12 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yeni Asyadan Size

Sürprizlerimiz devam ediyor


A+ | A-

Geçen hafta verdiğimiz müjdelere ilâveten, hafta içinde, birinci sayfadaki duyuru ile haber verdiğimiz yeni bir sürprizimiz daha oldu. O duyuruda ifade edildiği üzere, 16 Ekim’de, yani önümüzdeki Cuma günü gazeteyle birlikte “Said Nursî Kimdir?” isimli bir broşür vereceğiz. Bediüzzaman’ın hayatının ve mücadelesinin kısa ve özlü bir şekilde anlatıldığı broşür, Said Nursî’yi merak eden herkese takdim edilebilecek pratik bir kaynak.

16 Ekim gazetesi için ek taleplerinizi en geç Çarşamba günü akşamına kadar Abone Servisimize bildirmenizi rica ediyoruz.

***

Ses getiren yeni manşetler

Geçen hafta, 5 Ekim Pazartesi günkü manşetimizde de dikkat çektiğimiz gibi, Başbakanın “Said Nursî açılımı” ile, ses getiren manşetler serimize yeni örnekler ilâve etmiş olduk.

Kısaca bir kez daha hatırlayacak olursak:

Cumhurbaşkanı Gül’ün açılım bahsinde Yaşar Kemal’in fikirlerini “ilgi ve dikkatle okuduğunu” söylemesi üzerine, 30 Temmuz’da “Said Nursî’yi de okuyun” tavsiyesinde bulunduk.

Yine Gül, Bitlis gezisinde bu şehre bir üniversite kurulması fikrinin M. Kemal’e ait olduğunu ifade ettiğinde, 11 Ağustos’ta “Bitlis’e üniversite Bediüzzaman’ın projesiydi” dedik.

Başbakan Erdoğan, açılımla ilgili ilk kapsamlı konuşmasında sıraladığı önemli isimler arasında Said Nursî’ye yer vermeyince de, 13 Ağustos’ta “Açılımda Bediüzzaman niye yok?” diye sorduk.

Ve bu sualimizin cevabı 52 gün sonra geldi:

Başbakan, Said Nursî’yi de telâffuz etti...

***

Said Nursî ve Demokratik Açılım

Geçen hafta duyurduğumuz “Said Nursî ve Demokratik Açılım” broşürü önümüzdeki günlerde basılacak. Gazeteyle birlikte verileceği tarih ise, 13 Kasım olarak düşünülüyor. Hazırlıkların buna göre yapılmasını rica ediyoruz.

***

Afyon toplantısı Ilgın’a alındı

Yeni dönem çalışmalarını müzakere etmek üzere Afyon’da tertipleneceğini belirttiğimiz toplantı, hafta içinde gelişen şartlar muvacehesinde, bilâhare gazetede çıkan ilânlarda da duyurulduğu üzere, Konya’nın Ilgın kazasındaki Grand İpek Termal Otelinde yapılacak. 13 Kasım’da vereceğimiz broşür başta olmak üzere, 21 Şubat, 23 Mart, 20 Nisan ekleri ve düşündüğümüz diğer çalışmalarla ilgili fikir teatisinde bulunacağımız toplantıya temsilcilerimizi bekliyoruz.

***

Risale-i Nur kampanyası

Büyük boy külliyatla ilgili olarak başlattığımız “Risale-i Nur’un girmediği yer kalmasın” kampanyamız büyük ilgi görüyor. Kütüphaneler, hapishaneler, huzurevleri ve öğrenci yurtları başta olmak üzere, insanların toplu halde bulunduğu her mekâna külliyatı ulaştırmayı amaçlayan bu kampanya için, yüzde 50 fiyat indirimi uygulanıyor; her bir külliyat takımı, üzeri fiyatı olan 250 TL yerine 125 TL’den veriliyor; ve 10 takım alana ayrıca yüzde 10’luk bir indirim daha yapılıyor.

Âyet-hadis mealli, lûgatçeli ve dipnotlu bir tanzimle hazırlanıp özel kutuları içinde takdim edilen külliyatla ilgili bu kampanyanın, eldeki stoklarla sınırlı olduğunu hatırlatıyor; “Bu hayırlı hizmette benim de katkım olsun” diyen herkesi, elini çabuk tutmaya çağırıyoruz.

Külliyatın ulaşacağı adreslerde eserleri okuyup da imanını ve ahiretini kurtaracak bir kişi bile çıksa, vesile olan için dünya ve içindekilerden daha hayırlı bir manevî kazanç getireceğini hatırlatarak...

***

Eraçıkbaş Mısır’da

Değişik davet ve organizasyonlarla katıldığımız dış geziler devam ediyor. Gazetemiz Yayın Koordinatörü Abdullah Eraçıkbaş, MÜSİAD’ın davetlisi olarak iş adamları heyetiyle birlikte Mısır’a gitti. Kahire’de düzenlenen bir fuar vesilesiyle yapılan geziye katılan Eraçıkbaş, dönüşte izlenimlerini okurlarımızla paylaşacak.

12.10.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Bir mukayese ve bir soru…


A+ | A-

Başbakan Erdoğan’ın on üç ismin arkasından “Said Nursî” ismini saydıktan sonra kamuoyunda ve medyada başlayan tartışma ve değerlendirmelerin yekûnuna yakını müsbet…

Ancak Başbakan’ın bu gecikmeli, lâkin olumlu “Said Nursî” anması, bazı mahfillerin hâlâ meseleyi siyasî kompleksle izâhlarını da ortaya çıkarmakta. Önyargılı ve tamamen politik çarpıtma olduğunu ele vermekte.

Uzun süre Türkiye’nin bürokratik devlet hayatında bulunan, 12 Eylül darbesinin ardından yedi yıl dört duvar arasına kapatılan Demirel’in darbelere ve ara rejimlere karşı verdiği demokratik mücadeleyi yakından tâkip eden ve bilhassa Said Nursî’yi defalarca açık veya kapalı zeminlerde daha muhtevalı bir uslûpla dile getirdiğini yakından bilenlerin, son demde yazdıkları bunlardan biri.

Başbakan’ın partisinin kongresinde “Said Nursî” ismini söylemesini, “şimdiye kadar hiçbir devlet büyüğünün bahsetmediği” ve “kimsenin ağzına almaya cesaret edemediği” diye yazılması bunun bir misâli. (H.Celâl Güzel, Radikal, 6.6.2009)

Erdoğan’ın“Said Nursî”yi ismen anması, elbette takdire değer. Ne var ki, bu “takdir”i ifâde edenlerin, Demirel’in en zor zamanlarda daha muhtevalı “Said Nursî” atıf ve takdirlerini görmezden gelmelerinin anlaşılır yanı yok…

NEDEN GERÇEKLER KETMEDİLİYOR?

