Faruk ÇAKIR |
|
Bayramın tadı |
Birinci teravih, birinci oruç derken; sonuncuları da geride bırakmak nasip oldu. Bugün Ramazan Bayramının ilk günü. İslâm dünyasında yaşanan acı ve sıkıntılara rağmen bütün Müslümanlar bu günleri idrak etmenin mutluluğunu yaşıyor. Bu yılki Ramazan ayı geneli itibarıyla güzelliklerle dolu bir şekilde idrak edildi. Elbette başta Irak ve Afganistan olmak üzere kanın ve gözyaşlarının sel olup aktığı İslâm beldeleri de vardı, fakat geçmiş yıllara nisbetle daha huzurlu bir Ramazan ayını geride bıraktığımızı söylemek mümkün. İdrak ettiğimiz Ramazan Bayramı günlerinde de bir belâ ve musîbete maruz kalmayız İnşallah. Uzun yıllar sonra ‘yaz Ramazanı’nı idrak etmiş olmamız, beraberinde oruç tutanlar ve tutmayanların sayısıyla ilgili tartışmaları da gündeme getirmişti. O tartışmalar geride kalırken yeni bir tartışmaya kapı açılmış gibi görünüyor. Gerek şirketler ve gerekse siyasî partiler çeşitli yollarla bayramımızı tebrik ediyor. Kimi gazete ilânı vererek, kimi de daha görünür olmak maksadıyla sokaklara ya da caddelere ‘afiş’ asmayı tercih ediyor. İstanbul caddelerinde sıklıkla rastlandığı üzere siyasî partiler bu konuda daha iddialı. Hemen her yerde çeşitli partilerin il ya da ilçe başkanlarının astırdığı ‘bayram tebrik pankartı’nı görmek mümkün. Tabiî bu pankartlar sadece vatandaşın bayramını tebrik etmekle kalmıyor, aynı zamanda partilerin dünya görüşlerini de yansıtıyor. Meselâ, CHP’nin astırdığı bayram afişinde “Şeker Bayramı” kutlanırken, DP’ninkinde “Ramazan bayramı” tebrik ediliyor. Elbette doğru olan “Ramazan Bayramı”nı tebrik etmektir. CHP’nin yıllardan beri tekrarladığı yanlışı devam ettirmesi tam ibretlik. Seçimlerden önce çeşitli ‘açılım’lar yaptıklarını söylemişlerdi. Bunca yıl sonra hâlâ ‘şeker bayramı’ demekle milletin değerlerine ne kadar ters düştüklerinin farkına varmıyorlar mı? Milletimizin idrak ettiği bayrama “Ramazan bayramı” demekle irticaya taviz vermiş olacaklarını düşünüyorlarsa hata içinde hata ediyorlar. Çünkü bu yolla milletin değerleriyle barışmaları mümkün olmaz. İsteyen araştırma yapabilir: Milletin neredeyse tamamı Ramazan bayramına “Ramazan bayramı” demekte ve öyle de idrak etmektedir. Çok küçük bir azınlık ise ısrarla “Şeker bayramı” demeyi sürdürüyor. “Ne fark eder?” denilmesin. Bu tavır bir anlayışı, bir yaklaşımı gösteriyor. Herkesin “Ramazan Bayramı” dediği bir bayrama ısrarla “Şeker bayramı” demek; geride kalmış olması gereken “Millete rağmen millet için” anlayışının bir tezahürüdür. Bu bayram, tutulan bir aylık oruçtan sonra mü’minlere bir hediye olduğuna göre, bunu Ramazan’dan ayrı düşünmek, farklı değerlendirmeler yapmak doğru değildir. Bir siyasî parti, başka gerekçeler olmasa bile bir ay boyunca oruç tutanlara saygı gereği bu bayrama “Ramazan bayramı” demelidir. Ramazan bayramına ısrarla ‘şeker bayramı’ demek ve bunu tebrik afişleriyle ilân etmek en hafif tabiriyle yakışık olmaz. Milletle barışma iddiasında olan parti ve kurumların buna dikkat etmeleri kendi menfaatleri icabıdır. Bu vesile ile Ramazan bayramınızı tebrik eder, hayırlara vesile omasını dileriz. 20.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Bayramınız mübarek olsun |
Bayramınız mübarek olsun diyor, tekrar buluşmak dileğiyle yazılara kısa bir ara veriyoruz. K.G. 20.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Kuveyt’te bir Kadir Gecesi ve Emir’in bayram hediyesi |
Cenâb-ı Hak kullarına sayısız nimetler ve hediyeler vermiştir. Kuşkusuz bu hediyelerin en önemlisi insanlığı karanlıklardan kurtaran sönmez meş’ale Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân-ı Kerim, Ramazan ayı içinde bulunan ve fazilet bakımından bin aydan daha faziletli bir gece olan Kadir Gecesinde indirilmiştir. O gece günahlarına tevbe eden kulların günahları affedilir; tan yeri ağarıncaya kadar rahmet yağar yeryüzüne. Ramazan ayının son on gecesinde, gece yarısından itibaren Kuveyt câmilerinde “Kıyam” denilen teheccüd namazı kılınır. Kadın-erkek, çoluk-çocuk her milletten binlerce Müslüman, câmileri tıklım tıklım doldururlar. Güzel sesli hafızların kıldırdıkları namazda, Rabbülâleminin önünde “vav” harfi gibi iki büklüm olup huşû içinde el bağlarlar. Coşan göz pınarlarından “elif” harfi gibi incecik süzülen yaşlar “Allah, Allah” diyerek buhur ve misk kokulu seccadeleri ıslatır. Kadir Gecesi olduğu kuvvetle rivâyet edilen 27. gece geldiğinde ise cemaat sokak ve caddelere taşar. Gökyüzündeki yıldızlar yerde kılınan namazlara şehâdet eder ve semaya yükselen duâlara “Amin” derler. Geçtiğimiz Kadir Gecesini onbinlerce mü’min kardeşimizle beraber Mescid-i Kebir’de (Büyük Cami) ihya ettik hamd olsun. Kuveyt Evkaf Bakanlığının (Diyanet İşleri) kız ve erkeklerden oluşturduğu onlarca