14 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

H. İbrahim CAN

Gazze’ye bomba yağdıran uçaklara boykot


A+ | A-

Türkiye, İsrail’i Anadolu Kartalı tatbikatında istemedi. Gazze’yi bombalayan uçakların ülkemizde yer almasını istemediği için ülkemizin İsrail’i tatbikata almadığını yazdı İsrail gazeteleri.

ABD ve müttefiklerinin baskısına boyun eğmeyen hükümet, İsrail’in dışlanmasına tepki olarak Amerika da çekilmek isteyince, tatbikatın uluslar arası bölümünü iptal etme yoluna gitmişti.

İsrail’in buna tepkisi, Türkiye’ye silâh satma anlaşmalarını yeniden gözden geçireceklerini açıklamak şeklinde oldu. Bu aşırı tepkiye Dışişleri Bakanlığımız İsrail’li yöneticileri “aklı selime” dâvet ederek cevap verdi. Açıklamada iptal değil, ertelemenin sözkonusu olduğu, bunun da diğer katılımcı ülkelerle istişare yoluyla yapıldığını belirtti.

Aslında bütün bu haberlerin arasında gözden kaçan bir husus var. Yabancı basında yer alan haberlere göre; Temmuzda yapılan tatbikata İsrailliler Türkiye’nin, ülkelerinin Gazze saldırısına karşı gösterdiği yoğun tepkiyi protesto etmek için katılmamışlardı.

Her ne kadar açıkça söylenmese de, Türkiye şimdi bu haksız protestoya haklı bir karşılık veriyor. Şimdiye kadar ülkemizden böyle bir tavır görmeyen İsrail ise şoka girdi ve o “aklı selim”den uzak açıklamayı yaptı. Böylesine küresel krizin egemen olduğu bir dönemde İsrail, Türkiye gibi sağlam bir müşteriye silâh satma meselesini gözden geçirecekmiş. İsrail’in bu tepkisinin çocukça bir blöften ibaret olduğunu herkes anlıyor. İsrail ayrıca Amerikan Kongresi’ndeki Ermeni Soykırımı iddiasına ilişkin yasa tasarısına karşı Türkiye’yi desteklemekten vazgeçecekleri tehdidinde de bulunuyor. Ama protokollerin imzalanmasından sonra Amerikan Kongresi’nin böyle bir yasa tasarısını kabul etme ihtimalinin pek kalmadığını unutuyorlar.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu da bu konudaki açıklamasına “Gazze’deki durumun iyileşmesini umut ettiklerini… bunun Türkiye-İsrail ilişkilerinde de yeni bir atmosfer doğuracağını” (CNN)'e söyleyerek, aslında Türkiye’nin erteleme gerekçesini pek de gizlemiyor.

İslâm ülkelerinde –özellikle Pakistan’da- kararın memnuniyetle karşılandığını görüyoruz. Bir internet sitesinde Pakistanlı bir katılımcının yorumu, duyguları gayet güzel açıklıyor: “Yüzümde kocaman bir gülümseme var şimdi, Türkleri seviyorum!”

Son yıllarda Türkiye’nin dış politikasında İsrail’in hoşuna gitmeyecek bir çok değişiklik yaşanıyor. İsrail’in Gazze saldırıları konusunda şiddetle kınanması, İran Cumhurbaşkanının Türkiye’ye dâvet edilmesi, Hamas’ın ülkemizde kabul görmesi, Dışişleri Bakanının geçen ay işgal altındaki Filistin topraklarına gitmesine izin verilmemesi üzerine İsrail gezisini iptal etmesi bunların yalnızca bir kısmı.

Umarız ülkemizin bu tutumu, İslâm Dünyasında gereken yankıyı ve desteği bulur. İsrail de yaptığı her şeyin yanına kaldığı şımarıklığından kurtulur. İsrail’e ‘hayır’ diyebilen bir Türkiye bütün bölge için bir güven unsuru olacaktır. Umarız İsrail’in silâh anlaşmalarını gözden geçirme blöfünü de görür, kaybedenin kim olacağını onlara gösteririz.

14.10.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Ne de olsa bir gün tartışılacak


A+ | A-

Ağır aksak da olsa Avrupa Birliği üyeliği yolundaki ilerleyiş devam ediyor. Bu yoldaki engeller, daha çok Avrupa’dan gelen rüzgârla açılıyor. AB’nin Türkiye ile ilgili olarak bugün yayınlanması beklenen “İlerleme Raporu”nda da bu rüzgârın izleri olduğu açıklandı.

Yayınlanması beklenen “İlerleme Raporu”nda Türkiye’de ifade özgürlüğünü kısıtlayan birçok kanunî düzenleme bulunduğu bildirilecekmiş. Bugün itibarıyla ifade özgürlüğünü sınırlayan düzenlemeler olduğuna bizzat şahidiz, çünkü gazetemizde yayınlanan bazı haber ve yazılar hakkında hâlâ dâvâlar açılıyor. Tabiî karikatürler hakkında açılan dâvâları da hatırlamak lâzım. Açılan bazı dâvâların konusunu öğrenen gazeteci, hukukçu ya da başka meslek mensubu olanlar şaşırmakla kalmıyor, adeta şok oluyor ve “Bu konuda da dâvâ açılır mı?” diye hayretlerini ifade ediyorlar. Biz de “Açılmaması lâzım, ama maalesef açılıyor” demekten kendimizi alamıyoruz.

