Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Dünya işlerinizi yoluna koyunuz ve yarın ölecekmiş gibi âhiretinize çalışınız.
Câmiü's-Sağîr, No: 626 |
13.12.2009 |
Dünya, ahirete nisbeten zindan hükmündedir
Zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyâde istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve mübtelâ olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek için, eser-i rahmet olarak, iştiyâkengîz bir hâlet verir. Kendi insaniyeti dalâlette boğulmayan insan, o hâletten istifade eder, rahat-ı kalb ile gider. Şimdi, o hâleti intâc eden vecihlerden, numune olarak beşini beyân edeceğiz. • Birincisi: İhtiyarlık mevsimiyle dünyevî, güzel ve câzibedar şeyler üstünde fenâ ve zevâlin damgasını ve acı mânâsını göstererek, o insanı dünyadan ürkütüp, o fânîye bedel, bir bâkî matlûbu arattırıyor. • İkincisi: İnsanın alâka peydâ ettiği bütün ahbablardan yüzde doksan dokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet sâikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurâne karşılattırıyor. • Üçüncüsü: İnsandaki nihayetsiz zayıflık ve âcizliği, bâzı şeylerle ihsâs ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahate ciddî bir arzu ve bir diyâr-ı âhere gitmeye samimî bir şevk veriyor. • Dördüncüsü: İnsan-ı mü’mine nur-u imân ile gösterir ki, mevt idâm değil, tebdil-i mekândır; kabir ise, zulümâtlı bir kuyu ağzı değil, nurâniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şâşaasıyla, âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette, zindân-ı dünyadan bostân-ı cinâna çıkmak ve müz’ic dağdağa-i hayat-ı cismâniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayerân-ı ervâha geçmek ve mahlûkatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzûr-u Rahmân’a gitmek, bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir. • Beşincisi: Kur’ân’ı dinleyen insana, Kur’ân’daki ilm-i hakikati ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliğiyle, dünyaya aşk ve alâka pek mânâsız olduğunu anlatmaktır. Yani, insana der ve ispat eder ki: “Dünya bir kitâb-ı Samedânîdir. Huruf ve kelimâtı nefislerine değil, belki Başkasının zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyle ise mânâsını bil, al; nukuşunu bırak, git. “Hem bir mezraadır. Ek ve mahsülünü al, muhâfaza et; müzahrafâtını at, ehemmiyet verme. “Hem birbiri arkasında dâim gelen geçen aynalar mecmûasıdır. Öyle ise onlarda tecellî edeni bil, envârını gör ve onlarda tezâhür eden esmânın tecelliyâtını anla ve Müsemmâlarını sev; ve zevâle ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes. “Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alış verişini yap, gel; ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhûde koşma, yorulma. “Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise nazar-ı ibretle bak ve zâhirî çirkin yüzüne değil, belki Cemîl-i Bâkîye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faydalı bir tenezzüh yap, dön; ve o güzel manzaraları irâe eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla, akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme. “Hem bir misafirhânedir. Öyle ise onu yapan Mihmandâr-ı Kerîmin izni dairesinde ye, iç, şükret; kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık, git; herzekârâne fuzûlî bir sûrette karışma. Senden ayrılan ve sana âit olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma” gibi zâhir hakikatlerle dünyanın iç yüzündeki esrârı gösterip dünyadan müfârakatı gayet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir. İşte Kur’ân, şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususi vecihlere dahi âyât-ı Kur’âniye işaret ediyor. Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten bir hissesi olmaya. Sözler, 17. Söz, s. 186-187
LÜGATÇE:
zîruh: Ruh sahibi. kemiyet: Nicelik, sayı itibariyle. keyfiyet: Nitelik, kalite. âlem-i beka: Sonsuzluk âlemi, ahiret. iştiyâkengîz: Şiddetli istek ve arzu saçan. bostân-ı cinân: Cennet bahçeleri. müz’ic: Rahatsız eden, sıkıntı veren. |
13.12.2009 |
Nereden nereye?