izci, cemaati rahat ettirmek için arı gibi çalıştılar. Hızlı adımlarla namaza yetişmeye çabalayan mü’minlerin önüne düşerek onlara saf gösterdiler. Gecenin sessizliğinde, “Ya Râb! Benim gibi kullar çok; ama senden başka İlâh yok. Sırtımda taşıdığım günah torbasının ağırlığından beli bükülmüş olarak kapına geldim. Senden başka sığınacak kimsem yok. Ne olur beni geri çevirme... Ya Tevvâb! Nereye gideyim? Günahlarıma ve kusurlarıma bakarak beni kapından kovsan da, yine Sana geleceğim... Ya Şâfi! İliklerime kadar sarmış olan maddî ve manevî dertlere ancak Sen derman olabilirsin. Kalbimi imanla doldur ki Sen’den başkasına gönül bağlamasın. Ya Rezzak! Arzu ve ihtiyaçlarım sınırsız. Bunları temin edecek güç ve kuvvetim ise hiç yok. Sonsuz hazineler sahibi olan ancak Sen’sin. Beni bol rızıktan mahrum etme. Ya Hennân... Ya Mennân... Günahkâr, âciz, zayıf, fakir ve hasta kulunu geri çevirme lütfen...” diye yüreklerden süzülen sımsıcak duâları yapmaktan kuruyan dilleri ıslatmak isteyenlere su dağıttılar... Allah’ın evi olan câmide, Allah’ın misafirleri olduklarını hissetsinler ve daha da huşû içinde ondan rahmet ve mağfiret dilesinler diye mü’minlere güzel bir ev sahipliği yaptılar doğrusu. İki saat süren Kıyam namazında cemaate hizmet eden bu gençlerimizden ve bütün mü’minlerden Allah razı olsun. İşte bayram... Bir ay boyunca, nefsini oruçla dizginleyen Müslümanların yeme-içme ve meşrû eğlence günü. Bayramların en güzel yönlerinden biri de hediyeleşmektir. Hediye kalplere sevinç ve sürur doldurur. Hele bu hediye Cumhurbaşkanından, Emirden veya Kraldan olursa daha da mutlu olur insan. Kuveyt Emiri Şeyh Sabah Ahmed el-Sabah, bayram öncesinde Kuveytlileri sevince boğdu. Emirlikten yapılan açıklamaya göre, 100 milyon dinar sermayeli (yaklaşık 330 milyon dolar) bir banka kurma kararı alındığını, sermayenin yüzde 24’ünün devlete bağlı “Kuveyt Yatırım Fonu”nun hissesi olacağı, yüzde 76’sına ise Kuveytli olan her bir vatandaşın para vermeden hissedar olacağı bildirildi. Yaklaşık 1 milyon Kuveytlinin kişi başına 250 dolarlık hisse sahibi olacağı bankanın adı “Bank Warba” olacak ve İslâmî Yatırım Bankası şeklinde çalışacak. Haberi değerlendiren İktisatçılar; Kuveyt piyasasında İslâmî ve faizli olarak çalışan yeterince banka bulunduğu, yeni banka kurmanın ekonomiye katkıda sağlamayacağı, alınan kararın iktisadi olmaktan ziyade siyasî olduğu yönünde yorum yaptılar. Buna rağmen, Kuveytli vatandaşlar; “76 milyon dinarlık İydiyye” diye manşetten verilen bayram hediyesi haberine çok sevindiler. Not: Yeni Asya Gazetesine emeği geçenlerin ve muhterem okuyucularımın mübârek Ramazan Bayramlarını tebrik ediyor; bütün Müslümanları sağlık ve sıhhat içinde daha nice Ramazanlara ve bayramlara ulaştırmasını Rabbimden niyâz ediyorum. 20.09.2009 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Mehmet KARA |
|
Darbeleri ortadan kaldıracak reçete |
“Demokrasi şehitleri” Adnan Menderes, Fatih Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın 1960 ihtilâlinden sonra idam edilmesinin üzerinden 48 yıl geçti. Milletimiz ihtilâlin kanlı ellerini değil, kendisine hizmet etmiş olan mazlûmları unutmadı, unutmayacak da. İdamların yıl dönümünde, Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın bir sözünü hatırladım. Gazetelerin Ankara Temsilcileri olarak katıldığımız yemekte, AB projesini “barış projesi” olarak gördüğünü söyleyen Bağış, Avrupa Birliği’nde “darbeler” dahil birçok sıkıntımızı ortadan kaldıracak “reçeteler” bulunduğunu söylemişti. Ve bunu şöyle açıklamıştı: “Normal zamanlarda spor yapmayı, sağlıklı beslenmeyi düşünmeyiz. Ne zaman ki problemler çıkar, o zaman bir diyetisyene gideriz. Onun reçetesini uygulayarak daha sağlıklı oluruz. Bu diyetisyenin bir takım sağlık sorunlarının olması, reçetesinin kötü olduğunu göstermez. Diyetisyen de bazı sorunlar yaşayabilir ama o reçete denenmiş bir reçetedir, iyi gelir… Avrupa Birliği’nde de bazı sıkıntılar olabilir. Ama Türkiye 48 yıl evvel Başbakanını bir darbe sonucunda idam eden bir ülkeydi. Aynı dönemde İspanya da, albaylarının Meclisi bastığı bir ülkeydi. Türkiye bu süreç içinde ciddî gelişmeler kaydetti. Demek ki AB’nin reçetesi doğru!” Bağış’ın dediği gibi, AB reçetesi ile belki darbeler dönemi kapanacak, ama başbakan asmanın kara lekesi demokrasimizin üzerinde hep duracak. Mekânları cennet olsun… * * * HAK EDİLMEDEN… Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, konuşma üslûbu ile tanınan bir siyasetçi. Geçtiğimiz günlerde söylediği bir cümle dikkat çekti… Arınç, “Millet seçimlerde hiç hak etmediğimiz halde bize yüzde 47 oy verdi” dedi. Bunu duyunca okuyunca aklıma şu tesbit geldi: Millet hak etmediği halde size oy verdiyse, hak ettiniz oyu da bir başka seçimde verir. Yani, hak