Yasemin YAŞAR |
|
Kâmil insan kimdir? |
Her varlığın kendine göre kemâlât derecesi vardır. İnsandaki kemâlât derecesi terakkî adını alır. Kemâlât dediğimiz mertebeler ise, bütün insânî değerleri birlikte gelişmiş insan demektir. İnsanın kemâlâtı ne meleklerinkine, ne de diğer mahlûkatın kemâline benzer. Meleklerin şehvet ve gadapları yoktur. Hayvanlarda ise durum daha farklıdır. Onlar da sırf topraktan oldukları için, şehvet hâkimdir. İnsan ise, hem meleklerin sahip olduğu akla, hem hayvanların şehvet ve gadabına sahiptir. İnsan bu yönüyle meleklerden ve hayvanâttan farklı bir mertebededir. Dolayısıyla aklı olmasına rağmen şehvetin esiri olan insan, hayvanâttan aşağı düşer; şehveti olmasına rağmen aklı hikmette kullanan insan, meleklerden üst seviyeye çıkabilir. Yani insan, melek ile hayvan arasında gidip gelen hadsiz derece ve derekâta namzet bir mahlûktur. İnsanın kemâli, işte bu yapısında mevcut bulunan farklı istidat ve kabiliyetler arasında meydana getireceği denge halidir. Kâmil insan, onca yeteneklerin içerisinde sadece birine meyil gösteren insan değildir. Farklı istidat ve kabiliyetlerini ihmal eden, sadece bir yönde ilerleyen insan, kemâle doğru mertebe katedemez. Bütün istidatlarını sırat-ı müstakîm denen vasatta kullanan insan kemâlâta ulaşabilir. İnsanın kemâlâtı, hem kendi içindeki maddî ve manevî yönüyle uyum içerisinde olması, hem de dış âlemindeki bütün mahlûkat ile uyum içinde olması ile mümkündür. Meselâ, bazı insanların insânî eğilimleri fazladır. Fakat bu temâyüllerinden yalnızca birinin etkisinde olup, öyle ilerleyip gider. Diğeri insânî değerleri ihmal edebilir. Bu bir dengesizlik hâlidir. Özellikle misyon insanlarındaki bu dengesizlik hâli, içinde bulundukları misyona büyük zararlar getirebilir. Meselâ bir hayır kurumunda canla başla çalışan bir insanın, ev içindeki ahalisine davranışlarındaki problem veya komşularıyla ilişkilerindeki samimiyetsizlik veya Cenâb-ı Hak ile irtibatındaki problem gibi daha bir dizi sayabileceğimiz sorunlar neticesinde, onun yapmış olduğu hayırlı amellerin tesiri kırılacaktır. Bu tür haller, yozlaşmanın ve sapmaların doğmasını netice verir. Toplum içindeki bozulmalar, sadece batılın o toplumda hâkim olmasıyla oluşmaz. Bazen hakta olan ifrat ve tefritler de o toplumu yozlaştırabilir. Meselâ, putperestliği kaldıran Hıristiyanlık, kendi içinde sûretperestliği doğurmuş ve bu aşırılık bu dini tahrif etmiştir. Peygamber Efendimizin (asm) bir hadis-i şerifinde, ‘dinin felâket kaynaklarından birisi de, ibadete düşkün cahildir’ denilmektedir. İlk bakışta anlamakta zorlanılan bu hadis-i şerifte, birçok anlam ve hikmetler vardır. Bunlardan birisi de, şu olsa gerektir: İbadet, İslâm’ın olmazsa olmaz şartlarındandır. İman, amelle takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. (İşârâtü’l-İ’câz) İbadet, içtimaî ve şahsî hayatı kemâle götüren bir unsurdur. Fakat, dikkatli davranılmadığı takdirde, toplum veya ferdin sadece bu değerin cazibesine kapılmasını netice verir. Ve böyle insanlar artık, İslâm’ı sadece camiye gitmekten, ibadet etmekten, duâ ve tespihten ibaretmiş gibi görürler. Bu ise, o konuda aşırılığa kaçmayı ve İslâmiyetin diğer meselelerini ihmali netice verir. Osmanlının yıkılışına zemin hazırlayan sebeplerden birisi de, tekke ve medreselerdeki ifrat hâllerin yozlaşmalara sebebiyet vermesidir. Tekkelerde ibadet, evrad ve zikirlere verilen ehemmiyet, diğer ilimleri ihmâli netice vermiş; medreselerde sadece ilim tahsili de ibadet ve tâatte ihmâli doğurmuştur. Böyle bir gidişâtı ortadan kaldırmak için Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehra projesini bir tiryak gibi sunmuştur. İşte bu dengelerin bir yön lehinde bozulması, değerleri menfîleştirmeye, sonra da çirkinleştirici bir değişime uğratmıştır. İnsanların en kâmilleri peygamberlerdir. Peygamberler içinde de en kemâl noktada Resûlullah (asm) vardır. 63 yıllık ömründe, ‘denge insanı ve kâmil insan nasıl olunur’un derslerini vermiştir. Bir gün, ashabdan bazı kimselerin kendilerini bütünüyle ibadete verdiklerini söylerler. Bu haberi duyan Resûlullah (asm) rahatsız olur, “Ne oluyor bazılarına?” diyerek, tepkili bir ifade ile, “Duydum ki ümmetim arasında böyleleri türemiş, ben sizin peygamberiniz olduğum halde, böyle davranmadığımı görmez misiniz? Ben hiçbir zaman, bütün geceleri, sabaha kadar ibadetle geçirmem. Gecenin fazla bir kısmını uyku ve istirahatle geçiririm. Ben ailemle ilgilenir, haklarını eda ederim. Her günü oruçlu geçirmem. Bazı günler oruç tutarım, bazı günler ise tutmam. Bu yolu tutturup gidenler (ifrat edenler / aşırı davrananlar), benim sünnetimden çıkmışlardır”, buyurmuştur. Hâsılı, sünnet-i seniyye, denge ve kıvam bulmak ölçüsüdür. Nefsi kötülüklerden kurtarmak, şeytanın desiselerine kapılmamak, dengede kalıp kâmil insan olmak, sünnete uymakla mümkündür. İslâmî değerlerin birine olan aşırı eğilimin, diğer İslâmî değerleri unutturmaması gerekir. Kâmil insan, sadece âbid olan değildir. Sadece zâhid olan da, mücahid olan da, hür olan da, akıllı olan da değildir. Kâmil insan, bütün yönleriyle kemâle ermiş, örnek insandır. Değerlerin bütününü benliğinde yerleştirmiş ve geliştirmiş insandır. 13.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Nurlara talebe olmanın getirdiği mükellefiyetler |
Nurlara âyine olmak, onu doğru yaşamak ve olduğu gibi yansıtmak, herhalde müntesiplerin üzerine önemli bir vecibe olsa gerek... Oradaki hak ve hakikatları, prensip ve düsturları muhtaç gönüllere en güzel şekilde göstermek, en makul, en makbul bir şekilde tebliğ etmek yine Nurlara hizmete gönül verenlerin işidir, vazifesidir... Ayrıca özellikle Nurlara perde olmamak, ona bir zarar, bir nakise getirmemek de öncelikle hadimlerin vazgeçilmez vazifesidir... Bu meyanda yanlış bilgi ve malûmatlara, doğru olmayan hâl ve davranışlara yer vermeyecek olanların başında da yine bu dâvâyı dâvâ edinenler gelmektedir. Elden geldiğince dinî yaşantısında takvayı esas alıp, çevresine nümûne-i imtisâl olmak, dinin güzelliklerini yansıtmada nokta-i istinat olmanın gayretinde olmak da yine Nur Talebelerinin işi olsa gerek. İbadetinde-tâatinde, hâlinde-davranışında, giyiminde-kuşamında, haramlardan çekinmesinde, sünnet-i seniyyeye uymasında daima örnek olmanın gayretinde olmak da Nur şakirtlerinin gayesi olsa gerek. Risâle-i Nur’daki düstur ve prensipleri benimseyip kabullenmek, oradaki emir ve tavsiyelere kulak verip yerine getirmek de, yine başkalarının değil, Nurlara intisap eden, onlara talebe olmayı kabul edenlerin vazifesidir... Bediüzzaman’ın bütün fikir ve düşüncelerini doğru öğrenip, doğru yaşamak, olduğu gibi yansıtmak ve tebliğde bulunmak, yine ona talebe olmaya aday olan insanların işidir. Bu noktada bir dâvâya gönül verip, bir cemaate dâhil olan insanların, şahsî görüş ve düşüncelerini, meziyet ve meşrebinden kaynaklanan, bağlı bulunduğu dâvâ ile uyumlu olmayan, mensubu