Erdoğan’ın “Said Nursî” atfında ilk olmadığı belgelerde. “Seversiniz, sevmezsiniz, beğenirsiniz-beğenmezsiz, görüşlerini kabul edersiniz-etmezsiniz” girişinden sonra yaptığı “Said Nursî” atfını övüp, Demirel’in doğrudan Bediüzzaman’ın fikirlerini ve eserlerini nazara veren, Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatını takdir eden sözlerinin takdir edilmeyip siyasî iktidara yakınlık ve destek sâikiyle gerçeklerin ketmedilmesi, “politik bakış”ın ne denli iflâh olmaz bir illet olduğunu ortaya çıkarıyor.

Basının, konjonktürün ve etkili mihrakların tamamen karşı olduğu, “Demirel, Said Nursî’nin halifesi mi?” diye saldıran İnönü gibi amansız bir muhalifin bulunduğu, Bediüzzaman’ın isminin zikredilmesinin “suç” sayıldığı en sıkıntılı süreçlerde Nur Risâlelerini matbaada bastıran ve diyaloglarda-selâmlaşmada bulunan Başvekil merhum Menderes’ten sonra, gerek Başbakan ve gerekse yasaklı bir muhalefet lideri olarak her zaman ve zeminde büyük bir dirâyetle Bediüzzaman ve Nur Talebeleri hakkında müsbet beyânlarda bulunan, gelen “tepkiler”i büyük bir cesâretle karşılayan Demirel’i atlamak, anlaşılan bu illetten ileri geliyor…

Bediüzzaman Mevlidine gönderdiği telgrafında, “Büyük âlim ve büyük müfessir; Hakkın savunucusu ve iyiliğin yol göstericisi” demesini, “Sayın Demirel’in Said Nursî’ye olan hayranlığı, kendisinin özellikle Nurcu kesimin yayın organlarına verdiği demeçlerde bol bol ifâde edilmiştir” gerçeğini açıklayan yazar Oktay Ekşi’nin, geçmişte Bediüzzaman hakkındaki bir dizi yanlış yorumdan sonra bugün yazdıkları bu açıdan ibret-i âlem…

Evvela, “Demirel Nurcu mu?” başlıklı yazısında, “İşin tuhafı, Sayın Demirel’in laik Cumhuriyete bakış şekli ile Saidi Nursi’ninkiler arasında çok büyük benzerlik olduğunu bizzat ifâde eden de Sayın Demirel’dir” diyen Ekşi’nin dokuz yıl önce “Demirel diyor ki, ‘Bediüzzaman Hazretlerinin Divân-ı Harb-i Örfî kitabında çok güzel bir sözü var. Orada der ki; ‘Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yolunda gitse Halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp, zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar.’ Devlet hadisesini bunun kadar güzel izâh eden çok az şey vardır” cümlesini aktaran Ekşi’nin peşinden “Doğrusunu söylemek gerekirse, Sayın Demirel’i bunun kadar açık şekilde gösteren şey de çok azdır” eleştirisine bakın. (Hürriyet, 2.11.1990)

“TÜRKİYE’Yİ TAMAMLAYAN DEĞER…”

Ve bugün “aynı” Ekşi’nin, “Erdoğan’ın Türkiye’si” başlıklı yazısında, “Başbakan’ın konuşmasının en çarpıcı yanı bize kalırsa başta ‘Kürt’ kökenli insanlarımız olmak üzere herkese ‘hoşgörü’ ve ‘kadirşinaslık’ dersi veren sözleridir. Nitekim, Ahmet Yesevi’yi, Hacı Bektaş’ı, Pir Sultan’ı, Hacı Bayram Veli’yi Yunus Emre’yi, Mevlânâ’yı, Sabahat Akkiraz’ı, Tatyos Efendi’yi, Cem Karaca’yı, Ahmet Kaya’yı, Mehmet Âkif’i, Nâzım Hikmet’i ve Said-i Nursi’yi sayıp, onlarsız bir Türkiye’nin ‘eksik’ kalacağını söylüyor. En güzeli de o konuşmada ‘Bu topraklarda hoş görülmeyen yegâne şey, hoşgörüsüzlüktür. Tahammül edilmeyen yegâne şey, tahammülsüzlüktür’ diyor” diye Erdoğan’a övgüler yağdırmasını düşünün. (Hürriyet, 4.10.2009)

Yine “aynı” Ekşi’nin, ntv’de (6 Kasım’da) yayınlanan “Basın odası” programında Erdoğan için, “Said Nursi’yi oraya koymuş olması, Said Nursi’nin hem Millî Mücadele sırasındaki pozitif rolü, hem daha sonra inkılâplar Türkiye’sinde o döneme bakışı, negatif tavrı ve beyânları... Bunlar aklımdan geçince diyorum ki, siyasetçidir söyler. O, onu malzeme gibi görür, burada onu da malzeme gibi görmüş olur veya ayrıca bir takım insanlara başka bir mesaj da veriyor olabilir. Bana biraz özel bir maksatla oraya konmuş bir isim gibi geldi. (…) Said Nursi’ye de ben kendi tepkimi ifade ettim, ama benim çocuğum ya da torunum döneminde o Türkiye’de Said Nursi’nin adını sevenlerinin ona verdiği önemle, onunla mütenasip şekilde Türkiye’yi tamamlayan değer olarak ifade edilirse fevkalâde doğru olur” cümlelerindeki ifâdeleri okuyun…

Bediüzzaman Mevlidine telgraf gönderdi diye “laiklik” ekseninde “Demirel Nurcu mu?” diye ateş püsküren Ekşi’nin, Erdoğan’ın Said Nursî ismini telâffuzunu, “Türkiye’yi tamamlayan fevkalâde doğru bir ifâde” bulması, iki dönemin açık bir mukayesesi oluyor.

Bir de şu var; Erdoğan için “siyasetçidir söyler” diyen Ekşi, neden Demirel için aynı şeyi söylemiyor? Bu sorunun cevabının da araştırılması gerekir…

12.10.2009

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Ali, yarın ne olacak?


A+ | A-

IMF-Dünya Bankası yıllık toplantıları bu yıl 30 Eylül-7 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da yapıldı.

Toplantı deyip geçmeyin.

Sekiz gün süren çok sayıda seminer, panel ve konferansı kapsıyordu.

186 ülkeden bakan, merkez bankası başkanı, bürokrat, bankacı, uzman, iş adamı düzeyinde 15 bine yakın etkili ve yetkili kişi katıldı.

Dünya çapında şöhretli isimler panelist oldu, görüşlerini kamuoyu ile paylaştı.

Her üç yılda bir ABD dışında düzenlenen yıllık toplantıya İstanbul, ikinci kez ev sahipliği yaptı.

Washington hariç tutulursa bu konumda olan tek şehir.

