını tatmin, hayvanî isteklerine ulaşma ve zevklerince yaşamada “Büyüdük!” derlerken insanî vazifelerinde tamamen dipte gözüküyorlar. Axel Springer adına çalışmayı yapan psikolog Stephan Grünsewald ile Dr. Daniel Salber’in çalışmaları bizi ümit yerine karamsarlığa sürüklüyor. Gençliği; aktif hayatı yaşayanlar, kendilerini reel âlemden tecrit ederek hayal dünyasında yaşayanlar, yani sanal dünya meftunları ve “uyuyanlar” olarak gruplandırmışlar. İkincisi izole olduğundan, geriye iki sınıf gençlik kalıyor ki, yalnızca anarşi, isyan, kaos ve kuvvete dayalı mücadeleyi temsil ediyorlar. Siyasetçilerin yalan ve hileleri bu gençliği “antidemokratik” bir boyuta taşımış. Hayvanî hürriyeti esas alan bu inançsız ve insanî değerlerden mahrum gençliğin misyonunu Rheingold Vakfı’nın araştırmasında okurken, hakikaten endişeye kapılmamak mümkün değil. Nesiller arası çatışmayı tekâmülün motoru kabul eden, gençlikteki isyanı pozitif kabul eden ve kuvvetlinin zayıf üzerindeki baskısını normal karşılayan bir anlayışın nereden kaynaklandığını, okuyucularımız bizden daha iyi bilirler. Çocukların önündeki oyuncakların alınması onları elbette huysuzlaştırır. Ama çocuklar zayıf olduklarından fazla zarar vermezler. Bir yönüyle çocuk kalan bu gençliğin oyuncaklarına dokunulduğu zaman ise, iç savaşa kadar gidebilecek bir süreci ortaya koymaya çalışan “bilimsel çalışma,” bir taraftan anarşi ve kaosu körüklerken, diğer yandan tedbir almak mecburiyetinde kalacak fert ve müesseselere gözdağı vermeye çalışıyor. Elbette Almanya’daki gençlik bundan ibaret değil. Fakat kilise, sivil toplum, siyasetçiler ve camiler vazifelerini yapmazlarsa, söz konusu “bilimsel çalışma” haklı çıkabilir. Bu netice yalnızca Almanya için değil, Avrupa ve hatta Türkiye gençliği için de geçerli olabilir. Zira gençliği tahrip eden metod ve araçlar umumileştiğinden, tehlike de genelleşti. Onun için, Kur’ânî çarelere duyulan ihtiyaç da globalleşti.
26.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Teklifi dahi yasak! |
Daha evvel de konu gündeme geldiğinde etraflı şekilde işlemiştik. Yine ihtiyaç oldu, bir defa daha ele almamız gerekiyor. Anayasanın “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddelerinden söz ediyoruz. Bu ibare, 4. maddede geçiyor: “Anayasanın 1. maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2. maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3. maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” (Devlet ve Cumhuriyetin büyük harfle yazılması, anayasanın metninde öyle yazıldığı için.) Bu maddelere teker teker bakacak olursak: “1. Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.” Toplumun buna itirazı yok, tam tersine cumhuriyet benimsenmiş durumda. Sıkıntı, cumhuriyet adı altında, cumhuriyetin anlamıyla asla bağdaşmayan dayatmacı ve ayrımcı tavırlarla cumhuru dışlayan uygulamalardan kaynaklanıyor; cumhuriyetin demokratikleşmesi isteniyor. “2. Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” İşte en sıkıntılı madde bu. Doğru yorumlanıp öyle uygulanması kaydıyla “demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” niteliklerinde bir ihtilâf yok. Ama Atatürk milliyetçiliği gibi hukukî tarifi bulunmayan sübjektif, ideolojik ve tartışmalı bir kavramla, başlangıçtaki temel ilkeler işin içine sokulunca, yaşadığımız ve bir türlü aşamadığımız derin tıkanıklıklar ortaya çıkıyor. Bunların dayatılması demokrasi ve hukukla da çelişiyor. 2. maddeyle atıf yapılıp “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” zırhının korumasına alınan başlangıç kısmı da baştan sona problemli. M. Kemal’e “ölümsüzlük” atfedip onun inkılâp ve ilkeleri vurgusuyla başlayan ve “hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği” ifadeleriyle devam eden bu kısım orada durduğu sürece, hiçbir demokratik ilerleme kaydedilemez. Buradan 3. maddeye geçersek o da şöyle: “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı İstiklâl Marşıdır. Başkenti Ankara’dır.” Ülkeyi milletin önüne geçiren ilk cümlesiyle, mâlûm zihniyetin halka bakış açısını bir kez daha ortaya koyan bu maddenin diğer cümlelerinde itiraz ve tartışmaya konu edilecek birşey yok. Ama peşinden ayrı ve özel bir madde koyup, bunları “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” ilân etmeye de hacet yok. Çünkü kimse çıkıp “Resmî dili, bayrağı, millî marşı, başkenti değiştirelim” demez. Dese de kıyamet kopmaz. Dolayısıyla, anayasanın 4. maddesi, çağdaş dünyada benzeri olmayan bir garabet örneği olarak duruyor. Ve hukuk fakültelerinde okutulurken, hocalarla öğrenciler arasında, “Bu madde kalkarsa, güvenceye alıp korumaya çalıştığı ilk üç madde açıkta kalmaz mı?“ gibisinden alaycı diyalog ve değerlendirmelere konu oluyor. Bu itibarla, son olarak Cemil Çiçek’in herhalde başlangıcı da ilk 4 maddeye katarak bir defa daha tekrarladığı “İlk beşi dışında, anayasanın bütün maddeleri değişmelidir” söylemi yanlış. Tam tersine, düzeltmeye o maddelerden başlanmalı. Çünkü diğer maddelerde yapılacak değişiklikler, onlara takılıyor. Son örneği, başörtüsü yasağını üniversitelerle sınırlı olarak kaldırma iddiasıyla gündeme getirilip AKP-MHP oylarıyla Meclisten geçirilen iki maddelik değişiklik Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilirken gösterilen gerekçe ve dayanağın o maddeler olması. Demokrasimiz o maddeleri demokratikleştirecek olgunluğa erişmediği sürece düze çıkamayız. Teklifi dahi yasaklayan bir demokrasi olur mu?
26.03.2010 E-Posta: [email protected] |