olduğu camiâya ters olan fikir ve düşüncelerini bir tarafa koyarak, cemaatin şahs-ı mânevisini yansıtan hareket tarzını benimsemesi gerekir. Nurlarla hizmeti gaye edinen, Bediüzzaman’a talebe olmaya talip olan insanların ihlâsı ön planda tutup, ihlâsın gerektirdiklerini yerine getirmek için azamî gayreti, azamî titizliği ve ciddiyeti göstermesi elzemdir. Çünkü onların omuzlarına, Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “...gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’âniye” bir İhsan-ı İlâhî tarafından konulmuş. (İhlâs Risâlesi) Demek oluyor ki, Nur’a talebe olanların yükleri ağır; ağır olmakla birlikte bu yük hem değerli, hem de kudsî. İşte hadimler, bir ikram-ı İlâhî olan bu ağır yükü taşımakla yükümlü. Bu ağır ve kıymetli yük, iman ve Kur’ân hizmeti. Böyle ağır ve mesuliyetli bir vazifenin altına gönüllü olarak giren hadimlerin, bu kudsî emaneti sâlimen taşıyabilmelerinin ilk şartı ise, ihlâs düsturlarına riâyet etmeleri. İhlâsı kıracak, onu tehlikeye sokacak her türlü hâl ve davranıştan kaçınmaları gerekir. Nur Talebeleri, böyle yapmayıp, his ve hevâlarına kapılıp, şu veya bu sebeple, bilerek veya bilmeyerek ihlâsı kırarlarsa, o zaman Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “...hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik” etmiş olurlar. (21. Lem’a, İhlâs Risâlesi) Bediüzzaman’ın bu gayet açık ve bir derece ağır ifadelerinden anlaşılıyor ki, şu veya bu sebeple ihlâsı kırmanın suçu ve kabahati oldukça kabarık. Hem bulunduğu camiadaki bütün kardeşlerin hukukuna tecavüz, hem de bu kudsî hizmetin hürmetine taarruz ve hürmetsizlik söz konusu. Bu ağır vebali hiç kimse taşımak istemez her halde. Görülüyor ki, Nurlara talebe olmak beraberinde bazı sorumlulukları, bazı yükümlülükleri getiriyor. Bu sorumluluk yerine getirilince, üzerimize düşenleri yerine getirmenin mutluluğunu tatmış oluyoruz. Bu noktada her bir müntesip, her yerde, her zaman kendi şahsından öteye bir nev'î temsilcisi olduğu dâvânın ulviyetini ve kudsiyetini; diğer taraftan da mensubu olduğu camianın hakkını hukukunu düşünerek, duruşu ile, hâl ve davranışlarıyla nümune-i imtisâl olmanın gayretinde olacak. NOT: Çelikhan eşrafından muhterem ağabeyim H. Hüseyin Şahin’in eşi; Sadettin Haydar, Davut, Mehmet, Harun kardeşlerin annesi Zeynep Şahin’in vefatını teessürle öğrendim. Merhumeye Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret diler, geride kalanlarına sabr-ı cemil niyaz eder, taziyetlerimi sunarım. 13.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Bid'at ve sünnet üzerine |
Abdurrahim Bey: “Bid’at nedir? Bid’atın makbul olanı ve olmayanı var mıdır? İbâdet maksadı ile yapılan, fakat Hazret-i Peygamber’in (asm) yapmadığı amelleri-ibâdetleri Allah kabul etmez mi?”
İslâmiyet son dindir. Kurucusu Cenâb-ı Allah’tır. Tebliğcisi Hazret-i Muhammed’dir (asm). Farz, vacip, sünnet ve müstehap bütün esasları vahiy ürünüdür, Hazret-i Peygamber Efendimizin (asm) nübüvvet nazarından geçmiştir. Peygamber Efendimiz (asm) hayattayken tamamlanmış, kemale erdirilmiş bir dindir. Bid’at, lügatte, sonradan ortaya çıkan şey, dinin aslında olmayan yeni icat, dinden olmayıp dindenmiş gibi gösterilmek istenen yeni buluş, sonradan türeyen dinî anlayış demektir. Dînî bir terim olarak bid’at, Hazret-i Peygamber (asm) ve onun ashabından sonra ortaya çıkan ve aslı dine dayanmadığı halde dinî bir çerçeve içinde sunulan yeni yaklaşımlar ve yeni âdetlerdir. Bid’atın zıttı sünnettir. Resûl-i Ekrem’den (asm) ve onun ashabından sahih olarak rivayet edilen her şey sünnet kapsamındadır. Bid’ate lüzum yoktur. Çünkü sünnet vardır, sünnet boşluk bırakmamıştır, bütün yeni durumları da sünnet zapt etmiştir. Çünkü bu din eksik bırakılmamış, tamamlanmıştır. Zaten eksik bırakılmış olsaydı, yine beşer aklıyla değil, vahiyle tamamlanacaktı. Vahiy bu dini tamamladığına göre, beşer aklına yeni icatla ilgili bir mesele bırakılmamıştır. İçtihat bid’at değildir, sünnettir. Çünkü içtihat, yeni durumlara Kur’ân ve Sünnetten çözümler bulmaktan ibarettir. Din ile doğrudan ilgisi olmayan teknik araç gereçlerin bid’atle ilgisi yoktur. Meselâ hacca deve ile gitmek yerine uçak ile gitmek bid’at değildir. Ezan okurken hoparlör kullanmak bid’at değildir. Teypten Kur’ân-ı Kerim dinlemek bid’at değildir. Camiye, ihtiyaç varsa otomobil ile gitmek bid’ât değildir. İnternet ortamında dini tebliğ etmek bid’at değildir. Yemekte kaşık, çatal ve bıçak kullanmak bid’at değildir. Bunların hepsi teknik araç gereçlerden ibarettir. Bunlar dinin özü ve aslı ile ilişkisi olmayan kullanım araçlarıdır. Bedîüzzaman’ın tanımıyla bid’at, ahkâm-ı ubûdiyette yeni icatlar çıkarmaktır. Kur’ân’ın, “Bu gün size dininizi kemâle erdirdim.” 1 sırrı ile çeliştiği için İslâmiyet’te bid’at reddedilmiştir. Çünkü bu âyet, İslâmiyet’in Hazret-i Peygamber Efendimizin (asm) risâletiyle birlikte kemâle erdiği bildiriliyor. Bid’at ise bu esasa zıttır. Bidat yerine terk edilmiş ve unutulmuş sünnetleri ihya etmeli, yaşamalı ve yaşatmalıyız. Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Kim benden sonra terk edilmiş bir sünnetimi keşfedip, bulup, hatırlayıp yaşatırsa onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye -onların sevabından hiçbir şey eksiltilmeden- sevap verilir. Kim de Allah’ın ve Resûlü’nün rızâsına uygun düşmeyen bir kötü bid’at icat ederse, onunla amel eden insanların günahları kadar o kişiye -onların günahlarından hiçbir şey eksiltilmeden- günah yükletilir.” 2 Peygamber Efendimiz (asm) bir diğer hadislerinde: “Her bid’at dalâlettir. Her dalâlet ateştedir.” 3 buyurmuştur. İslâm bilginleri bid’ati iki gurupta incelemişlerdir: 1- Bid’at-i seyyie, 2- Bid’at-i hasene. 1- Bid’at-i seyyie: Kötü ve zararlı olduğunda şüphe olmayan bid’atlerdir. Bunlar, Allah katında makbul olmadığı konusunda kesin deliller bulunan bid’atlerdir. Meselâ ezanı aslından değil de, Türkçe veya başka bir dilde okumak bid’at-i seyyiedir. Üstad Said Nursî Hazretlerinin bir dönem Câmilere girdiğini söylediği bid’atler ezanın Türkçe okunması gibi İslâm dininin ibadetlerini değiştirme ve ibadette yeni usûl getirme girişimleridir ve makbul değildir. Keza türbeleri ziyaret esnasında kabir ziyareti ile izah edilemeyecek şekilde türbelere horoz adamak, türbelerde mum yakmak, dilek dilemek... vs. bid’at-i seyyieye örnek olarak verilebilir. 2-Bid’at-ı hasene: Kötü ve zararlı olmadığı düşünülen ve kısmen de olsa kabul edilebilir bid’atlerdir. Ölenin ardından dinî bir heyecanla mevlit merasimi düzenlemek, ölenin ardından kırkıncı gün, elli ikinci gün... vs düzenleyerek bu günlerde dinî toplantılar yapmak, ölenin bedenî ve malî ibadet borçlarını para çevirmekle düşürmeyi amaçlayan ıskat ve devir gibi uygulamalara bid’at-i hasene denmiştir. Yukarıda da zikrettiğimiz, “Bu gün size dininizi tamamladım” âyeti hiçbir şekilde bidate lüzum olmadığını bildiriyor ve bid’ate meyledenleri uyarıyor.
