Ahmet ÖZDEMİR |
|
Kâinatın ölümü (kıyamet) |
Madde tekâmüle tâbi olduğuna göre, bunun değişimi de kaçınılmazdır. Bu değişimin dağılmak, bozulmak ve parçalanmak şeklinde kendisini göstermesi tabiîdir. Mevcut kâinat nizamının bugünkü işleyiş hâliyle ne kadar devam edeceği, onun bünyesindeki maddî değişimlerin neyi sonuç vereceği gibi konular, kâinatın bir sonu olup olmadığı meselesini ortaya çıkarmaktadır. Maddenin ezeliyeti olmadığı ilmen kesin olduğu gibi, dünya ha-yatının ebediliğine gidilemeyeceği de aynı şekilde kesindir. Bilindiği gibi kıyamete ve ahirete iman, iman esasları içinde yer almaktadır. Her şey gibi kâinat da bir tekâmüle tâbidir. Bu kanuna bağlı olan her şey de ölüme mahkûmdur. Bu gerçek Bediüzza-man’da şöyle ifadesini bulur: “Şu kâinatın mevti (ölümü), mümkündür. Çünkü bir şey kanun-u tekâmülde dâhil ise, o şeyde alâküllihâl neşv ü nemâ vardır. Neşv ü nemâ ve büyümek varsa, ona alâküllihâl bir ömr-ü fıtrî vardır. Ömr-ü fıtrîsi var ise, alâküllihâl bir ecel-i fıtrîsi vardır. Gayet geniş bir istikrâ’ ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz. Evet, nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz; âlem dahi büyük bir insandır, o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek veya yatıp, sonra subh-u haşirle (haşir sabahıyla) gözünü açacaktır. Hem, nasıl ki kâinatın bir nüsha-i musağğarası olan bir şecere-i zîhayat, tahrip ve inhilâlden (dağılma) başını kurtaramaz; öyle de, şecere-i hilkatten teşâub etmiş (yaratılış ağacından şubelere ayrılmış) olan silsile-i kâinat tâmir ve tecdid için, tahripten, dağılmaktan kendini kurtaramaz. Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel, İrâde-i Ezeliyenin izniyle, haricî bir maraz veya muharrip bir hâdise başına gelmezse ve onun Sâni-i Hakîmi dahi ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, her halde, hattâ fennî bir hesab ile bir gün gelecek ki, ‘Güneş dürülüp toplandığı, yıldızlar dökül-düğünde, dağlar yürütüldüğünde.’1 ‘Gök yarıldığı zaman, yıldızlar saçıldığı zaman, denizler kaynayıp birbirine karıştığı zaman’2 mânâları ve sırları Kadîr-i Ezelînin izni ile tezâhür edip, o dünya olan büyük insan, sekerâta başlayıp acîb bir hırıltı ile ve müthiş bir savt ile fezâyı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek, sonra emr-i İlâhî ile dirilecektir.”3 Bir gün gelecek güneşteki ışığın ve ısının, kâinattaki bütün maddelerin enerjileri ilmî hesapların da tesbit ettiği gibi tükenecektir. Kâinatta enerji birikimi maksimuma ulaşınca, enerji akışı da bitecektir. Sonunda hayat ister istemez durarak, dünya yaşanmaz bir hâle gelmekle kıyametin kopması kaçınılmaz olacaktır. Bu da kâinatın ölümü, yani sonu olacaktır. İlmin bu yoldaki gelişmeleri kâinatın er-geç sona ereceğini ihtar ettiği gibi, fiziken de sabittir. “Güneş dürülüp toplandığında” 4 âyetinin tefsirini yapan Said Nursî şöyle der: “Şu kelâm, tekvir lâfzıyla, yani ‘sarmak ve toplamak’ mânâsıyla parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazîrini dahi îmâ eder. Cenâb-ı Hak tarafından adem ve esîr ve semâ perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misâl bir lâmbayı, hazî-ne-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapan-dıktan sonra, o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak. Veya ziyâ metâını neşretmek ve zeminin kafasına ziyâyı zulmetle münâvebeten sarmakla muvazzaf bir memur olduğunu ve her akşam o memura metâını toplattırıp gizlettiği gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alış verişini az yapar, kâh olur ay onun yüzüne karşı perde olur, muâmelesini bir derece çeker, metâını ve muâmelât defterlerini topladığı gibi, elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisâl edecektir. Hattâ hiçbir sebeb-i azl bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin başına izn-i İlâhî ile sardığı ziyâyı emr-i Rabbânî ile geriye alıp, güneşin başına sarıp, ‘Haydi, yerde işin kalmadı’ der, ‘Cehenneme git, sana ibâdet edip senin gibi bir memur-u musahharı sadâkatsizlikle tahkir edenleri yak’ der.”5 Bundan anladığımıza göre dünya hayatının mutlaka bir sonu geleceğinin maddî belirtileri olmaktadır. Bunu doğrulayan diğer bir husus ise, güneşin “etken ömrü” bulunduğu gerçeğidir. Güneşin etken ömrü olduğu, yani bir gün güneşin enerjisinin tükeneceği ilmî ve matematik hesaplamalarla günümüzde ispatlanabilmektedir. Bediüzzaman’ın “fennî bir hesap ile bir gün gelecek” şeklindeki ifadesi ile bu gerçeklere temas ettiği söylenebilir. Aynı konuda söylediği şu ifadeler özellikle dünyanın sonunu daha da açıklıkla ortaya koymaktadır: “Vaktâ ki, meclis-i imtihan kapandı, tecrübe vakti bitti, Esmâ-i Hüsnâ hükmünü icrâ etti, kalem-i kader mektubâtını tamamıyla yazdı, kudret nukuş-u san’atını tekmil etti, mevcudât vezâifini ifâ etti, mahlûkat hizmetlerini bitirdi, her şey mânâsını ifade etti, dünya âhiret fidanlarını yetiştirdi, zemin Sâni-i Kadîrin bütün mu’cizât-ı kudretini, umum havârik-ı san’atını teşhir edip gösterdi, şu âlem-i fenâ sermedî manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı, o Sâni-i Zülcelâlin hikmet-i sermediyesi ve inâyet-i ezeliyesi o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o Esmâ-i Hüsnânın tecellîlerinin hakikatlerini, o kalem-i kader mektubâtının hakàikını, o numûne-misâl nukuş-u san’atının asıllarını, o vezâif-i mevcudâtın faydalarını, gàyelerini, o hidemât-ı mahlûkatın ücretlerini ve o kelimât-ı kitâb-ı kâinatın ifade ettikleri mânâların hakikatlerini ve istidad çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir mahkeme-i kübrâ açmasını ve dünyadan alınmış misâlî manzaraların göstermesini ve esbâb-ı zâhiriyenin perdesinin yırtmasını ve her şey doğrudan doğruya Hàlık-ı Zülcelâline teslim etmesi gibi hakikatleri iktizâ etti; ve o mezkûr hakikatleri iktizâ ettiği için kâinatı dağdağa-i tegayyür ve fenâdan, tahavvül ve zevâlden kurtarmak ve ebedîleştirmek için o zıdların tasfiyesini istedi ve tegayyürün esbâbını ve ihtilâfâtın maddelerini tefrik etmek istedi; elbette kıyâmeti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek.”6 Dünya bir imtihan yeridir. Bir başka ifadeyle insanlar dünyaya imtihan için gönderilmiştir. İmtihan bitince herkes dışarı çıkarılır, kâğıtlar açılır, sonuçlar okunur. Dünyadan başka yer ise, her halde ahiret olacaktır. Yine Said Nursî, dünyanın sonu ile ilgili olarak tevhid açısından şu görüşe de yer vermektedir: “Eğer ecrâm-ı ulviyeden tek bir cirm (yıldız), kün emrine veya ‘Mihverinden çık’ hitâbına mazhar olunca, şu dünya sekerâta başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecrâmlar dalgalanacak; nihayetsiz fezâ-i âlemde, milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerât ile Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar, kâinatı tasfiye edip Cehennem ve Cehennemin maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennetin mevadd-ı münâsibeleri başka tarafa çekilir; âlem-i âhiret tezâhür eder.”7 Yani kıyametin kopmasına hiçbir şey engel değildir. Dinin ve pozitif ilmin hüküm ve gelişmeleri, kıyameti kaçınılmaz şekilde zarurî kılmaktadır. Dünyanın harap olması ve ahiretin olması dinen ve ilmen kesindir. Bu sonuçtan hiç kimse kaçamayacaktır. Dünyaya gelmek bizim elimizde olmadığı gibi!