etmediğiniz oyu geri almasını da bilir… * * * MÜZE… Başbakan Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz Ramazan ayında fakir ailelerde misafiri olarak iftarını açtı. İftarlar basına “başbakanın sigara avı” şeklinde yansıdı. Hatta, “stresten içiyorum” diyen vatandaşa Erdoğan’ın “Stresten içiliyor olsaydı ben de içerdim” dediği de yer aldı. Başbakan kimin cebinde bir sigara paketi görse alıyor, sigara kullananın ismini ve tarihi üzerine yazıp paketi “sigara müzesi”ne atıyor. Müzedeki sigaraların akıbeti ne olur bilemeyiz ama iftarda evine misafir olduğu fakir insanların sorunlarına çözümün nasıl bulunacağını kimse açıklamıyor. İşin diğer yönüne gelince… Başbakan ağırlamanın mahalleliye faydaları da oluyor. Başbakan’ın Ramazanda ziyaret ettiği gecekondu mahallelerinde sokaklar adeta ihya oluyor. Ziyaret sonrasında altyapı, asfalt çalışması başlıyor. * * * HATIRLATMA 28 Şubat darbe sürecinde Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Kanununda değişiklik yapılarak Kur’ân kurslarına katılabilme yaşı 12’ye çıkarılmıştır. Kanunla ilgili değişiklik teklifinin yeni yasama yılı açılışıyla birlikte TBMM’de görüşüleceği belirtiliyor. Bu yanlışın giderilmesi için MAZLUMDER Ankara Şubesi imza kampanyası başlattı. Ramazan boyunca fuar mekânlarında imzalar toplandı. Dernek bir de elektronik imza atmak isteyenler için http://yassinirikaldirilsin.blogspot.com internet adresini oluşturdu. Burada imzalar toplanmaya devam ediyor. Dernekten yapılan açıklamaya göre, toplanan imzalar yeni yasama yılı açılışıyla birlikte TBMM başkanlığına sunulacak. Meclis 1 Ekim’de açılıyor. Bu konuda hassasiyet içinde olan okurlarımıza hatırlatıyoruz. 20.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Büyük Bayram”ın müjdesi (1) |
Anadolu’yu işgal eden ecnebi güçlerin başında gelen İngilizlere karşı, Hutûvat-ı Sitte (şeytanın altı aldatması) adlı eseriyle kahramanca mücadele eden Bediüzzaman, İstiklâl Harbi için Şeyhülislâmın “cihad fetvası”na karşı “fetva” neşreder. İstanbul’da işgale karşı direnişi, onun iman ve şehâmetinin bâriz bir belgesi olur. İstiklâl savaşının kazanılmasının ardından ısrarla dâvet edildiği Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nde bu büyük zaferin mâverasındaki mânevî dinamiklerin ve diriliş ve toparlanışın temel umdelerini belirler. “Bu inklâb-ı azimin (büyük inkılâbın) temel taşları sağlam gerek” diye vazeder. Anadolu gazilerini ve mücahidlerini tebrik ederek ülkenin birliği, İslâm âleminin dirliği için Meclis kürsüsünde duada bulunur. “Zafer”in mânevî temellerinin ihmal edilmemesi gerektiğini bildirir. Peşinden, başta Anadolu’ya, İslâm dünyasına ve insanlığa iman ve Kur’ân hakikatlerini aklî ve mantıkî delillerle ispat ve izâh eden ve Kur’ân-ı Hakîmin bu çağın anlayışına bir dersi ve tefsiri olan Risâle-i Nur Külliyatını te’lifyle, vatan ve millete faydalı milyonlarca Nur Talebesini yetiştirir. SU-İ KASD PLÂNINA KARŞI… İslâm dünyasının ve Anadolu’nun dört bir yandan ecnebilerin işgali altına girmesini ve “Sevr Muâhedesi”ni, “Avrupa zâlimlerininin devlet-i İslâmiyenin (Osmanlının) nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir sû-i kasd plânı” ve “yine o su-i kasd plânıyla Kur’ân’ın zararına gâyet ağır şerâitle (şartlarla) kâfirâne fikirlerini yine icrâ etmek” maksadıyla “Avrupa zâlim hükümetlerinin zulümleriyle, âlem-i İslâma ve merkez-i hilâfete ihâneti” olarak nitelendirir. (Şuâlar, 619, Kastamonu, 17) En dehşetli ve ümitsiz zamanlarda dehşetli günlerde İngiliz istilâcıların yüzlerine tükürürcesine matbaa lisânıyla, İslâmın izzet ve şerefini haykırır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Şarkî Anadolu’da din ve fen ilimlerinin beraber okutulacağı, Orta Doğu, Kafkasya ve Ortaasya’daki “birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeş Müslüman milletleri” kaynaştıracak ve yabancıların fitne ve parmak karıştırmasına fırsat verdirmeyecek “medresetü’z zehra” mânâsında ve “Cami’ül Ezher” üslûbandaki “Şark Üniversitesi”nin tahakkuku için çalışan Bediüzzaman, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle Doğu’da kurduğu gönüllü milis alayının başında istilâcılara mukabelede bulunur. Van ve Bitlis cephesinde Gönüllü Alay Kumandanı olarak Ermenilere ve Ruslara karşı talebeleriyle cansiperâne çarpışır, çetin muharebeler yapar. İngiliz Müstemlekeler Bakanı Gladiston’un, Avam Kamarasında “Müslümanları mağlup etmek için ya bu Kur’ân’ı ellerinden almalıyız ya da Müslümanları bundan soğutmalıyız” sözü üzerine, “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu bütün âleme ispat edeceğim” diyen Bediüzzaman, cephede, avcı hattında, Kur’ân-ı Kerim’in mânevî mucizeliğini gösteren ‘İşâratü’l-İ’câz’ isimli eserini yazmakla mânevî cihada başlar.