Böyle dünya çapında geniş katılımlı ve önemli şahsiyetlerin yer aldığı uluslar arası bir toplantının ülkemizde gerçekleşmesi tanıtım açısından bulunmaz bir fırsattı.

Umarız, İstanbul’u dünya finans merkezi haline getirmesine ve bu vesileyle turizme katkıda bulunmasına yardımcı olur.

Bu arada Lütfü Kırdar Kongre Merkezi 12-13 ay gibi çok kısa bir sürede modern ve yüksek teknolojiyle donatılmış, tebrik edilmeli.

Kazasız belâsız, yüzümüzün akıyla çok büyük bir organizasyonun üstesinden gelebilmemiz başarı hanemize kaydedilmesi gereken bir puandır.

Ayakkabıya gelince...

Markası önemli değil.

Hakaret ve şiddet içermediği sürece ifade özgürlüğü sınırsız olmalı, ama...

Cisim fırlatmak...

Bu kapsamda mı değerlendirilmeli?

Domates, yumurta atılması Batılı ülkelerde sıkça rastlanılan, yadırganmayan demokratik bir eylem gibi algılanıyor.

Belki daha orijinal bir protesto şekli seçilebilirdi.

Neyse ki organizasyonun başarısına gölge düşürmedi, IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn da şikâyetçi olmadı.

Ya sokak gösterileri...

İlk altı gün renkliydi, zararsızdı, demokratik bir hakkın kullanımıydı.

Son iki günde olan oldu.

Gençler...

Kimisi maskeli...

Yakıp yıkıyorlar, taşlıyorlar...

Bu ne şiddet bu celâl...

Sebep...

IMF’ye duyulan nefret mi?

Yoksa umutsuzluk, mutsuzluk mu?

Ama hedef yanlış.

IMF’nin topu tüfeği yok.

Zor kullanmıyor.

Çağırınca geliyor.

O zaman...

Fatura...

Doğru adrese...

Ülkeyi IMF’ye muhtaç edenlere...

Kesilmeli.

Başbakan ne diyor?

“Sokağa kulak verin.”

Muhatap kim?

Öncelikle kendisi.

Ver kulağını, duy artık.

Madem sokak, IMF’yi istemiyor...

Vazgeç, kapısını aşındırmaktan.

Koy tavrını.

“Ali yarın n’olucak” diye sorma.

Ali, Ali Babacan.

Sorduğu IMF parası.

Hâlâ para peşinde.

Sokağa rağmen.

Kabul edelim.

IMF de değişiyor.

Vergi, zam, ücret indirimi, istihdam daraltıcı acı reçeteler yerini...

İşsizlik, yoksulluk, büyümeye mi bırakıyor?

En azından söylemde.

İşte IMF Başkanı Kahn ile Dünya Bankası Başkanı Zoellick’in manşetleri süsleyen şu sözlerine bakın:

“İşsizlik, savaş nedeni olabilir.”

“Açların karnı vaatlerle doymaz.”

Adeta sol bir parti liderinin beyanatları gibi.

Tabiî esas olan eylem.

Bunu zaman gösterecek.

Şu bilinmeli:

Dünyanın yarısı açken diğer yarısı rahat uyuyamaz.

Hırslar, kârlar dizginlenmeli, çevre insafsızca tahrip edilmemeli, sosyal projelere ağırlık verilmeli.

İnsan neslinin devamı için mecburuz.

Peki, sekiz gün süren toplantılarda neler tartışıldı, gündeme hangi konular geldi?

Bir başka yazıda analiz edelim, yerimiz kalmadı.

Yazımızı küresel krizle ilgili toplantıda oluşan yaygın görüşü özetleyerek şöyle bağlayalım.

Subprime mortgage kredisiyle ABD’de başlayıp bütün dünyaya yayılan kriz etkisini yitirmektedir.

2010’dan itibaren büyüme başlayacak...

Ne var ki işsizlik artmaya devam edecek...

Gelişmekte olan ülkeler yoksullukla boğuşacak...

Ve Türkiye...

Maalesef aynı kaderi paylaşacak.

Hem işsizlik, hem büyümede 2012 yılında dahi 2008 seviyesini yakalayamayacak.

En az dört yıl kaybedilecek.

12.10.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Protokollerin imzalanması çözüm mü?


A+ | A-

Cumartesi günü Türkiye ve Ermenistan dışişleri bakanları nihayet iki protokolü imzaladı. Eğer bu iki protokol iki ülke parlamentosu tarafından onaylanırsa; diplomatik ilişkiler normale dönecek, Kars Antlaşması dolaylı yoldan tanınmış olacak, 1915 olaylarının araştırılması için bir alt komisyon kurulacak ve en önemlisi Türkiye-Ermenistan sınır kapıları açılacak.

İsviçre’de yaşanan üç saatlik kriz, aradaki açık ihtilâflı noktaların ortaya çıkacağı konuşmaların yapılmamasıyla örtülerek imzalar atıldı. Ama bu çözüm, ‘mektepleri kapatarak maarifi idare etmek’ gibi bir yöntem. Zira sorunlar yerinde duruyor. Nalbandyan’ın imza esnasında ve sonrasındaki yüz ifadesi de bunun işaretiydi.

Aslında bu protokollerin iki ülke parlamentosu tarafından onaylanmadan yürürlüğe giremeyecek olması, atılan adımı sembolik bir adım olmaktan öteye götürmüyor.

Ermenistan kamuoyunun bu protokollere tepkileri farklı.

İsrail’deki Ermenilerden tarihçi Georgette Avagian, 10 Ekimin matem günü ilan edilmesi gerektiğini savunuyor; “Türklere karşı 100 yıldır savaştık; şimdi de aynısını yapmaya devam edeceğiz” diyor. Batı’daki diaspora bu konuda farklı tepkiler veriyor. Bir kısmı ortak bildiri ile desteklerken, bir kısmı da Sarkisyan’ı ülkeye ihanetle suçluyor ve hatta Ermenistan’ı finanse etmeyi durduracaklarını söylüyor. Rusya’daki diaspora temsilcileri ise bu protokollerin Ermenistan’a Yukarı Karabağ sorununun çözümü için baskı aracı olarak kullanılacağını ileri sürüyor.

Azerbaycan cephesinde durum ne? Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’in protokollerin imzalandığı gün yapılan bir röportajdaki şu sözleri önemli:

“Türk-Ermeni ilişkilerinin normalleşmesi ve sınırların açılmasının Yukarı Karabağ sorununun çözümünü teşvik edeceği söyleniyor. Ben bu görüşlere katılmıyorum”.

Ancak Aliyev hemen peşinden şunları söylüyor:

“Türk-Ermeni sınırlarının kapatılmasının tek ve ana nedeni, Azerbaycan’ın Yukarı Karabağ bölgesinin işgal edilmesiydi. Doğal olarak sınırlar ancak bu nedenin ortadan kalkmasıyla açılabilir. Türk liderleri de bu görüşte olduğunu defalarca söyledi… Türkiye Cumhurbaşkanı bunu söyledi, Başbakan ve Parlamento başkanı ve aynı zamanda dışişleri bakanı bunu söyledi ve biz onlara inanıyoruz”.