Dipnotlar:
1- Tekvir Sûresi, 1-3.
2- İnfitar Sûresi,1-3.
3- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 863-864.
4- Tekvir Sûresi, 1.
5- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 690-691.
6- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 867-868.
7- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 865.
26.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Nejat EREN |
|
İkramlı sohbetler ve hizmete katkıları |
İkram, Cenâb-ı Hakk’ın “Kerem” sıfatının şehadet âleminde tecellilerindendir. İslâm ümmetinin de hayatının bir parçasına dönüştürdüğü güzel bir âdettir. İnsanoğlunun da hem ikram etmekten hem de ikrama mazhar olmaktan büyük zevk aldığı bilinen bir gerçektir. Bin yıldan beri İslâm’a bayraktarlık yapan bu toprakların civanmert, sehavetkâr mensupları olan aziz milletimizin, genlerine işleyen âdet ve gelenekleri vardır. Bu mübarek ülkede, insanımızın her türlü sosyal ve toplum olaylarında damarlarına işlemiş vazgeçilmez hasletleri ve gelenekleri vardır. Bu tür gelenekler de insanlar arasındaki dostluğu, samimiyeti, muhabbeti, irtibatı, kardeşliği daha da pekiştirici ve devam ettirici unsurlardır. Anadolu’da on beş yıldan beri yoğun olarak bire bir yaşayan ve sadece ve sadece Allah rızası ve “hizmet” için devamlı gezen, seyahat eden bir insan olarak hem mânevî, hem de maddî her türlü zevki kalbimde, duygularımda, ruhumda yaşıyorum Elhamdülillâh. Maddî meseleleri zaten herkes çoklukla hem yaşıyor, hem de yazıyor. Bizim konumuzdaki insanların ise üzerinde durması lâzım gelen “mânevî” atmosfer ve sofralara dikkati çekmektir. Buna vesile olan sahnelere dikkat çekmektir. Yoksa “nefsi körlemek ve sadece mideye hitap etmekten uzak bir şekilde, sadece bu ülkenin ve insanımızın zenginliği” olarak ele alıp değerlendirmektir. Bundan dolayıdır ki, “ikramlı sofraların” hizmete vesile olan kısımlarının da hakkını vermek, buna vesile olanları da yine o bapta zikretmek lâzım diye düşünüyorum. Bunun için de güzel ülkemin, hizmet ehli güzel insanlarının hazırladıkları “ikramlı sofralarından” bahsetmek istiyorum. Hakikî nimetleri vereni bilmek ve ona karşı minnettarlığı ödemek şartıyla bunlar “tahdis-i nimet” derecesinde değerlendirilmelidir. Amaca giden vasıtalar da meşrû ve müsbete yardım ediyorsa her şey güzeldir. Anadolu’nun birçok yerinde “kahvaltılı, çiğ köfteli” olmak üzere çok çeşitli ve renkli hizmet vesilesi güzel âdetler ve sahneler var. Bunlardan benim örnek olarak hatıramda kalan; İzmirli dostlarımızın Cuma günleri esnafla yaptığı kahvaltılı Risâle Sohbetleri, Antalya’mızda Perşembe sabahları yapılan “kahvaltılı esnaf dersi”, İzmit “Bahçecikte” Pazar sabahları yapılan “ikramlı ders” ve yıllardan beri dünya incisi İstanbul’umuzun Bayrampaşa semtinde ayda bir defa Çarşamba geceleri çevre mahallerin de katkı ve katılımıyla tertiplenen “çiğ köfteli dersleri” sayabiliriz. Bayrampaşa sakinleriyle bir sene içerisinde ikinci defa çok hoş samimî bir atmosferde böyle “çiğ köfteli” sohbette kalabalık bir katılımla geçen Çarşamba günü yine beraber olduk. Anadolu’nun maddî ve manevî inanç ve geleneklerini sıcak ve samimî bir havada İslâm, İman ve Kur’ân dâvâsı için vesile yapan başta Nejat Özdemir Ağabeyim olmak üzere katkıda bulunan bütün ağabey ve kardeşlerime teşekkürlerimi sunuyorum. Aşk ve şevkle bu manevî hizmetlerini aynı minval üzere devam ettirmelerini diliyorum. Şuur ve muhakeme sahibi olan bu mukaddes dâvânın müntesiplerinin bütün Anadolu’da bu tür güzel âdetlerinin gelişerek devam etmesinin faydalı olacağına inanıyorum. En farklı sahnelerinden birisi ise, Alman asıllı Müslüman kardeşim Harun Bischoff kardeşimin bizimle beraber olup, farklı ve güzel bir gece yaşamasıydı. Kıyamete kadar Anadolu’nun bağrından çıkan bu güzel âdet ve geleneklerin, bu mukaddes “şahs-ı manevinin” ihlâslı ve istikametli havuzunda devam edip, nice hizmetlere vesile olması dilek ve temennisiyle. Not: Bütün dostlarımın ve İslâm âleminin geçmiş “Mevlid Kandili”ni tebrik ediyor, hayır ve rahmete vesile olmasını Rabbimden niyaz ediyorum. N.E.
26.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Yapıp-bozma mekanizmasının kulluk hayatına yansıması |
Yapıp-bozma, nadiren karşılaşılan bir savunma mekanizmasıdır. Ancak, birçok davranışın altyapısını etkiler. Amerikan Psikiyatri Birliğince; “Birey, emasyonel (duygusal) çatışma ya da iç ve dış stres etkenlerine karşı, kabul edilmeyen düşünce, duygu ve eylemleri simgesel olarak düzelterek ya da yadsımayla şekillenmiş sözcükler sarf ederek veya davranışlar sergileyerek tepki verir” şeklinde tarif edilir. Şeytandan Allah’a sığınma (isti’aze), Kur’ân okumaya başlarken çektiğimiz istiâze, Hac ibâdetinin prensiplerinden şeytan taşlama yapıp-bozma savunma mekanizması örneklerinden sayılabilir. Neden bu mekanizmaya müracaat ediyoruz? Çünkü, imtihan, mücadele ve ilerleme olabilmesi için itici bir güç olarak şeytan yaratılmıştır. Ancak, insan şeytanı dinlese aşağıların en aşağısına düşer.1 Dolayısıyla her insan her zaman “Ey Rabbim! Şeytanın vesveselerinden sana sığınırım”2 diyerek şeytanın şerrinden Allah’a sığınmakla “istiâze” ederek onun oluşturduğu kötü düşünce, enerji, stres ve duygusal çatışmayı hafifletmeye yönelmeli. Dünyanın kararsız, dalgalı, fırtınalı olması; istikbâlin neler getireceğinin bilinmemesi kaygısının baskısı altında kalan insan güçlü bir savunma mekanizmasına ihtiyaç duyar. İşte kul, her hayırlı işin başında ve Kur’ân’dan bir sûre okumaya başladığında “Euzubillahimineşşeytanırracim” diyerek Kadîr-i Külli Şey’e sığınır; büyük bir güven, tarif edilmez bir rahatlık hisseder. Hacda da, sembolik olarak, hayatının en büyük stres faktörlerinden biri olan şeytanı ve dolayısıyla kendi şeytanını, nefs-i emmaresini taşlamakla, adeta birikmiş negatif enerjisini, stresini boşaltıp, rahatlar. İşte bu, “yapıp-bozma” mekanizmasının kulluk hayatına yansıması ve kulun bahsi geçen streslere ve duygu çatışmalarına karşı kendini korumasıdır. “Küfür, şetm ve belâ” toplumda yaygın olarak kullanılan negatif savunma mekanizmalarındandır. Herhangi bir haksızlığa, zulme maruz kalıp stres içerisine giren fert, duygu çatışmaları yaşar; ya küfür, ya şetm veya belâ şeklinde tepki verir. Kimi zaman da sinirlenir, şiddete yönelir; masayı, duvarı yumruklar. Bu tepkilerin temelindeki psikoloji inkâr veya kabul etmemedir. İnkâr psikolojisinin en dehşetli şekilde yaşandığı hâl ise, imân, yâni tevhîd konusunda ortaya çıkar. Bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu inkâr... Bu durumda “simgesel olarak düzeltme”, inanan kişilere veya inancı ifade eden işaretlere saldırı şeklinde ortaya çıkar. Ancak bu inkâr psikolojisi varlığın geneli karşısında bir yalnızlık ve sahipsizlik duygularını da beraberinde getirir. Kişi işleyişin genelini kendi ruh âleminde çözemediği için, bütün içindeki konumunun önemsizliğini gördükçe ya da düşündükçe bir değersizlik, anlamsızlık, sahipsizlik psikolojisine kapılır. Duyguları dağılmış, parçalanmıştır. Hayatı mânâsız ve sıkıntılı bulmaktadır. İnsânî değer ve münâsebetler bitmiştir. Yalnızlık artık korkunç bir felâket gibi onu titretmektedir.3 İşte bütün bunlar, içteki “yapıp-bozma” mekanizmasının bir uzantısı olarak ortaya çıkar. Ancak, bunlar kişiyi rahatlatmaktan çok, sıkıntıya sokar ve yalnızlık, çaresizlik, kimsesizlik duygularını daha da arttırır.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 297; 2- Kur’ân, Mü’minûn, 97; 3- Yeni Asya, 17.10.2003, Enstitü.