AB’nin İlerleme Raporu’yla gündeme getirdiği ve ifade özgürlüğünü engellediği belirtilen kanunlardan biri de kamuoyunda “Atatürk’ü Koruma Kanunu” olarak bilinen kanun. 31/07/1951 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanun” aslında 5 kısa maddeden (2’si ‘suçlar’ı tarif ediyor, 3 madde de yürürlük tarihi gibi ‘teknik’ konuları düzenlemiş) meydana geliyor. Bu ‘kısa maddeler’in uygulamada büyük sıkıntılara maruz kaldığına yakın tarih şahittir. Öyle ki, yakın zaman önce “Gülsüm” adlı bir ‘inek’ hakkında (daha doğrusu sahibi hakkında) bu kanun maddelerine istinaden soruşturma açılmıştı! Çünkü iddiâya göre “Gülsüm inek” Malatya’nın Kadiruşağı Köyü’ndeki İlköğretim Okulunun bahçesine girmiş ve oradaki büstü kırmıştı! İneğini korumak isteyen sahibi de “Gülsüm”ü komşu köye sürgüne göndermeyi tercih etmişti. (Merak edenler “Gülsüm inek”i google’a sorabilir.)

AB’nin “Türkiye’de ifade özgürlüğünü kısıtlayan kanun maddeleri” arasında saydığı bu kanun değiştirilirse, belki de fıkraları aratmayacak bu garip hareketler yaşanmayacak.

“İlerleme Raporu”nda ‘ifade özgürlüğünü kısıtlayan kanunlar’ olarak sıralananlar elbette sadece bu kanun değil. Başka kanunlar da bu listede yer alıyor. Kimi haklı kimi de haksız talepler olarak görülebilir, ama nihayetinde bu konular bir şekilde Türkiye’nin gündemine gelecek. Kanun Numarası 5816 olan “Atatürk’ü Koruma Kanunu” ise zaten Türkiye’nin gündeminde. Geçmiş yıllarda da bu konu çok tartışıldı ve büyük ölçüde de “Bu kanun ifade özgürlüğünü engelliyor, kişiyi koruyan kanun olmaz, dünyada eşi benzeri yok” gibi kanaatler dile getirilmişti. Fakat araya giren bazı ihtilâl ve ‘süreç’ler bu tartışmaları örttü, gizledi ya da ötelemiş oldu.

Bu bakımdan AB İlerleme Raporu vesilesiyle bu konuların yeniden gündeme gelmesi dikkat çekicidir. Elbette bu gündeme gelişten rahatsız olanlar olacak. Ama hakikatlerin uzun süre gizli kalması mümkün olmadığına göre Türkiye’nin bu meseleleri görmezden gelmesi de mümkün değil.

İnsanlar meselelerini konuşa konuşa hallettiğine göre, bu tartışmalardan hakikat çıkacağını söylemek hayal olarak görülmemeli...

14.10.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Taahhütten temenniye…


A+ | A-

“Ermenİstan açılımı” tartışmaları devam ediyor. “Protokoller”in imzalanmasının meseleyi çözmediği, aksine krizin kapağını açtığı görülüyor.

“İmza töreni önemli bir adımdır” diyen Başbakan Erdoğan’ın, Yukarı Karabağ ve işgal altındaki Azerî toprakları sorunu çozüm yoluna girerse, kamuoyumuz Türkiye – Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesini daha da benimseyecek ve TBMM’nin onayı kolaylaşacaktır” demesi, bu tedirginlik ve tereddüdü ele veriyor.

“Protokoller”in imzalanması sıkıntısı aşıldı; lâkin asıl sıkıntının sürdüğü, tören sonrası her iki ülke Dışişleri Bakanlarının konuşmalarının iptaliyle ortada. Erivan yönetiminin, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun tamamen “soykırım”ı araştıracak “ortak tarih komisyonu”na ve Kafkaslarda bölge barışı ve istikrarı çerçevesinde Karabağ işgaline yapacağı örtülü bir “atf”a bile tahammül edemeyip protokollerin “önşartsız” olmasında diretmesi, bunun göstergesi. Bugün iki ülkenin millî takımlarının maçı için Bursa’ya gelecek olan Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’nın Zürih’teki imzaların ardından Moskova’da, “Ermenistan, soykırımın uluslar arası alanda kabul edilmesi çalışmalarını hiçbir zaman gündeminden çıkarmayacaktır” cümlesi, problemi bir defa daha su yüzüne çıkarıyor.

Özetle Ermenistan, ne Doğu Anadolu’yu “Batı Ermenistan” olarak gösteren politikasından, ne Azerbaycan topraklarını işgalden, ne de “soykırım” iddiasından vazgeçeceğine dair en ufak bir işâret vermiyor…

PROTOKOLLERDE HİÇBİR ÇÖZÜM VAADİ YOK…

İşin içyüzüne bakılırsa, imzalanan “protokoller”de Türkiye ile Ermenistan sınırını belirleyen seksen sekiz yıllık “Kars Anlaşması”na bir atıf yok. Keza Türkiye’nin yanıbaşındaki Nahcıvan’ın Azerbaycan’ın özerk bölgesi olduğunu ve Rusya’nın yanı sıra Türkiye’nin garantörlüğünü ilk maddesinde garanti altına alan “Türkiye – Rusya Dostluk Anlaşması” adlı “Moskova Anlaşması” da yok. Yine 1995’te Ermenistan Anayasası’nın dibâcesine konulan Türkiye’nin doğu vilâyetlerinin “büyük Ermenistan”a ait olduğunu yazan hükümlerin kaldırılacağı ya da düzeltileceğine dair en ufak bir imâ da yok. Dağlık Karabağ’la birlikte Azerbaycan’ın yedi bölgesindeki Ermeni işgalinin sona erdirileceği zaten yok…

Konunun uzmanı diplomatlar, sözkonusu “protokoller”le Türkiye’nin ciddî bir hukukî zemin kaybıyla karşı karşıya olduğunu belirtiyorlar. Bu kaygan ve belirsiz siyasî zemin üzerinde kalıcı bir barış ve istikrarın temininin mümkün olmadığını belirtiyorlar. Belli ki tıpkı “Kürt açılımı”nda olduğu gibi hükûmet bir oldu bittinin içinde. Seçim öncesi Ermenilere “soykırım”ın tanınacağını beş kez yazılı-sözlü deklâre eden Obama’nın, Amerikan kamuoyuna ve Ermeni diasporasına, “işte anlaşıyorlar” politik taktiğini güttüğü anlaşılıyor.

