Selim GÜNDÜZALP |
|
Ve insan unuttu!.. |
Neyi ve kimi? En başta kendini ve sonra da ölümü. Var mı bilen son gününü, son saniyesini ömrünün, var mı? Sonra kalbini ve Rabbini unuttu insan. Unuttuğumuz o kadar çok şey var ki... Tarlalardaki buğday başaklarının rüzgârın ninnisiyle salındığını da unuttu. Kırlara çıkmayı, çiçeklere bakmayı unuttu. Binler meyve veren ağaçları, kuru odunlardan ibaret olan bu mübarek ağaçların nasıl meyve verdiğini de unuttu. Ağaçların birer postacı olduğunu unuttu. Mektubu açtı okudu ama göndereni unuttu… Üstüne kurşun gibi düşmeyen, tek tek gönderilen yağmur taneciklerini de unuttu. Sonsuz rahmeti unuttu. Üst üste bindirilip de balyalar hâlinde inmeyen kar tanelerini de unuttu. Kimin, hangi ince hikmetle onları bir bir gönderdiğini de unuttu. İnsan bu dünyaya, muhteşem ve muazzam bir dâvâ, bir ideal için gelmişti. Omuzundaki yükü ve sırtındaki küfeyi bırakıp kaçan bir hamal oldu. Hâlbuki hamal, yükün altında güzeldi... Neyi unutmadı ki insan?... Allah’ın kendisine yaptığı bunca iyiliği çok çabuk unuttu. Gökyüzündeki ayı, güneşi, yıldızları, tarlaları unuttu, baharı, çiçekleri unuttu, kırları, kuşları unuttu. Zamanın oralarda ne kadar yavaş geçtiğini de unuttu. Bir filmden küçük bir sahne: Ünlü bir fotoğrafçı, kırlarda hayvanları otlatmakta olan mal sahibine bakıp: “Çoban nerde?” diye sorar. “Ona bazen izin veriyorum” der patron. Fotoğrafçı: “İşleri buradan mı takip ediyorsun?” “Evet, cep telefonu yeterli.” “Burada niçin bulunuyorsun, maksadın ne?” Patron bir göz kırpıp şu cevabı veriyor: “Dostum, kırlarda zaman, yavaş geçiyor, bunu fark ettim. Onun için bazen çobana izin veriyorum, vaktin kıymetini bilmeye çalışıyorum.” *** Vakit bereketini kaybettiyse eğer, anlamsız telâşımızın ve bitmek bilmeyen lüzumsuz bir yığın işlerimizin de suçlusu biziz. Ve en kötüsü insan, ölümü de unuttu. Hem de ne unutmak! Dünyasında böyle bir kaygı bile yok. Geçenlerde arka arkaya gelen ölümler üzerine, tanınmış bir san'atçı televizyon ekranlarından şöyle sesleniyordu: “San'at dünyamızda bir yaprak dökümüdür başladı bu aralar. Ölümler çokça olmaya başladı. Biri bunlara dur demeli.” Ne demek istiyordu bu garip insan? Gayet açık. Ölümü hayattan bu kadar dışlayıp çıkarınca onun Yaratan’ın bir fiili olduğunu düşünmek aklına bile gelmiyor insanın. Ölümü unutmak, ömrü uzatmıyor. Ölümü unutan insanı, ölüm unutmuyor. İnsan sadece unuttuğuyla kalıyor, o kadar. Zannediyor ki, Yaratan istediği zaman değil de, kendi istediği zaman ölecek bu insancık. Ne büyük bir gaf, ne büyük bir gaflet, aman Allah’ım! Gafletin de mertebeleri var… Evet, insan kendi nefsinde ve kendi dünyasında sınırlı kalınca görün işte, neler söylüyor. Oysa kâlp ve ruh gibi daha üstün mertebeleri de vardır insanın. Nefsin kendi başına buyruk olması, tehlikelerin en büyüğü. *** Sanki donmuş, uyuşmuş bir hayatın üzerine, ruh üfleniyor her sabah ılık ılık. Kim farkında? Ezanlarla başlıyor her sabah uyanış. Bu seslerle doğuyor yeni bir gün. Tevfik Fikret’in dediği gibi: “Bütün tabiat o dem / Kıldı secde-i şükran.” Kâinat ayakta, insan yatakta. Olur mu hiç?! Evet, böyle bakınca ne kadar güzel oluyor yaşamak. İnsana yakışan, verdiği sözü hatırlamak, o söze sâdık kalmak. Ölümü durdurmak, ölümü öldürmek, ölümü kaldırmak mümkün mü? Ne kadar arzu ederdim o insanın hayat hakkında doğru bir söz söylemesini, ne kadar. Kendimi o insana karşı suçlu hissediyorum, vazifemi yapmadığımı düşünüyorum, yapamadığımı düşünüyorum. Evet, Kur’ân-ı Hakîm’in sayfalarını bir açıp baksa ve okusa, bir baksa insan, Rabbinin kendisine neler neler söylediğini duyacak: “And olsun ki, Biz, bu Kur’ân’da insanlar için her çeşit misale yer verdik.” (Rûm Sûresi, 58). “Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz ama onları, bilenlerden başkası düşünüp anlamaz.” (Ankebut Sûresi, 43). Yine Araf Sûresi’nin 176. âyetinde: “Kıssayı anlat, belki düşünür, öğüt alırlar” buyrulur. Evet, öğüt almak, ders almak ve bu dersin etkisiyle uyanmak… Ne güzel söylüyor şair Cahit Irgat: “Bir damla düştü gözlerime / Geçen buluttan / Hatırladım inanmanın ne olduğunu.” “Hatırla ki” diye başlayan bir âyet vardı. Anılması bile hiç söz konusu bile olmayan bir su damlası hâli vardı ki