Sami CEBECİ |
|
Şekerci Han’ın inanılmaz cazibesi |
Şark yaylalarından, güneşin doğduğu yerden İstanbul’a gelen ve Bediüzzaman lâkabıyla anılan Said Nursî, çok büyük idealler ve hedeflerin peşindeydi. Zamanımızdan yüz sene evvel, 1910 yılında ilkbahardan sonbahara Doğu Anadolu’yu baştan sona gezmiş, halkın problemlerini yerinde görüp hastalığı teşhis etmiş ve çarelerini de bulmuştu. “Azametli Bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi veyahut Bediüzzaman’ın münâzarâtı" adıyla o çareleri kitap haline getirmiştir. “Bizim düşmanımız; cehâlet, zaruret ve ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet ve ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” diyordu. Doğunun cehâleti, fakirliği ve ihtilâf hastalığı onu çok incitiyordu. Mutlaka İstanbul’a gidilmeli ve padişaha bu durum arz edilerek devletçe çözüm üretilmeliydi. 1907 yılında İstanbul’a ulaştı. O zaman otuz yaşlarında gencecik bir adamdı. Sıradan bir yerde ev kiralamak yerine, o günün şartlarında popüler bir yer olan ve mebusların, sefirlerin, şairlerin ve ilim adamlarının konakladığı Şekerci Hanı tercih etti. Kiraladığı odanın kapısına “Burada her suâle cevap verilir, her müşkül halledilir, fakat bizden suâl olmaz” diye garip bir levha astı. Olacak şey değildi. Hiçbir sınır koymadan hem dinî hem fennî ilimlerde kim ne isterse sorsun demek akıl ve havsalanın olacağı bir şey olamazdı. Bu iddiâlı meydan okumaya, İstanbul’un en derin âlimleri tek başına veya gruplar halinde gelip istediği soruları soruyor, cevabını alıp çıkan “Böylesi şimdiye kadar görülmemiştir” diyorlardı. Bediüzzaman hem onların sorularını cevaplıyor, hem de Doğunun cehâlet ve fakirliğini gidermek için mektep ve medreseler açılması noktasında görüşlerini söyleyip kamuoyu oluşturuyordu. En önemli ısrarı ise din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulacağı Medresetü’z-Zehrâ projesiydi. Padişah ll. Abdulhamid’e ulaşmayı çok denedi, fakat muvaffak olamadı. Bu yüzden tımarhaneye kadar düştü. Doktor “Bediüzzaman deliyse, dünyada hiç akıllı adam kalmamıştır” diye rapor vererek taburcu etti. 31 Mart Ayaklanmasıyla hiç alâkası olmadığı, hatta onun nutukları ve makaleleriyle sekiz avcı taburu isyandan vazgeçtiği halde, onu da askerî mahkemeye verdiler. Yaptığı şahane müdafaasıyla kendisi berat ettiği gibi, kırk elli masumun da idamdan kurtulmasına vesile oldu. Kendisini haksız olarak muhakeme edenlere teşekkür etmeyerek, arkasında kalabalık bir halk kitlesi olduğu halde Beyazıt Meydanına doğru yürürken “Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!“ diye haykırdı. İstanbul’daki medenilerin entrikalarına, hile ve ayak oyunlarına tahammül edemeyen Bediüzzaman, şarkın yalçın dağlarını ve mert insanlarını tercih ederek İstanbul’dan ayrıldı. Hürriyet ve meşrûtiyet ile ilgili fikirlerini ve İslâmiyet’le örtüşen yönlerini, dağ ve sahraları, medrese ve tekkeleri birer irşat kürsüsü kabul ederek anlattı, halkı meşrûtiyet lehinde şuurlandırdı. Üç sene kaldığı İstanbul’a, 1. Cihan Savaşı’nda esir olarak götürüldüğü Rusya’dan firar ettikten sonra tekrar geldi. Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de vazife yaptığı dört yıl boyunca çok büyük maddî ve manevî hizmetlere imza attı. İstanbul Şekerci Han’a ilk geldiği zamanın üzerinden yüz sene kadar bir süre geçti. Şimdi, âhirzaman müceddidinin kahraman talebeleri yine Şekerci Han’ı mesken ittihaz ettiler. Hanla bitişik nizam inşâ edilen yeni bir binayı hizmet merkezi yaptılar. İman hakikatleri cihetinde her türlü suâle cevap veren Nur Risâleleriyle, toplumun taklidi olan imanlarını kuvvetlendirmeye, tahkiki imanı umuma ders vermeye çalışıyorlar. Bu olay tesadüf olamaz. Ancak bir sevk-i İlâhidir. İnşallah mülkiyetini de alırlar. İki defadır o mekânda derse katılmak nasip oldu. Şekerci Han olarak isimlendirilen bu geniş mekân, âdetâ İstanbul hizmetlerinin kalbi gibi olmuş. Külliye gibi hizmet veriyor. Anadolu ve Avrupa yakasından gelen kahraman Nur Talebeleri bu mekânı şenlendiriyorlar. Geniş salon, ihlâs, samimî kardeşlik ve tesanüt atmosferi içinde inanılmaz bir cazibe oluşturuyor. Hizmet ehlinin koşarak geldiği Şekerci Han, geleceğe dair büyük umutlar beslememize vesile oluyor. İşte, bizim görmek istediğimiz tablo buydu. Ne mutlu İstanbul’un iman fedailerine. Onları yürekten kutluyor ve ihlâs dairesindeki hizmetlerini ayakta alkışlıyoruz. Yolları açık olsun ve Allah onların hepsinden râzı olsun, binler âmin… 10.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet ÖZDEMİR |
|
Vefatının 92. yılında Sultan II. Abdülhamid |