Ermenistan tarafının ille de “önşartsız” kelimesinin metne sokuşturulması ve Davutoğlu’nun Karabağ işgaline atfına itirazıyla ortaya çıkan “kriz”i çözmek için arabasında tarafları yedi kez arayan Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, her iki ülke Dışişleri bakanına, “Bu işi yapmak zorundasınız!” tavrı, dayatmanın dışa vuran tezâhürü…

Diğer yandan Ermeni diasporasının “memnun değilmiş” tepkisini vermesinin Erivan’ın elini kuvvetlendirmesi oyunu olduğu âdeta sırıtmakta. Zira bu “protokoller”le Erivan, sınırların kapatılması sebebi olan işgal ettiği Karabağ’dan ve Azerbaycan topraklarından çıkma sözünü vermeden Ankara’da tâvizler koparmakta. “Soykırım” iddiasını sürdürürken diplomatik ilişki kurmakta…

PROBLEM DAHA DA ZORA SOKULMAKTA…

Bundandır ki Azerbaycan Dışişleri Bakanlığı, “Ermenistan güçleri Azerbaycan’ın işgal edilmiş topraklarından çıkarılmadan, Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmesi, Azerbaycan’ın ulusal çıkarlarına aykırıdır ve Azerbaycan ile Türkiye arasında tarihî köklere dayanan kardeşlik ilişkilerinin ruhuna gölge düşürür” açıklamasıyla, bölgesel barış ve güvenliğin daha da tehlikeye girdiği uyarısını yapmakta.

Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sinin onaltı senedir Ermeni işgali altında bulunduğu, bir milyon Azerî’nin vatanında mülteci durumuna düştüğü, Ermeni istilâsının ülkenin tarihî ve kültürel mirâsının tahrip ettiğine dikkat çekilmekte.

Gerçek şu ki gelinen noktada daha da kaotik ve karışık bir durum var. Bakû, Ankara’dan, Başbakan’ın 14 Mayıs’ta Azerbaycan Millî Meclisi’nde verdiği, “Karabağ işgali sona ermeden Ermenistan sınırları açılamaz” sözünü tutmasını beklediğini iletmekte. Buna mukabil Başbakan’ın “imzalar”ın peşinden son demde, “Azerbaycan Parlamentosunda ifâde ettiğim gibi yine söylüyorum; eğer işgal altındaki Azerî topraklarından Ermenistan çekilmediği sürece Türkiye bu konuda olumlu bir tavır içerisinde olamaz” demesi soru işâretlerini daha da çoğaltmakta…

Peki, bu nasıl olacak? Erdoğan’ın bu cümlesinin anlamı nedir? Bu bir “temenni” mi? İşgal bitmeden protokoller Meclis’e getirilmeyecek mi? Ermenistan, Karabağ’dan çekilmezse sınır kapısı açılmayacak mı? Sonra Sarkisyan’ın buna karşı, “Sınır kapısı açılmayacaksa o zaman neden protokolleri imzaladılar?” cevabı ne anlama gelmekte?

Görünen o ki Azerbaycan’ın dışlandığı Ermenistan’la açılıp “protokolleri”, problemi muammaya dönüştürmüş, Türkiye’yi daha da zora sokmuştur…

Türkiye’nin Ermenistan politikası, “taahhüd”den “temenni”ye düşmüştür. Akıbeti hayrola…

14.10.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Son kurtarıcı özlemi


A+ | A-

Geçmiş mukaddes kitaplar insanlık kurtarıcısı son peygamberi bir çok âyetinde açıkça müjdelemişlerdi. Çünkü o bozulmuş insanlığı rayına oturtacak, yeniden insana yeryüzünün halifesi, efendisi olmanın şerefini hissettirecek, tadını tattıracaktı. İnsanın bozulması başka hiçbir şeyin bozulmasına benzemiyordu. Tereyağının bozulması gibi zehirleşiyor, kâinatın başına belâ kesili-yordu.

Asırlardır sıkıntı ve stres içerisinde kıvranan insanlık o büyük kurtarıcıyı bekler olmuştu. Yemen hükümdarı Seyf b. Ziyezen de onlardandı. O, son Peygamberin (a.s.m.) vasıflarını geçmiş İlâhî kitaplarda görmüş, heyecana kapılmıştı. Hele o yüce Elçinin dedesini bir Kureyş Kabilesiyle Yemen’de karşısında gördüğünde heyecanı doruk noktaya ulaşmış, onu yanına çağırmış, özel ilgi göstermiş ve ona açıkça, “Hicaz’da bir çocuk dünyaya gelecek. Onun iki omuzu arasında hâtem gibi bir nişan bulunacak. İşte o çocuk bütün insanlara imam olacak” demiş, sonra da gizlice çağırıp, “O çocuğun dedesi de sensin” diye kerametkârâne haber vermişti.

İbni Abbas’ın anlattığına göre Seyf bin Ziyezen işgal altındaki Yemen’i Habeşlilerden geri alıp San’a’da Gumdan şehrinde tahta oturmuş, dört bir yandan heyetler halinde gelen Arap kabile reis ve büyüklerinin zafer tebriklerini kabul etmişti.

İşte tam bu sırada Peygamberimizin (asm) dedesi Abdülmuttalip de, Huveylid b. Esed, Ebu Zem’a, Ümeyye b. Abdişşems, Abdullah b. Cüdan gibi Mekke ileri gelenlerinden bazı kimselerle birlikte Seyf bin Ziyezen’i tebrike gelmişlerdi. Tebrikten sonra Abdülmattalip, “Biz Allah’ın dokunulmaz kıldığı memleket halkıyız ve Beytullah’ın hizmetçisiyiz…” diyerek kendilerinin Mekke tebrik heyeti olarak geldiklerini anlatmak istediğinde Seyf bin Ziyezen akraba olduklarını anlamış, onlara iltifatta bulunmuş, bir ay boyunca sarayında ağırlamış, onları yanından hiç ayırmamıştı.