26.02.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Halil USLU |
|
Ödemiş’ten İzmir’e |
Ödemişli, Tireli, Bayındırlı ve İzmirli gönül dostlarımız, bu mezkûr merkezlere gelmemiz ve çeşitli dallarda konferans, seminer ve sohbet yapmamızı istemişlerdir. Bu babda Ödemiş’te ikamet eden İzmir eski milletvekili muhterem Mehmet Özkan ve Şahin kardeşimizin himmetleriyle Ödemiş Tutuklu ve Cezaevinde, demir parmaklıklar arkasında eğitim babında “Hz. Peygamber (asm) ve kardeşlik”, ayrıca “Hz. Yusuf (as) ve Sahabeden Vahşi (ra)” başlıklı iki konferans verdik. Gördüğümüz manzara ve şahit olduğumuz diyaloglar cümlemizin gözlerini yaşartmıştır. Yetkililere büyük alkışlar... Türkiye’de 524 cezaevi ve içinde tutuklu ve ceza almış 100 bini aşkın mahkûm vardır. Fakat İstanbul emniyetinin açıklamasına göre çıkanların yüzde 34’ü geri gelmektedir. Kin ve kan dâvâları ve zararlı alışkanlıklar ve emsâli suçlar yine insan bünyesinde devam etmektedir. Bu itibarla tedavi ancak eğitim ve öğretim bâbında verdiğimiz bu gibi konferanslarla olur. Bu eğitimlerin “kalp, akıl ve ruhlara” aksetmesi, oralarda neşvü nemâ bulmasıyla ve insanın nasıl bir eşref-i muhlûkat olduğunun bilinmesiyle, o kişiler vatana ve millete nâfi birer uzuv olacak ve tekrar bu yerlere düşmeyecektir inşallah. Geçmişteki “Medrese-i Yusufiye” tatbikatlarıyla, buraların bir mânevî bahçe olmasına çalışmaktayız ve çalışılmalıdır. Aynı günün akşamı Ödemiş Yeni Asya temsilcilik binasında çevreden de gelenlerle “Uhuvvet ve Eğitim” üzerinde bir sohbetimiz oldu. Ardından hatıra ve suallerle cevaplar devam etti. Sabahı ilçe merkezindeki çeşitli ziyaretlerin akabinde Mehmet Özkan Beyle Tire ilçesinin yolunu tuttuk. Esnaf ziyaretleri yaptık. Akabinde hizmet vakıf binasında çok kalabalık bir gruba ve yine çevreden gelen gençlere, Hz. Bediüzzaman’ın Haşir Risâlesinin sonunda üzerinde durduğu, büyük dünya ailesinin dört önemli istinad duvarı mesabesinde olan “çocuklar, ihtiyarlar, gençler ve aile hayatı” üzerindeki tesbitlerini anlattık. Bu sohbetin akabinde Risâle-i Nurların ehemmiyeti üzerinde 4-5 adet maziden şahit olduğumuz hatıraları büyük bir iştiyakla anlattık. Sabahında muhterem Abdünnur Keseli kaptanlığında, yeni yeni gençlerin cıvıldaştığı, maddî ve mânevî çehresi gittikçe değişen Bayındır ilçemize vardık. Vakıf binasında bizleri bekleyen can dostlarımıza muhatap olduk. Külliyatın gençlere bakan sahifelerinden neşriyatla ilgili suâllerinin cevaplarına kadar, samimî bir havada sohbetlerimiz devam etti. Burada dikkat ettiğim ve sevindiğim husus ise; şarkın bir çok vilâyetindeki gençlerin, okumak için buralara kadar gelip ilim tahsil etmesiydi. Akabinde yine Abdünnur Ağabeyimizin başkanlığında ve şiir gibi akan yollarda kendimizi İzmir Pınarbaşı Yeni Asya vakıf binasında bulduk. Gecenin derinliklerine kadar, İzmir’in bir çok semtinden gelen kardeşlerimizle Kur’ân’ın bu asra bakan satırları üzerinde ve özellikle Hz. Bediüzzaman’ın “Bir tek gayem vardır” ve “Karşımda müthiş bir yangın var, içinde evlâdım yanıyor” serlevhası altında “Ahirete iman esasının çocuklar, ihtiyarlar, gençler ve aile hayatındaki faydaları ve inanmamanın zararları” üzerinde çeşitli misâl ve rakamlarla durduk. İkinci bölümdeki sohbetimiz istek ve arzu üzerine maziden gelen ve tamamen Risâle-i Nur’u tanımakla ile ilgili hem tebessüm, hem de bir çoğumuzu ağlatan hatıralarla geçti. İzmir Üniversitesindeki gençler ise ayrı bir şevk unsuru idi. Pınarbaşı başlı başına ışık saçan bir merkez olmuş. Mesutlar, Adnanlar, Salihler, Mehmetler, Erollar vs.’ler. Mazideki tartışılmaz zorlukları, işkenceleri, ıztırapları temâşâ etmekle, bugün daha çok koşmayı ve çalışmayı yapmak mecburiyeti, insan ve hâsseten “dâvâ adamıyım” diyenlerin hissetmesi ve okuması zarurî olduğu ortadadır. Hz. Bediüzzaman’ın “Mevcutla iktifa dûnhimmetliktir” tesbitinin sevgi ve tefekkür dolu çatısı ve kubbesi altında yürümeliyiz, konuşmalıyız, yazmalıyız. Bunları yapanları bir millet olarak tebrik ediyor ve ayakta alkışlıyoruz. Tarihî ve manevî büyük bir hizmeti haşmetle ve meşrû ve helâl dairede yapanlara, bütün millet candan ve gönülden dualar etmektedir. Herkesi kucaklayarak, millî birlik ve beraberlik içinde yürümek bizim vazifemizdir.