Dipnotlar:
1- Mâide Sûresi: 3. 2- Tirmizî, İlim, 2817. 3- Beyhâkî, Sünen, 3/213, 214. 13.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Ahmet Mithat Efendiden tesettüre dair notlar |
Tanzimat döneminin önemli yazarlarından olan Ahmet Mithat Efendi (1844–1912) romanlarında, makalelerinde kadın ve aile konusunu sıkça işler. Batı medeniyetinde kadının yeri ile ilgili mukayeseler yaparak kadın problemini ele alır.
“Stockholm Müsteşrikler Kongresi”nden notlar 1888 yılında dâvetli olarak katıldığı “Stockholm Müsteşrikler Kongresi”nde Fransızca olarak sunduğu tebliğinde Batılıların şimdiye kadar Doğu’ya güzel bir tablo seyreder gibi baktıklarından, kadınları da, odalık adını taşıyan tablolarında olduğu gibi, Şark işi bir sedire uzanmış, saçları dağınık, yarı çıplak, incili terliklerinin biri ayağında, nargilesinin kehribar marpucu ağzında, sedef kakmalı eşyaları, şamdanlar, Arap cariyeleriyle tamamlanan bir dekor içinde tasvir ettiklerini anlattıktan sonra şunları söyler: “Bu hakikat olmayıp bir hayal, bir şiirdir. O kadar hayaldir ki, ondan mütevellit fikir ve itikat dahi mahz-ı hayal olur. Zira zannolunur ki bu vücut kendi hanesinin sahibesi, zevcinin zevcesi ve evlâdının validesi değil, belki yalnız hane sahibi erkeğin huzuzatına hizmetkâr bir eğlencesidir. Ne büyük hata!” Bundan sonra Osmanlının yetiştirdiği devlet adamlarından, âlim ve san'atkârlardan bahseden Ahmet Mithat, bunların yetişmelerinde en önemli faktörün anneleri olduğunu söyler: “Evlâdın en mühim muallim ve mürebbisi validesidir. Eğer Şark nisvânı, tablolarınızdaki gibi bir sınıf mahlûktan doğma evlâttan ibaret bulunsalardı Şark bunca fezâil-i maddiye ve maneviyesiyle bugünkü Avrupa gibi müdekkik bir Avrupa’nın nazar-ı tetebbu ve tetkikine şayeste görülür müydü?” diye sorar. Kadınların örtünmesi meselesi Şarkiyatçılar için cazip bir konudur. Stockholm’de soru yağmuruna tutulur. Sükûnet ve delillerle soruları cevaplandırır. Örtünmenin kadınların erkeklerle görüşmesine mâni olamayacağını, ancak bu muaşeretin, câiz görülebilecek hududunun tayin edilmesi gerektiğini söyler. “Peygamberin zamanında da kadınların örtünmeye riâyet şartıyla, kadı ve kumandanlarla, hatta diğer erkeklerle görüşmeleri, ticaret yapmaları dahi caizdi” der.
Batılı kadınlar Ahmet Mithat Efendi, Avrupalı kadının bir erkek gibi hür olduğunu ifade ederek, “Peki, Batılı kadın mutlu mudur?” sorusunu sorar. “Opera, tiyatro gibi eğlence yerlerinde, meslek hayatının her safhasında bulunan kadın, bu asrın mahsulü olan feminizme rağmen mutlu mudur, yoksa yeni problemlerle mi uğraşmaktadır?” Bir romanında bu soruya şöyle cevap verir: “Bari şu halleriyle bahtiyar olsalar! Hâlbuki bunlar ne kadar zengin olsalar, kendilerinden daha zengin olanların yapabildikleri isrâfâta muktedir olamadıkları için kendi kendilerini yiyip bitiriyorlar. Ne kadar süslü olsalar bütün kuyumcu dükkânlarını, tuhafiyeci mağazalarını üzerimize yüklenemedik diye tahassürlerinden helâk oluyorlar, hasetlerinden kıvranıyorlar…”
Hz. Meryem de mütesettirdi Batılı kadının hürriyeti bahasına “hayâ” duygusunu yitirdiğini ifade ederek kıyafetlerinden örnekler sunar. Kadınların kendilerini teşhir ettiklerini ve erkeklerin nazarlarını üzerlerine çekmek maksadını güttüklerini anlatır. Bununla beraber Batılı kadın hakkındaki bu görüşlerini umumîleştirmez. Avrupa âdâb-ı muâşeretinde asil ailelere mensup kadınları “muhafazakâr ev hanımı” tabirine lâyık görür. “Hazret-i Meryem mesture kadındı. Şimdi dahi Asya ve Afrika’da Hıristiyan kadınları mesturedir. Açık gezenler, onlar nezdinde dahi alafranga addolunur” der. Evet, işte Osmanlı aydınlarının önde gelen isimlerinden Ahmet Mithat Efendinin kadın, aile ve tesettür üzerine görüşleri.