insanın, onu da unuttu. Onu hiç unutmayan Rabbini de unuttu. Allah da ona kendini unutturdu. Şimdi cehennemî bir azabın içinde kıvranıp duruyor insan. Daha cehenneme gitmeden, dünyada tadıyor bu azabı. Şeytanın adımlarını izlememeliydi insan. Şeytan Rabbini unutmuştu, kalbinde mârifete zerre miktar yer kalmamıştı. O zulmânî hâli bize de lâyık görmeye çalışıyor. Şeytan insana önce kendini unutturur, sonra Allah’ı. Bu tuzağa dikkat, 13. Lema’da çaresi var bir bak. Sonra; unutan insan diklendi durdu Rabbine karşı. Ne yüzü ne de hakkı vardı isteyecek. Her şeye rağmen Rabbi, son derece merhamet ve şefkat sahibiydi. Onu her türlü isyana rağmen kulluğuna layık gördü. İnişler, çıkışlarla dolu hayatında hep zikzaklar çizdi durdu insan. Hazreti Mevlânâ’nın dediği gibi: “Hayvan hayvanlığıyla kurtuldu, melek melekliğiyle. İnsan ikisi arasında yalpalayıp durdu.” “Ne olacak hâlimiz?” Bu soruyu günün her saatinde sormalıyız kendimize. Elimizden bir tutanımız yoksa, bizi bizden daha çok bir düşünenimiz yoksa, ne olacak hâlimiz? Evet, her günün sabahında içimizden yankılanan sesler yükselmeli. Vicdanımızı dinlemeliyiz ve onun sesini duyup tövbeye yönelmeliyiz. Uyanışımız bugündür, belki bu sabahtır. Pişmanlık duyulmayan ve tövbe ile uyanılmayan her sabah, hafif bir rüyadan daha ağırına geçmektir. Uyanmak; kafa gözünün açılması değil, kâlp gözünün açılmasıdır. Herkes bir şeylerden sorumlu, insan ise bütün kâinattan. Şükrün bir çeşidi de namaz ile kendisine verilen bütün nimetlerin Rabbine karşı takdimini de içeriyor. İbadeti terk eden, kâinatın ibadetini de görmüyor, göremiyor. Ve insan unuttu. Ahd-ı misâkı, Elest meclisinde verdiği “Kâlû-belâ” sözünü de unuttu. Hatırlaması gerekir, ölmeden önce ona birilerinin niçin dünyaya gönderildiğini hatırlatması gerekir. Yolu, yolculuğu, kılavuzu ve o rehberin elindeki kitabı, kitaptaki işaretleri hatırlatması gerekir. Attığı her adım, onu bir daha asla dönmemek üzere ebedî bir âleme götürüyor. İnsanın uyanışını bekliyor bütün bir kâinat. Bu kâinatta insan olan bir insan eğer yoksa, kâinat da yok, kâinattaki mahlûkat da yok adeta. Kâinatta bir ustabaşıdır insan. Ustabaşı işinin başında değilse, diğer işçiler çalışıyor denemez. Gözcülük görevini, şahitlik yükümlülüğünü yerine getirmesi gerekir insanın. Hayretli bir nâzırdır, bir dellâldır, bir ustabaşıdır insan, görevinin başında olmalıdır. İnsan iş başında değilse, kâinatın çalışmasını, işleyişini görmüyorsa, yarın ne söyleyecektir, ne anlatacaktır Rabbine karşı bu insan? Hiçbir şeyin mânâsı yoktur onun nazarında. Her şeyin sorulacaktır bir bir hesabı. Unutmak çare olmayacak, unutmak bir mazeret teşkil etmeyecektir. Bilmeliydi insan bunu, unutmamalıydı hiç. İnsan unutunca, ona hatırlatma görevini yapacak bir şeyler gerek. Sadî Şirazî’den bir öykü: “Bir gün annemin kalbini kırmıştım. Kalktı, yan odadan küçük bir beşik getirip önüme koydu.” “Evlâdım” dedi. “Küçükken seni ben, bu beşikte sallayıp büyütmüştüm.” Sadî Şirazî bu hatırayı hayatı boyunca hiç unutmadığını söylüyor. Evet, bazen hatırlatma görevini bir beşik yapar, bazen de bir sel felâketi. Kayar gider ayağımızın altından her şey su gibi. Ömür de öyle geçer gider. Bir yere tutunmalı ellerimiz. Yoksa akıntıya kapılıp gideriz. Dünya ve içindekiler güçlü bir anafor oluşturuyor, bizi kendine doğru çekiyor. “Daha, daha” diye saldırırken hırsla dünyanın daha fazlasına, nice canlar gidiyor, nice ömürler tükeniyor. Ne güzel diyor Hâfız-ı Şirazî: “Neye alıştınsa onları terk et, onlara aykırı olan şeylere yapış da muradına ulaş.” İnsanın insanca yaşamasına yetecek kadar nasip her zaman vardır bu dünyada, eğer eceli gelmediyse, vakti tükenmediyse. Hikmetli ve güzel bir söz duydum yakınlarda: “Allah’ı zikirden gâfil olmayınca ne bir ağaç yıkılır, ne de bir hayvan av olur.” Değmiyor ebedî hayatı kaybetmeye, değmiyor dinin gereklerini yerine getirmeden yaşamaya, değmiyor. Bediüzzaman ne güzel diyor: “Biz dini severiz, dünyayı da din için severiz.” Ve insan unuttu. “Yamadık dünyamızı yırtarak dinimizden / Sonunda din de gitti, dünya da elimizden” diyen şair haklı çıkıyor her zaman. İnsan unutmaya devam ettikçe kaybı hep büyük olacak, kazancı ise hep küçük. Evet, mülk O’nun, nimetler