26.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Borçluya vefa, alacaklıya merhamet yakışır |
Ömer Bey: “Ödenmeyen borç yüzünden alacaklı faize girse alacaklının faiz günahı ile borçlunun kul hakkı günahı birbirini eşitler mi? Günah dağılımı nasıl olur? Hangisi daha çok günahkâr olur? Borcunu zamanında ödemeyip de, karşı tarafı da günaha sokan kişi daha çok günahkâr olmaz mı?”
Her zaman hatırladığımız bir hadis-i şerif vardır: “Ameller niyetlere göredir ve mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır.” 1 Bir diğer hadiste de Sevgili Peygamberimiz (asm), “Sebep olan yapan gibidir” buyurmuştur. Öte yandan birçok borçlanmanın, iktisatsızlık ve israf yüzünden olduğunu aklımızdan çıkarmayalım.2 Bedîüzzaman Hazretlerine göre: “İktisat etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.” 3 Borcun günü geldiğinde, alacaklının peşine düşmesine gerek duyurmadan borçlunun borcunu ödemesi ayrı bir insanlık borcudur. Bilerek ve ödeme gücü varken ödemeyip geciktirdiğinde, alacaklının bundan dolayı düştüğü her kayıptan, girdiği her zarardan ve uğradığı her mağduriyetten borçlunun payı elbette vardır. Fakat borçlu imkânsızlık dolayısıyla borcunu ödeyememişse, bu durumda alacaklıya düşen şey, mümkünse borçluya kolaylık tanımaktır. Borçluya kolaylık tanımakta şüphesiz sevap vardır. Öte yandan, borcunu bilerek ödememek büyük bir cürümdür. Peygamber Efendimiz (asm) borçlu olarak ölen kimsenin namazını borcunu ödemeyi taahhüt eden birisi çıkıncaya kadar kılmamıştır. Ve buyurmuştur ki: “Sizin en hayırlılarınız, borcunu en güzel şekilde ödeyeninizdir.” 4 Yine buyurmuştur ki: “Borcun hakkı teşekkür etmek ve söz verilen vakitte vermektir.” 5 Yine buyurmuştur ki: “Borçlu kabrinde zincire vurulmuştur. Ancak borcunun ödenmesiyle kurtulur.” 6 Yine buyurmuştur ki: “Bir alacaklı, borçlusunun yanından hoşnut olarak dönerse, karanın hayvanları ve denizin balıkları ona (borcunu ödeyene) mağfireti için duâ ederler. Bir borçlu da, ödemeye gücü yettiği halde, alacaklısını geri çevirirse, Allah her gün ve her gece ona bir günah yazar.” 7 Fakat diğer yandan, borcunu ödeme güçlüğü çeken kimseye yardımcı olmak da büyük sevaplardandır. Resûlullah Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Kişi, Allah’ın hoşlanmadığı bir yere harcamak için borçlanmadığı sürece, borcunu ödeyinceye kadar Allah onunla beraberdir.” 8 Yine buyurmuştur ki: “Sizden önceki ümmetlere mensup bir adam hesaba çekildi. Yaptığı hiçbir hayra rastlanmadı. Ancak o dünyada iken hali vakti yerinde biriydi. İnsanlarla haşır neşir olur, hizmetçilerine fakir olanların borçlarını affetmelerini emrederdi. Allah meleklerine şöyle buyurdu: ‘Biz aynısını yapmaya ondan daha çok layığız. Siz de onu affedin.’” 9 Yine buyurmuştur ki: “Birisinin diğeri üzerinde bir alacağı olup da, onu belli bir vakte kadar ertelerse, bu onun için bir sadaka olur. Eğer vadesi geldiğinde (borçlusunun ihtiyacını göz önüne alarak) bu süreyi daha da uzatırsa, geçen her gün için bir sadaka sevabı kazanır.” 10 Borçlu ve alacaklı ilişkilerinde esas olan: Borçlunun borcunu vadesi içinde ödemeye çalışması ve alacaklısını üzmemeye gayret etmesi, borcunu öderken de teşekkür ederek helâllik almasıdır. Eğer ödeme güçlüğü içindeyse, vakitlice alacaklısına giderek durumunu arz etmesi ve süre istemesi yerinde olur. Kendiliğinden ve alacaklısının rızasını almadan süre uzatımına gitmesi doğru olmaz. Alacaklı da, alacağı gün geldiğinde nezaket çerçevesinde bunu hatırlatabilir. Eğer alacaklısı biraz süre isterse, imkânı varsa ödeme süresi vermesi kendisi için hayırdır, sevaptır. Borçlu alacaklı ilişkilerinde dürüst olmak, samimî olmak, birbirine saygılı olmak, birbirini aldatmaya kalkmamak Allah’ın razı olduğu güzel davranışlardandır. Borçlu ödeme güçlüğü çektiği için ödeme yapamıyor, alacaklı da bundan dolayı faize giriyorsa, burada söylenecek şey, alacaklının kesinlikle faize girmemesidir. Günah dağılımı yapmak bize düşmez. Fakat biz şunu söyleyebiliriz: Bir alacaklı, sırtında borçlusunun derdini taşırken ve bundan dolayı sevaba ve Allah’ın rızasına mazhar olmuşken, faize de girmez ise Allah katındaki derecesini arttırmış olur. Peygamber Efendimiz (asm) bir duâsında: “Allah’ım! Borç altında ezilmekten, düşmanın galip gelmesinden ve düşmanlarımın bana gülmesinden Sana sığınırım” 11 buyurmuştur.
Dipnotlar:
1- Camiü’s-Sağir, 3/411. 2- Lem’alar, s. 145. 3- Lem’alar, s. 146. 4- Camiü’s-Sağir, 2/356. 5- Camiü’s-Sağir, 2/66. 6- Camiü’s-Sağir, 2/510. 7- Camiü’s-Sağir, 3/246. 8- Camiü’s-Sağir, 1/482. 9- Camiü’s-Sağir, 2/314. 10- Camiü’s-Sağir, 1/236. 11- Nesai, İstiaze, 24, 31,32.