Kaynakça: Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithat Efendi, Prof. Dr. Orhan Okay, M.E. B. Yayınları. 13.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Alışkanlıklar ve madde bağımlılığı |
Yeme-içme, uyuma gibi zarûri işler dışında da bir çok davranış biçimleri sergileriz: Kitap, gazete okumak, sohbet etmek, radyo dinlemek, tv izlemek, eğlenmek vs. Bunlar zamanla “alışkanlık, tiryakilik ve fizyolojik bağımlılığa” dönüşür; hava, su gibi ihtiyaç hâline gelirler. Bir kısmı sûistimal ile de zarûrî ihtiyaç listesine dahil edilir. Görenek belâsı tiryaki yapar; bir daha terk edilemez.1 Kitap okumak, sohbet etmek gibi güzel alışkanlıkların faydaları saymakla bitmezken; kötü alışkanlıkların zararları sıralamakla tükenmez. Aslında meşrû yeme-içme gibi zarûrî ihtiyaçları karşılamadaki aşırılık bile bağımlılık yapar. Vücudumuzu neye alıştırırsak, onu ister. Âdet ve alışkanlıkların terki; dengesiz davranış, başağrıları ve krizlere yol açar. Hattâ ölümlere bile sebep olabilir.2 Bilhassa tv ve bilgisayar, zaman yutan birer canavar gibidir. Bağımlılıkları o dereceye varır ki, dindarlar bile, ibâdeti terk edip onlara koşar! Bunların zararları ilk başta kişinin kendisine yöneliktir. Onu esir edip; zamanını yer; hareketsizlikten kaynaklanan hastalıklara dûçar eder. Sigara, alkol ve uyuşturucu bağımlılıkları ise; şuûrumuzu menfî yönde etkileyen zararlı ve tehlikeli madde uyarıcıları taşıdığından daha dehşetli sonuçlar doğurur. Rûh-beden sağlığını doğrudan etkileyerek şuûr bozuklukları ve dengesizliklere sebep olurlar. Müptelâyı esaret zincirine vururlar. Zararları başkalarına da sirayet eder. Sigara dumanı, içmeyenleri de etkiler. Alkol, uyuşturucu sosyal uyumu altüst edip âile içi şiddet; sakat doğum; trafik kazaları ve içtimâî felâketlere yol açar. Meşrû çerçevede de olsa, şehvetin de bağımlılık yaparak kadına tapmaya kadar götürdüğünü Kur’ân şöyle haber verir: “Onların Allah’ı bırakıp da taptıkları, bir takım dişilerden başkası değildir.” 3 Cahiliyye müşrikleri, yaptıkları putlara bile “dişi” isimler verirlerdi! Günümüz insanının iflâhını kesen bağımlılıklardan birisi de “dişi putlar” değil mi? Kadın “metâ ve reklâm” yoluyla en mahrem yerlere de pespâyece girerek kendisini putlaştırmış; bağımlılığı arttırmış. Moda/kozmetik bağımlılığının odak noktası da yine o kadın. Herkesi peşinde koşturuyor. Adamın biri elindeki bir kutu ile, koşa koşa giderken dostlarından birisi: “Azizim o kutuda ne var?” diye sorar. “Bizim hanım benden son moda bir şapka istedi de onu aldım!” “İyi de niçin koşuyorsun?” “Moda değişmeden yetişeyim diye...” Modacıların arzularının peşinde mi koşmak, yoksa Yaratanın emirleri dâiresinde mi? Kime kul-köle olmak? Modacıya mı, Allah’a mı? Şehvet bağımlılığı, birçok psikofizyososyolojik zararları beraberinde getirir. Meşrû çizgiyi zorlar. Kimi zaman sıkıntı, zekâ/hâfıza zaafı, kimi zaman riya, öfke, hased, kin; kimi zaman harama meyil, kimi zaman iç-dış çatışma ve patlamalar şeklinde ortaya çıkar. Kezâ para, mal, mülk, şan şöhret-mevki makam sevdası; siyasî gevezelikler de muzır alışkanlık, bağımlılıklar bataklığına düşürür. Ve sonunda lânet okumak da beş para etmez: Bir tilki, avlanmak için dolaşırken, bir keklik görür. Durup onu hayran hayran seyreder. Keklik ona: “Hey dostum, ne gördün de öyle hayran hayran bakıyorsun?” “Ey güzeller şahı! Şu senin şehlâ gözlerine bayıldım, bakışlarına hayran oldum. Çok güzelsin, Allah güzelliğini bağışlasın. Acaba gözlerini yumunca da o kadar güzel oluyor musun? Lütfetsen de, bir an gözlerini kapalı iken kendini seyrettirsen!” Keklik, bu süslü sözlere aldanarak gözlerini kapatır; tilki hemen onu kapıverir. Keklik de kurtuluş çâreleri düşünmeye başlar: “Ey bilgili avcı, sihirli oyuncu! Sana binlerce âferin! Bütün övgülere lâyıksın! Ben şahlara, padişahlara yemeğe lâyık bir yemeğim. Mâdem sana kısmet oldum, beni bir an bırak, son demlerimde bir kere sana saygı duruşunda bulunayım!” Tilki ağzını açar açmaz, keklik kaçar ve her ikisi de şöyle der: “Lânet olsun, boş, tatlı-zehirli övgüye kanıp gözünü yumana!” “Lânet olsun, gösterişe aldanıp ağzını açana!”
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 146; 2- Age, s. 67; 3- Kur’ân, Nisâ, 117 13.12.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Petrol, Kuveyt’i şişmanlatıyor! |
Makalenin başlığını okuyan okuyucularımın “Hiç öyle saçmalık olur mu! Bir enerji kaynağı olan petrolün şişmanlıkla ne ilgisi var?” diye şaşırdıklarını görür gibiyim. Böyle bir şaşkınlığa düşenlere cevabım şu olacak: Evet, petrolün şişmanlıkla direkt bir ilgisi yok. Ancak petrolün getirdiği zenginliğin ortaya çıkardığı refâh, Kuveyt halkını şişmanlıktan da öteye götürüp “obez” yapıyor. Birleşmiş Milletlere bağlı Dünya Sağlık Teşkilâtı (WHO) 194 ülkeyi içeren bir “şişmanlık ve obezlik” listesi hazırlamış. İlk sırayı yüzde 94.5’lik bir oranla Pasifik Okyanusunda küçük bir ada olan 11 bin nüfuslu Nauru almış. Rakamlara bakacak olursak, nüfusunun neredeyse tamamı şişman veya obez olan Nauru için “kendi cüce halkı dev ülke” tanımlaması yapabiliriz. Nauru’dan sonraki ilk altı sırada Micronesia, Cook Adaları, Tonga, Niue, Samaoa ve Palau var. İlginç olan adı geçen ülkelerin tamamının Pasifik ülkeleri olmasıdır. Petrol zengini ülkeler değiller, ama Amerika’nın yanı sıra, İngiltere Avustralya ve Yeni Zenlanda ile kültürel ve ekonomik olarak yakın ilişki içindeler.. Obezlik üzerine araştırma yapan uzmanlar, adı geçen ülke halklarının şişman olmasındaki ana sebebi Batılı hayat tarzını benimsemelerinde buluyorlar. Bundan başka, genetik olarak şişmanlamaya yatkın insanlar olduklarını veya kültürel olarak şişmanlıktan hoşlandıklarını öne süren uzmanlar da var. Amerikan Forbes dergisinin 27 Şubat 2007 tarihinde yayınladığı “Dünya Sağlık Örgütü En Şişman Ülkeler Listesi”nin 8. sırasında yüzde 74.2 ile Kuveyt, akabinde ise yüzde 74.1 ile Amerika var. Türkiye’nin sıralamasını merak edecek olan olursa, hemen bildireyim: Türkiye, yüzde 56.8 ile 54. sırada. Sıralamanın son otuz basamağında ise Asya ve Afrika ülkeleri bulunuyor. Dünya Sağlık Örgütü Amerika Masası Sorumlusu olan Daniel Epstein; obezliği, “Zenginliğin getirdiği büyük hastalık” olarak tanımlıyor. Bence bu tanımlama çok doğru. Kişi başına 57.400 dolar yıllık millî gelir ile dünyanın 5. zengin ülkesi konumunda olan Kuveyt’in dünyanın en şişman 8. ülkesi olması, Daniel Epstein’in tesbitinin doğruluğunu ortaya koyuyor. Arap Körfezi kıyısında kurulu 3.5 milyon nüfuslu küçük bir ülke olan Kuveyt*, son yapılan araştırmalara göre, büyük bir tehlike ile karşı karşıya. Sağlık uzmanları, ülkenin büyük bir toplum sağlığı tehlikesiyle baş başa kaldığını söylüyorlar ve obezlik konusunda