İSLÂM ÂLEMİNİN SAADETİ… Bediüzzaman, Anadolu’nun ve İslâm âleminin ecnebilerce bölüşülüp paylaşıldığı dönemde (1919 Eylül’ünde), dehrin (zamanın) hâdisatından (hâdiselerinden) “helâket ve felâket asrının adamı” olarak Osmanlı’nın ve İslâm âleminin başındaki mağlûbiyet ve esâret musîbetinden şiddetle muzdariptir. “Harb-i Umumîde mağlubiyetimizden dolayı fazla müteessir olduğunuzu görüyoruz” diyenlere cevaben, “Âlem-i İslâma indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Fakat bir ışık görüyorum ki, o elemlerimi unutturacak, İnşaallah” diyerek o karanlık ve perişan ortamda şu müjdeyi verir: “Musîbet şerr-i mahz (sırf şer) olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah ve bekâ-yı istiklâliyet-i İslâm (İslâmın istiklâliyetinin devamı) için, farz-ı kifâye-i cihâdı deruhte ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâma fedâya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle (gelecekteki saadetiyle) telâfi edilecektir. Zira, şu musibet, mâye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin (İslâm kardeşliğinin) inkişâf ve ihtizazını (hareketlenmesini) hârikulâde tacil etti (çabuklaştırdı, hızlandırdı.) Biz incinirken âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üç yüz dirileceğiz. Hârikalar asrındayız…” (Sünûhat, 55-57) Kur’ânî ve Peygamberî müjdeler ışığında, “milyonlarla mâsumların kanlarını heder eden, milyonlarla mâsumların kanlarıyla yoğrulmuş” istilâ ve zulmün âbâd olmayacağını” bildirir. Daha asrın başında Şam’da Emeviye Camiinde, “ye’sin (ümitsizliğin) rağmına olarak bütün dünyaya işittirecek derecede kanat-ı kat’iyye ile” “İstikbâlin kıt’alarında hakîkî ve mânevî hâkim olacak ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılâb etmiş ve hurâfâttan ve tahrifattan sıyrılacak İsevilerin hakîki dînidir ki. Kur’ân’a tâbî olur, ittifak ederler” diye haber verir. (Hutbe-i Şâmiye, 82-84) Bediüzzaman’a göre asıl büyük bayram o bayramdır. Bütün bayramları, “âlem-i İslâmın bu büyük bayramının mukaddimesi ve müjdesi olarak” tebrik eder. (Emirdağ Lâhikası, 234, 450) 20.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Bayramda sevinebilmek |
Başlangıcı rahmet, ortası mağfiret, sonu da Cehennemden kurtuluş olan Ramazan ayını bitirirken biiznillah sevinç ve mutluluk günleri olan bayrama ulaştık. Nefisle yapılan mücadelede nefsin sırtını yere getirmenin peşin ücret ve ödül günleridir bayram günleri. Ahiretteki ücretine ise sınır yok. Ramazan nefis ve şeytanla çok yönlü yapılan bir savaş günü oldu. Ayrıca iç içe girmiş, peşpeşe gelen sıkıntı ve musibetlerle de denedi Rabbimiz bizi. Trakya’yı ve 100 yılda bir görülen ve İstanbul’u vuran su baskınları şaşkına döndürdü insanları. Kâinatın tek hakimi olan Rabbimiz gafletlerimizi dağıtıp acz, za’f ve fakrımızı ciddî şekilde hissettirdi. Ölümün, musibetlerin ne kadar yakın olduğunu bütün zerrâtımızla anladık. Her an Allah’ın bizi görüp gözettiğini, Onun rahmet, himâye ve ihsanlarıyla ayakta kalabildiğimizi bir kere daha gördük. Yardımlaşma ve dayanışma duygularımız harekete geçti. Bayramda bu duygularımızı daha pekiştireceğiz. Verdiğimiz fitreler yetmeyebilir. Çevremizde ne kadar yoksul, yetim, kimsesizler; yakınlarımız ve komşularımızdan ihtiyaç sahibi olanlar varsa onları sevindirmeye devam. Yetim başı okşamanın ne kadar önemli olduğunu Allah Resûlü (asm) ne güzel göstermiş: “Kalbinin yumuşaması, işinin rast gitmesi için, yetimlere merhamet et, başlarını okşayıp ihtiyaçlarını karşıla, yediklerinden yedir. O zaman sertliğin, sıkıntın gider, işlerin de yoluna girer.”1 Bizzat Peygamberimiz (asm) örnek olmuş. Akrabe oğlu Beşir Uhud’da babası şehit düşünce sahipsiz kalmış. Kâinatın Efendisi (asm) evlerini ziyaret ettiğinde Beşir’i ağlar vaziyette bulmuş. Gözyaşlarını dindirmek için, kendisini babası yerine kabul etmesini istemiş. “Ben baban, Âişe de annen olsun istemez misiniz?” buyurmuş. Teselli bulup sevinçten uçar hâle gelen Beşir’in gözyaşları dinmiş, sevinmeye başlamış. Hz. Peygamber gibi bir babası, Hz, Ayşe gibi bir annesinin olması kimi sevindirmez ki! Hz. Ayşe’nin himayesinde daha Beşir gibi nice yetimler bulunmaktaydı.2 Şu mübarek Ramazan günlerinde yetimleri, yoksulları; musibetzedeleri, ihtiyaç sahiplerini sevindirmenin tam zamanı. Dertlerden, sıkıntılardan kurtulmanın en kestirme yollarından biri. Bayramınızı tebrik eder; şahsımız, ailemiz ve alem-i İslâm ve insanlık için hayırlar getirmesini Cenâb-ı Erhamü’r-Râhimîn’den niyaz ederim.
DİPNOTLAR: 1- Tirmizî, Büyu’: 73; Ebû Davud, Büyu’: 51. 2- DİA, Beşir bin Akrabe maddesi, 6:4. 20.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Âfetler bize ne anlatır? |
Bir masalın penceresinden âfetler! Altın yumurtlayan kaz… Çocukken okuduğumuz bu masalı hatırlarsınız. Masal bu ya, sahibi için her sabah bir tane altın yumurta yumurtlayan kaz sahibini kısa zamanda zenginleştirir. Gözünü para hırsı bürüyen çiftçiyi her gün bir altın yumurta tatmin etmez. Kazın içindeki bütün altınlara bir anda kavuşmak hırsıyla, onu keser. Kazın içinde hiçbir şeyin olmadığını gördüğünde üzüntüsünden kahrolur. Hırsın insan için tehlikeli bir duygu, kanaat etmenin, sabretmeninse ne denli güzel olduğunu, çocuklara anlatmak için söylenegelen hoş bir masaldır bu. Ne çare ki o çocuklar büyüdüklerinde nedendir bilinmez, daha çok kazanmanın aldatıcı cazibesiyle çoğu o hırslı çiftçi adam oluverirler! Bu masalı hatırlatmamın sebebi, hırsları yüzünden tabiatın ahenkli, uyumlu dengesini bozmayı göze alanların halleri. Aslında kişinin hayatını devam ettirecek rızkını, Rabbimiz bir şekilde çalışması karşılığında farklı vesilelerle ona her gün gönderir. Yoktan var ettiği kulunu mahrumiyet içinde bırakacak değildir elbette!