26.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Muallimül-ekber… |
Ahirzaman dinsizlik cereyanlarının birleşerek “Ahirzaman Peygamberine” canhıraşâne saldırdıkları dehşetli bir mevsimi yaşıyoruz. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle bu zamanın dehşetli dinsizlik hareketinin birincisi “şeriat-ı Ahmediye” ile, ikincisi bizzat ulûhiyyet-i İlâhiye ile çarpıştıkları halde; muhabere ve muvasaladaki mu'cizâne inkişaflarla, bu iki dinsizlik hareketinin her cihetten ittifak halinde meydana çıktıklarını, ahirzaman gözlükleriyle olayları inceleyenler göreceklerdir. Kemalizmin Hz. Muhammed'in (a.s.m.) sünnetine ve hayatı takdim biçimine olan derin muhalefetini Türkiye Müslümanları iyi bilirler. Onu hatırlatacak, onu yâd edecek veya onun sevgisiyle kültürümüze girmiş her unsur, kelime ve çizgiyi hayatımızdan silmeye çalışan Kemalistlerin tarihteki icraatları; Hulâgu'nun Bağdat'ta, Çizgin'in Maveraünnehir'de İslâma yaptıkları mezalimi arattırmayacak cinstendir. Kapalı görünen şu cümlelerin açılmasına, yine Anadolu´da tek parti zulmünü yaşayanlar şahittir. Gençlerimiz, bilhassa altmış beşi geçmiş büyüklerimize müracaat ederek, o günlerin hazin hikâyesini az da olsa dinleyebilirler. Kemalizmin mahiyetini az çok bilen insanlarımız; Amerika, İngiltere, Avrupa ve Avustralya´daki “Şeriat-ı Ahmediye” düşmanlığını yadırgamıyor değiller. Zira Hz. Muhammed'in (a.s.m.) hayatı, elindeki Kur'ân’ı ve insanlığa takdim ettiği dersi hakkında bilgileri olmayan, Batı kültürüyle yoğrulmuş ve Avrupa değerleriyle yetişen insanlara hitap eden medyadaki “Hz. Muhammed (a.s.m.) düşmanlığı”nı yadırgamakta, Müslümanlar elbette haklıdırlar. Lawrence Wright gibi küresel olarak İslâmiyetle mücadele edenlerin hissettikleri veya bildikleri bir hakikati burada paylaşmak istiyoruz. Dünyanın gelişen teknoloji ile küçülmesi, bir yandan kıt'alar arası beraberliğe insanları mecbur ediyor. Hürriyet, medeniyet ve faziletin global değerlerde ortaya çıkması “Kur'ân karşıtı Kemalizmi” Türkiye´de zayıflattı. Bunu hisseden ikinci cereyan mensupları, cihanşümûl mânâda hem komünizme ve hem de Kemalizme çalışırlarken, birinci tehlike olarak Hz. Muhammed'in (a.s.m.) insanlığa takdim ettiği mesajı görüyorlar. Şayet dünyanın teknolojide ileri “medenî” coğrafyaları bu mesajla karşılaşır ve mesajın mahiyetini idrak ederlerse; her türlü insanî medeniyet, kutsal değer ve ahlâkı tahribe çalışan komünizm ile Kemalizm kaybedecekler. Muhammedî (a.s.m.) mesajın dünyaya yayılmasına karşı kendilerince tedbir alıyorlar. İkinci cereyanın pratisyen ve teorisyenleri, İslâm âlemindeki üniversite ve STK'larda çalıştıkları elemanları aracılığıyla Müslümanların nabzını tutuyorlar. Gelişen hadiselere karşı stratejiler geliştirdikleri gibi, birçok yerde de olayları kendi inisiyatiflerinde yönlendirmeye çalışıyorlar. Medya, üniversiteler, eğitim müfredatları ve bazı STK´ların üzerinde çalıştıkları projeler şu iddiamızı ispat ediyor. Burada Müslümanların ve bilhassa da Hıristiyanların bilmesi ve üzerinde durması gereken bir nokta var. Dünyamızı üzerinde yaşayan bütün canlılarıyla yok etmek isteyen bu birinci ve ikinci cereyana karşı koyacak mesaj sadece Hz. Muhammed'e (a.s.m.) aittir. Bir başka mesaj veya düşüncenin çare olduğunu iddia edenler varsa, ortaya çıkmak zorundadır. Müslümanlar Hz. Muhammed'i (a.s.m.) yalnızca kendilerine gönderilmiş bir rehber, öğretmen ve yol gösterici olarak görmemeli. Bilhassa ehl-i kitap, dinlerinde kaldıkları halde bu mesajı dinleyebilirler. Aynı gezegeni paylaşan insanlar, gezegenlerine karşı yapılan tahrip edici hücumlara karşı ittifak etmek zorunda değiller mi? Hz. Muhammed'in (a.s.m.) dersi yalnızca bir milleti, bir coğrafyayı, belli bir zamanı ve sayılı problemleri içine almıyor. O (a.s.m.), belki kâinat genişliğinde, bütün insanları ve cinleri muhatap alıp, ilk yaratılıştan kıyamete kadar bütün zamanları içine alarak Hz. Muhammed bize ders veriyor. İnsanlığı Âdem babamızdan kıyamete kadar, bir mektepteki yaş sınırlamasına göre şubelendirdiğimizde, her haliyle Efendimizin en son ve en yüksek şubede muallim olduğunu göreceğiz. İnsanlığın tarih içindeki gelişme seyrinde, geçmişte öğretmenlik yapmış olan Peygamberlere de inanan ve seven Müslümanlar, onları, insanlığa gelen en son ve bütün geçmişi kapsayan sahifelerle birlikte kabul ediyorlar. İnsanlığı birinci derecede ilgilendiren şey, onu sıkıştıran felâketler, sosyal belâlar ve ruhlarını kemiren korkular değil mi? Şayet bütün bunlara kesin çözümleri, yaraları iyileştiren iksirleri, sosyal bozulmayı durduran çareleri ve her gün birbirine düşman olan insanlığa barış ve sevgiyi Hz. Muhammed (a.s.m.) sunuyorsa, kabul etmek insanlığıın gereği olsa gerek. Hem böyle bir muallim en büyük rehber ve ne büyük öğretmen sayılmaz mı?
26.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Akıllı mıyız? |
Daha iyiyi daha güzeli yakalamak, elde etmek ve ilân etmek için, çok büyük bir gayret ve çalışma bizleri bekliyor... Hayallerimizi ve konuşmalarımızı süsleyen iyi niyet ve hedeflerimizi, raflardan indirerek tatbikat sahasına koymalıyız... Kötülüğü kötülükle kaldıramayacağımız gibi, tembelliğimizi de bahanelerle süslü tembellikle ortadan kaldıramayız. Geçmişin süslü ve abartılı başarıları bile geleceğimize hali hazırdaki hayatımıza fayda vermez. İlla ki çalışmak, büyük bir gayret ve ümidle çalışmakla hayatımızı düzenlemedikten sonra... Aklımızın akılsızlıkları, ispat ve iskat için koşuşturduğu hiçbir çalışma ve çalışma ortamı bize doğruları yakalamak ve yaşamak için fırsat vermeyeceği gibi, yanına bile yaklaştırmayacaktır... Altını üstünü, sağını solunu hesaplamadan düşünmek, bizleri ancak kendi düşüncelerimize ve fikirlerimize mahkûm edecektir... Bizim için en uygun konuşma ve fikir beyan etme ortamı düşünerek olmalıdır. Kendi elimizle kendi dilimizi bağlamayalım... Akıllımızın dürüstlüğü sergileme gayretleri aklın önüne geçerse, akıllı olmamızı da engeller... Gerçek ne ise doğruluk da, dürüstlük de onun içindedir ve akıllılık da budur. Kimse dünya kuruldu kurulalı zorla akıllı olmadığı gibi, aklını kullanmadan da doğru ve dürüst olmamıştır... Elbette ki bu dürüstlük ve doğruluk bizim çalışma düzenimizde aklın en büyük yardımcılarıdır. Kendimize yazılacak en kısa ve özlü mektup ahlâken ve ilmen bilgi sahibi olarak kendimizi iyi ve güzel şeylere sevk ve kanalize etmek gibi bir güzellik orta yerde dururken kendimizi anlatmak için, başkalarını kötülemek gibi aşağıların yapacağı bir işe tevessül edilmesi anlaşılır gibi değildir... Varlığımız eğer gurur ve kibirimizden nemalanarak yüksek ve kalın, duyarsız duvarların arkasında saklanıyor ve biz de buna seyirci kalıyorsak, yazık ki ne yazık bizim o küçücük aklımıza... Başın vücuttaki en yüksek yeri işgal etmesi içindeki aklın olmasından değildir. Çünkü nice akılsız başlar var ki ayakların peşinde perişan olmuşlardır... Aklın evvela akla yol açan bir iman ve inanç meşalesi olması gerekmez mi? Batmak, bitmek ve yok olmak korkusunun ruhları sardığı bir ortamı ancak inançlı bir akıl selâmete çıkarabilir... Hayattan beklentileri bu dünyayı aşan bir aklın iman tarikiyle elde edemeyeceği hiçbir saadet ve lezzet yoktur. Gençken hayatın tadını ve gidişatını zehirleyen bir akıl, ihtiyarlığın saadetini ve lezzetini hayal bile edemez. Bu bakımdan aklı yerinde ve yaratıcısının yolunda kullanmak elbette en büyük akıllılık olacaktır. Akıl aklı verenin isteği ve emirleri doğrultusunda kullanılırsa, ancak akıl olabilir. Ne mutlu o kişi ki aklını iman ve İslâmiyetle süslemiştir.