Görüldüğü üzere; aslında protokol çözümün kapısını gösteriyor. Ancak bu kapının açılması için en temel engel olarak Yukarı Karabağ sorunu ortada duruyor. Protokollerde bu husus açıkça yer almıyor. Umulan Rusya ve Amerika’nın baskısıyla Ermenistan’ın işgal ettiği bölgeden çekilmesinin sağlanması.

Türkiye’nin bu gelinen noktada yapması gereken tek şey beklemek. Yani Ermenistan ile Azerbaycan’ın bir uzlaşmaya varmasını beklemek. Bu aşamada protokolleri imzalamanın ülkemize kaybettirdiği bir husus olduğunu düşünmüyoruz. Ancak sorunların aşılmasında çok büyük bir adım olduğu kanaatinde de değiliz. Yalnızca diasporanın tepkilerine bakarak da olumlu bir sonuca varmak imkansız.

Umarız Türkiye, Azerbaycan’a rağmen sınır açmaya zorlanmaz. Bekleyip göreceğiz.

12.10.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Gençlerin de, evlilerin de, bekârların da duâsı


A+ | A-

Sağlıklı nesiller, sağlam bir aile yuvasında yetişir. Toplumun devamı, mânevî ve kültürel değerlerine sahip aile müessesesinin teşekkülü ve devamıyla mümkün. Sağlam bir aile yuvası da hayat arkadaşını seçerken, iman, inanç, sosyal ve kültürel değerler ile ideallere bağlı eş seçimine bağlı. Zira, aile yuvası, birinci planda eşlerin değil, çocukların eğitim merkezidir.

Gerçek huzur, ruh ve duyguların terbiye edilmesinden geçer. Fert, gerçek mutluluğu, kalbe karşılık bir kalp bulmak, sevinçlerini paylaşmak, hüzünlerini gidermek, dert ve problemleri için destek bulacak bir eşle elde edebilir. Böyle bir ferd, ancak, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye ahlâkının hâkim olduğu bir ailede yetişir.

Bugün, dünyanın en büyük problemi, ferdiyetçilik ve hürriyetin sûistimaliyle aile müessesesinin zedelenmesi, dağılmasıdır.

Günümüzde de en mutlu ve huzurlu ailelerin zengin, şan, şöhret ve makam sahiplerinin değil; Kur’ân ve onun açılımı, tefsiri olan Sünnet-i Seniyyeye göre aile yuvasını düzenleyenlerde olduğu yaşanarak gözlemlenen bir hakikattir.

Müslümanlar iman ve Kur’ân terbiyesinden, ahlâkının tezgâhından geçip, hâl ve hareketleriyle de yaşadıkları devrelerde, dünyanın en medenî, en müreffeh, en mutlu, en huzurlu fert, aile ve cemiyetlerini oluşturdukları, tarihin tasdikinden geçen ve kesin delillere dayanan belgeleriyle sabittir.

Tarih boyunca, toplumu ayakta tutan ailenin gerçek fonksiyonunu yeniden kazanması için, dayanışmacı, kenetleşmeci bir ruhun ihyası, herkesin çapı miktarınca buna katkıda bulunmasıyla mümkün.

***

Bütün ebeveynlerin duâsı şöyle olmalı:

“Ey bu kâinatın sahibi, maliki Allah’ım! Bize öyle evlâtlar nasip et ki; zayıf oldukları zamanları bilecek kadar güçlü, korktuklarını kendilerine itiraf edecek kadar cesur olsunlar. Şerefli bir mağlûbiyette mağrur ve dik kalabilsinler. Zaferde ise mütevazi ve şefkatli olabilsinler. Bana öyle evlâtlar nasip et ki Allah’ım, yapmaları gereken işler sadece birer arzu olarak kalmasın, Seni tanıyan evlâtlar olsun ve kendini tanımak bilginin temel taşı olduğunu bilsinler.

“Sana yalvarırım Allah’ım, onları kolay ve rahat yollarda değil, güçlüklerle mücadele etmenin zevkini duyacakları yollarda yürüt ki, fırtınalarda ayakta kalmayı, ayakta kalamayanlar için de sevgi ve şefkat duymayı öğrensinler.

“Bana öyle evlâtlar nasip etki Allah’ım, kalbleri temiz ve iman dolu olsun, ümitleri yüksek… Öyle evlâtlar olsunlar ki, başkalarına hükmetmeden önce kendinlerine hükmetmeleri gerektiğini bilsinler. Öyle evlâtlar ki, geleceğe uzansınlar, ama geçmişi unutmasınlar.” (Sait Çamlıca)

***

Ve ey Rabb-i Rahimimiz! Bize öyle evlâtlar ver ki; kendileri sadık, dürüst, doğru ve vicdanlı oldukları gibi, seçtikleri eşler de öyle olsun! Kendileri mütefekkir, bilgili, maharetli ve yeniliğe açık oldukları gibi, eşleri de öyle olsun! Kendileri hak, sorumluluk ve vazifelerini bilen; faziletli, fedâkâr, feragat, hayâ-iffet sahibi oldukları gibi, seçtikleri eşler de öyle olsun! Öyle evlâtlar ver ki, kendileri saygılı, nazik, nazenin, yardımcı ve dayanışmacı ruha sahip, hoşgörülü, affedici, müşfik, mütevekkil, kanaatkâr, müteşekkir, muktesit, mütevazi, iyiliksever, cömert, paylaşımcı, diğergam oldukları gibi, onlara da öyle eşler nasip et!

Ey Hâlık-ı Kerimimiz! Bize, yukarıdaki hasletlerle bezenmiş, gözümüzün nuru öyle evlâtlar ihsan ettiğin gibi, başkalarına da ihsan et! Ey Zât-ı Akdes! Evlâtlarımıza huzur ve mutlululuk saçacak öyle bir ahlâk ver ki; eşleri de öyle olsun! Ve ey Rabbim! Bizi, çoluk-çocuğumuzu, âhirzamanın, deccalizmin, süfyanizmin, ifsat, zındıka ve dinsizlik komitelerinin fitnelerinden, tasallutundan ve ifsatlarından muhafaza eyle! Âmin.

12.10.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Tepkilerin ölçüsü


A+ | A-

Bir konuda tepki verirken, bir fikri, bir yazıyı yahut bir konuşmayı tebrik veya tenkit ederken, son derece ölçülü olmak, ölçülü davranmak durumundayız. Herşey ayarında, kararında ve dozunda olmalı.

Aksi halde, bir şekilde mutlaka zarar verir. Zira, derman bile hadden aşarsa dert getirir. Bazan da zehir olur.