Hırs mahrumiyet sebebidir Ama insan hırslıdır, kanaati, yardımlaşmayı, dayanışmayı unutur bazen. Gün gelir dere yataklarını ıslâh etme, yol için denizi doldurma maskesi altında güya kazandığı toprak parçasına binalar, işyerleri, evler, yollar yapar… Zaman geçer hepsi bir anda alt üst oluverir. Ve sakin sessiz bildiğimiz su Celâl isminin aksetmesiyle nasıl da kendisine yol açar! Bu arada kurunun yanında yaş da yanar. Olan masumlara olur!
Mânevî ücretler İşte bu noktada yapmamız gereken hatamızı anlayıp Rabbimize sığınmak, O'ndan yardım istemek, O'nun hoşuna gitmek için yardımlaşmak, paylaşmaktır. O şefkatli Rabbimizin rahmeti o kadar geniştir ki böyle umumî âfetlerde zarar görenlerin zararlarını mânevî olarak çok yüksek karşılar. Ölenler bir nev'î şehit olur ki bu ahiret âlemleri için çok özenilen rütbedir. Ölmeyip de sağlığı etkilenenler bir nev'î gazilik makamını kazanır. Malı telef olanların kayıplarınıysa sadaka olarak kabul eder, amel defterine o şekilde işler. Ölen çocuklar, minik meleklerimizse zaten cennet kuşları hükmünde.
Peygamberimizin (asm) bir mu'cizesi Peygamberimizin (asm) bir mu'cizesini hatırlayalım. Derede kızı boğulan babayı teselli için beraberce derenin kıyısına gittiğinde seslenmişti: “Babanın yanına gelmek ister misin?” Kız çocuğu mu'cize olarak dile gelip “Hayır, bulunduğum yer o kadar güzel ki gelmek istemem!” demişti de babası nasıl da rahatlamıştı! (Annesinin elinden sele kapılıp gidiveren Minik Dila’nın ebeveynlerinin gözlerindeki acıyı okuyup da bu mu'cizeyi hatırlamamak mümkün mü?) Sahih kaynaklarda yer alan bu hadisi, Bediüzzaman Hz. 19. Mektub olan Mu'cizat-ı Ahmediye Risâlesinde detaylı bir şekilde anlatmakta. 2009’un Ramazan ayında üst üste yaşadığımız âfetler o celâlli dilleriyle bize başka nice hikmet dersleri vermekte kim bilir! Âfetlerin celâlli dilini çözmek, anlayabilmek için, haddimizi aşmayıp tefekkür etmek gerek! Ne dersiniz? Bir kadın mimarın gözüyle Osmanlı’da harem GEÇTİĞİMİZ günlerde gazetelerde yer alan küçük bir vefat ilânı vardı. İlk kadın mimarlarımızdan Muallâ Anhegger-Eyüboğlu vefat etmişti. Onun meslek hayatının önemli bölümünü, Topkapı Sarayı Harem Dairesinin restorasyonu oluşturuyordu. (Rumeli Hisarını da onun başkanlık ettiği bir ekip restore etmişti…) Harem olayı biliyorsunuz kadınlar vasıtasıyla İslâma ve Osmanlı’ya saldırıda kullanılan en büyük konulardan bir tanesi. Batılı şarkiyatçılar ve tarihine, mânevî değerlerine yabancı kendi insanımız haremi İslâmda ve Osmanlıda kadın haklarının ihlâl edildiğine kesin bir delil olarak sunuyorlar. Hem de alaycı bir üslûpla! İşte Mualla Eyüboğlu uzun yıllar restorasyonu ile uğraştığı Topkapı Sarayı Harem Dairesi hakkında binanın hayat alanlarını analiz eden bir mimar gözüyle, şu tesbitlerde bulunmakta: “Haremin Avrupalıların yüzyıllarca yazıp çizdiği ile hiçbir alâkası olmadığını fark ettim. Harem, Padişahın dilediği kadınla yatması için düzenlenmiş bir kurum değil. Mimarisi bile buna göre düzenlenmemiş. Padişahın cariyeleri görebilmesi ve aralarından birini seçebilmesi mümkün değil. Kapılar, daireler, geçişler buna göre planlanmamış. Cariyeler 25 kişilik koğuşlarda yatıyor, üst katta yatan kalfaların sıkı denetimi söz konusu. Padişahın annesi kendi bölümünde, padişahın kadınları kendi bölümlerinde, padişah ise kendi dairesinde... Padişahın kadınını annesi seçip, oğluna sunabilir. Padişahın kalkıp cariyelerin bölümüne geçmesi için kuş olup uçması lâzım! Harem, bir üniversite gibi düşünülmüş. Cariyeler ise öğrenci. Zaten cariyelerin yaşadığı bölümün kapısında ‘Allah’ım bize de hayırlı kapılar aç’ yazıyor. Ve bu yazı doğrultusunda, çoğu padişah tarafından çeyizleri verilip evlendirilmiş. Çünkü cariye köle değil, cinsel köle hiç değil, bence doğru deyim cariyenin padişahın evlâtlığı olduğudur. Ve gerçekten de evlâtlık gibi hoş tutulup, iyi eğitildikleri anlaşılıyor. Haremin mimarisi düzenlenirken, burada yaşayan herkesin bir dakika bile boş kalmaması hedeflenmiş olmalı. Harem sanki askerî bir teşkilât… Bu askerî teşkilât düşüncesini haremi restore ederken sık sık fark ettim. Ve sonunda kendimi öylesine kaptırdım ki, kabul edilemez nedenlerle, devlet tarafından yevmiyem kesildiği halde, gün boyu çalışmayı sürdürdüm. Kısacası harem restorasyonundan elime maddî olarak hiçbir şey geçmedi, ama karanlıkta kalmış bir kurumu, el yordamıyla da olsa kavramayı başardım. “Haremdekiler son derece iyi yetişmiş, terbiye edilmiş, zeki ve yetenekli kimseler. Yalnızca güzel değil, aynı zamanda zeki de olanlar devlet kademelerinde yükselmek istiyorlar. Bunda şaşılacak ya da ayıplanacak bir yön göremiyorum. Kendilerine güvenen erkekler gibi, haremin kadınları da şanslarını sonuna kadar zorluyorlar. Sanılanın aksine, yükselmek için dünya güzeli olmaya gerek yok. Kendisine verilen eğitimi en iyi özümsemiş olan, güzel yazan, güzel konuşan bu yarışa avantajlı başlıyor.” (Akgündüz, Prof. Dr. Ahmet; Öztürk, Doç. Dr. Said; Bilinmeyen Osmanlı, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yay. İstanbul 1999, s. 320–322) Turkish Trousers Türk Pantalonu: Şalvar YAZ mevsimi boyunca ülkemizi ziyaret eden pek çok kadın turistin üzerinde şalvarı sevinerek izledim. Hatta bazıları dizlerine kadar uzanan bir tunikle kıyafetlerini tamamlıyorlardı. Rahat hareket imkânı vermesi, kumaş seçimindeki çeşitlilik, dikiminin kolaylığı, fiyatının cazibesi, belki Hind Uzak Doğu felsefesinin yaygınlaşmasından kaynaklanan bir moda diyeceksiniz… Ne derseniz deyin kadının tesettürünü tamamlayan en güzel unsurlardan bir tanesi. Yüzyıllardan bu yana Anadolu’da halen kullanılan şalvarın Batıda Türk kıyafeti olarak tanımlandığını biliyor muydunuz? Hatta kadınlara yönelik kimi internet sitelerinde Turkish Trousers (Türk Pantalonu) başlığı altında dikim tarifleri bile verilmekte! Fıtrî olan sınır tanımıyor değil mi? Not: Ramazan Bayramının bütün insanlık âlemine huzur getirmesi temennisiyle bayramınızı tebrik ederiz. 20.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Oruç bize dedi ki, öğretti ki... |
Kulluğun önemli bir göstergesi olan oruç bize neler kazandırdı?