26.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Aklınızdan dahi geçirmeyin |
Ankara hareketli bir haftayı daha yaşıyor. Geçtiğimiz hafta yaşanan yargı krizinden sonra aralarında iki eski kuvvet komutanı ile bir ordu komutanının da yer aldığı kişilerin gözaltına alınmaları ile başlayan “Balyoz gözaltıları” Türkiye’nin tansiyonunu iyice arttırdı. 2003’te 1. Ordu Komutanlığında “balyoz darbe planları”nın yapıldığı iddiasıyla toplam 49 kişinin gözaltına alınıp sorgulanmasının yankıları hâlâ sürüyor. Başbakan’ın İspanya’dan döndüğü saatlerde Genelkurmay’dan bir açıklama düştü. Bazılarının “bomba düştü” yorumunu yaptığı açıklama, akıllara “değişik şeyler” getirdi. Söz konusu açıklamada, “İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülmekte olan bir soruşturma kapsamında ortaya çıkan ciddî durumu değerlendirmek üzere, bugün Genelkurmay Başkanlığı Karargâhında Türk Silâhlı Kuvvetlerinde görevli bütün Orgeneral ve Oramirallerin katılımı ile bir toplantı icra edilmiştir…” deniliyordu. Kısa açıklamada, görüşmenin neticesi ile ilgili herhangi bir açıklama yapılmadı. Orgeneral ve oramiraller “ciddî durumu” değerlendirmişlerdi. Ama sonucu muamma... Genelkurmay açıklamasında durumun “ciddî” olduğu söyleniyordu. Gerçekten de durum ciddî. Darbe planlamak çok ciddî bir meseledir. Asıl Balyoz plânın da ortaya çıkan iddiaları yargıya taşımamak çok ciddî bir yanlışlık olurdu. Bu açıklamanın öncesinde askerlerin bir başbakan yardımcısını Genelkurmay’a çağırıp “toplu istifa resti” çektiğinin fısıltı şeklinde ortaya çıkması ile de Ankara’da tansiyon iyice yükseldi. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in ‘Genelkurmay’a ben gittim, ama parola konusunu konuştuk’ demesi de tansiyonu düşürmedi. İki eski kuvvet komutanının gözaltına alındığı günde yapılan bu görüşmede sadece “başbakana hakaret içeren işaret ve parola konusu”nun görüşüldüğünün açıklanması inandırıcı bulunmadı. Zira bu mesele bir başbakan yardımcısının Genelkurmay’a çağrılmadan da halledilebilecek bir meseleydi. Çiçek’in Köşk’e yapacağı duyurulan ‘Bilgilendirme ziyareti’nin de ‘Yanlış anlaşılır’ gerekçesiyle sürpriz şekilde iptal edilmesi merakları iyice arttırmaya yetmişti. Erdoğan’ın İspanya’dan döndükten sonra kendi evinde Adalet Bakanı Sadullah Ergin, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve genelkurmayla bir gün önce görüşen, Cemil Çiçek’le 1.5 saat görüşmesi de bu heyecanı arttıran başka bir gelişme oldu. Bütün bu sıcak görüşmelerin ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yüksek yargı başkanları ile yaptığı görüşme böyle kritik bir dönemeçte gerçekleşen Başbakan Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ ile görüşmesi tansiyonu düşürmüş gözüküyor. AKP Genel Başkan Yardımcısı Salih Kapusuz’un dediği gibi, “Hangi toplantı, açıklama menfî etki edecekse tarih önünde sorumluluğu var…” Tarih er ya da geç sorumlulukları hatırlatır. Ya hayırla yad edilirsiniz, ya da hayırsız… Bakarsınız, Star yazarı Şamil Tayyar’ın dediği gibi bu toplantı ileride “Yargıya 23 Şubat muhtırası” diye hatırlatır. Bu yüzden herkesin sorumlu davranması gerekir. Bu görüntülerin demokratik bir ülkeye yakışan görüntüler olmadığı muhakkak. Devam etmekte olan bir yargılama varken bu toplantıların yapılması “yargıyı etkileme”ye dönük olarak yorumlanmaz mı? Türkiye bir dönemeçten geçiyor, bu dönemeçte herkesin dikkatli olması gerekiyor. Madem herkes yargı önünde eşitse… Türkiye’yi bu sarmaldan kurtarıp demokrasisini güçlü hale getirmek için herkes aslî görevine dönmeli. Türkiye artık normalleşmeli… Çözümün adresi de demokrasi içinde aranmalı. Demokrasiye her zamankinden daha çok sahip çıkma zamanı. Öncelikle de siyasilerin buna dikkat etmeleri gerekir.
26.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Çözüm, demokratikleşmede… |
“Balyoz darbe plânı”yla kuvvet komutanlarının İstanbul’da adliyede savcılara ifâde verdiği sırada Çankaya Köşkü’nde “olağan”a dönüştürülen “kritik üçlü zirve”nin yapılması, oldukça ilginç oldu. Belli ki her türlü spekülasyona açık ve reytingi yüksek günübirlik gelişmelerle kamuoyu bir başka biçimde oyalanıyor. Günlerdir, geçmişte kimsenin haberdar olmadığı, “düşünülmüş”, “plânlanmış” lâkin fiiliyata dökülmemiş darbelerin soruşturulması ve “yargı reformu” üzerinde tartışmalar sürüyor. Bütün bunlar olurken Avrupa Birliği, öteden beri “darbe anayasası”na karşı “sivil demokratik anayasa” çağrısında bulunuyor. Brüksel’de 63. Türkiye-Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonu toplantısında konuşan Avrupa Komisyonu’nun Genişlemeden sorumlu üyesi Stefan Fule, Türkiye’nin AB üyelik sürecinde siyasî kriterlerin özellikle temel haklar konusunda reformların öncelikli önemini nazara veriyor. Fule, darbe girişimiyle ilgili gelişmelerin endişe verici olduğunu, buna bağlı olarak Ankara’nın “demokratikleşme adımları” atmasının gereğine dikkat çekiyor. Anayasa değişikliğinin bir an önce yapılmasını istiyor. Yine Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü Ria Oomen-Ruijten de “Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu” ifade edip yeni bir anayasa çağrısında bulunuyor. Adlî sistemdeki reformun gerçekleşmemesi endişe verici olduğunu söyleyen Oomen Ruijten, “yargı reformu stratejisi”nin belirlendiğini”, reform olmayışıyla hukukî boşluğun ciddî sıkıntılara yol açacağını uyarıyor…
“MİNİ PAKET” GÜDÜK KALACAK! Ne var ki bu konuda Ankara’daki en ileri açıklamalarda, “dar kapsamlı bir anayasa değişikliği” ile kalınacağı peşinen bildiriliyor. “AB vaadleri”, “mini paket”le sınırlandırılıyor. “Bu Anayasa, o günün şartlarında doğru olduğunu düşünebiliriz. Biz de yeri geldi bu Anayasa’nın iyi yönlerini savunduk” diyen Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Kuzu’nun, “Gönlümüzden geçen elbette ki yeni bir Anayasa’nın yapılması” dedikten sonra “mini paket”le yetinmesi ilginç. 2001’de yapılan 34 maddelik değişikliğinin yetersizliğinden yakınan Kuzu’nun peşinden de “tamamen Avrupa Birliği bağlamında hazırlanmış 13-14 maddelik değişiklik”le iktifa edileceğinden bahsetmesi, enteresan… Ayrıca bunu “AB reformları çerçevesinde AB ile ilişkileri güçlendirmek, demokratikleşme ve insan haklarına dönük yasal düzenlemelere ağırlık verilmesi” olarak yorumlaması, tam bir garâbet olarak karşımıza çıkıyor. Pakette başta Anayasa Mahkemesi’ne AİHM hükümleri çerçevesinde temel hak ve özgürlüklere ilişkin kişisel başvurulara açılması olmak üzere, Anayasa’nın “insan haysiyeti”ne dair “Temel hak ve hürriyetlerin niteliği” başlıklı 12. maddede, “Kişi hürriyeti ve güvenliği” başlıklı 19. maddede “Yerleşme ve seyahat hürriyeti” başlıklı 23. maddede öngörülen değişiklikler elbette önemli. Ayrıca “kamu denetçiliği” ile “parti kapatılmalarının zorlaştırılması” da kayda değer. Fakat bunun “demokratikleşme” için çok güdük kalacağını Kuzu da kabul ediyor. Zira şimdiye kadar 16 kez 100’e yakın maddesi değiştirilerek kevgire çevrildiği halde, yamalarla demokratik bir anayasa çıkmadığı görülüyor.