Meselâ, tenkit ederken, müvazeneyi bozacak derecede mübâlâğaya kaçmamalı. Çünkü mübâlâğa, aynı zamanda "zemm–i zımnî"dir. Yani, gizlice zemmetmek, farkına varmadan küçük düşürmektir.

Mübâlâğa, aynı zamanda ihtilâlcidir, bozguncudur. Büyük olanı küçük, küçük olanı büyük göstermeye yol açar.

Öte yandan tenkid ederken de, meselenin dozunu, ayarını kaçırmamalı. Hele hele, hakarete varan tenkitlerden şiddetle kaçınmalı. Ayrıca şunu da bilmeli ki, bir fikri savunurken, yahut bir başkasını tenkit ederken işi hakaret sınırına vardırırsanız, en başta kendi fikriyatınızın gücünü zayıflatırsınız. Futbol tâbiriyle, kendi kalenize gol atmış olursunuz.

Bugün olduğu gibi, geçmişte de işbaşına gelen hükümetleri tenkit edenler olduğu gibi, onların meddahlığını yapanlar da olmuştur.

Oysa, peşin hükümlü bir düşmanlığa da, meddahlıkta bulunmaya da hiç gerek yok. Hükümetlerin iyilikleri gibi, fenalıklarını da olduğu gibi görmeli ve ona göre gereken tepkiyi vermeli.

Bu hususlarla alâkalı olarak, Münâzarât isimli eserde, çarpıcı olduğu kadar çok güzel ve gayet yerinde bir misâl var.

Şöyle diyor, Üstad Bediüzzaman: "Hükümete hücum edenler, bazıları 'Haydo, Haydo' derlerdi, bazıları 'Haydar Ağa, Haydar Ağa' derlerdi. Ben 'Haydar' derdim, şimdi de 'Haydar' diyorum." (Age, s. 125)

Dün olduğu gibi bugünkü hükûmetin de, hem müdafiî, hem muhalifi durumunda olan kimseler vardır.

Muhalif konumunda olanın tenkide hakkı var; ancak, bu tenkidini küfür ve hakaret boyutuna taşımamalı. Meselâ, hükümet "Demokrat açılım"dan söz ederken, onu hemen "vatan hainliği" suçuyla yaftalamamalı.

Öte yandan, hükümetin müdafiî rolünde olanlar da, henüz çoğu lâfızdan ibaret olan aynı "Demokratik açılım paketini" her derdin devâsı gibi görme zehabına düşmemeli.

Bakınız, Başbakan'ın Baykal'a gönderdiği mektubun ilk cümlesinde, bu açılımın aslında "Millî birlik süreci"ne dahil bir paket olduğu ifade ediliyor ki, ilk defa açıkça nazara verilen bu ifade, beraberinde farklı şeyleri de çağrıştırıyor.

Öte yandan, "demokratlık" ile "millîliğin" aynı paket içinde nasıl mezcedileceği hususu, karşımızda kocaman bir soru işareti olarak duruyor.

O halde, ayarsız, ölçüsüz bir tenkit veya takdir cihetine gitmektense, itidalle bekleyip müşahhas gelişmeler paralelinde yorumlarda bulunmak daha uygun olur.

Tarihin yorumu 12 Ekim 1579

En uzun boylu, en uzun süreli sadrâzam

Osmanlı sadrâzamlarının en meşhûrlarından olan Sokollu Mehmet Paşa, 12 Ekim (1579) günü kalbinden hançerlenerek katledildi.

Katil, Yeniçeri Ocağına mensup bir askerdi. Boşnak asıllı, yani Sokollu'nun hemşehrisi olduğuna dair rivayetler var. Zira, Sokollu'nun kendisi de Boşnak Slavlarından bir devşirme olup, aslen Bosna'ya bağlı Sokol kasabasındandır.

Bazı rivâyetlerde, bu meşhûr sadrâzama hançer vuran katil III. Murad'ın hanımı Safiye Sultan tarafından tahrik edilmiş.

Sokollu, tâ Kànunî devrinden başlamak üzere, çok uzun yıllar çeşitli kademelerde devlet hizmetinde bulunduktan sonra, nihayet 28 Haziran 1565'te Sadrâzam (Başbakan) oldu.

Bu tarihte Kànunî Sultan Süleyman henüz hayattadır. Yaklaşık bir buçuk sene sonra vefat etti. Ardından II. Selim geldi. Sokollu yine Sadrâzamlık makamında.

Sekiz sene de II. Selim devrinde Sadrâmlık yapan Sokollu, dört yıl kadar da bir sonraki padişah, yani Sultan III. Murad zamanında aynı makamda bulunma şansına sahip oldu.

İki metreyi aşan boyuyla sadrâzamların en uzun boylusu olarak bilinen Sokollu'nun, elli seneyi aşan devlet hizmeti ve yaklaşık 15 seneyi bulan sadrâzamlık müddetiyle de, Osmanlı devletinde en uzun süre hizmet eden şahsiyetlerden biri olduğu biliniyor.

Ne var ki, bilhassa Kànunî'nin vefatından sonra, saray dedikodularının önü alınamaz hale geldi.

Sokollu'nun üç padişah devrinde de en üst makamda hizmete devam ediyor olması, entrikacıları şiddetle rahatsız ediyordu.

Entrikacılar, hükümetin Sarayı etkisi altına aldığı yönünde dedikodular üreterek, bunun telâfisi için Sokollu'nun bir şekilde devre dışı edilmesi gerektiğini yaymaktaydılar.

Sonunda bir tetikçi bulundu ve bütün ömrünü devlet/millet hizmetinde sarf eden bir büyük sadrâzam, gayet vahşiyane bir şekilde katledildi.

Sokollu, böylelikle devre dışı edildi; ancak, ne Saray işlerinde, ne de hükümet ve sair devlet işlerinde eskisine fark atacak bir iyileşme emaresi göründü.

Aksine, hemen her sahada bir duraklama, bir tıkanma, bir şevksizlik hali görünmeye başladı.

Saray entrikaları, Osmanlı tarihi boyunca aralıklı şekilde maalesef hep devam edegeldi.

12.10.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Duâda ellerimiz neden semaya bakar?


A+ | A-

Durmuş Bey: “Duâ ederken ellerimizi neden semâya kaldırıyoruz?”

Eskimez ecdâdımızın bir sözü vardır: “Allah yerde değil, gökte değil, sağda değil, solda değil, üstte değil, altta değil; Allah cemî’ mekândan münezzehtir.” Yani bütün mekânları yaratan ve bütün zamanları halk eden Cenâb-ı Hak, yarattığı mekânın ve zamanın içinde değil, belirli bir yerde mukîm değil, belirli bir zamana mahkûm değildir.