1980 yılının Ocak ayında babam rahmet-i rahmana kavuştu. O, dönemlerde sığınacak bir liman, kurtuluşuma vesile olacak bir ele ihtiyacım vardı. Sen talep edersinde Allah imdada yetişmez mi? Elbette yetişir. Öyle de oldu. Önce Rauf isminde bir oğlum dünyaya geldi. Babamın ölümü bana göre erken gelmişti. Ardından gelecek olan gaybdan ne anlardım ki ben. Aradan bir yıl geçti. Yani 1981 yılında yine arayışlarım devam ederken Yeni Asya Gazetesi bana nur oldu, ışık oldu. Yeniden dirilmeme vesile oldu. Artık bir arkadaşım vardı. Benle beraber işime gelen, evime giren en yakın yâren, dost oldu bana. O sıkıntılı günlerimde açar okur, dertlerimi onla paylaşırdım. İnsan öyle zaman oluyor ki; dert ve sıkıntılarını bazen ailesi ile bile paylaşamıyor. Gazetem benim her şeyimdi. Aradığım bütün dertlerin sıkıntısına reçete onda buluyordum. Nice doktorlar, yanına gittiğinizde sanki sizi, sizden iyi biliyormuş gibi dinler ve ardından reçete ile sizi uyuşturur. Ben ruhen hastaydım. Bunu tedavisini yapacak doktor arıyordum. Uzun süre doktor kuyruklarında beklemek derdime çare olmadı. Olamazdı. İşte doktor reçetesi gibi her sabah gazete bayiinden aldığım gazetem Yeni Asya, bu işi ucuz bir masrafla halletti. Gazete satan bayi bana “Abdullah, Cumhuriyet’e en yakın gazete bunu mu buldun da alıyorsun?” dedi. Haklıydı, Cumhuriyet Gazetesini yıllarca abone olarak aldım, okudum. Okumazsam dahi bedelini ödedim. O yüzden bayi arkadaşım son derece haklıydı. Lâkin bilemediği çok şey vardı. Bunu ona nasıl anlatacaktım? Anlatsam bile anlayamazdı ki, benim ruhumda meydana getirmiş olduğu heyecanı o nereden bilecekti ki? O, dönemler (Rize-Pazar ilçesine) dört adet Yeni Asya gazetesi gelirdi. Benimle beraber gazeteyi alan ağabeylerimin tamamı rahmetli oldular. Dertlerimi paylaştığım o muhterem amcaları nasıl unuturum? Allah onlara gani gani rahmet eylesin. Gazeteyi, okuduktan sonra çay ocaklarında bırakırdım. Akşam işten çıkınca da kontrol ederdim. Açılmış mı? Yoksa kimsenin dikkatini çekmemiş mi? Gazete dağılmış veya yoksa sevinir, evin yolunu tutardım. Birileri okuyunca ben okumuştan daha fazla zevk alırdım. Zevkle okuyarak bilemediğim konuları kitaplardan öğrenmek yerine gazetem ve yazarlarından fazlasıyla öğreniyordum. Akşam da hanıma öğrendiklerimi anlatıyordum. Şaban Döğen Ağabeyi de daha sonra gazetedeki yazılarıyla tanıdım. Kendisinden çok istifade ettim. Bambaşka bir dünyada yaşıyordu. Bakışlarında sanki bu dünyanın ne zevki, ne de kederi vardı. Uzaklara hitap ediyor gibi bakardı. Tebessüm yüzünden eksik olmazdı. Yazılarını okumadan, insan o nuranî yüze bakınca ne yazdığını hissediyordu. Ben de aynen öyle görür ve okurdum. Onun yazılarında, kirlenen siyasetten eser yoktu. Onun yazlarında ne gıybet, ne dedikodu, ne de dünyalık vardı. Dünyalık yazdıklarında bile bir cihetle yine ahirete bakardı. Bıkmadı, usanmadı. Son ânına kadar hizmete devam etti. Nice kalpleri mutlu ve mutmain etti. Nice ruhları feverana getirdi. Kendisinden fazla başkalarına yardımcı olmak için yaşadı. Bir kez İstanbul’da Cağaloğlu’nda gazete binasında kendisini gördüm. Az ve öz konuşmayı ondan öğrendim. Boş sözleri terk etmeyi bana o öğretti. Kendisini bu dünyada görüp uzun uzadıya sohbet edemedim. Umarım ahirette görüşür, onunla ebedî sohbet etme imkânını elde ederiz. |
ABDULLAH UZUN 13.12.2009 |