O’nun, biz de misafiriyiz O’nun. Nimetlerin bolluğu, ucuzluğu Allah’tan olduğu ve Allah yarattığı için. İki arkadaş konuşuyordu ölen birinin ardından. Biri “Ne bıraktı?” diye sordu. Diğeri, “Nesi varsa, hepsini.” dedi. Diğeri “Eğer ölen, ilmiyle âmil ise, geride bıraktıklarından daha fazlasını da yanında götürmüştür; merak etme.” dedi. Bir gün kampanalar çalacak, “şimdi paydos” diyecekler. Unuttuğunu fark etmek ve uyanmak da bir nimet. O nimetin nimet olduğunu anlamak da bir nimet. Gökler ve yer dolusu hamdler ve senâlar o Yaratan’a ki, bütün sonsuz ve sayısız nimetlerini lütfettiği için. Evet, Peygamber Efendimiz (as.m.), bir hadis-i şerifinde bizi bu dünyanın nimetleri hakkında daha duyarlı olmaya ve unutmamaya çağırır: “Kıyamet gününde kula nimetlerden sorulacak ilk sual: ‘Bedenine sağlık vermedik mi, sana soğuk su içirmedik mi?’ olacak.” Bu çağrıya uyan her kula ayrı bir lütufta bulunacak Rabbimiz. Unutmanın yerini uyanışa terk etme vaktidir artık. Unutuşun hayatımızda nasıl bir yer tuttuğunu, sorgulamanın da şimdi tam zamanıdır. 26.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Rızkın bollaşması ve ömrün uzaması |
Kim rızkının bol ve ömrünün uzun olmasını istemez? Bunun için insan düzenli ve çok çalışır, zararlı alışkanlıklardan uzak kalır, temiz ve faydalı besinlerle beslenir, yeteri kadarınca spor yapar. Bunlar uyulması gereken tekvinî kanunlardır. Bir de Allah’ın teşriî kanunları vardır. Bunlar gerek Kur’ân’da ve gerekse hadis-i şeriflerde bir bir anlatılmıştır. Meselâ bunlardan birisinde şöyle buyurulur: “Kim rızkının bol ve ömrünün uzun olmasını arzu ederse, akrabalarına iyi muâmelede bulunsun.” 1 Anne babadan sonra akrabalardan kişiye en yakın insanlar teyze ve amcadır. Teyze anne makamında, amca da baba makamındadır. Halka halka genişleyen akrabalarla iyi münasebetler içerisinde olmak, onlarla gerektiği kadar ilgilenmek, sevgi ve saygı duymak, maddeten ve mânen destek vermek, kısacası onları memnun etmek, makbul duâlarını almak, rızkın bollaşması, sağlıklı bir hayat ve uzun ömre vesile olur. Yine hadis-i şerifte akraba bağlarını koparan, çiğneyen kimsenin Cennete giremeyeceğinin bildirilmesi2 sadece ahireti değil dünya hayatını da berbat etmenin sebeplerinden biridir. Buharî ve Tirmizî’de yer alan bir hadis-i şerifte Cenâb-ı Hakk’ın akrabalığa ne kadar büyük önem verdiğini öğreniyoruz. Rahm (akrabalık) kelimesinin Cenâb-ı Hakk’ın Rahman isminden geldiğini bildiren bu kudsî hadis-i şerifte Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Kim akraba haklarını yerine getirirse, Ben de o kimseye iyilik ve lütufta bulunurum. Bunu yapmayana da iyilik ve lütufta bulunmam.” 3 Ne kadar ilginç değil mi? İyiliği, bolluğu, güzelliği başka başka yerlerde arayanların kulakları çınlasın. “İyilik et ki iyilik bulasın” kuralı öncelikle anne baba, ev halkı ve akrabalar arasında geçerli. Gönül huzurunu isteyen bir kimsenin iyiliğe en çok lâyık olan bu halkayı göz ardı etmesi mümkün mü? Bir göz gezdirin, gönlü huzurla, sevgi ve saygıyla dolu, işleri yolunda, sevilen ve sayılan kimseler genellikle bu tekvinî ve teşriî kurallara uymada titizlik gösteren insanlardır. Derbeder, işleri karışık, sıkıntı, stres ve bunalım içerisinde yüzen insanların da ne kadar yüksek makam ve mevki de olurlarsa olsunlar, ne kadar bol imkânlar içinde yüzerlerse yüzsünler bu kuralları dikkate almayan kimseler olduklarını görürsünüz. İyiliği, güzelliği, bolluğu, bereketi bunların Sahibinin koyduğu kurallarda aramaktan başka bir yol var mı?
Dipnotlar:
1. Müslim, Birr: 20; Buharî, Edeb: 12; Ebû Davud, Zekât: 45. 2. Buharî, Edeb: 11; Müslim, Birr: 19; Ebû Davud, Zekât: 45; Tirmizî, Birr: 10. 26.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hazreti Zülkarneyn (as) ve Çin Seddi - 1 |
Seyit Sönmez: “Hazret-i Zülkarneyn (as) veli midir, nebî midir? Bedîüzzaman (ra) bütün müfessir kavillerini naklettikten sonra Çin Seddi’nin, Kur’ân’ın bahsettiği İlâhî takviye ile yapılmış sed olduğunu söylemenin “câiz” olduğunu kaydeder. Çin Seddi Türk saldırılarına karşı inşâ edildi. Bu durumda seddin Hz. Zülkarneyn’in (as) seddi olmaması gerekir diye düşünüyorum. Ayrıca Ye’cüc ve Me’cüc meselesi hakkında da bilgilendirirseniz sevinirim.”