Allah’ın Muhît, Bâkî, Kadîm, Evvel, Âhir, Vâcip isimleri bize Allah’ın varlığının mekân ve zaman ötesinde ve hâricinde bulunduğunu gösterir. Yani her şeyi ihâta eden, ezelî ve ebedî olan, başlangıcı ve sonu olmayan ve vâcip olan bir Varlık elbette ne mekâna sığar, ne zamana sığar.

Ancak O bizden uzak da değildir; bilâkis bize bizden yakındır. Yere ve göğe sığmayan Cenâb-ı Vâcip Teâlâ, mü’min kulunun kalbine sığmaktadır. Yani kalbimizin, bizden daha önce varlığını hissettiği Yüce Yaratıcıya sevgisi ve bağlılığı, Allah katında kâinâta bedeldir. Şu âyetleri inceleyelim:

“Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” diye sor. “Allah’ındır” de. O merhamet etmeyi Kendine farz kıldı. Sizi varlığında şüphe olmayan kıyâmet gününde elbette toplayacaktır. Hüsrana uğrayanlar, inanmayanlardır.”

“O, kullarının üstünde her türlü tasarruf Sahibidir; hüküm ve hikmet Sâhibidir, her şeyden haberdârdır.”

“And olsun insanı Biz yarattık. Nefsinin kendine fısıldadıklarını Biz biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.”

“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O’nundur. İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. O’na hiçbir şey gizli kalmaz. O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar, O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun tasarrufları gökleri ve yeri ihâta etmiştir. Onları koruyup gözetmek Kendisine zor gelmez. O yücedir, büyüktür.”

“Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ eden Rahmân’dır.”

“O gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş üzerinde istivâ edendir. (Arşa ve bütün kâinâta hâkim olandır.) Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Nerede olursanız olun; O sizinle berâberdir. Allah yaptıklarınızı görür.”

Allah’a yön, mekân ve zaman izâfe edilmez. Allah ne belirli bir yönde, ne belirli bir zamanda, ne de belirli bir mekândadır. Allah’ın mukaddes mâhiyeti, kâinâtta hiçbir şeyin mâhiyeti cinsinden değildir. Duâda ellerimizi semâ cihetine kaldırmamız, Allah’ın belirli bir cihette olduğuna inandığımızı göstermez. Ellerimizi yukarıya kaldırmak, O’nun derecesinin ulviyetine, sıfatlarının yüceliğine, isminin, unvânının ve şânının pâklığına işârettir. Yoksa O’nun o tarafta, yani yukarı cihette bulunduğunu, aşağı tarafta, yani yerde bulunmadığını kast ediyor değiliz.

Esasen üst, alt, sağ, sol ve yön mefhumları izâfîdir, yani görecelidir, tamamen bize göre söz konusudur. İki yüz milyar galaksiden sadece birisinden ibâret olan Samanyolu içerisinde, bir nokta kadar bir yere sahip olan güneş sisteminin (kâinâtın büyüklüğüne nazaran “güneş atomu” da denebilir) bir zerresi hüviyetinde bulunan ve çekirdeği hükmündeki güneş etrafında bir tayyâre gibi baş döndürücü bir sür’atle dönen, 23,27 derece eğik olan; ayrıca yirmi dört saatte bir kendi etrafında muntazaman ikinci dönüşünü yapan; yine ayrıca güneş sistemi ile birlikte şemsü’ş-şümûs tarafına hızla ilerleyen yer küremizin “altı ve üstü” neresi olabilir ki? Göğe fırlattığımız ve gökte bulunduğu kısa süre içinde hep dönen basit bir plastik topun altı ve üstü söz konusu olabilir mi?

Kezâ bize göre alt olan cihet, küremizin öbür yüzüne göre üst değil mi? Biz “yukarısı” derken, küremizin arka yüzünde bulunan bir kişinin “yukarı” kabûlüne göre tam tersi istikameti göstermiş olmuyor muyuz?

O halde esas olan Allah’ın ulviyetini, yüceliğini, üstünlüğünü, üstün sıfatlarını, kudsiyetini, kâinâtı ihâta ettiğini, bize de uzak olmadığını, bizimle birinci plânda ilgilendiğini ve duâlarımıza cevap verdiğini bilmemiz ve itikat etmemiz; O’nu her türlü noksanlıklardan, eksikliklerden, cihetlerden, yönlerden, mekânlardan ve zamanlardan münezzeh bilmemiz ve îmân etmemizdir.

Duâda ellerimizi semâya kaldırmamız bu sağlam itikadımızı ve îmânımızı sembolize eder. Duâ etmek, niyazda bulunmak ve O’na iltica etmekle O’nun bize yakın olduğunu; ellerimizi kaldırmak ve açmakla O’nun sonsuz hazinesinden istediğimizi; semâ cihetine yönelmekle de O’nun paklığını, izzetini, celâlini, kudsiyetini, yüceliğini, ulviyetini ve bütün noksanlıklardan münezzeh bulunduğunu ifâde etmiş olmaktayız. Nitekim, duâda elleri semâya doğru kaldırmak ve açmak sünnettir. Duâ âdâbına uygun davranış budur. Zaten günlük tecrübelerimiz de odur ki, isteyen tarafsanız, elinizi açarsınız.

Allah cümle ehl-i îmânın duâlarını kabul buyursun, âmin.

Kaynaklar: En’am Sûresi, 6/12., En’am Sûresi, 6/18., Kaf Sûresi, 50/16., Bakara Sûresi, 2/255., Furkân Sûresi, 25/59., Hadîd Sûresi, 57/4., Mektûbât, s. 242.

12.10.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Kâinat yaratılmadan önce


A+ | A-

Bugün ilim kâinatın 15-20 milyar sene önce dev bir atomdan, bin-bang (büyük patlama) ile yaratıldığını söylüyor. Herşey ince bir plan ve programla yürütülmüş.

Peki, bu atomun nuru ve ruhu neydi? Daha açıkçası ağacın çekirdeği gibi kâinatın çekirdeği, ona esas olan hakikat neydi?

Sahabenin ilgi ve merak sahası içerisine girmişti bu soru da. Nitekim birgün Abdullah bin Câbir (ra) sormuştu: “Ya Resûlallah! Bana Allah’ın her şeyden önce yarattığı şey nedir, söyler misiniz?” diye.

Kâinatın Efendisi (asm) buyurmuşlardı ki: “Her şeyden evvel senin Peygamberinin nurunu, Kendi nurundan yarattı. Nur, Allah’ın kudreti ile istediği şekilde gezerdi. O zaman ne Levh-i Mahfuz, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ, ne arz, ne güneş, ne ay, ne insan ve ne de cin vardı.”1

Evet, kâinata da çekirdek, temel, nur ve ruh olmuştu Efendimizin (asm) nuru.