Sultan II. Abdülhamid 21 Eylül 1842 tarihinde İstanbul’da doğdu. Çok hoşgörülü bir ortamda büyüdü. Kültür derslerinin yanında musikî dersleri de aldı. Sultan Abdülhamid, yıkılmak üzere olan Osmanlı Devletini 33 yıl ayakta tutmayı başarmış bir padişahtır. Dindar bir insan olan Sultan Abdülhamid ibadetlerini hiç aksatmazdı. Onun dindarlığı Fatih Sultan Mehmet’ten, Bayezid-i Veli’den daha geri değildir. Vahdettin’in, saray kadrosundan Fuad Türkgeldi’ye söylediği şu söz dikkate değer: “Benim sülâlemde, akıllı, dahi, aptal, mecnun, idareli, tutumlu, sefih, müsrif, her tip mevcuttur. Fakat bir tane bile dinsiz yoktur.” Bu son derece doğru teşhis ve tesbitin en tipik örneği Abdülhamid denilebilir. Hayırsever ve cömert bir insan olan Sultan Abdülhamid, sıradan bir vatandaş gibi yaşardı. Yunan seferi sırasında, kendisine hazinede yeterli para bulunmadığı söylenince, atalarından kalma şahsî servetinden masrafları karşılamış, devletten beş kuruş almamıştı. O, boş vakitlerini marangozhanede geçirir, harika eşyalar yapar, bunları sattırır ve parasını fakire fukaraya dağıttırırdı. Son derece şefkatli bir insan olan Sultan Abdülhamid’in kendisini öldürmek isteyenleri, suikast düzenleyenleri bağışlaması, dünya siyaset tarihinde görülmemiş bir olaydır. Korkaklığı hakkında yapılmadık edebiyat bırakılmayan, gerçekte tarihin en cesur adamlarından biri olan Abdülhamid, patlayan bomba karşısında insanlar her tarafa savrulup kaçarken, o asla telâş eseri göstermemiş, dimdik ayakta durup Şeyhülislâma endişe etmemesini söyleyerek şimşek gibi dışarı çıkmış, rastladığı saray arabalarından birinin arabacı yerine atlamış; atların dizginlerini toplayıp dört nala saray yönünde olay yerinden uzaklaşmıştır. Sultan Abdülhamid, kültüre büyük önem vermiş ve eğitim konusunda hizmet verecek birçok müessese yaptırmıştır. Üniversiteler, Güzel Sanatlar Akademisi, Ticaret ve Ziraat Okulları kuran Sultan Abdülhamid, ilk ve orta dereceli okullar, dilsiz ve kör okulları, aşiret mektepleri, kız meslek okulları da yaptırmıştır. Vilâyetlere liseler, kazalara ortaokullar kurmakla beraber, ilkokulları köylere kadar ulaştırmıştır. İstanbul’da Şişli Etfal Hastahanesi’ni ve Darülaceze’yi kendi şahsî parasıyla yaptırdı. Hamidiye adı verilen nefis içme suyunu borularla İstanbul’a getirtti. Karayollarını Anadolu içlerine kadar uzatan Sultan Abdülhamid, Bağdat’a ve Medine’ye kadar da demiryolları döşetmiştir. Ayrıca büyük şehirlere atlı tramvay hatları döşetmiştir. Sultan Abdülhamid’in emriyle İstanbul’daki dilenciler, sokaklarda başıboş gezen sahipsiz çocuklar, cami avlusunda yatan kimsesiz hastalar bir araya toplanıp ıslâh edilerek san'at sahibi yapmak, kimsesiz hastaların ömürlerinin sonunu huzur içinde geçirtmek maksadıyla Darülaceze yaptırılmıştır. Padişah Darülaceze’nin kuruluş masraflarını karşılamak üzere 7.000 altın lira kıymetindeki özel eşyasını hediye ederek ayrıca 10.000 altın lira da bağışta bulunmuştur. Halil Rıfat Paşa da evindeki bazı kıymetli eşyayı satarak kuruluşa katılmıştır. Böylelikle toplanan 72 000 liralık inşaat parası ile 6 Ekim 1892 tarihinde 21 koyun kesilerek Darülaceze’nin temeli atılmış ve resmî açılışı 2 Şubat 1896 tarihinde yapılmıştır. 114 yıldır yüzbinlerce kişiye Şefkat Yuvası olan Darülaceze; din, dil, ırk, cinsiyet ve mezhep farkı gözetmeksizin cami, kilise ve havrasıyla dünyada eşi benzeri olmayan bir hayır kurumu olma özelliğini taşımaktadır. 27.000 m2’lik bir alan üzerinde kurulan Darülaceze bünyesinde 7 aceze (düşkünler) servisi, bir poliklinik, bir çocuk kreşi, içinde kütüphanesi bulunan rehabilitasyon merkezi, fırın, 3000 kişiye yemek yapabilecek kapasitede modern bir mutfak, kesimhane, kurban etlerini 1 yıl süre ile muhafaza edebilecek buzhane, çamaşırhane ve kurumun ihtiyaçlarına cevap verecek ölçüde terzihane, matbaa, marangozhane, ayakkabı tamir atölyesi, demirhane mevcuttur. İçişleri Bakanlığına bağlı ve kendine özel bir yönetmelik ile yönetilmektedir. Bağışçıları, gönüllüleri, çalışanları ve acezeleri ile büyük bir aile olan Darülaceze darda ve sıkıntıda kalındığında sığınılacak bir kucak, varlıklı olunduğunda da desteklenecek bir kurumdur. Darülaceze, Osmanlı’dan günümüze uzanan sosyal yardımlaşma köprülerinden biridir. Sultan Abdülhamid’ın dünya politikası, İngiltere karşısına Almanya’yı, Rusya önüne İngiltere’yi dikmek, fazla bir emel sahibi görünmeyen Fransa’ya tarafsız bir tutum muhafaza ettirmek, İtalya’yı olduğu yerde bırakmak, Avusturya’yı da bazen Rusya’yla çatıştırarak, bazen Almanların peşine düşürerek Balkanlarda tek ve faal bir politika gütmekten alıkoymak; böylece, Batılı büyük devletleri birbirlerine karşı rekabetleri ve tezadları içinden kavrayıp Osmanlı Devleti’ni zararlı olmaktan çıkarmaktır. Almanya imparatorunun, “Ben politikayı Abdülhamid’den öğrendim” sözü bunun yabancılar tarafından tasdikidir. Özetle söylemek gerekirse Abdülhamid’in dış politikası, Batılıları kendi konusunda rekabete sürüklemek, tezada boğmak, birbirine düşürmek, iç ve dış meseleleriyle zayıf taraflarından yakalayıp akamete uğratmaktan ve böylece hasta döşeğindeki Osmanlı Devletine rahat bir nefes aldırmaktır. Selânik’ten İstanbul’a gelen hareket ordusu 31 Mart olayını bastırdı. Sultan Abdülhamid, Ayan ve Mebusan Meclisi’nin ortak toplantısında alınan kararla (Mebusan Meclisinin yarıdan fazlası Müslüman olmayan milletvekilleri idi.) tahttan indirilerek yerine, Sultan V. Mehmed (Reşat) padişahlığa getirildi. Sultan II. Abdülhamid Selanik’e sürgüne gönderildi ve Yıldız Sarayı yağmalandı. Meclisin tahttan indirilme kararını bildirmek için heyette Selanik Milletvekili ve Selanik Mason Locası Başkanı Yahudi Emanuel Karosso, Ermeni Aram, Arnavut Esad Toptani Paşa ve Gürcü Arif Hikmet Paşa yer aldılar. Bu isimlerin, ileride azınlıkları kışkırtarak devletin parçalanmasında büyük ihanetleri olacaktır. Ülke yönetimi bir süre