Hazret-i Zülkarneyn (as), Kur’ân’da ismiyle zikredilen sâlihlerdendir. Kimliği konusunda açık bir nass olmadığı için nebî mi olduğu, velî mi olduğu, sâlih bir padişah mı olduğu hep tartışma konusu olmuştur. Bazı müfessirler, Kur’ân’da Allah’ın “Yâ Ze’l-karneyn” 1 şeklinde hitap ettiğinin bildirilmesini nazara alarak nebî olduğunu; bazıları da veli olduğunu iddiâ ederler. Bu konudaki ihtilâfa Üstad Bedîüzzaman (ra) son noktayı koyar: Zülkarneyn, Allah’ın kendisini husûsî güç ve kuvvetle te’yid ettiği 2 Yemen Padişahlarından bir şahıstır ki, Hazret-i İbrahim (as) zamanında yaşamış ve Hazret-i Hızır’dan ders almıştır.3 Fahrüddin Razi gibi, Zülkarneyn’in, “Yunanlı İskender” olduğunu iddia eden kimi âlimler de olmuştur. Fakat Milâttan yaklaşık üç yüz sene önce yaşamış ve Aristo’dan ders almış olan Yunanlı İskender’in tarihî süreç açısından Zülkarneyn olamayacağında müfessirlerin çoğunluğu birleşmişlerdir.4 Bedîüzzaman da (ra) Zülkarneyn’in, Yunanlı İskender olmadığını kaydetmiştir.5 Hazret-i Zülkarneyn’in, Ye’cüc ve Me’cüc denilen bozguncu, fitne ve fesatçı, mütecâviz, vahşî, saldırgan, yağmacı, yıkıcı ve zâlim iki kabilenin şerrinden ve saldırılarından medenî ve mazlûm kavimleri korumak için bir sed binâ ettiğini, yine Kur’ân beyan ediyor.6 Kur’ân, bu seddin nerede inşâ edildiğini ise açıkça bildirmiyor. Dolayısıyla esasen bu konuyu bize kapatıyor. Kimi müfessirler bunun Çin Seddi olduğunu, kimileri Yemen’de bulunan Me’rib Seddi olduğunu, kimileri Ermenistan ile Azerbaycan’ın iki dağı arasında (Kafkasya’da) bulunan Derbent’teki demir kapı olduğunu, kimileri Buhârâ’nın ortasında yer alan Kokya Dağı bitişiğinde bulunduğunu, kimileri de bu seddin zamanla höyük şeklinde örtülerek bir dağ şeklini alıp kaybolduğunu nakleder. Rivâyetler muhteliftir. Tarihte bu isme lâyık birçok sedlerin yapıldığı da bir gerçektir. Burada açık olan, bu seddin demir ve bakır eritilip dökülerek müstesnâ bir inşâ tarzı ile yapılmış olduğudur.7 Bedîüzzaman (ra) bütün bu müfessir kavillerini naklettikten sonra Çin Seddinin, Kur’ân’ın bahsettiği İlâhî takviye ile yapılmış sed olduğunu söylemenin “câiz” olduğunu kaydediyor.8 Bu sed için Hz. Zülkarneyn’in; “Bu, Rabb’imden bir rahmet eseridir. Rabb’imin vaad ettiği vakit geldiğinde onu yerle bir eder; Rabb’imin vaadi haktır” sözü de Kur’ân’ın beyanâtı arasındadır. 9 (Yarın inşallah devam edelim)
NOT: Ramazan Bayramı süresince hızlı sıla-i rahim programımız çerçevesinde, Adıyaman 82. Yıl Devlet Hastanesinde yatmakta olan ve duâlarınızla—Elhamdülillah—iyileşen anneciğimi, kardeşlerimle birlikte ziyaret etme ve elini öpme fırsatı buldum. Bu vesileyle, sağlıkta güler yüzlü ve hastaya, hasta yakınına ve temelde insana değer veren hizmet anlayışıyla, hastanesini ve sağlık hizmetlerini birçok özel hastaneye bile örnek olacak şekilde tanzim eden başta başhekim Uzman Dr. Murtaza Yetiş olmak üzere; hastalarına gönülden ve güler yüzle seferber olan hastanenin doktor, hemşire ve personeline ve özellikle anneciğimin doktoru Nöroloji Uzmanı Name Derya Kaplangi’ye ve ekibine teşekkür ediyorum. Bütün hastalara acil şifalar diliyorum.
Dipnotlar:
1- Kehf Sûresi, 18/86.; 2- Muhâkemât, S. 59.; 3- Lem’alar, S. 112.; 4- Tecrit Terc. IX/98.; 5- Lem’alar, S. 112.; 6- Kehf S, 18/95.; 7- Kehf S, 18/96.; 8- Muhâkemât, S. 60.; 9- Kehf S, 18/98. 26.09.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Bediüzzaman Külliyesi tamamlanmak üzere |
Nurs Köyünde yaklaşık dört senedir inşaatı devam eden Bediüzzaman Külliyesi, şükürler olsun ki bitme aşamasına geldi. Cenâb–ı Hak, sizlerden ve bu hayırlı hizmete bir şekilde destek veren, yardımda bulunan herkesten razı olsun. Bizler de, sizlerin duâ ve teveccüh göstermesiyle, tâ başından beri bu mübarek hizmetin takipçisi olmaya gayret ettik. Allah'a şükür, o sarp ve çetin mekânlarda harikulâde bir eser vücuda geldi. Bize ulaşan son bilgilere göre, Altı–yedi bölümlük Bediüzzaman Külliyesinin kaba inşaatı tamamlanmış durumda. Hatta, daha evvelki yazılarda nazara verdiğimiz dış duvar ile kubbe kaplamaları da tamamlanmış bulunuyor. Dış duvarlar, bütünüyle beyaz renkli "Mardin taşı" ile örüldü. Bu beyaz taş, mevsimin değişmesiyle birlikte hafifçe sararıyor ve harikulâde bir renk tonuna bürünüyor. Külliyenin kubbeleri ise, temin edilen 2–3 ton kadar alüminyum plakalarıyla kaplanarak sağlama alındı. Son bir sene içinde yapılan harcamalar ile işçilik masrafları, yaklaşık 50 bin liralık bir borç yükü bıraktı. Bunun yanı sıra, külliyenin iç mekânında kullanılmak üzere şu anki ihtiyaç listesinde şu maddeler görünüyor: 1) Zemin döşemesi için "rabıta" denilen tahta parke ihtiyacı. Bunun hacmi, yaklaşık 700 metre karedir. 2) İç mekânda kullanılacak lambiri ihtiyacı. Bu da, zeminin yarısı kadar, yani 350 metre kare olarak tahmin ediliyor. 3) Külliyenin cami kısmındaki minber ve mihrabın ahşapla kaplaması işi. 4) Pencereler tamam; ancak, 8–10 kadar kapı ihtiyacı henüz karşılanmış değil. 5) Bunların yanı sıra, ayrıca iç mekânın boya ve badana işleri himmet sahiplerini bekliyor. Külliyenin halı, avize ve sair ışıklandırma ihtiyacanı önceden üstlenmiş olan muhterem kardeş ve ağabeylerimiz var. Cenâb–ı Hak, hem onlardan, hem de aynî veya nakdî yardımda bulunacak olanlardan ebeden razı olsun. Bu arada, gerekli iletişim bilgilerini de unutmadan sizlere intikal ettirelim. Nurs'ta inşa edilen Bediüzzaman Külliyesi, resmî olarak "Kepirli Köyü Camileri Yaptırma ve Yaşatma Derneği" adına yapılıyor. Yardımların toplandığı bu dernek adına açılan banka hesap bilgileri ise şöyledir:
Ziraat Bankası, Hizan Şubesi Hesap no: 4450 6210
Hem dernek başkanı, hem de inşa edilen külliyenin bilfiil sorumlusu da Hikmet Okur'dur. Daha detaylı bilgi edinmek için ise, Hikmet Okur'a şu telefon numaralarından ulaşabilirsiniz:
0505 950 00 62 0532 593 07 97
Tarihin yorumu 26 Eylül 1921
Kars Konferansı
Kafkas Bölgesinde toprak ve nüfuz sahibi beş ülke arasında düzenlenen konferans, Kars'ta başladı. Kars Konferansı ismiyle 26 Eylül 1921'de başlayan toplantı, 13 Ekim günü sona erdi. Ev sahipliğini Türkiye'nin yaptığı Konferansa Sovyet Rusya, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan temsilcileri iştirak etti. Türkiye'yi Ankara hükümeti adına Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa başkanlığındaki heyet temsil etti. Konferansta, katılımcı ülkelerin sınırlarını belirlemenin yanı sıra, Boğazlar meselesi de konuşulup birtakım kararlara bağlandı. Ne var ki, Ruslar, konferansta Kars, Artvin ve Ardahan sınırları ile Boğazlar meselesinin farklı bir anlaşmaya tâbi tutulduğunu iddia ederek, bu konuyu yıllarca gündemde tutmaya devam etti. Rusya, 1917 Bolşevik İhtilâlinden sonra Kafkas bölgesinden çekilmişti. Bunu fırsat bilen Gürcistan, Ermenistan ile Azerbaycan, bağımsızlığını ilân etmişlerdi. Ne var ki, Rusya, aradan daha iki yıl geçmeden tekrar Kafkaslar'a çöreklendi ve bu her üç ülkeyi de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine (SSCB) dahil olmaya mecbur etti. Bu merhaleden sonra, artık bağımsızlıktan söz etmek mümkün değildi. Zaten, bu üç kafkas ülkesi de Rusya ile imzaladıkları "Moskova Antlaşması" sebebiyle kendi başına hareket edemez duruma gelmişlerdi. Komünist diktanın şiddetlenmesiyle de, sömürgeden beter bir hale düştüler. Yetmiş sene boyunca komünist Rusya'nın esareti altında yaşayan bu ülkeler, 1990'lı yıllardan itibaren yeniden bağımsızlıklarına kavuşmaya başladılar. Bugün ise, eski katılığından uzaklaşan Rusya, İslâm dünyası ile barışmaya ve hatta kaynaşmaya çalışıyor. 26.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kur’ân’da namaz 3 değil, 5 vakit! |
Sözüm ona kimi İlahiyatçılar, tv ekranlarına çıkıp, kimisi kanal kanal dolaşıp “Kur’ân’da beş vakit yok, üç vakit namaz var!” deme cüretinde, cesaretinde ve cehaletinde bulunabiliyor! Bu iddialarıyla hizmete değil, hezimete sebep olan bu kötü âlimlerin dayanakları, Kur’ân ve Sünnet değil, nefisleri. Bunları “ulemâussu'” (kötü âlim) diye tanımlayan Bediüzzaman, İslâm şeâirini, yani, hükümlerini, sembollerini değiştirmeye teşebbüs edenlerin dayanak noktalarının Kur’ân değil, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebîleri körü körüne taklitçilik yüzünden geldiğine dikkat çeker.1 Kur’ân’da namaz vakitleri âyetleri, günde 3 değil, 5 vakittir. Bu âyetleri nakletmeden önce hemen her akıl sahibinin kabul ettiği şu hususa dikkat çekelim: Bir mesele söz konusu olduğunda, sahanın uzmanına itibar edilir. Kur’ân mevzuunda söz Peygamberimiz’indir (asm). Çünkü, Kur’ân ona indirilmiştir. Çünkü o yaşayan bir Kur’ân’dır. Çünkü, Kur’ân’ı tefsir etme, açıklama, izah etme vazifesi ona verilmiştir. Daha sonra onun varisleri olan müçtehidler, müceddidlerindir. Ve ardından da âlimlerindir. Çünkü, onlar peygamberlerin varisleridir. Hasta olduğumuzda uzman bir doktor ararız, bir yapının planı için mühendis, herhangi bir iş için de ustasını ararız. Kur’ân temel kitaptır, anayasadır. Sünnet-i Seniyye, yani Peygamberimizin (asm) (sözleri, tavırları ve davranışları) kanunlardır, açıklayıcısıdır. Müçtehid ve müceddidlerin açıklamaları ise, tüzükler gibidir. Bilindiği gibi, anayasa ikiyüz küsûr maddeden oluşur. Onları açıklayan sekiz bin civarında kanun var. Ve on binlerce de tüzük. “Bir her şeyi Kur’ân’dan alırız!” diyen sözüm ona bir kısım ilâhiyatçılar, Kur’ân hakkında bir, üç, beş kitap yazıyor. Peki, Kur’ân’ın indiği Peygamber (asm), Kur’ân hakkında bir şey söylemeyecek mi? Kur’ân’da, pek çok âyette Peygamber’e (asm) uymamız ve bize neyi getirmişse onu almamız emredilir. Kur’ân’da, İslâmın beş şartı emredilir. Ama, namazı nasıl kılacağımızı, orucu nasıl tutacağımızı, zekâtı nasıl ve kime vereceğimizi, haccın şartlarını