Âdem babamız yaratılıp Arş-ı Âlâ’ya başını kaldırıp baktığında nurla yazılmış “Ahmed” ismini görmüş ve “Ya Rabbi bu nur nedir?” diye sormuş, Cenâb-ı Hak da, “Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nûrudur ki, onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed’dir. Eğer, o olmasaydı, seni yaratmazdım!” 2 buyurmuştu. İster istemez meşhur şu kudsî hadis hatırımıza geliyor: “Sen olmasaydın yerleri, gökleri yaratmazdım.” 3

Bu nur kâinat yaratıldığında da Hz. Âdem’in dikkatini çekecek şekilde gökleri bütün haşmetiyle aydınlatmış, sonra Hz. Âdem’in (as) alnında parlamış, sonra da silsile hâlinde peygamberlerden peygamberlere intikal ederek Hz. İbrahim’e (as), ondan da oğlu Hz. İsmail’e (as) geçmiş, oğulları yoluyla da Peygamberimizin (asm) babası Abdullah’a ve nihayet Efendimize (asm) kadar gelmişti.

Mesnevî-i Nuriye’de dikkat çekildiği gibi bu nur kâinat kitabını yazan kalemin mürekkebiydi. Büyük bir âlem olan kâinat ağacının hem çekirdeği, hem meyvesiydi.

Eğer dünya cisimleşmiş bir canlı farz edildiğinde o nur onun ruhu, büyük bir insan tasavvur edildiğinde aklıydı. Pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edildiğinde nur-u Muhammedî onun bülbülü olurdu. Pek büyük bir saray farz edildiğinde ise nur-u Muhammedî o yüksek sarayın bakan ve teşrifatçısıydı. O sarayda bulunan bütün antika san’atları, harikaları ve mu'cizeleri târif etmekte, o saray sâhibine, Sân'atkârına imana dâvet etmekteydi.4

İşte böylesine büyük bir Resûlümüz (asm) var.

Dipnotlar:

1- Kastalanî, Mevâhibü’l-Ledünniye,, I, 7.

2- A.g.e, 1:6.

3- Keşfü’l-Hafa, 2:164.

4- Mesnevî-i Nuriye, s. 99.

12.10.2009

E-Posta: [email protected]



Hasan YÜKSELTEN

“Ruhsat Müslümanlığı”na karşı azîmete dâvet


A+ | A-

İçinde yaşadığımız modern zamanların, bir diğer deyişle âhir zamanın, insanlarda oluşturduğu tahribâtların en başında, insanlara inançlarını bir tarafa bırakarak, rahatına ve kolayına geldiği şekilde yaşamak anlayışını empoze etmesi gelir. Bu anlayış doğrultusunda, inandığı gibi yaşamayanlar, yaşadıkları hayatı dine onaylatarak vicdanlarını rahatlatmaya çalışırlar. İşte günümüz inananları için en büyük tehlike de bu noktada ‘yasaklardan ve zorluklardan arındırılmış’ (!) bir din anlayışı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Peygamberimiz (asm) “Haram apaçık bellidir, helâl de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında şüpheli olanlar vardır. Kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini korumuş olur” buyurmuştur. Helâl ve haramın birbirine çok karıştığı ve şüpheli şeylerin çok arttığı günümüzde, bu hadisi her zaman aklımızda tutmalıyız. Zira şüpheli şeyler bizi harama götüren yolun taşlarını oluşturabilmektedir. Bu tür durumlarda yapılması gereken, mümkün mertebe ruhsatı değil de azimeti tercih etmektir.

Azimet takvanın; ruhsat ikramın mukabilidir. Bir yönüyle azimet zorluğun; ruhsat kolaylığın karşılığıdır. Elbette yeri geldiğinde ruhsata da uyabiliriz ancak günümüz anlayışında ruhsat, genişletilerek ve yanlış zarûret anlayışıyla yorumlanarak, ‘yasaklardan ve zorluklardan arındırılmış’ (!) din anlayışına basamak olarak kullanıldığı için bu konuda çok dikkatli olmalıyız. Çünkü ruhsatlar çok kısa sürede alışkanlık yapıyor ve bir müddet sonra normal durum olarak karşılanıyor. Hatta azimete uymaya çalışanlar, ‘Sen de çok abartıyorsun canım’ gibi ifadelerle aşırılıkla bile suçlanabiliyor. Bu noktada, İsevîliğin kolaylaştırma süreci sonunda neredeyse amelsiz ve hükümsüz bir din olan Hıristiyanlığa dönüştüğünü unutmamak gerekiyor.

Özellikle Risâle-i Nur okuyucularının azimeti tercih etme hususunda çok daha hassas olması gerekiyor. Zira Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası adlı eserinde, Risâle-i Nur’un aslî vazifelerinden birisinin de, takva, azimet ve Sünnet-i Seniyye esaslarını muhafaza etmek olduğunu söyler ve ‘Sevk-i zarûretle, hâdisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez’ der. Aynı eserin başka bir yerinde, Kur’ân-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulanın takva ve amel-i salih olduğunu belirtir. Devamında da ‘’Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Risâle-i Nur şakirtlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir’’ 1 der. Araştıranlar, Risâle-i Nur eserlerinin pek çok farklı yerinde takva ve azimete kuvvetli vurgular yapıldığını görebilir.

Ancak günümüzde, birçok kişi, Diyojen’in gündüz vakti elinde fenerle sokaklarda adam araması misâli, haramlara takla attırarak ruhsat bulma peşindeler. Meselâ daha on yıl öncesine kadar fetva verilmeyen faiz, sigorta, kredi, vaziyete göre tesettürden vazgeçme, lüks tatiller, vs. türü bazı meselelere bugün çok rahat fetva verilmesi nedendir acaba? On yılda ne değişti ki, dün haram olan şeyler bugün helâl sayılır oldu? Herkes kendi hayatında, haramları zarurî gösterecek bahaneler bulabilir ama unutmamak gerekir ki, bu dinin kurallarını biz değil, Allah koymaktadır. Bizim işimize geldiği şekilde, haramı ve helâli belirleme yetkimiz yoktur. Küçük bir ihtiyaç, dünyevî bir heves ya da hafif bir korku, haramı helâl haline getiremez. Ancak bu asır, israf, iktisatsızlık, kanaatsizlik, hırs gibi sebeplerle insanın zihnine zarûret fikrini öyle aşılıyor ki, bazen küçük bir dünyevî zarar bile zarûret kılıfına bürünüp, harama girmeye bahane edilebiliyor.

İslâmiyet elbette kolaylık dinidir ancak bu kolaylık istisnâî durumlar ve belli şartlar içindir. Meselâ, hasta bir kişi, Ramazan orucunu daha sonra tutabilir ancak, bu ruhsat yol yapılarak, sıcak yaz Ramazanlarındaki oruç zor geldiği için daha sonraya ertelenemez. Yani istisnâî durumlar için kullanabileceğimiz ruhsatlar, genel bir yola dönüştürülemez. Yoksa bu durum, dini tahrip eder bir vaziyete dönüşebilir.