Seyf, bir gün Abdülmuttalib’i gizlice yanına çağırıp elinin altında bulunan ve başkalarından sakladığı gizli bir ilimde ve kitapta bulduğu çok büyük ve önemli bir haberi paylaşmak istemişti. Bu sırda genel olarak bütün insanlar, heyet arkadaşları, özellikle Abdülmuttalip için “hayatın şerefi, faziletin üstünü” vardı. Bunu belirttiğinde Abdülmuttalip, “Nedir, kimdir o?” demekten kendini alamamış, Seyf bin Ziyezen de özetle şu açıklamayı yapmıştı: “O, Tihame bölgesinde doğacaktır. İki küreğinin arasında ben vardır. Kendisinde kıyamet gününe kadar rehberlik ve önderlik sıfatı bulunacaktır.” Bakalım sohbet hangi noktalara kadar gidecekti? Bir sonraki makalemizde de bunun üzerinde duralım.

14.10.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Gazete ve siyaset (1)


A+ | A-

Son yazılarımızdan rahatsızlık duyduğunu ileten bazı kardeşlerimiz, ayrıca şu tarz bazı tavsiyelerde bulundular: "Lütfen siyasî konularda yazmayınız. Dinden, imandan, Kur'ân'dan bahsedin, yeter..."

Lisân–ı münasiple mukabele ettik: "Sevgili kardeşim, açıkça desenize 'Gazetecilik yapmayın' diye..."

Şükür ki, yine de gazetemizde ağırlıklı olarak dinî, imânî, ahlâkî konular işleniyor.

Ama hayır, sırf bunlardan bahsedilsin deniliyorsa eğer, bunun adı gazetecilik olmaz; bunun adı neşriyat, matbuat hizmeti olmaz... Kaldı ki, eğer öyle olsa, bu matbuat hizmeti "vasıta" olmaktan çıkıp "gaye" haline gelmiş olur.

Halbuki, gazete ve sair medya, aynı zamanda siyasetin ve aktüalitenin lisanıdır. Din, iman, Kur'ân hizmeti için vesilelik, vasıtalık görevini ifâ eder. Onların yerine geçemez.

Ayrıca, hakikaten "vasıta" olmaktan çıkıp "gaye" rengine boyanan ve sırf "dinî/imanî" şeylerden bahseden bir "gazete" var mıdır? Böyle bir mevkuteye gazete denilir mi?

Serapa din ve iman hakikatlerini ihtiva eden Risâle–i Nur meydandadır. Gazete, onun yerine geçme iddiasında bulunamaz. Belki, o hakikatleri, devam eden hayat ve hadiseler seyri içinde şerh ve izah etmeye ve o hakikatlerin ışığı altında yaşanan gelişmeleri "günlük periyotlarla" yorumlamaya çalışır, gazete.

Şayet, vesile ve vasıta durumundaki unsurların tamamını hiçe sayacak olursak, o takdirde meselâ Risâle–i Nur'u bile okumaya ve mütalâa etmeye gerek olmadığı noktasına varırız ki, maazallah.

Acaba Risâle–i Nur okunmadan bu zamanda Kur'ân'a nasıl hizmet edilebilir ve Kur'ân'da kudsî hakikatler nasıl anlaşılabilir?

Demek ki, vesile lâzım, vasıta lâzım. Dolayısıyla, Risâle–i Nur, bilvesile Kur'ân'a hizmet ediyor, gazete ve sair neşriyatımız da bilvasıta Risâle–i Nur'un mânâsına ve muhtelif hayat tabakalarına yansımasına hizmet ediyor.

Meseleye bu açıdan, bu zaviyeden bakmak daha münasip, daha doğru olmaz mı?

AKP'li olunca,

"siyasetçi" olunmuyor mu?

Bir başka kardeşimiz de, itirazvari şu düşüncesini iletme ihtiyacını duydu: "Ben bu gazeteyi alıp okuyorum. Çünkü, hiçbir gazetenin yapamadığı bazı hizmetleri yapıyor. Ancak, siyaseten sizin gibi düşünmüyorum. Hatta, sizin gibi yazarlarımızı bizim burada 'siyasetçi abilerimiz' diye niteliyoruz. Siz istediğiniz kadar 'Demokrat misyon' diye yazınız, bizi yine de etkileyemezsiniz. Ayrıca şunu da bilmenizi isterim ki, bizim bu muhitte gazete alanların belki yarısına yakını AK Partiye oy veriyor ve o partiyi tutuyor. Yani biz diğer siyasetçi kardeşlerle aynı fikirde değiliz, bunu bilesiniz diye söylüyorum."

Ah benim sevgili kardeşim. Zaten dikkat ediyorum, daha çok benim AKP ile ilgili yazılarıma tepki gösteriyorsunuz. Başka konularla pek ilgili değilsiniz. Belli ki, bu hususta çok duyarlısınız ve çok da rahatsız oluyorsunuz. İnanın, belki o partinin genel merkezindeki kişiler dahi, tenkitlerimizden bu derece rahatsız olmuyorlar. Yani, böylesine bir parti muhabbetiniz, alâkanız ve bağlılığınız var.

Peki, aziz kardeşim, biz "Demokrat misyon" deyince siyasetçi oluyoruz da, siz bu derece AKP'li olunca siyasetçi olmuyor musunuz?