BUGÜNKÜ ANAYASA’DAN “ÇÖZÜM” ÇIKMAZ… Bunun içindir ki AB sözcülerinin de bildirdiği gibi, dibâcesinden kadük “devrim kanunları”nı koruma altına alan maddelerine, darbeleri ve darbecileri koruyup kollayan “geçici maddeleri”ne kadar, bu anayasanın topyekûn değişmesi gerekiyor. Keza başta HSYK’nin yapısı olmak üzere “yargı reformu”nun AB’ye söz verilen kriterlere göre yapılması zarûreti doğuyor. Ancak “Evvela Anayasa değişikliği için destek arayacağız, olmazsa referandum için şapkayı önümüze koyar, düşünürüz” diyen Adalet Bakanı Ergin’in Avrupa Komisyonu’na sunduğu “Yargı Reformu Stratejisi” de bu hususta bir ümit vermiyor. Türkiye’nin gerçek anlamda demokratik bir hukuk devletine dönüşebilmesi için şart olan yargı reformunun hayata geçirilmesi yönünde önemli bir başlangıç olduğunu belirten Bakan’ın, “iki yıl içinde bitirmeyi öngördükleri hedef”e ne kadar ulaşılacağı, istifhamlarla dolu. Kurul’un üye sayısının arttırılıp hem özerk hem de çok daha katılımcı ve çoksesli kılacağını anlatıyor. Bazı Avrupa ülkelerindeki mevcut uygulamayı örnek veriyor. Buna mukabil, AB’nin üyelik müzâkerelerinde Türkiye’den öncelikli taleplerinin başında gelen yargı reformunun AB’nin anlaşmalarla güvence altına alınan yargı bağımsızlığını ne derece temin edeceği sorusu duruyor. Çözüm, AB kritrerlerine göre köklü “mini” değil, köklü bir Anayasa değişikliğinde. AB’nin önerdiği yargı reformu”nda; HSYK’nin tarafsızlığını, objektifliğini ve şeffaflığını sağlamakta… Ve en başta dayatılmış ve fiiliyata dökülmüş, yüzbinlerce vatandaşa işkence etmiş, milyonlarcasını maddî ve mânevî perişanlığın içine atmış darbeleri ve demokrasi kıtallerini topyekûn yargılayacak, hesâba çekecek demokratikleşme reformlarında… Bunalımın çözümü, “üçlü zirve”nin ardından şeklen açıklanan “Anayasal düzen ve kanunlar çerçevesinde” değil. Olsaydı, şimdiye kadar olurdu…
26.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
“Önce demokrasi” diyenler çoğalmalı |
Pek çok olumsuzluklara rağmen; konuşa konuşa, tartışa tartışa iyi noktalara varacağımızı gösteren hadiseler de yaşanıyor. Meselâ, kuruluş gayesi olarak ekonomiyi birinci gündem maddesi yapan ve bu da garip karşılanmayan Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD), belki de alışık olunmadık şekilde “önce ekmek” yerine “önce demokrasi” demeye başladı. Kamuoyunda “Patronlar Kulübü” olarak da bilinen TÜSİAD’ın yeni başkanı Ümit Boyner, yaptığı açıklamalarla ilgi çekiyor. Boyner’in ilk açıklamalarından biri de meslek lisesi ve katsayı konusuyla ilgiliydi. O açıklamasında da alışılmış ‘patron’ açıklamalarından farklı sözler söyledi ve kamuoyunda da olumlu tepkiler aldı. TÜSİAD’ın yeni başkanı Ankara ziyaretinde de doğru mesajlar vermiş. Ankara’ya 2 günlük ziyarette bulunan Boyner ve ekibi, gelinen noktada demokratikleşme ve yargı reformunun Türk ekonomisinin en büyük problemleri olan istihdam ve mikro reformlardan öncelikli bir konu hâlini aldığını belirtmiş. Boyner ekonomide sağlanabilecek gelişim için demokratikleşme alanındaki adımların şart olduğunu da hatırlatmış. Buraya bir nokta koymakta fayda var. “Demokratikleşme ve yargı reformu”nun “istihdam”dan daha öncelikli olduğunu bir sosyolog ya da bir siyasetçi söylemiş olsa bu ölçüde dikkat çekmeyebilirdi. Ama bunu ‘patronlar kulübü’nün başkanı söylüyorsa daha fazla tebriği hak ediyor. Boyner, şunu da ilâve etmiş: “Aslında şu geldiğimiz noktada yaşadığımız gerginlik sürecinde, bu gündeme dönebilmemiz için demokratikleşme konusunda, yargı reformu konusunda da Türkiye’nin ciddî olarak yol alması gerekiyor.” (Star, 25 Şubat 2010) İşsizlik, elbette ki Türkiye’nin çözmesi gereken en önemli problemleri arasındadır. Aynı şekilde ‘ekmek’ temin edebilmek de geniş halk kitleleri için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Fakat şunu hepimiz görmeliyiz ki, ‘ekmek’ temin edebilmenin sağlıklı yolu da, hürriyetlerin kâmil mânâda gelişmesine bağlıdır. Gerek siyasetçi ve gerekse ekonomistler bunu bilip, buna göre politikalar geliştirmedikçe sıkıntıları geride bırakamayız. Muhtemelen önümüzdeki ilk seçimde bu konular siyasî partilerin gündemini daha fazla meşgul edecek. İş adamları dernekleri ‘önce ekmek değil, önce hürriyet’ demeye başladıklarına göre; siyasî partiler de bu konuya daha fazla önem vermeye başlayacaklar. Seçim propagandalarında ‘Ben daha fazla hürriyet ve demokrasi için mücadele edeceğim’ diyen kazanacak. “Önce ekmek” diyen her anlayış, görünüşte kazansa bile gerçekte kaybedenler sınıfında yer alacak. Aslında bu anlayışı eğitim sistemine de yerleştirmek lâzım. Sabah akşam ‘ekmek’le yoğrulan genç beyinlerin, ilerleyen yaşlarda hürriyet, adalet ve demokrasi konusunda kendisini geliştirmesi zor oluyor. Çok değil, on yıl önce bir iş adamları derneği başkanı böyle bir söz sarfetmiş olsa en başta üyeleri olan diğer iş adamları itiraz ederdi. Bugün bu tesbitlerin itiraz yerine destek görüyor olması, gelecek günlerin daha iyi olacağına delildir. Bu vesile ile neredeyse bir asır önce, muâsırlarının itirazlarına ve yanlış anlamalarına rağmen “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz asla!” diyen ‘büyük âlim’i rahmetle hatırlayalım...