sonra tamamen İttihat ve Terakki Partisi ile onun liderlerinden Enver, Talat ve Cemal Paşaların eline geçti. Bediüzzaman Said Nursî, nutuklarıyla 31 Mart Olayı’nda isyan eden sekiz taburu isyandan vazgeçirmiş; böylece daha vahim olayların önüne geçilerek, kardeşkanı dökülmesi engellenmiş ve fitnenin durdurulması sağlanmıştır. Sultan II. Abdülhamid, tahttan indirileceğini gördüğü halde buna engel olmak isteyen İstanbul’daki 1. Orduyu kardeş kanı dökmemek için izin vermemiştir. Birçok tarihçi 31 Mart Olayı’nın Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmek için hazırlanmış bir plan olduğunu ifade ederler. Padişahın bu isyanla en ufak bir ilgisi olmadığını İttihatçıların liderlerinden olan Talat Paşa da ifade etmiştir. Bazı kaynaklar ise Yahudi parmağı üzerinde dururlar. Sultan Abdülhamid, 31 Mart (1909) olayından sonra tahttan indirilmiş, ömrünün kalan kısmını sürgün ve göz hapsinde geçirmiştir. 10 Şubat 1918 tarihinde vefat etmiştir. Onun cenazesi arkasında yürüyen İttihadçılar gözyaşı dökmüşlerdir. Abdülhamid’e isnat edilen zulüm, istibdat, korkaklık, vehim, israf, ihanet, gerçekte merhamet, adalet, cesaret, zekâ, tasarruf ve sadakatın tâ kendisidir. Bazı tarihçiler bu istibdat yönetimini şöyle izah ederler: Sultan II. Abdülhamid’in mecbur olduğu bu zayıf istibdatın arkasında İttihat ve Terakki hükümetlerinin baskı ve zulümleri vardır. 10.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Risâle-i Nur müşteri aramaz |
Edincik’ten Ali Karakaş: “‘Risâle-i Nur müşteri aramaz’ sözü ne demektir? Tebliğ vazifesini dikkate aldığımızda bu sözü nasıl anlayacağız?”
Hakkı ve hakikati tebliğ etmek, Kur’ân’ın önemli emirlerindendir. Fakat vazifenin tebliğ ile sınırlı olduğu; tebliğde ısrar edilmemesi gerektiği ve tebliğ edildikten sonra hidayet verme işinin bizzat Allah’a ait olduğu da, Kur’ân’ın önemli hatırlatmalarındandır. Kur’ân’a göre, tebliğ etme ile hidayet etme arasında, yaratılan ile Yaratıcı arasındaki mesafe kadar sonsuz bir mesafe bulunuyor. Nitekim tebliğ etme bizim fiilimiz iken, hidayet etme yalnız Allah’a ait bir fiildir. Bu hususu belgeleyen âyetlerden sadece birkaçı şöyledir: “Peygambere düşen ancak tebliğ etmektir!” 1 “Eğer İslâm’a girerlerse hidayete ermiş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen şey ancak tebliğ etmektir.” 2 “Sen sevdiğine hidayet veremezsin. Lâkin Allah, dilediğine hidayet verir.” 3 Tebliğ etmek bize düşen önemli bir vazife iken; tebliğde ısrarcı olmayı, bir müstağniye (dine ihtiyaç duymadığını düşünen birine) tebliğ edeceğim diye kendini parçalamayı ve bunun için bir müşteriyi (dine müşteri olan ve bir şeyler öğrenmek isteyen birisini) ihmal etmeyi Kur’ân makbul saymaz. Allah (cc), bu hususta Sevgili Resûlünü bile (asm) ikaz ediyor. Abese Sûresinin nüzul sebebi şöyle bir vakıadır: Resulullah Efendimiz (asm) azılı müşriklerden Utbe bin Rabia, Ümeyye bin Halef ve Ebu Cehil bin Hişam ile konuşuyor, onları Allah’ın dinine dâvet ediyordu. Onlar da dinlemiyorlar, lâf anlamıyorlar, hatta alay ediyorlardı. Peygamber Efendimiz (asm) ise dâvetini yaymakla haşir neşir olmuş, bir kişiyi olsun imana getirebilmek için çabalıyor; bu zor insanların imana gelmesinin bir çok insan üzerinde etkili olacağı düşüncesiyle–tâbir caizse- kendini yıpratırcasına dâvetini anlatıyordu. Bu sırada kör bir mü’min olan Ümmü Mektum Hazretleri tutunarak ve yedekleyerek Resûlullah Efendimizin (asm) yanına kadar geldi ve “Ya Resulallah! Allah’ın sana indirdiği Kur’ân’dan bana öğret! Beni irşad buyur!” dedi. Peygamber Efendimiz (asm) Ümmü Mektum’a cevap vermedi. Ümmü Mektum (ra), Peygamber Efendimizden (asm) yüz bulamayınca sözünü tekrarlayıp durdu. İşte tam bu sırada, Peygamber Efendimiz (asm) henüz oracıktayken, henüz azılı ve zor müşriklerle görüşme yaparken Abese Sûresi nazil oldu. Sûrenin ilk on iki âyeti meâlen aynen şöyledir: “Yüzünü ekşitti ve döndü. Kendisine âmâ geldi diye. Ne bilirsin, belki o temizlenecek? Veya öğüt belleyecek de öğüt ona fayda verecek. Ama buna ihtiyaç hissetmeyene gelince; sen ona yöneliyorsun. Onun temizlenmemesinden sana ne? Ama sana can atarak gelen, Allah’tan korkarak gelmişken, Sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayır; hayır; sakın! Çünkü o Kur’ân bir öğüttür. Artık dileyen onu düşünür.”4 Peygamber Efendimiz (asm) aslında Ümmü Mektum’u aydınlatmaktan uzak duruyor değildi. Bu durum onun masumiyeti ile de çelişmiyor. Bilâkis dâvâsına sadakatini, dâvetini yayma çabasını ve tebliğ görevinde başarısını gösteriyor. Risâle-i Nur, asrımızın tebliğ kitabıdır. Ama müstağnî olanlar ona ulaşamazlar! Müşteri olmayanlar onu bulamazlar! Onu hor görenler onun hakikatlerine erişemezler! Ona gururla bakanlar onun gölgesine yaklaşamazlar! Böylelerine karşı ısrarla Nur hakikatlerini satmaya kalkmak abesle iştigaldir. Tebliğin hakkı hürmetine bir defa uyarılsa kâfidir. Kabul etmezse ısrar etmemelidir. ‘Makamı mevkii var, kabul ederse büyük etki yapar’ gibi hususları düşünmemeli; müşteri olmayan birisine Nur hakikatlerini tebliğde ısrarcı olmamalıdır. Bedîüzzaman Hazretleri bir Amerikan sefiri eliyle Amerika’ya risâle göndermek isteyen talebelerini, sefirin siyasî bir kişi olması hasebiyle Risâle-i Nur’u takdir