Ferd ve toplum hayatında önemli fonksiyonlar icrâ etti. Kalb, ruh ve akıl oruç ile tekâmül etti. Çünkü, oruçlu iken, hizmet edilen, ön plâna çıkan, mideye bağlı maddî duygular değil. Onlar bir nevî tatile çekildi; devreye kalb, ruh ve akıl girdi. Mide dolu iken duygularımız, fonksiyonlarını kolay kolay icra edemezlerdi. Oburların akıl ve dikkatleri midelerinde, yiyecek, nefsî arzuların etrafında dolanmıyor mu? Akıl, kalb ve vicdân gibi duygu ve lâtifeler ulvî meselelere yönelir. Madde ağırlığını kaybeder, mânâ hâkimiyeti başlar. Oruç ile duygu ve hislerine gem vuranlar, başkalarının maddî esâretleri altına girmezler. İçinde yüzdüğümüz nimetlerin, ülfet ve gaflet perdesiyle, kıymetini düşünemiyorduk. Bir şeyin kıymeti, en ziyade yokluğunda anlaşılır. Oruç ile nimetlerin değerini anlayan akıl, şükretmeyi de öğrendi. Çünkü oruç, şükrün anahtarıdır. Oruç, âciz ve zayıf olduğumuzu hatırlattı. Vücut zaafiyetlerini ortaya çıkardı. Bizi bize anlatmakla nice haksızlık ve zulümleri önledi. Oruç dedi ki: Zulmeden zulme, haksızlık yapan, haksızlığa uğrar. Oruç bizi âdeta melekleştirdi. Melekler yemezler, içmezler ve devamlı Allah’ı zikrederler. Oruçlu bilhassa iftar vaktinde, maddî ziyâfetten daha ulvî ve lezzetli bir mânevî ziyafetin sevinci ve huzurunu duydu. Şöyle ki: Bir büyük zâtın, padişah, cumhurbaşkanı veya başbakanın ziyâfetine dâvetli olmak, nasıl ki, yenen yemeklerden daha büyük bir mânevî lezzet, zevk ve sevinç verir. Bunun gibi, şu yeryüzü sofrasında, ikram ve ihsanı bol olan Allah’ın, her gün yüzlerce çeşit nimetlerinin bulunduğu bir ziyâfetin dâvetlisi olduğunu düşünmek, ondan bin kere daha büyük bir lezzet ve sevinç verir. Oruç bizi sabra alıştırdı. Böylece taşkınlıklardan kurtardı. Şiddet duygularını törpüledi. Emniyet müdürlüklerinin ilan ettiği, Ramazan-ı şerifte, suç oranlarının asgariye düşmesinin sebebi budur. Oruç bizi sıhhate kavuşturdu. Bilindiği gibi açlık hastalıkları ortaya çıkarır. Bu ise tedâvî yolunu açar. Sonra açlık ile, bedene perhiz yaptırılır. Mideye bağlı olan bütün organlar, fabrikalar, âletler her sene bir ay dinlenir. Bir yönüyle, bakım ve restorasyona alınır. Oruç bir yönüyle zayıflama ekzersizidir de… Yüce Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuş: “Oruç tutun, sağlık bulun.” (Keşfü’l-Hafâ, 1:445.) Oruç, yiyeceklerden hakiki lezzet almamızı sağladı. Hergün, durmadan yenen yiyecekler, bıkkınlık verdi, gerçek iştahı ve gerçek lezzeti kaçırdı. Oruç ile o ülfet kırdık ve hakiki lezzeti bulduk. Oruç nefsimizin firavunluğunu kırdı. Nefis, her şeye gücü yettiğini, her şeyi kendisinin hallettiğini sanır. Oruç ile bu firavuniyeti yok olur. Oruç, zengini, fakirin imdadına koşturdu. Oruç tutarak fakirliğin, açlığın ne demek olduğunu, bizzat yaşayarak öğrendik. Fakir-zengin, idâreci-idâre edilen, eğitilen-eğitici oruç ile aynı seviyeye geldi. Böylece kin, nefret gibi duygular yok olur. İçtimâî kavga ve gürültüler son buldu. Sosyal patlamalar önlendi. Oruçla gayr-ı meşrû arzularımız, isteklerimiz, hırs, aşırı şehvet duygusu törpülendi. Oruçlu iken, meşrû cinsî münasebette bile bulunamayan ve kendini frenleyen; bu nefis terbiyesinden geçtikten sonra, başkalarının nâmuslarına göz dikemez; ırzları paymal edemez. Oruç, ifrat derecedeki şehvet kuvvetinin başına darbe indirir, onu vasata çeker. Oruçla başkalarının malına el koyma duygularımız törpülendi. Zira, oruç hırsızlığı da önler. Bazı insanlarda başkalarının malına, mülküne sahip olma, alma, çalma hırsı var. Bir kısmında bu haslet, gemlenemez bir hale gelir. Oruç tutan biri, bir ay boyunca, izin olmadığı için, yani iftar topu atılana kadar yiyip içemez. Oruç, ona şu dersi verir: “Bu nimetler senin değil. Öyle ise izin verilinceye kadar el uzatamazsın!” Oruç tutan bir kimse, bu mânâyı aklına, kalbine ve vicdânına yerleştirir. Başkalarının mal ve değerli eşyaları ile karşılaştığında, hemen o ders aklına gelir: “Bunlar senin değil, el uzatamazsın!” Oruç, hürriyet düşüncemizi de geliştirdi. Ni’met, ihsan, ikramlar Allah’ındır. Aciz ve zayıf kulların bunda herhangi bir katkısı yoktur. Onlar sadece bir tablacı, bir hizmetkâr, bir dağıtıcı, bir bekçi, bir nezaretçidirler. Hakiki mal sahibi olmadıklarına göre, onların karşısında eğilmeye, tabasbusa gerek yoktur, ihtiyaç yoktur, fayda da yoktur. Onun için âciz kullara değil, yalnız gücü sonsuz, ikrâmı ve ihsânı sonsuz olan Allah’a kulluk ederiz. Oruçla nefsin esaretinden, köleliğinden kurtarıp, yüce duyguların hürriyetine çıkarız. Allah’ın emriyle, “nefsî arzular” etrafında -yeme, içme, cinsî münâsebette bulunma gibi- dolanmaktan vazgeçip; ulvî, yüce değerleri tefekkür ve terennüm ettik. Nefsin isaretinden kurtulduk, gerçek hürriyete kavuştuk.