vs. teferruâtıyla açıklayan, yaşayarak gösteren Peygamber Efendimizdir (asm). Kendi iddiâlarına İmam-ı Azam, Şafii, Maliki, Hanbeli gibi mezhep imamlarından delil getiren "kötü âlimler", Peygamber Efendimizin (asm) ve Sahabilerinin, Kur’ân uzmanları müceddid ve mezhep imamları müçtehidlerin “Namaz Kur’ân’da 3 vakittir!” dediklerine dair değil küçük bir söz, bir imada dahi bulunmamışlardır. İslâmiyetin doğuşundan günümüze, 15 asırlık uygulamalar 5 vakit şeklindedir. Kur’ân’da namazın vakitlerini (beş vakti) gösteren âyetlerin meâlleri şöyledir: “Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar (belli vakitlerde) namaz kıl; bir de sabah namazını. Çünkü sabah namazı şahitlidir. Gecenin bir kısmında uyanarak sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. (Böylece) Rabbinin seni övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin.”2 “(Resûlüm!) Sen onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et; gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki sen Allah’tan hoşnut olasın (Allah da senden!).”3 “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığınız (ezan okunduğu) zaman hemen Allah’ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız elbette bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.”4 “Haydi siz akşama ulaştığınızda (akşam ve yatsı vaktinde) sabaha kavuştuğunuzda gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah’ı tesbih edin (namaz kılın) ki göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur.”5 “(Resûlüm!) Onların dediklerine sabret. Güneşin doğuşundan önce de, batışından önce de Rabbini hamd ile tesbih et.”6 “Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra da O’nu tesbih et.”7 “Gündüzün iki ucunda gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.”8 Görüldüğü gibi, Kur’ân’da beş vakte dair âyet vardır. Elbette, bunların açıklaması Peygamberimize (asm) aittir. Çünkü Kur’ân, onu şöyle tanımlar: “O ancak kendisine vahyolunanı söyler.”9 Ya, “Namaz Kur’ân’da üç vakittir!” diyen ulemaussû', kimin telkinleriyle bunu söylüyorlar?
Dipnotlar:
1- Mektubat, s. 419.; 2- Kur’ân, İsra, 78-79.; 3- Age, Tâhâ, 130.; 4- Age, Cum’a, 9-10.; 5- Age, Rum, 17.; 6- Age, Kaf, 39.; 7- Age, Tur, 49.; 8- Age, Hud, 114.; 9- Age, 4. 26.09.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Kürt açılımına güvensizlik tezkeresi |
Çatışmaların çözümü süreci güvene dayanır. Güven ortamının oluşmadığı yerde kalıcı bir çözümden söz edilemez. Hükümete göre demokratik açılım, halka göre “Kürt Açılımı”nda güven verici adımların özellikle devletten gelmesi beklenmektedir. Zaten terör örgütünün “taraf” olarak görülmediği sıklıkla vurgulanmaktadır. Terör örgütünden beklenen ise, hemen silâhlarını bırakıp teslim olmasıdır. Peki neden devlet güven vermek zorundadır? Çünkü Kürt sorunu Cumhuriyet tarihi boyunca genellikle “kalkışma”, “terör”, “üç beş eşkıya”, “bölücülük” gibi terimlerle özdeşleştirildiği için, buna göre politikalar geliştirilmiştir. Bu politikalar çoğunlukla “bastırma”, “bombalama”, “kontrol altına alma”, “terörle mücadele” terimleriyle ifade edilegelmiştir. Zaten ortada bir “Kürt sorunu”nun varlığı dahi onlarca yıl boyunca kabul edilmedi. Bu da Kürt kökenlilerde devletin onlara uzattığı her zeytin dalını kuşkuyla karşılama psikolojisi doğurdu. Şimdi ise hükümet bu sorunu kabul ettiği gibi, “ne pahasına olursa olsun” çözme yolunda kararlılığını sık sık dile getirmektedir. İlk adım olarak sorunun varlığı kabul edilmiş, “anadil” kullanımı konusunda ciddî çalışmalar başlatılmıştır. Kürt kökenli vatandaşlar bu çabalardan umutlandı. Şimdi asıl güven ortamını oluşturacak adımın atılmasına sıra gelmişti: silâhların susması ve kanın durması! Terör örgütünün eylemlerini durdurup, bütün militanlarını sınırdışına çıkarması bu aşamanın ilk adımı olması gerekiyordu. Tam bu sırada güven ortamına katkıda bulunacak, militanların da sınırdışına çıkışını kolaylaştıracak bir karar gündeme geldi. Yıllardır tekrarlanan sınırötesi harekât tezkeresinin süresinin uzatılıp uzatılmaması. İlk gün gelen haberler iyiniyet göstergesi olarak tezkerenin uzatılmayacağı yönünde idi. Ancak bu haberlerin çıktığı gün Genel Kurmay Başkanlığı tezkerenin hükümete sunulduğunu açıklarken, hükümet de ilk bakanlar kurulunda görüşülerek meclise sevk edileceğini duyurdu. Yani önemli bir fırsat kaçırılıyor. Aynı zamanda Başbakan Erdoğan, “operasyonlar devam edecek” açıklamasını yaptı. Alınacak tezkerenin hiç kullanılmaması büyük ihtimal. Nitekim geçmiş yıllarda da çok sınırlı olarak kullanıldı. Ama yine de bu yetkinin verilmesi, teorik olarak da olsa kullanılabileceği anlamına gelmektedir. Aklımız karıştı. Bir yandan barışçıl yollarla dağdaki teröristleri “eve döndürmeyi” planlayacaksınız; öbür yandan da “siz bunu yaparken tepenize bomba yağdırmaya devam edeceğiz” diyeceksiniz. Buna