edemeyeceğini, Risâle-i Nur’u takdir etmeyen bir ele ise Risâle-i Nur vermenin makbul olmadığını ifadeyle şöyle uyarıyor: “İstanbul’daki Amerika Sefiri vasıtasıyla Amerika’daki Müslüman heyetine Zülfikar’ı ve bir Asa-yı Musa’yı göndermesini isteyen o dostumuz ve kardeşimize deyiniz ki: Sefirlerin kafası siyasetle meşgul olduğundan ve Risâle-i Nur, siyasetle alâkası olmadığından, siyasî bir kafa çabuk takdir edemiyor. Hem Risâle-i Nur, müşterileri aramaz; müşteriler onu aramalı, yalvarmalı. Amerika, buranın en küçük bir havadisini merakla takip ettiği halde, buranın en büyük bir hadisesi olan Risâle-i Nur’u elbette arayacaktır.”5 Burada Bedîüzzaman Hazretleri tebliğ yapmamayı değil; tebliğde ısrarcı olmamayı ve müşteri olmayanlarla kafamızı fazla meşgul etmemeyi; tebliği mütezellilâne değil, izzet-i diniyeyi muhafaza ederek yapmayı hatırlatıyor. Nitekim diyor ki: “Kur’ân-ı Hakîmin sadık bir hizmetkârı, ne kadar âdi olursa olsun, Kur’ân namına, en büyük insanlara emirlerini çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara Kur’ân’ın âli elmaslarını, yalvararak, mütezellilâne değil, belki müftehirâne ve müstağniyâne satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdi hizmetkâra, vazife başında iken tekebbür edemezler.”6 “Cenâb-ı Hak, bize, nur ve nuranî vazifeyi vermiş; onlara da zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmaya tenezzül etmek hatadır.”7
Dipnotlar:
1- Maide S: 99; Nur S: 54; Ankebut S: 18; Tegabun S: 12; 2- Al-i İmran: 20; 3- Kasas Sûresi: 56; 4- Abese Sûresi: 1-12; 5- Emirdağ Lâhikası: 194, 195; 6- Mektubat: 338; 7- Kastamonu Lâhikası: 85. 10.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Ruh, duygu ve içtimâî gerginlikler |
Hepimiz toplumda bir yer edinir, rol üstleniriz. Yaşımız ilerledikçe de rollerimiz gelişir, değişir. Bu gelişmeye paralel davranışlara ayak uydurmak da bizi zorlar; gerginlik, endişe, korkulara sebep olur. Meselâ, gençlikten kurtulup evliliğe ayak attığımızda artık bir eşiz, anne-babayız. Veya, içinde bulunduğumuz cemiyet/cemaat, topluluğun bizden beklentileri vardır. Bunun için sürekli bir yarış içinde oluruz. Bunlar gerginlik, sıkıntı ve kaygı sebebidir. Kimi zaman, grup içinde engelleme gibi problemlerle karşılaşırız. Kimi zaman, arkadaşlarımızdan yardım görmeyiz, bir kişi veya kişiler tarafından engelleniriz. Önümüze kıskançlık, haset gibi nefsî duvarlar çıkar. İşte burada sevgi, sabır, ihlâs, uhuvvet (kardeşlik) samimiyet, dostluk, fazîlet, diğergamlık gibi değerler ortaya çıkar. Bunların özümsenmesi nisbetinde de; karşılaştığımız zorlukları aşar, sıkıntıları asgariye indiririz. Hepimiz, olumsuz hâdise, rûhî, hissî tesirler altında kalırız. Meselâ, eş ve yakınların ölümü, eşlerin boşanma, hapis, işsizlik, ağır hastalık, emeklilik (tamamen başıboş kalma) göç, mekân ve ev değiştirmeler... Bunun yanında, ülkenin siyasî ve sosyal değişikliklerinden kaynaklanan ekonomik problemler, politik gerginlikler, darbeler, terör ve savaş gibi içtimâî (sosyal) kaynaklı olaylar; rûh ve duygu dünyamızda menfî tesirler meydana getirir. Hayatın inkâr edilmez ve önlenemez gerçekleri olan menfî olaylar, hiçbir zaman eksik olmaz. Eğer, bunlara karşı savaş kararı verilirse; şuûrumuzdaki haberdarlık ve uyanıklık artar. Sinir sistemimiz kendisini güçlendirir. Endişe seviyemiz yükselir. Bedenimiz de üç çeşit tepki verir: Tehlike, direnç ve çöküntü. Bu durumda devreye Allah’a imân, tevekkül, kadere imân girerse; endişe düzeyi, karamsarlık, öfke, korku, sinirlilik tedirginlik gibi rûhî hallerin seviyeleri aşağılara çekilir. Aksi halde direnç kırılır, rûh dünyamız allak-bullak olur. Ve çöküntüye dayanılamayarak intihar gibi istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Savaşmak yerine, kaçmayı yeğlemek kurtarmıyor. Bu sefer, strese bağlı uyum bozuklukları, rûhun bedende meydana getirdiği psikosomatik, maddî hasar ve hastalıklar ortaya çıkar. 10.02.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Şefkat kahramanları harekete geçti |
Kadınlar, nisbeten zaiftir, naiftir, cins–i latiftir... Şefkat ve merhametin timsâlidir, kadınlar; husûsen anneler... Ancak, ıztırar halinde, yani bıçağın kemiğe dayandığı durumlarda, kadınlar öyle bir şecaat ve cesaret ile harekete geçerler ki, yiğitlikte kendini dev aynasında gören erkekleri bile fersah fersah geride bırakırlar. Zaruret ve mecburiyet hasıl olduğu zaman, onlardaki zaiflik kuvvete, şefkat ise şecaate inkılâp eder. Hem de, kadınlardaki o naiflik, hiç kimsenin karşısında duramadığı, mukavemet edemediği bir kuvvete dönüşür. Ve nihayet, her biri birer şefkat kahramanı kesiliverir. "Hutuvat–ı Sitte" isimli eserde de zikredildiği gibi, en korkak evciller olarak bilinen tavuk ve keçi bile, ıztırar halinde, hiç umulmadık davranışlarda bulunabiliyorlar. Meselâ: Keçi, can havliyle harekete geçip boynuzuyla kurdun karnını deldiği ve yavrularını koruyan bir anaç tavuğun camusa saldırdığı, darb–ı mesel olmuş vukuatlardandır. İşte, birer anne ve anne adayı olan kadınlar da, bir cihette böyledir. Şefkat duygusuyla harekete geçtiğinde, öylesine harikulâde bir şecaat gösterir ki, en cesur bir erkeğin yiğitlik gösterisi dahi yanında sönük kalır. İşte dünkü ajans haberlerinde, böylesine