Emin olun, halen o partinin içinde olan ve o partiye maddî mânevî her türlü yardımı, desteği esirgemeyen bazı dostlardan da aynı tarz sitemleri duydum. Onların da bize "siyasetçi" kaftanını biçtiklerine şahit oldum.

Bu mesele, 1985'te Özal'ın başbakanlığı zamanında bizzat yaşadığım bir hadiseyi hatırlattı. Onu da bir sonraki yazıda nakledelim. Tarihin yorumu 14 Ekim 1092 Büyükvezirin Nizamiye Medreseleri Asıl ismi Ebu Ali el–Hasenu't–Tûsî olan büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk, aynı zamanda meşhûr "Nizamiye Medreseleri"nin kurucusudur. Ona "Nizamülmülk" ismi Abbasî halifesi tarafından verildi. Büyük Selçuklu Devletinde nizam ve intizam işleriyle ziyade meşgul olduğu için, bu lâkap onun için münasip görüldü. 1018 yılında İran'ın Horasan şehrinde dünyaya gelen Nizamülmülk, Farisî (Acem) asıllıdır. İranlı olmasına rağmen, ehl–i Sünnet itikadına sahipti. Ayrıca, bu itikada muhalefet edenlerle de çok büyük mücadelelerde bulundu. Onun ilk memuriyet devresi, Gazneli Devleti zamanında başladı. Bir müddet Horasan valisinin yanında çalıştı. Bilâhare, Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan'ın tarafına geçerek Belh valiliğinde hizmet gördü. 164 yılında ise Büyük Vezirlik makamına getirildi. Nizamülmülk, vezir olduktan sonra, devlet işlerini hızla düzene sokmaya çalıştı. Bir yandan da, ilmî tahsile çok kıymet verdiğinden, eğitim–öğretim kalitesi yüksek medreseler kurmaya yöneldi. Hummalı bir faaliyetle Musul, Bağdat, İsfahan, Nişabur, Belh, Basra ve Herat gibi şehirlerde ilim dünyasında hayranlık uyandıran medreseler inşa ettirdi. Yeni kurulan bu ilim–irfan merkezlerine "Nizamiye Medreseleri" ismi verdi. Bağdat'ta kurulan en büyük medresenin başına ise, İmam–ı Gazalî getirildi. Sultan Alparslan'dan sonra Sultan Melikşah devrinde de vezirlik hizmetine devam eden (yaklaşık 30 yıl) Nizamülmülk, Bu büyük âlim, fazıl, siyaset ve devlet adamı, 14 Ekim 1092'de Hasan Sabbah'ın kurucusu olduğu Haşhaşiler (esrarkeş) isimli terör örgütü militanları tarafından hançerlenerek şehid edildi. Aynı teröristler, bir müddet sonra Alparslan'ın oğlu Sultan Melikşah'ı da katlettiler. Nizamiye Medreselerinin kurucusu olan Nizamülmülk'ün en çok tanınan eseri ise, her idarecinin istifade edebileceği çeşitli bölümlerden müteşekkil "Siyasetnâme"dir. Bu eserin orijinal bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesinde bulunuyor.

14.10.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Hadisi mânâ ile nakil


A+ | A-

İstanbul’dan okuyucumuz: “Bazen sohbetlerimizde hadislerin tam metnini hatırlayamayıp, mânâ olarak naklediyoruz. Mânâ ile hadis nakletmek caiz midir?”

Hayatımızda, konuşmalarımızda, davranışlarımızda Peygamber Efendimizin (asm) sözlerinden feyiz almak, örnekler vermek, yol göstermek, onu rehber görmek ve göstermek sünnet üzere istikamet arayışımızın birer mahsulü ve eseri değil midir? Temelde yaklaşımımız istikameti bulmak ve niyetimiz halis olmak şartıyla İnşallah hatalarımızdan ve unuttuklarımızdan dolayı muaheze edilmeyiz, yani halis niyetimiz İnşallah bağışlanmamıza yeterli olur. Cenâb-ı Hakk’ın “Rabbimiz! Bizi hatalarımızdan ve unuttuklarımızdan sorumlu kılma!”1 âyetiyle öğrettiği duâ çerçevesi İnşallah acziyetimizin elinden tutar.

Hadis âlimleri çalışmalarında hadis lâfızlarının sıhhat derecesine çok ehemmiyet vermişler, Peygamber Efendimizin (asm) hadislerini mümkün mertebe mübarek ağzından döküldüğü kelimelerle almaya özen göstermişlerdir. Hadis Usûlü ilmi bu ölçülerle doludur. Kılı kırk yaran kriterlerin tesbitinde tek hedef, Peygamber (asm) sözüne yalan ve uydurma söz karıştırmamak ve Peygamber Efendimizin (asm) sözlerini bütün safiyetiyle derleyip toparlayabilmektir. Çünkü bir yandan Peygamber Efendimizin (asm) “Kim bana yalan söz isnat ederse, Cehennemdeki yerine hazırlansın.”2 Sözündeki şiddetli uyarısı azamî titizliği emrederken; öte yandan, “Benden bir söz işiten ve onu güzelce belleyip işittiği gibi başkasına ileten kimsenin Allah yüzünü ak etsin.” Hadisindeki rahmet duâsı, doğru hadis naklini emrediyordu. Hadis uleması da Peygamber Efendimizin (asm) hadislerini mümkün olan en doğru sıhhat ölçüleri içinde derleyip toplayarak, ayıkladılar ve sıhhat derecelerine tabi tuttular. Bu gün elimizde bulunan ciltlerle hadis külliyatının hemen hepsi böyle titiz çalışmaların mahsulüdür. Allah yüzlerini ak etsin. Âmin.