Yazar Ebubekir Sifil, ‘ruhsat Müslümanlığı’ olarak tanımladığı bu durum hakkında şöyle der: ‘’Ulemanın devamlı sûrette ruhsatların peşine düşmeyi kişinin dindarlığındaki bir zaafın göstergesi olarak kabul etmesi anlamsız değildir. Dünyayı ahiret merkezli yaşadığının ve nefs mücahedesinde doğru yolda olduğunun bir göstergesi olarak sürekli azimetle amel eden insan tipi neredeyse kayboldu. Yerine sürekli olarak–adeta pazarlık edercesine–ruhsatları araştıran bir insan tipi türedi. Dinin ulema sınıfı tarafından zorlaştırıldığı iddiasıyla kolay olanı arayan, bu çerçevede ‘ruhsat’ karakterli mevcut hükümlerle yetinmeyip, yeni hükümler ihdasının ardına düşen bu zihniyet, bir süre sonra ‘Her şey insan içindir, din de…’ noktasına gelebiliyor.’’2

‘Yasaklardan ve zorluklardan arındırılmış’ (!) bir din anlayışı için son zamanlarda kötü âlim sıfatını hak edecek bazı hocaların kendilerince içtihad yapmaları, hadis ve sünneti yok saymaya çalışmaları da manidardır. Zira “ruhsat Müslümanlığı”nın önündeki en büyük engel sünnet ve hadislerdir. Kur’ân’da ayrıntıları yer almayan birçok hüküm, hadis ve sünnetle açıklanmaktadır. Peygambersiz bir din algısıyla, birçok sorumluluktan kurtulmak mümkün olabileceği için, bu tür bir tahribata çalışılıyor kanaatindeyim. Nitekim ehl-i sünnet âlimleri de “sünneti devre dışı bırakmanın İslâm’ın temellerini sarsmaya yönelik bir gizli niyetten kaynaklandığı” noktasına dikkat çekmişlerdir.

Bu tür yozlaştırmalara karşı en güzel cevabımız, sünnete azamî riâyet edip, takva ve azimet yolunu takip ederek, tehlikelerden uzak olmaya çalışmak ve bu şekilde diğer inananlara da örnek olmaktır. Unutmamak gerekir ki, bu dünya ücret yeri değil, hizmet yeridir. Marifet, dünyayı ahiret için yaşayabilmektir. Maharet, dinimizden değil, rahatımızdan taviz verebilmektir. Ve bize yakışan, ruhsat Müslümanlığını değil, azimeti tercih etmektir. 

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001, s. 53

2- Semerkand Dergisi 112. sayı, http://www.semerkanddergisi.com/Detay.aspx?YaziID=105

12.10.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Gazeteciden korkulur...


A+ | A-

Medya, birkaç gündür ‘gündem’i tartışmak yerine kendi yaptıklarını tartışıyor. Bazı magazin muhabirlerinin haber alma bahanesiyle ‘ünlü’ kişileri ‘taciz’ etmesi medyadan da destek bulmadı. Bu ‘kavga’ların en dikkat çekeni geçen gün İstanbul’da yaşandı. Dizilerde görev alan bir ‘ünlü’ ile magazin muhabirlerinin kavgasına polis de karıştı ve sarhoş olan ‘ünlü’ye neticede kelepçe bile takıldı.

Konu ile ilgili olarak görüşlerini açıklayan gerek san'atçılar ve gerekse ‘uzman’lar; netice olarak magazin muhabirlerini suçluyorlar. Geçmiş dönemde medya mağduru olan bazı san'atçılar, “İşini yap ama provoke edici saçma sapan soru sorma” demiş. Başka bir mağdur da, “Bu ciddî bir sorun. Uzun uzun konuşulması gereken bir konu” şeklinde görüş beyan etmiş. (Vatan, 10 Ekim 2009)

Mesleğin içinde olan birisi olarak zaman zaman ‘gazeteci’lerden biz de ürküyoruz. Şahit olduğumuz haberlerden, takip ettiğimiz basın toplantılarından tamamen başka ‘haber’ler çıkaran medya mensupları aslında mesleği de karalamış oluyorlar. Aslında bu durumdan gazeteci meslek kuruluşları da şikâyetçi, ama “Kol kırılır yen içinde kalır” anlayışı problemin çözümüne mâni oluyor.

Bazı vesilelerle aktarmış olduğumuz bir hatıramızı bu vesile ile bir daha hatırlatmak icap etti: Bir gün, bir toplantıda kamuoyunun yakînen tanıdığı bir isimle yan yana oturuyorduk. İlerleyen dakikalarda tanıştık. Ben de kendimi tanıtırken ‘gazeteci’ olduğumu söyledim. Bunun üzerine muhatabım yarı şaka yarı ciddî, “Ben gazetecilerden korkarım!” dedi. “Ben de insafsız gazetecilerden çok korkarım!” deyince normalde bu cevabı beklemeyen muhatabım hem güldü, hem de memnuniyetini dile getirdi. Sonra da ‘gazeteci’lerden neler çektiğini kısaca anlattı.

Hadisenin özünde ‘insaflı’ olup olmamak var. Haber uğruna değer tanımayan bir anlayıştan kim korkmaz ki! Dolayısı ile başta san'atçılar olmak üzere ‘gazeteciler’den şikâyetçi olanlar haksız sayılmaz. Hakikaten bu konu derinlemesine konuşulması ve tartışılması gereken bir problem. Son tartışmalar belki de bu meselenin masaya yatırılmasına sebep olur. Bu konu ciddî mânâda ele alınmayıp problem inkâr edilirse hem gazeteciler hem de gazeteler kaybeden tarafta yer almış olur.

Tabiî ki gazete ve televizyonları kullanarak ‘ünlü’ olanların, belli bir zaman sonra ‘gazeteci düşmanı’ olması da ayrı bir ibret tablosu. Gazeteci ile haber kaynağı arasında denge kurulamayınca önce ‘dost’ olanlar sonra ‘düşman’ hâline geliyor. Hadiseye bu pencereden bakınca ‘ünlü’ olanların da ‘temiz kaşık’ olmadığı anlaşılır. Hele hele, geçmişte haber bahanesiyle insanlara eziyet eden, ‘acı var mı acı!’ diye sorarak meşhur olan bazı gazetecilerin bugün ‘magazin muhabirlerini’ kabahatli görmesi de ibretlik... Keşke bu hadiselerden ibret alınmış olsa.

Netice olarak hangi meslek olursa olsun ‘insafsız’ olanlardan korkulur; ama en çok da ‘insafsız gazeteci’den korkulur. “Ben gazeteciden korkmam” diyen var mı?

12.10.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.