kahraman, böylesine şefkat timsâli bir taifenin omuz omuza hareket ettiğine şahit olduk. Erkekler, çekinip geri planda kalırken, onlar korkusuz bir vakarla, sarsılmaz bir metanetle öne atılmışlardı. Onları alkışlamak, bütün hissiyatımla onları tebrik etmek geldi, içimden. Baktım, kimi eşini, kimi babasını kaybetmiş, bu şefkat kahramanlarının. Yaraları hâlâ taptaze, acıları yürek burkmaya devam ediyordu. Her gün tazelenen acı ve ıztırabı had safhada hissedenlerin başında Rakel Dink, Özge Mumcu, Sezen ve Bengü Öz, Sibel ve Nükhet İpekçi Hanımlar geliyor. Onların yanında, onlarla omuz omuza duran yüreği yanık ve fakat vicdanı sağlam daha başka insanlar da vardı. Biz, sadece sembolleşmiş isimleri saydık. Ama, özellikle eşini, ya da babasını arkası karanlık cinayetler sonucu kaybetmiş hanım kahramanları nazara verdik. Bu son derece vakur, azimli ve kararlı insanlar, Hrant Dink cinayetinin 12. duruşması vesilesiyle biraraya geldiler ve ortak bir duyarlılıkla şunu haykırıdılar: "Ey ilgililer! Ey yetkililer! Haydi harekete geçin de cinayetlerin ardındaki vahşi yapıyı ortaya çıkarın!" Dileriz ki, onların bu duruşları, bu haykırışları kaim ve daim olsun. Dileriz ki, onların safına başkaları da dahil olsun. Dileriz ki, hep birlikte hakiki adâleti istemeye, zalime meydan okumaya ve zulme lânet yağdırmaya devam etsinler. Bu noktada, biz de onlarla beraberiz. Mazlum, her kim olursa olsun, kimliğini hiç sormadan ona sahip çıkarız. Zalim, her kim olursa olsun ve zulüm her nereden gelirse gelsin, bütün benliğimizle onun karşısında dururuz. Dolayısıyla, alçakça katledilen Hrant Dink'le din ve milliyetimiz ayrı olsa da; yine canice katledilen Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu ile dünya görüşümüz birbirinden tamamen farklı olsa da, onlara revâ görülen muameleyi yine de tel'in ediyoruz. Aynı şekilde, onların yakınlarının ve bilhassa aile efradının çekmiş olduğu o dayanılmaz acıları ruhumuzda, vicdanımızda hissederek onlarla paylaşıyoruz. Dahası, bununla da sınırlı kalmayarak, Türkiye'de doksan yılı aşan benzer karakterli bütün cinayetlerin aydınlatılmasını ve bilhassa tetikçileri kullanarak kendilerini gizlemeyi başarmış olan karanlık mihrakların ortaya çıkarılmasını ve artık köklerinin kazılmasını bütün içtenliğimizle istiyoruz. İşte, şimdi bilhassa şefkat kahramanı olan kadınların aynı taleple ortaya çıkıp cesaretle omuz omuza vermesi, hiç olmazsa bundan sonra birşeylerin yapılabileceğine dair ümidimizi parlatmış oldu. Evet, şimdi daha ümitvar olabiliriz. Zira, ıztırar hali yaşayan şefkat kahramanları harekete geçmiş bulunuyor. Bu sebeple şunu diyebiliriz ki: Şimdiye kadar hep tetikçi kullanarak kendini gizleyen, hep maşa kullanarak izini kaybettirmeyi başaran arka plandaki vahşilerin, cânilerin sonu yaklaşmış bulunuyor. Çünkü, kadınlardaki o şefkat kuvveti bir kere harekete geçti mi, daha onu hiç kimse durduramaz ve de korkutup sindiremez. Onun için, ümit ve temenni ediyoruz ki, tâ doksan–yüz yıldan bu yana işlenen bütün cinayetlerin arkasındaki yapı ortaya çıkartılıp bertaraf edilecektir. İşte size, arkaplânı hâlâ karanlıkta duran meşhûr olmuş zulüm ve cinayetlerin kısacık bir listesi: * 27 Mart 1923'te Topal Osman'a yaptırılan Ali Şükrü Bey cinayeti. * 13 Şubat 1925'te Meclis'te Ali Çetinkaya'ya işlettirilen Halit Paşa cinayeti. * 16 Ekim 1945'te Org. K. Orbay'ın oğlu Haşmet'in tetikçisi olduğu sonradan ortaya çıkartılan Ankara'daki Dr. Neşet Naci cinayeti. * Temmuz 1946'da, Haşmet Orbay'ın işlediği cinayeti örtbas eden Ankara Valisi Nevzat Tandoğan'ın foyasını ortaya çıkaran Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Fahrettin Karaoğlu'nun otomobili içinde ölü bulunması hadisesi. * 1926'dan 1960'a kadar, yani 35 yıl müddetle Bediüzzaman Said Nursî'nin peşpeşe yaşamış olduğu sürgün, hapis, zindan, baskı, zulüm ve zehirleyerek öldürme planlarının kim tarafından ve niçin yapıldığı üzerindeki sır perdesi hâlâ kaldırılabilmiş değil. * 27 Mayıs 1960 Darbesinin üçüncü günü Ankara Harp Okulu penceresinden baygın halde aşağı atıldıktan sonra "intihar süsü" verilerek katledilen İç İşleri Bakanı Namık Gedik cinayeti, henüz resmî makamlar tarafından ikrar edilmiş ve arka planı aydınlatılmış değil. * Ve, halen mahkemesi, yahut tartışması devam eden gündemdeki cinayetler serisi... Evet, şefkat kahramanları, o mağlup edilmez, yıldırılmaz duygularıyla harekete geçtiğine göre, yüz yıldır işlenen cinayetlerin ardındaki yapının deşifre edilerek dağıtılacağına dair, şimdi daha ziyade ümitlenebiliriz demektir. 10.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Ermeni açılımı”nda çekilme sinyalleri… |