âcilen aydınlatıcı kampanyalar yapılması yönünde Kuveyt hükümetine çağrıda bulunuyorlar. Petrol bulunmadan önce geçimini gemicilikle ve ticaretle kazanan Kuveyt halkının ana gıda maddesi deniz ürünleri, süt ve hurma idi. Son otuz yılda ise, Kuveytliler Amerikan hastalığı sayılan “ayaküstü atıştırma yerleri” olarak tanımlayabileceğimiz “fast food” lokantalarıyla tanıştı. Sos ve mayonezle tadlandırılan “fast food” yiyecekleri, ilk anda ağıza çalınan bir kaşık bal tadında olsa da, muhteva bakımından tam bir zehirdir. Ve ne yazık ki, bu yiyecekleri sunan lokantaları Kuveyt’te adım başı görmek mümkün. Fast food lokantalarının yanı sıra sayılamayacak kadar çok olan kebap lokantaları ve Arapların “Fatâir” dedikleri çeşitli küçük böreklerin ve lahmacunların satıldığı börekçiler var. Bu lokantaların birçoğu gece yarısına kadar hizmet sunmaktadır. Bir grup Kuveytli doktorun hazırladığı sağlık raporuna göre, Kuveyt’in sahil kuşağı olan 25 km uzunluğundaki Haliç Caddesinin 16. km.’lik bir kısmında tam 86 lokanta bulunuyor. 4 yeni lokanta ise inşa halinde. Bu sayıya diğer alış veriş merkezleri ve iş hanlarında, süper marketlerde, ana cadde kıyılarında, mahalle aralarındaki lokanta ve büfeleri de eklerseniz, durumun vahimliğini kavrayabilirsiniz. Kuveytli beslenme uzmanı Neda Câbir, “Şişmanlık ve Obezlikle Mücadele Haftası” dolayısıyla yaptığı açıklamada; küresel bir problem haline gelen şişmanlığın ana sebebini, ev yemeklerinden uzaklaşıp lokanta yemeklerinin tercih edilmesine, kısa bir mesafe için yürüme yerine taşıt kullanılmasına, rahatlığa alışan Kuveytli hanımların basit ev işlerini dahi hizmetçilere terk etmesine bağlıyor. Dünya Sağlık Örgütü raporuna göre dünyada 1 milyar şişman insan var. Bunun 300 milyonu klinik olarak obez. 5 yaşın altındaki 22 milyon çocuk aşırı kilolu. Bu rakamların gelecek 10 yıl içinde yüzde 40 artacağı tahmin ediliyor. Ve görünen o ki; şayet âcil tedbir alınmazsa, şişmanlık bakımından dünyada 8. ülke olan Kuveyt’in sağlık durumu daha da perişan olacak. Bilindiği gibi, aşırı kilo; kolon, kalp ve diyabet gibi bir çok hastalığa sebep olmaktadır. Bunların başında Tip 2 şeker hastalığı gelmekte. Kuveyt şeker hastalığı bakımından dünyanın 5. ülkesi konumunda. Kuveytli yetişkinlerin yüzde 15’i şeker hastası. 14 yaş altı 100 çocuktan 22’si ise Tip 2 şeker hastası. Kuveyt Sağlık Bakanlığı şişmanlık ve sebep olduğu hastalıkların tedavisi için yılda 2.8 milyar dolar harcama yapıyor. Halkın hayat tarzında köklü bir değişiklik yapılmazsa, bu harcamaların önümüzdeki yıllarda iyice artacağı tahmin ediliyor. Yukarıdaki rakamlar üzerinde sağlığına önem veren herkesin düşünmesi lâzım. Küresel bir problem olan şişmanlık ve obezlik, modern hayatın getirdiği bir illet. Bu illetten kurtulmanın en kısa yolu, aşağıdaki hadis-i şeriflerin ışığında düzenlenen bir hayat tarzını benimsemekten geçiyor. “Benden sonra, ümmetim için üç hususta korkuyorum. Bunlar, sapık arzular, bilgiden sonra gaflet, çok yemek ve şehvetlere tutulmaktır.” “Âdemoğlu midesinden (karnından daha şerli) fena bir kap doldurmamıştır.” “İyiliklerin başı açlıktır. Kötülüklerin başı tokluktur.” “İnsan kalbi tarladaki ekin gibidir. Fazla su, ekini kuruttuğu gibi fazla gıda da kalbi öldürür.” “Çok yiyeni çok içeni Allah sevmez.” “Tok olarak yatmayın, kalbiniz katılaşır.” “Mü'min karnını tamamen doyurmaz.” “Çok yiyenin gafleti artar.” “Nefis açlıkla kırıldığı kadar hiçbir şeyle kırılmaz.”
Kaynaklar: www.Who.int/dietphysicalations/publications/facts/obesity * www.faqs.org/ * www.forbes.com * www.kma.org.kw * www.news.bbc.co.uk * www.kuwaittimes.net * el- Siyâse 2.12.2009 * www.islam-tr.net * www.economywatch.com * 2007 sayımlarına göre ülke nüfusunun yarısından çoğunu yabancılar oluşturuyor.
DÜZELTME: “Bir millet iki devlet” adlı makalemde adı geçen Cobrân Halil Cobrân meşhur bir Arap şairidir. Araplarda ilk isim şahsın kendi ismi, ikinci isim baba, üçüncü isim ise dede ismi olarak bilinir. Şâirin ismi Cobrân, babasının ismi Halil, dedesinin ismi ise yine Cobrân dır. Makalede bir yazım hatası oluşmuş. Şâirin ismi ikinci defa zikredildiğinde Halil Cobrân olarak geçmiş. Halil Cobrân diye bir Arap şâiri yok. Doğrusu Cobrân Halil Cobrân olacak. Düzeltir ve özür dileriz. 13.12.2009 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Osman ZENGİN |
|
Milletin ’ahı’ tutar |
MEMLEKETİN bütün işleri bu müesseselerle yürütülüyorsa, hükümete ne lüzum var? Anlamakta zorlanıyoruz; dünyanın her tarafında bu tür müesseseler milletin emrinde iken, bizde millete rağmen kararlar almak kime yarıyor? Danıştayın “katsayı” kararı bunun bir numunesidir. YÖK’ün bu kararı aldığı tarihlerde biz, ”Katı sayı yumuşadı mı?” başlıklı yazıda şunları söylemiştik: "… İşte, geçenlerde YÖK’ün aldığı bir kararla, bu kangrenin çözümü sağlanmıştır. Ama daha neticeye bakacağız, durum ne olacak? Millet adına karar verdiğini söyleyip çok şeyde de milletin aleyhine davranan kurumlardan çıkacak netice ne olacak bakalım? …” O zaman bu mevzu ile alâkalı olarak, Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz de bir yazıyla konuya temas etmişti. Bu gibi hallerdeki esas mesele de şu: 1950’den sonra millet kendi iktidarını seçip, DP’ye meyletmiş. Millete zulüm ve baskı yapanlarca bu durum hiç hoş karşılanmamış, 1960’da yapılan ihtilâlle milletin istikbali karartılmıştı. İşte ondan dolayı, milletin elini-kolunu bağlayıcı tedbirler alarak o malûm müesseseleri ihdas etmiş, dizginleri ellerine almışlardı. "Sen istediğin partiyi iktidara getir, ben dediğimi yaparım!” anlayışıydı bu. ‘Katsayı’ kararı, 28 Şubat sürecinin millet aleyhindeki icraatlarından biridir. O günlerde milletin her tür manevî yapısını bozmak için ellerinden geleni yapmışlardı. Ama heyhat! Onların reisleri bu işlere muvaffak olamadılar ki, onlar olsun. Millet, ilkokuldan sonra imam-hatiplere çocuklarını yollayamasın diye 8 yıllık ilköğretim uygulamasını başlattılar. Tabiî, ergenlik çağına giren çocuklar o okullara gitmeyecek, imam-hatipler de kendiliğinden bitecekti. Keza Kur’ân kurslarına da aynı şeyleri yaptılar. İkincisi de imam-hatip mezunları; doktor, mühendis, hakim, savcı olamasın diye katsayı zulmünü ihdas ettiler. Halbuki bizim bildiğimiz, tanıdığımız bir çok meslek lisesi menşeli mühendisler var ki, mesleklerini en güzel şekilde icra ediyorlar. Dediğimiz gibi, maksatları üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek. Ama Cenâb-ı Hak, yapılan bu zulümleri yapanların yanlarına bırakmaz. Milletin ‘ah’ı onları rahat ettirmez. Ve bu haksız uygulamalarda ilel ebed devam etmez İnşaallah. 13.12.2009 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Hatıralar hatırlanır |