NOT: Ramazan Bayramınızı tebrik eder, camiamız, İslâm ve insanlık âlemine hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim. Daha nice Ramazanlara… 20.09.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Bayram sevinci |
Günümüze ve gönlümüze bir bayram sevinci daha doğdu. Orucu farz kılan, ardından ikrâm ve izzetiyle bayramı bir sevinç günü kılan Cenâb-ı Allah’a sayısız hamdler ve şükürler olsun. Sahi... Sayılı gün mü dersiniz, Ramazanın bereketi mi dersiniz, zamanın tabiatı mı dersiniz; ne dersiniz bilemiyorum, ama otuz gün bir fırtına gibi geçiverdi. Otuz gün boyunca Allah’ın emriyle nefsini tâlim ve terbiyeye tâbî tutan Müslüman’ın, nefsine hâkimiyeti tebrik edilmeliydi. Bu Bayram, o tebriğin Hak katındaki işâreti ve nişânesi olmalıdır. Bayramı tâ içimizde tadalım öyleyse. Hayatı, hayatı Verenden dolayı sevelim. İnsanlara, insanların Hâlık’ı için muhabbet duyalım. Canlıları ve bütün mahlûkâtı, Rahmân ve Rahîm olan Rab’leri için incitmeyelim. Yaratılanı, Yaratandan ötürü sevelim. Bütün sevgiler Allah için, Allah nâmına ve Allah hesabına olmalıdır. Sevdiğimizi Allah hesabına seversek, sevgide bayramı, bayramda sevgiyi tadarız; bayramlarımızda ebediyetin ve Cennetin çığlıklaşan dâvetini buluruz. İçimizden kırgınlık namına, adâvet namına, husûmet nâmına ne varsa silip atmanın başka yolu yoktur zaten. Ve zâten… Âdil-i Hakîm varken, Kahhâr-ı Zülcelal’e inanmışken, Cebbâr-ı Hafîz’e itimat etmişken, Şedîd’ül-İkâb’a boyun eğmişken, Serî’ul-Hisâb’a güvenmişken; husûmetin, kinin, nefretin, dargınlığın, kırgınlığın yeri olmamalı Müslüman’ın hayatında. İslâmiyet, bundan dolayı gündeminden çıkarmak istiyor adâvet, kin, nefret ve husûmet kavramlarını. İslâmiyet bundan dolayı barışı, kardeşliği, sulhu, sevgiyi, saygıyı yerleştirmek istiyor gönül hayatımıza. Çünkü Kur’ân’a göre insan Allah için vardır ve Allah’a dönecektir.1 Kur’ân âyetlerinin hemen dörtten birisi, insanın hesabıyla, kitabıyla, yaptıklarıyla, ettikleriyle, yaşadıklarıyla dönüşünün Allah’a olacağını haber veriyor. Buna inanmış, buna itimat etmişsek eğer, nedir bu husûmet, nedir bu kırgınlık, nedir bu dostlarımızla alıp veremediklerimiz? Barışalım! Mutlaka barışalım! Haklılık peşinde koşmayalım. Vazgeçelim. Husûmeti sürdüren bu gün haksızdır. Burası mahşer meydanı değil ki hak dâvâ edelim! Mahkeme salonu da değildir. Öyleyse hemen bu gün barışalım. Silelim gönül dünyamızdan kini, öfkeyi, kırmayı, kırılmayı, darılmayı, senliği, benliği! Bu gün bayram. Bayramı barışla ve kardeşlikle yaşayalım. Düşmanlıkla, kinle, husûmetle, kırgınlıkla bayram yaşanmadığı gibi, hayat da yaşanmaz. Hayat zehir olur. Bu fânî dünyâ için değer mi? Âhirette ise, onun hesabı Allah’a aittir. Allah Serî’ul-İkâb’tır. Öyle değil mi? Hoşumuza gitmeyen tecellîleri, sevmediğimiz davranışları, tutarsız gördüğümüz hareketleri, seviyesiz bulduğumuz tutumları kınamayalım; gerek yok. Aldırmayalım, geçelim. Bir Serîü’l-Hisâb var; kaydettiriyor, yazdırıyor, çizdiriyor, görüntüsünü alıyor; biz merak etmeyelim. Biz sevelim sadece. Biz sadece muhabbet fedâîsi olalım! Şeytan husûmeti, kini, nefreti, adâveti kime yutturursa yuttursun! Bundan bize ne? Müslüman’dan uzak dursun husûmet! Müslüman, bayramlara lâyıktır! Biz bayramımızı yaşayalım! Bayramı kendimiz için, dostlarımız için, insanlar için Cennet yapalım! Bayramımız Cennet olsun! Her günümüz bayram olsun! Şeytansa, hasedinden kahrolsun! Çocukları, yaşlıları, hastaları, kimsesizleri, yetimleri, mâsumları, mazlûmları, bizden ilgi bekleyenleri, musîbete düşenleri unutmayalım bu gün. Onlarla ya elimizle, ya gönlümüzle, ya dilimizle, ya duâmızla birlikte olalım. Rabbimizden esenlikler, kolaylıklar, hayırlar, yardımlar ve iyilikler dileyelim onlar için. Allah Resûlü’nün (asm); “Allah’a ve Âhiret Gününe iman eden komşusuna eziyet etmesin! Allah’a ve Âhiret Gününe iman eden misafirine ikram etsin! Allah’a ve Âhiret Gününe iman eden hısımlarına, akrabalarına, yakınlarına, dostlarına ve arkadaşlarına muhakkak ulaşsın! (Kendisine ulaşanlara müşfik davransın) Allah’a ve Âhiret Gününe îmân eden ya hayır söylesin veyahut sussun!” 2 fermanını doyasıya yaşayacağımız gündür, bugün. Ulaşalım; gönlümüzü, kalbimizi, en sıcak sevgi ve ilgimizi açalım onlara. Onların acılarını, tatlılıklarını, sevinçlerini, burukluklarını paylaşalım. Bütün Müslümanlara eşiyle, dostuyla, sevdikleriyle, yakınlarıyla, akrabalarıyla iç içe, gönül gönüle, acı tatlı her şeylerini paylaşacakları bir Bayram temenni ederiz. Mübarek Ramazan Bayramının; bütün İslâm âlemine, bütün insanlığa, ülkemizin her karış toprağına, taşına, milletimizin her ferdine, her kuşağına ve özellikle saygıdeğer okuyucularımıza hayırlara vesile olmasını niyaz ederim. Ramazan Bayramınızı gönülden tebrik ederim.