Demokratikleşme ve özgürlüklere hiçbir yararı olmayan “kavga” ve polemikler kargaşasında oldukça önemli konular güme gidiyor. Bunlardan biri de Obama’nın Türkiye ziyaretinde “büyük tarihî fırsat” iddialarıyla başlatılan “Ermeni açılımı”nın temelini teşkil eden protokollerin tek taraflı çökmesi… Bilindiği gibi Erivan, işgal altında tuttuğu Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini teşkil eden Dağlık Karabağ ve reyonlardan (illerden) çekilmeyi hep müzâkere dışı tutu. Ankara’nın “normalleşme süreci” için Ermeni işgalinin sona ermesi talebini reddetti. Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesini amaçlayan “protokoller”in Karabağ işgaliyle hiçbir ilgisinin olmadığını ileri sürdü. Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’dan Dışişleri Bakanı Nalbantyan’a, Ermeni yetkililer ısrarla bunu dillendirdiler. Aslında “protokol onay belgeleri”ni meclise gönderen Ermenistan hükûmetinin, “cumhurbaşkanına protokollerden imza çekme yetkisi”ni veren yasayı hazırlaması, Erivan’ın süreçteki samimiyetsizliğinin en belirgin işâreti. Daha Ankara ile Erivan arasında Bakü’ye rağmen girilen “Karabağ açmazı” aşılmazken, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin 10 Ekim’de Zürih’te imzalanan “protokoller”in ana umdelerinden biri olan “1915 olayları”na dair “ortak tarih komisyonu”na itirazı, süreci tamamen tıkamakla kalmadı, “Ermeni açılımı”ndaki stratejik hedefi darmadağın etti…
“NORMALLEŞME SÜRECİ’NDE FLULAŞMA! “Normalizasyon süreci”, Sarkisyan’ın Wall Street Journal’a, “İşler daha da zorlaştı; görüşmelerin başladığı dönemin de gerisine gittik, iki taraf arasında güven yok” cümlesinde düğümleniyor. En son Davutoğlu’nun görüşeceğini söylediği Nalbantyan’ın Münih güvenlik konferansına gitmemesi, “Erivan süreçten çekiliyor mu?” sorusunu sorduruyor. Ermenistan’ın “soykırım araştırması” çekincesini “protokolleri kısıtlayıcı kayıt” ve “flulaşma” olarak yorumlayan, “süreç sağlıklı işlemezse çekilebilecekleri”ni belirten Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Bern’de ve Londra’da açık itirafıyla “süreci yürütme imkânı kalmadığı” vartasına vardırıyor. Bakan’ın “Türkiye’nin vizyonuna uygun bir sürecin devam etmediği ve Türkiye’ye bir haksızlık yapıldığı”nı açıkça belirtmesi, daha onaylanmadan “protokoller”in suya düştüğünü gösteriyor. Kısacası Erivan’la ilişkiler tehlikede. Krizde “açılım” öncesinin gerisine düşülmüş; kaygılar daha da azmış. Nalbantyan’ın sürece dair hiçbir yazılı ve sözlü garanti vermemesi, bu endişeyi arttırıyor. Uykuya yatırılan “Ermeni açılımı” komaya girmek üzere. Gelinen safhada Ermenistan güven ve diyalog yerine, yine “abanın altındaki soykırım sopası”nı gösteriyor. 24 Nisan’a doğru Türkiye’yi Obama’ya “soykırım” kelimesini söyletmekte tehdit ediyor. Görünen o ki diaspora’nın kışkırtmasıyla “mızıkçılık” yaptığı artık ayân beyân olan Ermeni tarafı, bundan sonra da Türkiye’nin “olmazsa olmazı”nın başında gelen “Karabağ işgali”ni gündeme getirmekten kaçınacak. İmzaladıktan sonra tek taraflı tağyirle “soykırım” maddesini ayıkladığı “protokoller”i parlamentosuna sevkedip onaylatacak… Ardından da klâsikleşen “24 Nisan krizi” öncesinde Amerikan Kongresi’nde yeniden gündeme getirip “soykırım iddiaları”na malzeme yapacak. “Ermenistan parlamentosunda onayladı ama Türkiye onaylamadı” propagandasıyla inisiyatifi ele alıp politik avantaj olarak Türkiye aleyhinde “kınama”da istimal edecek. Kongre üzerinde etkili Yahudi lobisi desteğindeki Ermeni lobisini harekete geçirip Türkiye’yi uluslar arası arenada sıkıştıracak…
ABD, YİNE ERMENİSTAN’IN YANINDA… Amerikan Büyükelçisi Jeffery’in tecâhül-ü ârif yapıp, “Ermenistan Anayasa Mahkemesi, protokollere yeşil ışık yaktı, Ermeni protokolüne desteğimiz sürüyor” çarpıtmasıyla “Karabağ işgali” ile “protokoller”i “iki ayrı süreç” olarak nitelemesi; “Türkleri rahatsız etti ama biz kararı olumlu bir adım olarak görüyoruz” demesi, Washington’un Ankara’ya verdiği sözlerin aksine yine Erivan’ın arkasında olduğunun ifâdesi. Keza Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Ermeni yanlısı Howard Berman’ın 252 nolu “Ermeni soykırımı tasarısı”nın gündeme alıp 4 Mart’ta oylamaya sunmasına, Türkiye’yi “stratejik müttefik”liğe ilâveten “model ortak” ilân eden Obama yönetiminin seyirci kalması, ABD-Ermenistan kumpasını açığa çıkarıyor. Aslında Berman’la görüşen Amerikan Ermeni Ulusal Komitesi (ANÇA) Başkanı Ken Hachikyan’ın, “ABD Kongresi, Ermeni soykırımına yönelik ahlâksız çabalarına karşı Türkiye’ye açık ve cesur bir mesaj gönderiyor” diye teşekkürü, işin içyüzünü deşifre ediyor. Özetle zamanlama ilginç. Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin kararı, “soykırım tasarısı”, ABD’nin tavrı peşpeşe geliyor. Tesbit şu ki Erivan, bir yandan “protokoller”e imza atarken, diğer yandan 22 ülkenin yanısıra 44 eyâletinin resmen tanıdığı “soykırım” yalanını ABD’ye kabul ettirme peşinde. 148 imzalı “tasarı”yı diasporayla birlikte Amerikan Kongresinde geçirme stratejisini sürdürüyor. Ankara ise hâlâ “açılım” ve “sıfır sorun” söylemiyle oyalanıyor, kamuoyunu oyalıyor. “Ermenilerle ittifak ve dostluğun”, “musâlâha (barış) elini uzatmanın”nın birinci şartı olan “izzet-i milliyeyi (milletin izzetini, hakkını ve hukukunu) muhâfaza”daki başarısız politikalarla AKP iktidarının “Ermeni açılımı” açılmadan kapanıyor. Hem de resmî ağızların ikrarıyla… 10.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Güç kavgasını bırakın, gençleri düşünün! |