Hatıralar, birer fotoğraf albümü gibi hafızamızda sayfa sayfa duruyor. Zaman zaman dönüp izliyoruz pek çoğunu. Ve biz denen şey, o yaşadıklarımız oluyor. Çünkü ilmek ilmek o yaşananların içindeyiz. Onun için, hatıralar olmasaydı, hayat da olmazdı. Hatıralar, hayatı anlamlı hale getiriyor. Hatıralarımız olmasaydı, kimseleri hatırlamazdık. Kendimizi, annemizi, babamızı, her seferinde yeniden tanımak, yeniden hatırlamak durumunda kalırdık. Oysa annemizi, babamızı gördüğümüzde ne çok hatıralara gideriz. Ne çok yaşanmışlıklar canlanıverir zihnimizde. *** Bütün hatıralarımızın öznesi, kendimiziz. Herkes, kendi etrafında değerlendiriyor hayatı. İnsan, hayatta önce kendi nefsini, akrabalarını ve kendiyle ilgili olan şeyleri sever. Çocukluk yıllarına döndüğünde, çocuklaşmayan insan yoktur. O hatıralarla gülümsemeyen, o hatıralarla oynamayan insan yoktur. Adeta hayatımız, dönem dönem birer fotoğraf albümü gibi hafıza kaydımızda saklı. Çocukluk dönemi, gençlik dönemi, orta yaş ve yaşlılık dönemleri böyle birer albüm. Akranlarımız, oyun arkadaşlarımız, dönemin hatıralarımıza dokunan unsurları, hepsi bütünün birer parçaları. Bu albümler içinde en dikkat çekeni gençlik hatıraları. Çoğunun anlamı yok. Çoğu, neden yaşandığı bilinmeyen cinsten. Çoğu, içinde ‘keşke’ler taşıyor. Ama bir o kadar da, o yaşananlar; birer etkili ders niteliğinde olmuştur. Göz yaşlarına bizi boğan, pişmanlıklar oluşturan, adeta kendimize, duygularımıza hakim olamadığımız dönemin okunaklı ve dokunaklı izleri. Zor dönemin arkasına sığınan, orta yaşlılık yıllarıdır. Artık yaşananlar olgunlaştırmıştır insanı. Her bir hatıra, bu dönemde birer tokat gibi, izlerini taşır yüzümüzde. Onun için, hayatın dersidir bunların hepsi. Kendini sadece hayatın derslerine bırakanlar, cahillerdir. ‘Cahil, cesur olur’ sözü bundandır. İnsan, insanlık tarihi boyunca yaşananlardan ders almalı değil midir? Evet, âlemde yaşanmamış hiçbir şey yoktur. Her şey yaşanmış ve tarihteki yerini almıştır. Yani kardeş kardeşi ilk insanlarla birlikte öldüregeldi; anne-babaya isyan hep olageldi, cinayetler, soygunlar, hırsızlıklar, arsızlıklar hep varolageldi. O zaman nedir günümüzde yaşananlar? Yaşananlar, tekerrürden ibarettir. Zaten ders alınsa, tekerrür eder miydi? İşte bu, cehalettir. Orta yaşlılık hatıralarında, gençlik döneminin hızı ile yaşlılığın insanı ağırlaştıran, olgunlaştıran geçiş izleri vardır. Onun için asıl hayat bu dönemde kendini gösterir. Adeta kırklı yaşlardır bu. Zaten denir ya, bir insan kırk yaşına kadar ne ile beslenmişse, kırkından sonra o beslendikleri onu besler. Yaşlılığın rengi, gençlikte belirlenir. Nasıl bir yaşlılık dönemi isterse insan, bu gençlik ve orta yaşlılık dönemlerinde oluşur. 6-7’li, 16-17’li, 26-27’li yaşların hatıraları ile 60-70’li yaşların hatıralarını yan yana koysa insan, ne çok şey söyler yaşayana, yaşanılanlara? Hayat, bu yaşananlar işte. Anlaşılan, hatıra oluştururken, yarın masamızda karşı karşıya geleceğimizi düşünerek oluşturmalı insan. Hayatımızın her karesi, yaşadığımız hayat odasının duvarlarında bir bir yer alıyor. Yaşananlar, bir fotoğraf sergisi gibi karşımızda. ‘İşte eserleriniz’ diyor adeta. Onun için zaman zaman hatıralarımız bize, biz hatıralarımıza dokunmalıyız. Yaşanmayan bir şeyi hatırlamak diye bir şey yoktur. İnsan, hatıralarındadır. Hatırladıklarımız, hatıralarımızdır. 13.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Bacalar minare olurken... |
Yaşadığımız hadiseler gösteriyor ki, uluslar arası ifsat şebekeleri Müslümanlar aleyhine kurdukları tuzağa düşüyor ya da düşmek üzere. Onlar, söndürmek niyetiyle İslâma üfledikçe; şükürler olsun ki ‘fıtrat dini olan İslâm’ daha da parlıyor, kalplerin fethi hızlanarak devam ediyor. Uluslar arası ifsat şebekelerinin kurduğu son tuzak İsviçre’de sahnelendi. Aşırı sağcı İsviçre Halk Partisi’nin (SVP) Cenevre Kantonu Başkanı Soli Pardo’nun 5 yaşına kadar İzmir’de yaşadığı (anne İsviçreli, baba İzmirli) ifade ediliyor ki bu ‘çıkışma’nın da tesadüf olmadığı akla geliyor. İsviçre’de, “doğru İslâm ve İslâmiyete lâyık doğruluk”tan haberdar olmayanların oylarıyla ‘minare yapımına yasak’ kararı alındı. Geçmişte; tarihî camilerin satılması ya da yıkılmasına dahi şahit olanların yaşadağı Türkiye açısından bu gelişme elbette bir ‘ilk’ değildi. Ülkemizde zaman gelmiş Ezan-ı Muhammedi, zaman gelmiş Kur’ân öğrenilmesi, zaman gelmiş cami yapılması yasaklanmıştır. “Gerçekten olmuş mu?” demeyin, çünkü bugün bile inancımıza göre ‘farz’ olan başörtüsüyle başta üniversiteler olmak üzere ‘kamusal alan’a girmek yasak değil mi? Nasıl ki Türkiye’deki başörtüsü yasağını vicdanlar reddediyor, İsviçre’deki ‘minare yasağı’nı da yine insanlık reddediyor. Her kesimden büyük tepki toplayan bu yasağa belki de en anlamlı tepkiyi Hıristiyan bir iş adamı gösteriyor. Guillaume Morand isimli İsviçreli iş adamı, Lozan’daki işyerinin üzerine bir minare inşâ ettirerek ‘anlamlı yasağa’ bir o kadar ‘anlamlı bir tepki’ ortaya koyuyor. Morand, “Bunun gerçek bir minare olmadığı çok açık, bir defa altında cami yok. Ancak her yerden görülebilen bir açıya sahip. Bu minare tamamen protesto amacıyla inşâ edilmiştir” şeklinde konuşmuş. (Sabah, 11 Aralık 2009) Fabrikasından yükselen ‘baca’ üzerine çok güzel bir minare yaptıran Hıristiyan iş adamı Morand, bu hareketini, Müslümanlara jest olsun diye yaptığını da ifade etmiş. İsviçre’de alınan minare yasağı kararından sonra insanların İslâmı daha çok merak edeceğini ve neticede İslâma teslim olanların sayısının artacağını daha önceden ifade etmeye çalışmıştık. İşte Lozan’daki fabrikasına ‘minare’ yapan bu iş adamı, bu temennilerin gerçekleşeceğine en büyük delil. Hatırlatmak lâzım ki, Türkiye’deki kanunsuz başörtüsü yasağı da benzer şekilde tepkiler almıştı. Bazı ‘erkek’ler başlarına ‘türban’ takarak yasağın anlamsız olduğunu hatırlatmıştı. Şimdi benzer tepkiler İsviçre’nin aldığı ‘minare yasağı’na karşı sergileniyor. Bu medenî cesaretinden dolayı iş adamı Morand’ı tebrik etmek lâzım. Rabbim İnşallah ona ve onun gibi ‘insaf ehli’ olanlara hidayet nasip eder. Yasağa karşı sergilenen bu tepkiler artarak devam ederse, uluslar arası ifsat şebekeleri nasıl bir hata yaptıklarını belki idrak ederler. İnsanlık uyanmış ya da uyanmak üzere. Böyle anlamsız yasaklar bir yönüyle rahmete vesile oluyor ve uyanışı tetikliyor. Bacalar minare olmaya devam ettikçe, bu yasakların sürmesi mümkün olmaz. Bu güzel gelişmeleri şöylece sloganlaştırmak da mümkün: Her fabrikanın bir bacası minare olsun! 13.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Sorun anayasa, çare… |