26.02.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Çıkmaza giren iki dış açılım |
Hükümetin dış politika alanındaki iki ayrı açılımı da çıkmaza girmiş gibi görünüyor: Kıbrıs ve Ermenistan açılımları. Her ikisinde de umutları karartıcı gelişmeler oldu. Peki neydi bunlar? Öncelikle Kıbrıs’ta Rum kesimi müzakere edilen anlaşmada garantörlük hakkının bulunmasına karşı çıktı. Bunu “Avrupa Birliği’ne üye bir devlet olan ‘birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nde garantiler ve garantörler düşünülemez” ifadesinin yer aldığı bir bildiriyi mecliste oybirliği ile kabul ederek gösterdi. KKTC Meclisi de buna tepki olarak “Türkiye’nin garantörlüğünden vazgeçilemez” olduğunu belirten bir bildiriyi oybirliği ile kabul etti. Böylece Kuzey’deki seçim çalışmaları yüzünden zaten fiilen felç olan müzakereler iyice çıkmaza girmiş oldu. Bizce seçim sonrası hükümetin sürdüreceği müzakerelerde garantörlük hakkının vazgeçilemez olup olmadığı tekrar gözden geçirilmelidir. AB’ye üye, bağımsız bir federal devlet kuracaksınız; ama yine de dış ülkeleri garantör olarak kabul edeceksiniz. Bunun kabul edilmesini beklemek hayli güç. İlk garantörlük anlaşmasının yapıldığı 1959 yılından bu yana uluslar arası şartların hayli değiştiği unutulmamalıdır. Ermeni açılımı da benzer bir çıkmazda. Önce Ermenistan anayasa mahkemesinin protokolü değiştirerek—hem de Türkiye’nin en çok önem verdiği ortak sınırların tanınması ve soykırımı iddiasını inceleyecek tarih komisyonu kurulması hususlarını yok sayarak—onaylamasıyla ortam gerginleşti. Türkiye protokolün uzlaşılan haline dönülmemesinin kabul edilemez olduğunu açıkladı. Şimdi de Ermenistan parlamentosundan uluslar arası antlaşmaların geri alma yetkisi veren bir yasa tasarısı onaylanarak geçti. Böylelikle protokoller Ermenistan parlamentosunda onaylansa bile, cumhurbaşkanı daha sonra bu antlaşmadan çekiliyoruz diyebilecek. Bu şekilde düğümlenen müzakerelere, Türkiye’nin Yukarı Karabağ sorununu ön şart yapması, Ermenistan’ın ise ‘bu husus protokollerde yok’ diyerek karşı çıkması da yeni bir düğüm ekledi. Türkiye’nin ise Azerbaycan’a verdiği söz yüzünden bu önşarttan vazgeçme, protokolleri bu sorunda önemli adımlar atılmadan meclisten geçirme şansı yok. Son düğümü ise sözde soykırımı tasarısının gelecek hafta Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesinde görüşülecek olması. Bütün bu düğümleri çözecek bir kılıç ise ortada yok. Öte yandan 24 Nisan kâbusu yine Ankara’nın rüyalarına girmeye başladı. Bize göre Obama, geçen sene yaptığı manevrayı bu sene de yapacak ve Ermenilerin duymak istediklerini söylemeyecektir. Ayrıca bu yasa tasarısı da asla Temsilciler Meclisinden geçmeyecektir. Ama gerginlik politikasından medet uman Ermeni diasporası, istediğini yapıp bu protokolleri engellemeyi başarmış gibi görünüyor. Görüldüğü üzere; her iki açılım da çıkmazda. Bunlara bir de erken seçim dedikoduları ve seçim sürecinde hükümetin siyasî risk taşıyan konularda kararlı adımlar atamayacağı gerçeği eklenince, her iki konuda da seçimin bir başka bahara kaldığını söylemek mümkündür. Umarız haklı çıkmayız.
26.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Talihsiz çıkışlar |
AKP’nin Millî Görüş kökenli Kahramanmaraş Milletvekili Avni Doğan’ın, önce parti yönetiminden uyarı almasına yol açıp, ardından kendisini disipline sevk ettiren ve “Maksadımı aştım, deşifreyi kast etmiştim” diyerek tevile çalıştığı konuşmasında öne çıkarılan “Şimdiye kadar onlar bizi fişliyordu, artık biz onları fişliyoruz” sözünün dışında başka beyanları da var. Ve onlar, bir zihniyet arkaplanını gözler önüne sermesi açısından çok daha kritik ve önemli. “Biz hükümetiz, yapılan herşeyi biz yaparız, bizim istemediğimiz birşeyi de kimse yapamaz” diyor Doğan. Ve bu sözüyle de, yakınlarda bir kez daha “İktidar olmakla muktedir olmak farklı şeyler” diyen Genel Başkanıyla açıkça çelişiyor. Yapılacak herşeyi kendisi yapan ve istemediği hiçbir şeyi de yaptırmayan bir hükümet anlayışı, yine Başbakanın zaman zaman ifade ettiği “Bize oy vermeyenlerin de hükümetiyiz. onların da duyarlılıklarını dikkate alacağız, adımlarımızı mutabakatla atacağız” mesajlarıyla da örtüşmüyor. AKP iktidarı için “Sivil dikta peşinde” iddialarının söz konusu olduğu bir dönemde bir partili vekilin bunlara kuvvet ve koz verip partiyi kendi içinden zora sokacak söylemlerle ortaya çıkması da, herhalde izahı kolay bir durum olmasa gerek. Gerçi Doğan’ın bilhassa seçim öncesi aday belirleme süreçlerinde de parti yönetimini rahatsız eden aykırı çıkışlarda bulunduğunu hatırlıyoruz. Ama seçmen tabanı güçlü olmalı ki, buna rağmen seçimde listenin ön sıralarında aday gösterilip AKP milletvekili olarak TBMM’ye girmiş. Ve gündemdeki sözleri, AKP adına defaatle seslendirilen “Değiştik” söylemlerine rağmen, bilinçaltında değişen birşey olmadığının işareti. Buradaki en trajik nokta ise, “Biz hükümetiz, herşeyi biz yaparız, istemediğimizi de yaptırmayız” sözünün, milletin reyleriyle görev verip işbaşına getirdiği bir iktidar için geçerli olması gereken alanlarda hiçbir hükmünün bulunmayışı. Dahası, tam tersinin geçerli olması. AKP, sekizinci yılını da tüketmeye başlayan iktidarında, kendisine büyük ümit ve beklentilerle oy veren kitlelerin hangi temel problemini çözdü ve hangi mağduriyetini ortadan kaldırdı? Başörtüsü yasağı mı sona erdi? Katsayı sorunu mu çözüldü? Kur’ân derslerine konulan yaş sınırı mı kalktı? İmam hatiplerin orta kısımlarını kapattıran sekiz yıllık kesintisiz eğitim mi revize edilip düzeltildi? Evet, bunların hangisi yapıldı? Bütün bunlarda Avni Doğan’ın “Biz hükümetiz, yapılan herşeyi biz yaparız” sözü mü işledi, “İstemediğimiz birşeyi kimse yapamaz” beyanı mı geçerli oldu; yoksa tam tersi mi cereyan etti? Yedi seneyi aşkın zamandır yaşananlar ve şu anda gelinen nokta, hepinizin gözü önünde. Ve durum bu iken, bu tarz söylemlerle milletin karşısına geçip nutuk atmanın izahı ve mantığı ne? Farklı bir konuşmasıyla disipline giden diğer bir AKP’li milletvekilinin sözlerine de bakalım: Basındaki haberlere göre Çorum Milletvekili Ahmet Aydoğmuş, “İktidara karşı çıkanların kanını tahlile yollamak lâzım. Bu kanı bozuklar gizli sözleşmeler yaparak ihanet etmişlerdir” demiş. Burada büyük ihtimalle “cımbızlanarak” seçilip bağlamından koparılarak aktarılan ifadeler söz konusu. Nitekim bu başlıkla verilen haberin metninde Aydoğmuş’un, “görevde iken İsrail’le yapılan anlaşmalara imza atıp, emekli olunca İsrail firmalarına danışmanlık yapan” birilerinden söz ettiği görülüyor. Ama ne olursa olsun, ortada yine ciddî bir üslûp sorunu olduğu görülüyor. “Kanı bozuk” ifadesi, başlı başına bir problem. Bunun “iktidar karşıtları” için kullanılması, sıkıntı ve problemi daha da ileri boyutlara taşıyor. Aydoğmuş’un, “asil kan” safsatasıyla yoğrulmuş bir bilinçaltını dışa vuran sözlerini savunmaya çalışırken, “Söylediklerim anayasanın ilk üç maddesinde belirtiliyor. Aksini düşünen varsa onların kanı bozuktur” gibisinden yeni inciler döktürmesi ise, meseleyi iyice vahimleştiriyor. Hem kendisi, hem de partisi açısından...
26.02.2010 E-Posta: [email protected] |