Danıştay, yeni bir yanlışa daha imza attı. Yıllardan beri kangren haline gelmiş olan ‘katsayı’ konusunda YÖK’ün aldığı kararı iptal etti. Biliniyor, ama katsayı uygulamasını kısaca hatırlatmakta fayda var: 28 Şubat sürecinde alınan bir kararla meslek liselerinin üniversiteye girişleri zorlaştırıldı. Bu da normal lise mezunları ile meslek lisesi mezunlarına uygulanan ‘farklı katsayı’ uygulaması ile yapıldı. Neticede, aynı imtihana girip aynı sayıda soruları cevaplandıran normal lise mezunları ile meslek lisesi mezunlarına farklı puanlar verildi. Bu uygulama sonrasında öyle yanlışlara imza atıldı ki, bir meslek lisesi mezunu üniversiteye giriş imtihanında sorulan bütün soruları cevaplandırmış olsa da istediği üniversiteye giremez hâle geldi. Şaka değil, Türkiye birincisi olan bir meslek lisesi öğrencisi meselâ tıp fakültelerine girememeye başladı. Tabiî ki bu uygulamayı savunmak mümkün değildi. Ama burası Türkiye olduğu ve ‘tek parti anlayışı’nda insaf ve iz’an olmadığı için, dünyada eşi ve benzeri olmayan bu uygulama bazı siyasetçiler nezdinde savunuldu. Meslek lisesi mezunları ile diğer lise mezunları arasında farklı katsayı uygulamasında asıl amaç, imam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye germesine mani olmaktı. Peki niçin imam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye girmesine engel olunmak istendi? Elbette ki bu çekememezliğin sebebi, imam hatip liselerinde İslâm dini konusunda dersler veriliyor olmasıydı. Hemen ifade edelim ki, imam hatip liselerinde bu konuda verilen eğitim de arzu edilen seviyede değildir. Ama o konunun tartışılması ve çare aranması başka bir tartışmanın konusu olabilir. Aslında bu konu, kanunsuz olarak devam ettirilen başörtüsü yasağına benziyor. Emin olun ki bu yasaklar ve uygulamalar önümüzdeki yıllarda sona erecek ve bugün bu uygulamalara imza atanlar “Keşke bunlar yaşanmamış olsaydı” diyecekler. O halde ‘kat kat yanlış’ta ısrar edenlere bugünden sesleniyoruz: Lüzumsuz inadı bırakın. Sizler güç kavgası yaptıkça, zararını gençler görüyor. Meslek lisesi öğrencilerine yapılan uygulama kökten yanlıştır! Danıştay’ın ‘farklı katsayı uygulaması devam etsin’ anlamındaki kararından sonra açıklama yapan hükümet yetkilileri sadece ‘şikâyet’lerini dile getiriyorlar. Ancak herkes bilmelidir ki iktidar ‘şikâyet makamı’ değildir. “Daha ne yapsınlar. Kanun çıkarı-yorlar, ama yine olmuyor” demek de çare değil. Her hal ve şart altında bu problemi ortadan kaldıracak olan hükümettir, Meclistir. Ne yapıp etmeli ve bu yanlışlar sona erdirilmelidir. Başta sivil toplum kuruluşları olmak üzere, iş adamları dernekleri ve sanayiciler de bu karara tepkilerini dile getiriyorlar. Bu uygulama hakikaten yanlış bir uygulama. Öyle ki Koç Holding bile imam hatip liselerini zikretmemekle birlikte “Meslek lisesi memleket meselesi” diyerek kampanya açmıştı. Doğru bir kampanyaydı ve gerekli desteği de gördü. Aynı şe-kilde, meslek lisesi kisvesi altında imam hatip lisesi mezunlarına yapılan bu yanlışa da itiraz edilmeli. Bazılarını güldürme pahasına duâmızı ve arzumuzu ifade etmek isteriz: Bütün bu mağduriyetler; gerçekten hür, demokrat ve cesur iktidarlar zamanında sona ermeli ve mağdur olanların hakları tazmin edilmelidir vesselâm... 10.02.2010 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Ermeni Tasarısı yine gündeme gelirken |
Ermeni iddialarının Amerikan Temsilciler Meclisi gündemine yeniden getirilmeye çalışılması, Türkiye-Ermenistan yol haritasında, yolun ucunun çıkmaz sokakta bittiğini gösteriyor. Ermenistan anayasa mahkemesinin protokolleri onaylayan kararında, 1915 olaylarının kurulacak tarih komisyonu marifetiyle araştırılmasının önü kesildiği gibi, Türkiye-Ermenistan sınırını belirleyen Kars Antlaşması da yok sayılıyordu. Elbette Türkiye bu karara şiddetle tepki gösterdi ve protokoller imzalandığı hale döndürülmedikçe, TBMM’de ele alınmayacağını belirtti. Ermeni hükümeti ve diasporası hemen ‘biz üzerimize düşeni yaptık, Türkiye ayak sürüyor’ propagandasına girişti. İstedikleri Türkiye’nin hemen protokolleri meclise sunup, onaylatması. Halbuki Türkiye’nin bulunduğu noktaya onlar henüz yeni geldiler. Yukarı Karabağ’da da aynı gerekçeyle adım atmaya yaklaşmıyorlar. Amaç; Türkiye’yi Yukarı Karabağ şartından vazgeçirirken, kendilerinin sözde soykırımı iddialarını hiç tartışmaya açmaksızın savunmaya devam etmeleri. Bu bariz gerçeklere rağmen Türkiye haklılığını anlatmakta zorlanıyor. Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon, kararın hemen ertesinde “mahkeme kararını Türkiye ile Ermenistan arasındaki normalleşme protokollerinin onaylanması sürecinde bir ileri adım olarak gördüklerini” açıkladı. Bu kararın protokolleri “sınırlamadığı veya herhangi bir şekilde şarta bağlamadığını” belirtti. Dışişleri Bakanı Davutoğlu önce telefonla sonra da Londra Konferansında Amerikalı yetkililere, Türkiye’nin neden karara itiraz ettiğini anlattı. Ancak görünen odur ki; Amerikalılar Türkiye’nin tezlerini anlamamış veya anlamak istemiyor. 252 sayılı sözde soykırımını tanıyan karar tasarısı 4 Mart'ta Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesinde oylanacak. Komite başkanı Howard Berman’ın kararı oya sunmaya kararlı olduğunu Ermeniler övünçle açıklıyor. Sonrasında da Temsilciler Meclisi gündemine getirmeyi planlıyorlar. Ancak bu kararın komitede oylanması pek sürpriz olmayacak. 