Temel mesele hadisin vurgu yaptığı mânâyı kavramak olunca; mânâ ile hadis rivayetinin, daha sahabe döneminde adeta bir mecburiyet halinde yapıldığını görüyoruz. Çünkü sahabeler hadisleri gerektiğinde yıllar sonra rivayet etmişler ve tabiî olarak yıllar önce söylenmiş olan ve bizzat kendi kulaklarıyla işittikleri bazı sözleri lâfız itibariyle hatırlayamadıklarında, mânâ itibariyle rivayet etmek zorunda kalmışlardır.

Meselâ sahabeden Ebû Saîd elHudrî (ra) şöyle demektedir: “Hazreti Peygamber’in (asm) etrafında sekiz on kişi oturur, onu dinlerdik. İçimizden O’ndan dinlediklerimizi aynen tekrar eden belki iki kişi çıkmazdı. Fakat hepimizin de tekrar ettiğimizde manalarda hiçbir fark olmazdı.”3

Tabii’nden Hasanı Basrî (ra) kendisine: “Bu gün bize bir hadis rivayet ediyorsun; ertesi gün aynı hadisi başka lâfızlarla naklediyorsun.” diyen birisine şu cevabı vermiştir “Mânâda isabet etmişsem, bunda hiçbir mahzur yoktur!”4

Meşhur Tabii’nden Muhammed bin Şîrîn (ra) ise şöyle demiştir: “On kadar sahabeden hadis işittim. Hepsi de lâfızlarda ihtilâf ederlerdi. Fakat mânâ aynı idi.”

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri ise, “Nakli hadisi bi’lmânâ caizdir.” diyerek, hadisleri yalnız mânâları ile nakletmenin caiz olduğunu bildirmiştir.5 Bizim için hadisleri mânâları ile nakletmek zaten bir zaruret halinde bulunmaktadır. Çünkü hadis metinleri Arapça’dır. Arapça metni tercümeye başladığınız anda, lâfızların yerine koyduğunuz kelimeler, lâfızların aynı değil; lâfızları karşılayan mânâlardan ibaret olacaktır. Bütün tercüme ve meallerde aynı derecede mânâ ile nakil zarureti söz konusudur.

Netice itibariyle ana metnin içerdiği mânâya aykırı olmamak; haramı helâl, helâli haram yapmamak, bilerek tahrif etmemek ve gereken dikkat ve titizliği göstermek şartıyla; hadisleri mana ile nakletmek sahihtir ve caizdir.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi, 2/286.

2- Buhârî, 1/90.

3- Bağdâdî, Kifâye, s. 205.

4- a.g.e., s. 200.

5- Mektûbât, s. 89.

14.10.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Sahtekâr resmî söylem


A+ | A-

Türkiye yıllardan beri resmen okuma kampanları sürdürüyor. Ve ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti kuruldu kurulalı, “okumama, okutmama kampanyaları” resmen de devam ettiriliyor! Üstelik, okuma kampanyalarından daha etkili olarak!

Kız çocuklarının eğitiminin önündeki engeller nelerdir? Vatandaş neden çocuğunu okula göndermiyor veya gönderemiyor? Sıralanan resmî söylemler şöyle:

Okul ve derslik yetersizliği;

Okulların genellikle yerleşim yerlerinden uzak olması ve birçok ailenin, özellikle kız çocuklarının bu kadar yol gitmesini istememeleri;

Ailelerin, çocuklarını, fizikî şartları elverişsiz, örneğin tuvaletsiz, su şebekesi olmayan okullara göndermek istememeleri;

Birçok ailenin ekonomik güçlük içinde olması;

Ailelerin yetişkin erkekleri ve erkek çocukları kadınlara ve kızlara göre önde tutan geleneksel önyargıları;

Çocukları evde çalıştırarak aile gelirine ek katkı sağlama eğilimi;

Birçok ailenin kızlarının bir an önce evlenmesini eğitimden daha önemli sayması;

Kırsal bölgelerde kadın rol modellerinin nadiren görülmesi ya da hiç olmaması;

Orta öğrenim imkânlarının sınırlı olmasının ilköğretime yönelik ilgiyi azaltması.

***

Yukarıdakiler resmî söylemin tesbitleridir. Ve en önemli maddeler atlanmıştır:

Okullarda çocuklar, anne babanın, toplumun elinden alınmaktadır. Yani, inançlarına ters eğitim verilmektedir.

Çocuklar okuldan çıkınca, anne babasına, akrabalarına, topluma saygılı olacağına, yardımcı olacağına, onları horluyor ve saygısızlık yapıyor! Çocuklar, okulda aile ve kültür değerlerini yitiriyor! Ailede başka eğitim, okulda başka eğitim veriliyor… Hiçbir anne baba, evlâdının kendisine ters düşmesini, kendisiyle çatışmasını istemez!

Kızların okuması resmen engellenmektedir. Meselâ, başörtülüler, okullara alınmıyor, atılıyor.

Okula gidenler bir meslek öğrenemiyor, bilgi seviyesi de yükselmiyor! Bunun için ayrıca milyarlarca lira masraf yapmaları gerekiyor!

Okuma kampanyalarını, okutmama kampanyaları etkisizleştiriyor. Sistem, rejim sahtekârlık yapıyor, çifte standart uyguluyor!

Ve en büyük engel, milletin bin yıldan beri bildiği yazının bir gecede kaldırılması, yıllardan beri de ona karşı sürdürülen kampanyalar!

Duyunca şok olacaksınız! Pek çok üniversitemizin kütüphanesine başörtülü öğrenciler alınmıyor!

Böyle sistem olur mu, böyle bir iktidar olur mu? Hayret bir şey! Vergisini verdiğim kütüphaneye çocuğum giremiyor!

Öyle ise, okuma kampanyalarınız neyin nesi? Okuma yazma bilmeyen insanlarımızı, okuma yazma öğretmek için el birliğiyle düzenlenen seferberlik. Gezici kütüphaneler kurulmuş, vatandaşların evlerine kadar ödünç kitap teslim edecekmiş! Ayrıca, hiçbir yerde kapalı kütüphane kalmayacakmış! Hastanelerde de refakatçi ve hastalara kitap servisi yapılması için çalışma başlatılmış.