İnsan hakları, bütün insanların sahip olduğu “temel hak ve özgürlükler” olarak tanımlanır ve bu haklar, ırk, din, dil ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin insanların yararlanabileceği haklardır. Bu hakları kullanmakta herkes eşittir. Bu kavramın içine yoksulluktan, özgürlüklere, eğitimden sağlığa “insan”ı ilgilendiren pek çok konu girer. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10 Aralık 1948 tarihinde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini kabul etmesiyle birlikte her yıl kutlanan insan hakları gününde hem dünya da hem de ülkemizde insan hakları ihlâlleri devam ediyor. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin BM’ce kabulünün üzeriden 61 yıl geçmesine rağmen dünya da hâlâ insan hakları ihlâlleri yapılıyorsa bu o bildirgeye imza atanların utancı olmalıdır. ABD’nin Kuzey Irak’ta, Çin’in Doğu Türkistan’da yaptıkları ile Afganistan gibi birçok ülkede en temel insan hakkı olan yaşama hakkı hiçe sayılıyorsa bu günü kutlamanın mânâsı kalmıyor. Her yıl milyonlarca insan açlıktan veya sağlıklı beslenememekten ölüyorsa bu günü kutlamanın bir anlamı olur mu? Bu beyannameyi kabul eden Türkiye’de de insan hakları ihlâlleri bitmiş değil. En başta temel hak ve özgürlükler alanlarında birçok ihlaller sürüyor. Danıştay’ın YÖK’ün katsayı engelini kaldıran kararının yürütmesini durdurmasından, inanç özgürlüğü olan başörtüsü yasağının devam etmesine kadar birçok yasak bu anlamda değerlendirilebilir. Bu mânâda HSYK ve YAŞ kararlarına yargı yolunun kapalı olması da İnsan Hakları Beyannamesinde ifadesini bulan adil yargılanma hakkına aykırıdır. * * * İnsan haklarının bir diğer de sendikalaşma ve örgütlenme özgürlüğüdür. Demokrasinin ve özgürlüklerinin gelişmesinde sivil toplum örgütlerinin öneminin bilincinde olan Belediye ve Özel İdare Çalışanları Sendikası “Geçmişten günümüze sendikal hareketler ve insan hakları” paneli düzenledi. Panelin açılış konuşmasını yapan Sendika’nın Genel Başkanı Mürsel Turbay, insanların sahip oldukları temel insan haklarından birisinin de sendikal haklar, örgütlenme hakları olduğunu hatırlatırken, bu konularda engellemelerin devam ettiğini hatırlatırken, Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu, darbelerin en büyük insan hakkı ihlâli olduğunu söyledi. Anti-demokratik süreçlerde, demokrasi, hukuk, insan haklarının ya ortadan kaldırıldığını ya da askıya alınarak yerine “faşist rejimler^”in geldiğini dile getirdi. Paneli yöneten Doç. Dr. Aydın Başbuğ’un Türkiye’nin sendikal geçmişinde ak sayfalarının yanı sıra kara sayfaların da bulunduğunu belirtirken, demokrasiye sahip çıkan sendikalar bulunduğu gibi, demokrasinin rafa kaldırılmasına hizmet eden, hatta öncülük eden sendikal yapıların da olmasından üzüntü duyulması gerektiğini ifade etti. Cumhuriyet eski Başsavcısı Reşat Petek, konuşmasında ağırlı olarak Anayasa Mahkemesinin yapısı ve son dönemdeki kararlarını dile getirdi. “Anayasa Mahkemesi, milletten ve Anayasa’dan almadığı bir yetkiyle karar veriyorsa bu doğrudan demokrasiye müdahaledir, halkın iradesini yok saymaktır ve halkın seçtiği TBMM’nin görevini gasp etmektir” sözü ise dikkat çekiciydi. Petek’in önemli bir cümlesi de,”Yasalara göre eğitim özgürlüğü vardır, ama uygulayıcılara göre yoktur” sözüydü. MAZLUM-DER Genel Sekreteri Duran Özdemir’in, insan hakları ihlâllerinin büyük çoğunluğu devlet eliyle yapıldığına dikkat çekerken, Türkiye’nin insan hakları sayfasında çok beyaz sayfanın olmadığının altını çizdi. Hem Petek hem de Özdemir’in üzerinde durdukları konu ise YAŞ ve HSYK kararlarının yargı denetiminde olmamasıydı. Sendika uzmanı Tarkan Zengin’in, sendikaların demokrasiye ve demokratikleşmeye hizmet etme özellikleri üzerinde dururken, Türkiye’de bulunan kimi sendikaların “genetiği değiştirilmiş sendika” olduklarını söylemesi de ilginçti. Demokrasiye ve demokratikleşmeye hizmet bir yana böyle sendikaların darbe ve ara dönemlere hizmet ettiklerini, öncülük ettiklerini söylerken de bir gerçeği vurguladı. Zengin, sendikaların en önemli görevinin halkın iradesini yansıtmak ve demokrasiye sahip çıkmak olduğunun altını çizdi. * * * Panelde dile getirilen özet görüşe göre insan haklarının önündeki en büyük engel 12 Eylül darbesinin ürünü olan anayasa… Anayasayı özgürlükçü ve sivil bir yapıya kavuşturmadıkça insan hakları ihlâllerinde bir gelişme olmayacağı da aşikâr. Bunu TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Zafer Üskül şöyle ifade ediyor. “Türkiye’de en büyük sıkıntı, yapılan iş değil, kimin yaptığına bakılmasıdır. En büyük üzüntüm yeni bir Anayasa yapılamamış olmasıdır. Anayasa Mahkemesi’nin izni olmadan hiçbir karar alınamaz hale gelmiştir.” O zaman yapılması gereken açılım yapılacaksa ilk önce sivil anayasa ile başlanması gerekmez mi? Yani, sorun anayasa, çare ise daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük, daha fazla insan hakları… 13.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Muzır mâniler |
Üstadın en az her on beş günde bir defa okumamızı tavsiye ettiği İhlâs Risalesi’nde vurgulanan önemli gerçeklerden biri şu: “Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin (hayırlı işlerin) çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle (hizmetkârlarıyla) çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerekir.” (Lem’alar, s. 390) Demek ki, ehl-i iman başta olmak üzere insanların ebedî hayatlarını kurtarma odaklı bir hizmette ilâhî bir tavzifle istihdam edilenlerin şeytanla imtihanları çok daha çetin ve çetrefilli. Çünkü şeytanlar en çok onlarla uğraşıyorlar. Hizmetten uzaklaştırıp yoldan çıkarmak için, şaşırtmak, saptırmak, yıldırmak, bezdirmek, aldatmak, dikkat ve himmetlerini dağıtıp başka şeylere kaydırmak, zaaf ve boşluklarını işletmek gibi dessas taktik ve yöntemlere başvuruyorlar. Ve onların işi bu. İmanları kurtarmak için çalışan ehl-i hizmeti ne kadar zaafa düşürürlerse, onların gayretiyle sonsuz saadete kavuşabilecek olan o kadar insanı bu nimet ve mazhariyetten mahrum bırakıp ebedî helâkete sürükleyecekler. Şeytanlar ile insî ve cinnî aveneleri cehenneme; iman kurtarma misyonunun takipçileri ise cennete adam yetiştirme mücadelesi veriyorlar. Hz. Âdem (a.s.) zamanından beri süregelen ve kıyamete kadar devam edecek bir mücadele bu. Bu mücadelenin tabiatı gereği olan muzır mânilerden birine veya bir sonrakine veya daha sonrakine takılıp hizmetten kopmak, Allah muhafaza, insanı gayet yüksek bir kulenin başından düşürerek gayet derin bir çukura yuvarlayabilir. Bu duruma düşmemek için ihlâs ve hizmet düsturlarını, sımsıkı sarılıp hiçbir zaman elimizi gevşetmememiz gereken bir rehber ve yol haritası olarak görmeli; o prensipleri sürekli okumalı ve hayatımızın mütemadiyen değişen safahatı ve yenilenen imtihanlar muvacehesinde tatbik gayretiyle şeytanların tuzaklarını boşa çıkarmalıyız. O tuzak