2000, 2005 ve 2007 yıllarında da aynı komite bu kararı onayladı. Ancak o dönemlerde ne Bill Clinton ve George Bush kararı genel kurulda oylatmadı. Bizim kanaatimiz; Obama’nın da seleflerinin yolunu izleyeceği, hele Türkiye’nin bu açıdan adım attığı bir dönemde kararı oylatmayacağı yönünde. Bu arada Ermenistan’da yumuşama yanlısı politikacılara ve kamuoyuna yönelik ciddî bir baskı var. Şimdi Mecliste protokollerin onaylanmasını önlemeye çalışılıyor. Eğer olur da onaylanırsa bu kez ortak tarih komisyonunun kurulmasının önlenmesi planlanıyor. Peki neden? Zira Ermeni diasporası dünyada oynadığı ‘mazlûm’ kozunu kaybetmek istemiyor. Bu sayede kendi içlerinde oluşturdukları dayanışmanın bozulmasını istemiyor. Protokolleri onaylayıp sınırın açılmasını sağlayarak, tarihî başarıya imza atmak isteyen Ermenistan hükümetine bu primi yaptırmak istemiyor. Peki Türkiye istiyor mu? Bizce siyasal irade Azerileri küstürme pahasına bu adımı atma niyetindeydi. Ancak gördüğü tepki karşısında tavır değiştirdi. Şimdi ise; kendisini mahkûm ettiği Yukarı Karabağ sorununun çözümü şartı sebebiyle bir çıkmaza girdi. Bu çıkmazdan kurtulmak çok da kolay görünmüyor. Yani başladığımız noktaya geri döndük. Olan ise aş ve iş için Türkiye’ye umut bağlayan yüzbinlerce işsiz Ermeni’ye oldu. Onlar yine Türkiye’de kaçak işçi olarak çalışıp evine ekmek parası göndermeye devam edecekler. Türkiye de her 24 Nisan’ı kâbus gibi beklemeye. 10.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
EMASYA ve katsayı |
YÖK’ün geçen yaz aldığı “ÖSS’de katsayıyı kaldırma” kararının mağdurlar cenahında coşkuyla karşılandığı ve “Oh, katsayı zulmü nihayet bitti” yorumlarının yapıldığı bir ortamda yayınlanan “Katsayı zulmü bitti mi?” başlıklı yazımızı şu paragrafla bitirmiştik: “Türkiye’nin adeta yargı kararlarıyla yönetilir hale geldiği ve yetkilerini yürürlükteki ihtilâl anayasasından alan yargı organlarının, AKP iktidarını bahane ederek sistemdeki vesayetlerini daha da güçlendirdikleri bir ortamda yalnızca YÖK’ün karar almış olması sorunun kesin olarak bittiği anlamına gelmiyor.” (Yeni Asya, 24.7.09) Aradan dört ay geçti. Ve Danıştay, Kurban Bayramından hemen önce açıkladığı kararla, YÖK’ün katsayı kararı için yürütmeyi durdurdu. Bu karar için de köşemizde şu notu düştük: “Bugün ortaya çıkan durum, dört ay önceki o yazıda dile getirdiğimiz endişeleri maalesef doğruluyor. Ve, ‘ustaca’ bir zamanlama ile, tam da bayram öncesi açıklanan karar, yargı vesayetinin daha da derinleşip koyulaştığı bir ülkede, köklü bir anayasa ve sistem reformu yapılmadığı müddetçe mağduriyetlere son verilemeyeceği ve kronik sorunların çözülemeyeceği gerçeğini bir defa daha teyid ediyor...” (Yeni Asya, 27.11.09) Danıştay 8. Dairesinin verdiği yürütmeyi durdurma kararına itiraz eden YÖK, Danıştay Dâvâ Daireleri Genel Kurulundan da red cevabı aldı. Ardından, YÖK Başkanı “Gerekirse hukuku da arkadan dolanırız” gibi, hele şu ortamda asla söylenmemesi gereken bir sözü ağzından kaçırıp, sonra “Yanlış anlaşıldım, onu kast etmedim” gibi tevillerle vaziyeti kurtarmaya çalıştı ve aynı konuşmasında “dâhiyane bir formül” açıklayacaklarını söyledi. Ve “yeni katsayı” kararı geldi. Katsayı farkını kaldırmayan, ama azaltan bu karar mağdurları hem tatmin etmedi, hem de bunun dahi yine Danıştay marifetiyle iptali ihtimali ciddî tedirginlik kaynağı olmaya devam etti. Ve iki ay sonra bu endişeler de doğrulandı. Önceki “iptal ve yürütmeyi durdurma talepli” başvurusunu adeta davul zurnayla ilân edip istediği sonucu alan İstanbul Barosu, bu defa kamuoyu tepkisinden çekindiği için midir bilinmez, YÖK’ün son kararı için de aynı başvuruyu yaptı. Ve bu defa, iki ay içinde sonuç alındı. Bunda, Danıştay’ın, evvelki karar ve düzenlemelere göre hazırlanıp yürürlüğe konulan ve işlemeye devam eden sınav takvim, program ve süreçlerini daha fazla aksatıp zora sokmama “itina ve hassasiyet”inin önemli bir payı olsa gerek! Peki, aynı hassasiyet “eğitimi eğitimcilere bırakma” gereğinde niye es geçiliyor? Eğitimi de yargı kararlarıyla tanzim hevesinde niye bu kadar inat ve ısrar ediliyor? Çok ince ve hassas pedagojik, psikolojik ve bilimsel detayları bulunan eğitim sürecine yargı neden müdahale ediyor? Çünkü ihtilâl ürünü 82 Anayasası, koruma altında tuttuğu devrim yasalarından Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve 28 Şubat’ın eseri 8 yıllık kesintisiz temel eğitim düzenlemesi, onu hem buna zorluyor, hem de bu müdahale imkânını veriyor. İktidardaki sekizinci yılını da eskitmeye başlayan hükümet ve Meclis bunlara dokunamıyor. Ve sonuçta olan, önce büyük ümit ve beklentilere sokulup, sonra daha derin hayal kırıklıklarıyla karşı karşıya bırakılan mağdurlara oluyor. Danıştay’ın son kararı için YÖK’ten “Böyle olacağını biliyorduk” gibi pişkin mesajlar verilip, yine “C, D, E, F, G, Ğ... planlarımız hazır” nakaratının tekrarlanması ve oluşan durumun sadece “sınav takviminde aksama olup olmayacağı” açısından ele alınması, mağdurları iyice çileden çıkaran duyarsızlık örnekleri olarak kayda geçiyor. Son tahlilde ise, EMASYA protokolünün iptaliyle yaşanan ve yine “28 Şubat bitti” sözleriyle ifade edilen birkaç günlük “ferahlama,” Danıştay çıkışlı katsayı kararıyla yerini kasvete bırakıyor. EMASYA kalksa da devam eden İl İdaresi Kanunu 11/D ve perçinlenen katsayı haksızlığı, 28 Şubat’ın hâlâ sürdüğünü gözler önüne seriyor... 10.02.2010 E-Posta: [email protected] |