rağmen açılımın “muhatapları” sizin iyiniyetinize ve “açılımınızda” samimî olduğuna güvenecekler. Peki gerçekten tezkere vazgeçilmez bir unsur mudur? Bunca yıl boyunca sınırötesi operasyonlarla terör sorununu bitirebildik mi? Ayrıca şimdi uzatılmazsa bile, açılım yürümez ve mutlak sınırötesi operasyona ihtiyaç duyulursa, bir iki günde çıkarılamaz mı? Bizce hükümetin öncelikle devletin kurumları arasında bu konuda fikir ve politika birliğini sağlaması gerekiyor. Hem “demokratik” hem de “operasyonel” açılımın bir arada yürümesi imkânsız. Bu tür çelişkiler oluşturulmaya çalışılan güven ortamını yok ederek, açılımı açılmadan kapatmaya götürme riski taşıyor. Umarız bu kuşkular çabucak giderilir ve güven ortamı pekiştirilir. 26.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
‘Müjde’ler gerçekleşirken... |
Yaklaşık 70 yıl boyunca “Din öldürülecektir” diyerek başta İslâm olmak üzere bütün inanç sistemleriyle mücadele eden Rusya, neticede yorgun düştü, dağıldı ve inançsız bir milletin yaşayamayacağına delil oldu. Nihayet bir adım daha atarak İslâm diniyle musalaha zemini arıyor. Rusya’nın İslâmla barışma noktasındaki adımları elbette tek hamlede olmadı. Önce, ‘sistem’in dağılmasından sonra hürriyetine kavuşan ülkelerde İslâm yeniden filizlendi. Meselâ, Kırgızistan ve benzeri ülkelerde bayram namazları ülkenin en büyük meydanlarında kılınır hâle geldi. Uzun yıllar baskı altında yaşayan Müslümanlar, nisbeten hürriyetlerine kavuşunca daha güçlü bir elle İslâma sarıldılar. 23 milyon Müslümanın yaşadığı Rusya’yı yönetenler de “İslâm ile barışmanın” ve bu dünya ile kurulacak bağların, Rusya’nın menfaatine olduğunun farkına vardılar. Mânâsız bir inadı bırakıp, gerçekleri gördüler ve İslâm ile kavgayı bir yana bıraktılar. Bakınız, dünün “Komünist Rusya”sında bugün “Rusya ile İslâm Dünyası: İstikrar İçin Ortaklık” adlı konferans düzenleniyor. Moskova’da gerçekleşen ve binden fazla katılımcının yer aldığı uluslar arası konferans belki bir ‘ilk’, ama bu gidişle İnşallah son olmayacak. Konferansta konuşan Moskova Belediye Başkanı Yuri Lujkov, Moskova’daki “Merkez Camii” arsası ile ilgili yaptığı çalışmayı cihad olarak tanımlarken şöyle diyor: “Birileri Moskova tarihi caminin yanındaki arsayı askerlik şubesi yapmak istedi. Bu bölgenin camiye verilmesine ön ayak oldum. İnsanların sokakta ibadetlerini yerine getirdiğine şahit oldum. Bu araziyi camiye kazandırdık. Ben de cihad yaptım.” Rusya’nın İslâm konusundaki ‘açılım’ı bununla bitmiyor. Liberal Demokrat Parti Başkanı Vladimir Jirinovski konuşmasına ‘Bismillahirrahmanirrahim’ diye başlıyor. Hatırlanacağı üzere çok sayıda ülkeden müftü, din adamı ve siyasetçinin yer aldığı konferansa, Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden Mustafa Sungur Ağabey de dâvetli olarak katıldı. Sungur Ağabeyin dâvetiyle ilgili bilgi veren arkadaşlar, “Sungur Ağabey gayet hasta idi. Ama Rusya Cumhurbaşkanı Medvedev’den bu davet gelince birden canlandı, ‘Hizmet var, mutlaka gitmem lâzım’ dedi ve Moskova’ya gitti” demişlerdi. Rusya son yıllarda imkân buldukça İslâm dünyasıyla arasını düzeltmenin yollarını arıyor. Bu cümleden olarak Müslüman ülkelerin üye olduğu “İslâm Konferansı Teşkilâtı”na asıl üye olmak için uğraştı ve belki de önümüzdeki yıllarda üye de olacak. Bütün bunlar neyi gösterir? Elbette bu gelişmeler yaşanıyor diye “Rusya’da yaşayan Müslümanların hiçbir problemi kalmamıştır” demek için erken. Fakat, günümüz Rusya yöneticilerinin ‘akıntıya kürek çekmeyi bıraktığını’ söyleyebiliriz. İnşallah bu adımların devamı gelir ve Rusya tam anlamıyla İslâma dost bir ülke haline gelir. Rusya’da böyle bir toplantının düzenlenmesi önemli olduğu gibi, bu toplantıya Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur Ağabeyin resmen dâvet edilmesi de çok çok önemlidir. “Rusya’yı idare edenler Risâle-i Nur’un kıymetini anladıklarına göre, darısı Türkiye’yi idare edenlerin başına” desek birileri alınır mı acaba? 26.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Kürtleri “temsil” iddiası… |
“Açılım” tartışmalarının en büyük handikaplarından biri de “Kürtlerin temsili” meselesinin çarpıtılması. Ve başta siyasî iktidar olmak üzere, bilerek ya da “bilmeyerek” ecnebî projelerini tatbike teşne medyanın ve mâlum müfsid mihrakların bu çarpıtmasına gelmesi… Hiçbir mânevî birlik râbıtasını, aynı inancı paylaşan, bu uğurda birlikte şehid düşen; “Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir” olan ve binler birlik bağları bulunan Kürtleri tefrikaya kışkırtan mihrakların ve kişilerin “Kürtlerin temsilcisi” olarak görülmesi tuzağına düşülmesi… (Mektûbat, 310) Oysa “İslâmdan iftiraka (ayrılmaya) vicdan-ı millîleri asla râzı olmayan Kürtleri” bir asır önceki “kavmiyetçi” ırkçı cedleri gibi İslâm câmiasından ve Türklerden koparma desisesine çalışan Marksist terör örgütü ve içteki işbirlikçilerinin, Kürtleri temsile hakları yoktur. “Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur’ân-ı Hâkimin bayraktarı olarak, bütün cihâna karşı meydan okuyup Kur’ânı ilân eden ve milliyetini Kur’ân ve İslâmiyete kal’a yapan şu vatanın evlâdları”nı birbirinden koparmayı amaçlayan özerklikten eyâlete, otonomiden federasyona varan “raporları” ve “yol haritaları”nı “terör” ve “kan akmaya devam eder” tehdidi ve şantajıyla dayatanların, esâsen Müslüman Kürtlerle de hiçbir alâkası olamaz…