ve mânilerin önemli bir kısmına yine İhlâs Risalesi’nin izahlarında dikkatimiz çekiliyor. Maddî ve manevî-uhrevî menfaat; mevki-makam sevgisi; şöhretperestlik; şan-şeref perdesinde insanların teveccühünü kazanma isteği; ilgi odağı olup dikkatleri üzerine çekerek enaniyetini tatmin etmek; korku; tamah, yani açgözlülük. İhlâs bahsinin sonunda havale edildiğimiz Hücumat-ı Sitte’de şöhret, korku ve tamah-hırs tuzakları daha geniş şekilde tahlil edilirken, asabiyet-i milliye, enaniyet ve tembellik-işgüzarlık hastalıkları da anlatılıyor. (Mektubat, s. 699-726) Ve bütün bunlar, özellikle lâhika mektuplarına serpiştirilen diğer ikazlarla birlikte okunduğunda, birbirini tamamlayan çok önemli ve hayatî bir prensipler manzumesi olarak yolumuzu aydınlatıyor ve tuzaklardan korunmamızı sağlıyor. O tuzak ve mânileri aşmanın temelinde ise evvelâ yine Risale-i Nur’daki izahların kazandırdığı sağlam ve sarsılmaz bir tahkikî iman yer alıyor. Bu iman, sahibini, herşeyden önce, ihlâsı kazanmanın birinci düsturu olarak ifade edilen “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı” prensibine dayalı bir hayat ve hizmet disiplinine eriştiriyor. Bu disiplin, hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakkın rızasını esas maksat yapıp sadece o rızanın tahsiline odaklanan bir şuuru yansıtıyor. İhlâsı kazanıp muhafaza etmenin diğer bir müessir sebebinin “rabıta-i mevt” olarak ifade edilmesi ise, bu tevhid eksenli şuur ve disipline ahiret boyutunu katarak, aynı mânâyı perçinliyor. Böylece, münhasıran Allah rızası hedefine kenetlenip, bu dünya hayatındaki hizmetini uhrevî bir misyon olarak yerine getirme çabasına odaklanan ehl-i hizmetin gözü, bunların dışındaki hiçbir şeyi görmüyor, hiçbirine kıymet vermiyor, fâni şeylere takılmıyor, sıkıntıları gelip geçici imtihanlar olarak değerlendirip yola devam ediyor. Ve bu imtihanların hayat boyunca, son nefese kadar bitmeyeceğinin idraki içinde, bunların, hizmetini engellemesine izin vermeyip, tersine, muzır mânileri bir bir aşarak hedefine yürüyor. 13.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Avrupa’nın refleksleri tabiî karşılanmalıdır |
İsviçre’deki minare yasağı referandumu, tıpkı Danimarka’da yayınlanan Hz. Muhammed (asm) karikatürleri gibi büyük tepki topladı. Gerek Avrupalılar, gerekse dünyanın geri kalan kesimindeki sağduyulu insanlar, ister Müslüman olsun, ister olmasın, bu çağdışı yasağa gereken tepkiyi gösterdiler. Ancak tepkiler kadar, Avrupa’nın sağ görüşlü kesimlerinden de ciddî anlamda destek mesajları da geldi. Hatta bu tip yasakların başka ülkelere de sıçrama ihtimali ortaya çıktı. Esasında ne minare yasağı, ne de buna verilen destekler şaşırtıcıdır. Zira bilhassa son 50 yıl içinde Avrupa’da ciddî mânâda bir medeniyet krizi yaşanmakta. Sözkonusu kriz Avrupa’nın yıllar yılı Haçlı bayrağı altında mücadele ettiği İslâm’a hiç bir kılıç tehditi olmadan ve top sesi duyulmadan teslim oluşundan kaynaklanıyor. Evet, Avrupa en büyük korkusuyla yüzleşiyor. İslâmiyet’in kendi topraklarında hükümferma olması ihtimalinin hayali bile Avrupalıların uykularını kaçırmaya yetiyor. Avrupalının bu korkusu, pek tabiî ki İslâmiyet’i doğru bilmemesinden ve yeterince tanımamasından kaynaklanıyor. Ancak böylesi bir kültür buluşmasında, minare yasağı, başörtüsü problemi, karikatür krizi gibi krizlerin vuku bulması bizce gayet tabiîidir. Evet Avrupa’nın İslâmiyet’in engellenemez yayılışına ciddî anlamda teslim olacağı sadece bir öngörü veya temenni olmaktan çok uzaktadır. Zira artık yapılan araştırmalarda bu gerçeği bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir. 2009 yılının Ekim ayında İngilizler tarafından gerçekleştirilen bir araştırma bunun en somut delillerinden biri. Avrupa’nın dini ve sosyal geleceğiyle ilgili yapısı hakkında incelemeler yapan İngiliz Telegraph gazetesinin araştırmasına göre, İngiltere, İspanya ve Hollanda kısa sürede çok daha yüksek oranlarda Müslüman nüfusa sahip olacak. Araştırmaya göre, 2008’de, AB ülkelerinin toplam nüfusunun yüzde beşi Müslüman iken, Müslüman ülkelerden Avrupa’ya artan göç ve Avrupalıların düşük doğum oranlarının, 2050’ye kadar bu oranın yüzde 20 olacağını göstermekte. Daha başka kaynaklardan toplanan veriler de, İngiltere, İspanya ve Hollanda’nın kısa bir zaman içerisinde çok daha fazla Müslüman nüfusa ev sahipliği yapacağının işaretlerini veriyor. Sözkonusu gazete araştırmayı duyurduğu makalesinde bundan böyle Avrupalıların İslâm dini ve Müslümanlara karşı daha saygılı olması gerektiğini de belirtmeden geçemiyor. Konuyla alâkalı bir başka araştırma da Amerikalılar tarafından gerçekleştirilmiş. Bu seferki Ağustos ayında yayınlandı. Araştırmaya göre, dünyadaki Müslüman nüfusu 1,57 milyar. Pew Din ve Kamu Hayatı Forumu adlı kuruluş tarafından yapılan ve kuruluş yetkililerince “şimdiye kadar din üzerine yapılmış en kapsamlı araştırma” olarak nitelenen araştırmanın sonuçları, dünyada her 4 kişiden 1’inin Müslüman olduğunu ortaya koyuyor. Araştırmanın en çarpıcı sonuçlarına göre ise, Avrupa kıt'asının toplam nüfusunun 5’te birini Müslümanlar oluşturuyor. Avrupa’da yaşayan Müslüman nüfusu 38 milyon olarak gösteren araştırmada, 4 milyon Müslümanın yaşadığı Almanya’daki Müslüman nüfusun neredeyse Kuzey ve Güney Amerikada yaşayan 4,6 milyon Müslüman nüfusa eşit olduğuna dikkati çekiliyor. Araştırma sonuçları, Fransa’da yaşayan Müslümanların sayısının Almanya’dakilerden daha az olduğunu, buna karşın bu ülkedeki Müslüman nüfusun ülkenin genel nüfusa oranının Almanya’dakinden daha yüksek olduğunu gösteriyor. Bütün bunlar bir yana Müslümanların yüksek doğum oranları da bu araştırmalarda elde edilen sonuçların daha ivmeli bir şekilde yükseleceğine işaret ediyor. Şimdi olaya bu açılardan bakıldığında, İslâmiyet ile yüzleşmek zorunda kalan Avrupa’da bazen krize dönüşen tepkiler ve refleksler olması garip karşılanmamalıdır. Benzer bir durumun bizim başımıza geldiğini düşünelim. Yani Hıristiyan nüfusun İslâm coğrafyalarında bu denli artışını hayal edelim. Her ne kadar Müslüman toplumlar daha hoşgörülü olsalar da, böylesi bir durumda illa ki, arada bir ciddî ve sert refleksler ve tepkiler gerçekleşecektir. Demek istediğimiz o ki, bu kültür geçişi ve karşılaşması tamamlanana kadar ve Avrupa İslâmiyet’i bünyesine kabul edecek ergenliğe ulaşana ve tam anlamıyla teslim olana kadar böylesi reflekslerle karşılaşabiliriz. Ama uzun ömürlü ve yaygın olmayacaktır. Zira İslâmiyet güneşi hiçbir güç tarafından söndürülemedi ve söndürülemeyecektir. Koca kıt'alar, tek bir silâh patlamadan ve kılıç sallanmadan fethedilecektir. Zira esas fethedilen kıt'alar değil, kalplerdir... En büyük fetih de budur... 13.12.2009 E-Posta: [email protected] |