Liseyi, üniversiteyi bitirenler okumuyor! Öğretmenler okumuyor! Sıradan vatandaşa mı okutacaksınız?

Niçin seferberlik, imtihan yapılır, nutuklar atılır, teşekkür belgeleri, bitirme sertifikaları ve ödüller verilir?

İktidarın şovu mu, müstebit rejimin gösterisi mi, sistemin sahtekârlığı mı, Türkiye’nin iki yüzlülüğü mü? Yoksa hepsi mi?

Bu ne kampanya, bu ne perhiz, bu ne turşu!

14.10.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Afganistan ve İsrail


A+ | A-

Farklı cenahlarda eşzamanlı olarak yaşanan hızlı gelişmeler, takibi dahi giderek zorlaşan karmaşık bir seyir içinde cereyan ederken, detay gibi görünen veya öyle gösterilmek istenen bazı önemli noktalar arada kaynayıp gidiyor, bazı konular da takdim edildiği şeklin ötesinde değişik boyutlar ihtiva ediyor.

Meselâ Türkiye, Afganistan’daki NATO güçlerinin komutasını bir defa daha üstlenmeye hazırlanırken, aynı zamanda oradaki muharip Mehmetçiklerin sayısını sessiz sedasız arttırıyor.

Böylece, işgal güçleri açısından giderek derinleşen bir bataklık haline gelme yolundaki “Afgan cehennemi”ne biz de daha fazla itilmiş oluyoruz.

Söylemleriyle dünyada yeni ümit ve beklentiler uyandıran, ama o yönde somut olarak henüz kayda değer birşey yapamadığı halde Nobel Barış Ödülüne lâyık görülen Obama’nın da en çetin ve zorlu imtihan alanlarından biri bu ülke.

Ve şu ana kadar gerek Afganistan’da, gerekse orayla bağlantılı olarak Pakistan’da olup bitenler, Obama imajını fena halde sarsmış durumda.

Öncelikli olarak Pakistan’ı ciddî şekilde zora sokan ve dış tazyiklerle Türkiye’yi de içine çeken Afgan batağında, neredeyse her gün birçok masum insan işgal bombalarının kurbanı olurken, ABD ordusunun “Bugün de yanlışlıkla sivilleri ve çocukları öldürdük, üzgünüz, özür dileriz” açıklamaları adeta adiyattan addedilir hale geldi.

Ve bunların yaşandığı bir ülkeye daha fazla muharip asker göndermeye hazırlanan Türkiye’nin Başbakanı, önce BM’de, sonra IMF-Dünya Bankası toplantılarında ve son olarak Din Şûrâsında, Irak işgalinin insanî kayıp bilânçosuna dikkat çeken “duygu yüklü” konuşmalar yapıyor.

Ama işgale en önemli lojistik desteğin Türkiye’deki üsler üzerinden sağlandığını söylemiyor.

Ve işgal altındaki Irak’ta yaşanan dehşet verici olayların benzerlerinin yaşanmakta olduğu Afganistan’a, “El Kaide heyûlâsı” ve Taliban’la savaşmak üzere yeni Mehmetçikler göndermeye hazırlandıklarını ifade etmekten de kaçınıyor.

Afganistan cenahında bunlar olurken, İsrail’le patlak veren “tatbikat krizi”nin arkaplanında da dikkatle irdelenmesi gereken bazı noktalar var.

Bilindiği gibi, Başbakanın Davos’taki “one minute” çıkışıyla oluşan atmosferi en çok gölgeleyen husus, oradaki o söylemle çelişen fiilî durum ve uygulamaların devam ediyor olmasıydı.

Bu bağlamda, “Gazzeli çocukları vuran İsrail pilotları Konya semalarında eğitiliyor” şeklindeki eleştirilere dayanak oluşturan ortak tatbikatların Davos’taki çıkışa rağmen sürmesi, çok ciddî bir inandırıcılık sorununu ortaya koyuyordu.

Patlak verdiği söylenen son “kriz” bu sorunun AKP üzerindeki yıpratıcı etkisini ortadan kaldıracak veya en azından hafifletecek bir sunumla takdim ediliyor. Böylece, “Görüyorsunuz, artık bu ortak tatbikatları iptal ederek İsrail’e fiilen de tavır koyuyoruz” gibi bir mesaj verilmiş oluyor.

Peki, işin aslı da öyle mi? Orada biraz duralım.

Bir defa bizim Dışişleri Bakanlığı açıklamasında da ifade edildiği gibi, bir iptal değil, erteleme söz konusu. İkincisi, daha geçen ay İsrail sularında ABD’nin de katıldığı üçlü deniz tatbikatı yapıldı. Üçüncüsü, İsrail’le silâh alım ve modernizasyon ihaleleri dahil, işbirliği aynen sürüyor.

Erdoğan’ın son ABD ziyaretinde görüştüğü ilk heyet olan Yahudi lobisinin sözcüleri, “One minute krizini tarihe gömdük” açıklamaları yaptılar. Tatbikat krizi sonrasında da İsrail hükümeti, alttan alıp meseleyi büyütmeme ve stratejik ilişkileri devam ettirme yönünde mesajlar veriyor.

İsrailli bir gazetecinin “İsrail için önemli olan söylemler değil, fiiliyat. Nitekim Davos krizinden bir hafta sonra Türkiye insansız uçak ihalesi pazarlığını gündeme getirdi” sözüyle dile getirdiği gerçek, hükmünü icra etmeyi sürdürüyor.

Erdoğan Gazze’deki uygulamaları sebebiyle İsrail’e yüklenmeyi sürdürüp Mescid-i Aksa krizinde suskun kalırken, “tatbikat krizi” bu genel tabloyu çok fazla değiştirmiyor. Son durum bu.