TAŞERONLAR “KÜRTLERİN VEKİL-İ MÜDAFİİ” OLAMAZLAR… İbret vericidir ki aynı “Kürtleri temsil” ifsadına bundan doksan yıl önce de başvurulmuş; kimi dinden bîbehre hâricî odaklardan tâlimat alan kavmiyetçiler, kendilerini “Kürtlerin vekil-i müdafii” göstermişler. “İslâmiyetin nâm ve şerefini i’la (yüceltmek) için beşyüz bin kişi fedâ eden ve makam-ı hilâfete (Osmanlıya) olan sadâkatlerini isar ettikleri (akıttıkları) kan ile bir kat daha te’yid eyleyen Kürtler”i temsil iddiasını ileri sürmüşler. Bu “nâm”la tam bir “ecnebî projesi” olan “Wilson İlkeleri”nce Osmanlı ülkesinin etnik yapı üzerinde bölünüp Doğu Anadolu’da Kürt ve Ermeni devletlerinin kurulmasına zemin hazırlayan fitnelerin ve provokasyonlarda bulunmuşlar. 1919’daki Paris Konferansında İngiliz Başbakanı Lord Gürzon’un tâkip ettiği ve bir yıl sonra “İslâm âlemine ihânet ve bu vatana ve millete müthiş ve gaddarâne bir su-i kasd plânı olan Sevr Antlaşması”yla “karara bağladıkları” Anadolu’yu ırkî ayırımlar üzerinden taksim edip bölüştürme plânının taşeronluğunu yapmışlar. Bunun içindir ki 20 Aralık 1920’de, Paris’te Şerif Paşa ile Ermeni heyeti reisi Boğos Nubar Paşa arasında “Kürdistan” ve “Ermenistan” hakkında bir anlaşma yapıldığı haberlerine karşı, “Hizan Sâdât-ı Karamınan İhtiyat Binbaşısı Muhammed Sıdık” ve “Sâdât-ı Berzenciye’den dava vekili Ahmet Arif”le birlikte İkdam gazetesine “Kürtler ve Osmanlılık” başlıklı bir açıklama gönderen Bediüzzaman, dehşetli oyun hakkında matbûat aracılığıyla kamuoyunu aydınlatır. (Eski Said Dönemi Eserleri, 106-107, İkdam, sayı 8273, 22 Şubat 1338 -7 Mart 1920) Peşinden Sebilürreşad mecmuasına “Kürdler ve İslâmiyet” başlıklı bir makale yazar. Bediüzzaman’ın makalesinin başına konulan “Bu hususta en fazla söz söylemek salâhiyetini haiz bulunan ve Kürdlerin salâbet-i diniye (dine ciddî samimî bağlılıkları, sahip çıkmaları), necâbet-i ırkiye (soy asâletleri) ve celâdet-i İslâmiyesini (İslâm’dan kaynaklanan yiğitlik ve kahramanlığını) bihhakın temsil eden ve Dârülhikmetü’l İslâmiye azâsından…” tavzihi, dikkate değer. (Eski Said Dönemi Eserleri,107-110, Sebilürreşad, sayı 461, 4 Mart 1336 – 17 Mart 1920) Gerçek şu ki Bediüzzaman’ın uyardığı, Kürtleri İslâm câmiasından ayırmak isteyenlerin, İslâmiyetin şiddetle yasakladığı herhangi Müslüman bir ırkın diğer Müslüman bir ırk aleyhine menfî bir surette istimali komplosu, günümüzde de sinsî bir şekilde devam etmekte… Bediüzzaman’ın, “vahdet-i İslâmiyenin (İslâm birliğinin) fedakâr ve cesur hâdimi (hizmetkârı) ve taraftarı olarak yaşamış ve dinî an’ananesine sadakati gaye-i hayat bilmiş Kürdler”i ikazının sebebi budur. Bundandır ki İslâmiyet uğrunda beşyüz bine yakın şehid vermiş olan Kürdleri, “İslâmiyetin zararına olarak, tarihî ve hayatî düşmanlarıyla i’tilaf akdetmek (anlaşmak ve işbirliğine gitmek) suretiyle, salâbet-i diniyeleri (dine kuvvetli bağlılıklarına) hilâfına (aykırı) iftirak-cûyâne âmâl (ayrılıkçı emeller) tâkip etmek”ten sakındırması dersi, bugün daha da önem kazanmıştır. Bediüzzaman’ın, Kürtlerin yegâne emellerinin, “vahdet-i dinî ve millîlerini (dinî ve millî birliği) muhâfaza olduğunu” deklâre eder Kürtlerin, millî vicdanlarına ve hislerine muğayır hareket eden bu tür ecnebî projeleri ve müfsit mihrakları tanımamasını belirtmesinin mânâsı budur. Çünkü bu örgütlerin, odakların terörist elebaşlarının, tıpkı Şerif Paşa gibi evvela Kürtleri temsile ve Kürtler adına söz söylemeye hakları yoktur. Bediüzzaman’ın “ecnebilerin parmak karıştırmaları”nı izâh eden talebesi Zübeyr Gündüzalp’ın 1950’de Ankara Üniversitesinde verdiği konferansta, “Ecnebî parmağıyla idâre edilen zındıka komitelerinin, İslâmiyeti imha için İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye’de çevirdikleri desîselere, döndürdükleri hâince dolaplara, irtikâb ettikleri hunhârane (kan emici) ve vahşiyâne zulümlere ve tatbik ettikleri şeytanî menfur plânlara ve iğfalatlara (aldatmalara); tâkip ettikleri iblisâne sinsî metodlarla kardeşi kardeşle çarptıran, yaptıkları aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralarla İslâmın bünyesinde derin rahneler (yaralar) açan ve büyük tahribatlar yapan fitne ve fesad ve tefrika tohumları saçmalarına” karşı ikazı da bunun içindir… (Sözler, 722-72) Herkesin buna dikkat etmesi gerekir… 26.09.2009 E-Posta: [email protected] |