14.10.2009

E-Posta: [email protected]



Sami CEBECİ

Bediüzzaman’a göre vatan ve millet birliği


A+ | A-

Asya Nur Kültür Merkezi’nde, eğitim sezonu haftalık seminerler dizisinin ikincisini, yazarımız Cevher İlhan’la gerçekleştirdik. Geniş hacimli ve muhtevası derin ve dolgun olan seminer, ülkemizin içinde bulunduğu zor şartlara, Bediüzzaman’dan çözümleri de ihtivâ ediyordu.

Said Nursî, her şeyden evvel vatanın bütünlüğünü ve milletin birlik ve beraberliğini hayatı boyunca savunan hakikî bir vatanperverdir. Osmanlı döneminde isminin yanında Kürdî ünvanını kullanması, doğduğu coğrafyadan dolayıdır. Cumhuriyet döneminde soyadı kanunu çıkınca Nursî ünvanını tercih etmiş olması, çok anlamlı ve ince bir hakikattir. Ancak, bu dönemde ilk yargılandığı Eskişehir mahkemesinde, savcılık tarafından ısrarla ‘Said-i Kürdî’ adının kullanılması, yargının tarafsızlık ilkesini dinamitleyen ve adaletin zulme dönüşmesini netice veren çok kötü bir ırkçılık örneğidir. Bu tavrı şiddetle kınayan ve reddeden Bediüzzaman “Ben, Kürdistan’da dünyaya geldim, fakat, Türkler içinde yaşadım ve en çok onlara hizmet ettim. Eserlerimin çoğunu Türkçe olarak telif ettim” demiştir. 1925’te vukû bulan Şeyh Said İsyanına karışmayan, bilâkis onları vazgeçirmeye çalışan Said Nursî, o sıralarda kaldığı Van vilâyeti ve civar illerini bu isyana karışmaktan alıkoymuştur. Irkçılık illetinin her türlüsünü İslâm dışı gören ve bundan dolayı Kürtçülük hareketlerini hayatı boyunca tasvip etmeyen Bediüzzaman, ırk üzerine yapılan ayrılıkçı hareketlerin çok tehlikeli olduğunu ve İslâm ülkelerinin parça parça olmasını sonuç vereceğini her zeminde dile getirmiştir.

“Kürtlük dâvâsı pek mânâsız bir iddiâdır. Kürtler, Müslüman’dır. Milliyetleri, İslâmiyet’tir” diyen Üstad, Kürt devleti kurmak fikirlerine karşı “Osmanlıyı ihyâ edelim” diyerek reddetmiştir. Fikrinin böyle olduğu artık doğru tarihçiler tarafından dahi kabul ediliyor. Osmanlıyı ihyâ görüşünden ve milletçe birlik olmak fikrinden Türkiye Cumhuriyeti Devleti doğdu. Bu devlet, ülkede ne kadar etnik unsurlar varsa onlarla birlikte kuruldu. Devletin ve ülkenin gerçek sahipleri onların tamamıdır. Ancak, cumhuriyet maalesef ‘etnik Türkçülük’ temeli üzerine inşâ edildi. Milleti birbirine bağlayan en kuvvetli bağ İslâmiyet iken, Türk milliyetçiliği onun yerine ikame olundu. ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ sözü dağlara taşlara kazındı. Kürt kökenli vatandaşlarımızın ekseriyetinin yaşadığı il ve ilçelerin girişlerine bu ve buna benzer sözler yazıldı. Irkçılık olarak algılanan bu yapı Kürtçülük fikrini doğurdu. Problemin temeli budur. Kürtlerin ırkî bağlarının mâzide Ermenilerle birleştiği fikrini kabul etmeyen Bediüzzaman, sosyolojik bir tesbit olarak Kürtlerin Ermenilerle değil, kavm-i necip olan Araplarla bir bağı olduğunu söylüyor.

Mahmut Celâlettin Paşanın oğlu ve Sultan 2. Abdülhamit’in yeğeni olan Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyet formülünü bu ülke için doğru bulmayan Said Nursî “Prens Sabahattin Beyin sû-i telâkki olunan güzel fikrine cevap” başlıklı makalesine “Hayat ittihattadır” diye başlayıp, fikrinin güzel olduğunu söyledikten sonra, onun bu ülkeye tatbikinin ecnebî parmağı ve müdahalesiyle Osmanlıyı parça parça edeceğini ifâde etmesi, onun vatanın bütünlüğü, milletin birlik ve beraberliği noktasında ne kadar hassas olduğunu gösterir. Adem-i merkeziyet fikrine karşı, usûl-ü merkeziyeyi, yâni merkezî yönetimi savunan Said Nursî, millet birliğinin, maddî ve mânevî ilerlemenin, bölgeler arası gelir dağılımı ve kalkınmışlıktaki adaletsizliğin de giderilmesini bu formülde görür.

Demokratik açılımın devletçe tartışılmaya başlandığı bu günlerde, bunun sadece Kürt açılımı olarak düşünülmesi büyük bir noksanlıktır. 12 Eylül 1980 İhtilâlinin ürünü olan 1982 darbe anayasası, ülkenin ve milletin bütün temel hak ve hürriyetlerini örselemiş ve kısıtlamıştır. Sadece Kürtler değil, diğer vatandaşlar da çoğu hak ve hürriyetlerinden mahrumdur. Vatanın ve milletin birliği korunmak isteniyorsa topyekûn bir demokratikleşmeye ihtiyaç vardır. Bunun en önemli bir şartı da sivil bir anayasa yapıp, kanunları ona göre yeniden tanzim etmektir. Milletin ciddî anlamda buna ihtiyacı vardır.

Bir buçuk saat süren seminer, ülkenin çok önemli problemlerine Bediüzzaman’dan çâre ve çözümler sunuyordu.

14.10.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.