Dipnot: 1- Bakara Sûresi: 156. 2- R. Sâlihîn, 308, 314. 20.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Kâinat bayram ediyor |
Bayramlar, İlâhî ikramların sevinç ve coşku içinde karşılandığı çok özel günlerdir. Bir sıkıntının sona ermesi, bir zahmetin rahmete dönüşmesi ile sevinen insanların bu sevinçlerini bütün mahlûkatla paylaşmasının adıdır bayramlar. İdrak etmekte olduğumuz Ramazan Bayramıyla bir defa daha İlâhî ikramlara kavuşmanın sevincini hep birlikte yaşıyoruz. Bir ay boyunca her akşam duyduğumuz iftar sevinci gibi, bir aylık orucun toplu iftar sevincini bu sabah yüreğimizde hissediyoruz. Daha dün bir bardak suya elimizi uzatamazken, bugün kana kana su içebiliyoruz. Dün iftar saati gelmeden soframızdaki yemeğin tadına bile bakamazken, bugün istediğimiz kadar yiyebiliyoruz. Dün yiyip içmek yasak iken, bugün oruç tutmak yasaklanmış bulunuyor. Demek ki nimetlerin sahibi biz değiliz. Yeryüzü sofrasının sahibi olan Rezzak-ı Mutlak, bir gün önce kapalı tuttuğu sofrasını, ertesi gün açmış ve “Buyrunuz, istediğiniz kadar yiyip içiniz” diyor. İnsana âcizliğini hatırlatırken, kendisine ibadet ve itaat edenlere daha güzel ve bâki sofralar sunacağının müjdesini veriyor. Sadece mide için değil, göz, kulak, akıl, kalp, ruh, gönül gibi maddî ve mânevî uzuvlarımızın ve duygularımızın da sonsuz lezzetler alacağı ebedî nimetleri vaad ediyor. Ramazan orucu sadece mide ile değil, bütün azâ, duygu düşünce lâtifelerle birlikte tutulduğu için, onlar da İlâhî ikramları ve müjdeleri hak etmiş bulunuyorlar. Ramazan Bayramı, bağışlanmış olmanın bir sevinç işaretidir. Bu bağışlanma müjdesini insanlara melekler veriyor. Sa’d bin Evs el-Ensârî anlatıyor: Resûlullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem şöyle buyurmuştur: “Ramazan Bayramı sabahı melekler yollara dökülür ve şöyle seslenirler: ‘Ey Müslümanlar topluluğu! Keremi bol olan Rabbinizin rahmetine koşunuz. O, bol iyilik ve ihsanda bulunur. Sonra onlara bol bol mükâfatlar verilir.’” Böyle bir in’am ve ikram karşısında insan ne kadar sevinse az değil midir? Bu sevincini başka insanlarla paylaştığı gibi, kâinata ilân etmek ister. “Bakın ey dağlar taşlar, atomlar, yıldızlar, akşamlar, seherler, denizler ve nehirler! Benim ne büyük bir Rabbim var. Benim için ne büyük nimetler hazırlamış. Burada gösterdiği numûnelerin asıllarını ve menbalarını ebedî âlemde bana ikram edeceğini vaad ediyor. O vaadinden dönmez” diyerek sevincini kâinatla paylaşır. Bu sevinç ve coşkuya sadece insanlar değil, yerde ve gökte bulunan bütün mahlûkat katılır. Her şey, kendi dili ve lisan-ı hâli ile bayram eder. Arefe Gecesinden bayram sabahına kadar gökyüzü bir başka hâl alır. O gece yıldızların ışıltısı bir başka güzeldir. Seher vakti rüzgârın esintisi bir ilâhî halini alır. Dereler “Sübhanallah” diyerek çağlarken, vadilerden zikir sesleri gelir. Dağlar, Itrî’nin bestesiyle tekbir getirir. Yerle gök arasını dolduran melekler, bu zikir ve tesbihata iştirak ederler. Zîruhlar ve bîruhlar hep birlikte tekbir getirerek tebrikleşirler. Böylece küçük kâinat olan insan, büyük kâinat olan âlemlerle birlikte, Rabbini tesbih ederek bayram sevincini paylaşmış olur. Bayramlar, sevinçlerin paylaşıldığı gibi sevgilerin de paylaşıldığı günlerdir. Kalpler daha bir yumuşak, gönüller daha bir muhabbet doludur. Şefkat ve merhamet duyguları yüreklerden taşar, fakir fukaraya, garip gurabaya kadar ulaşır. Muhtaç olanlara yardımlar yapılır, hastalar ve yaşlılar ziyaret edilir, gurbette olanlar sılâ-yı rahm ederek sevinçlerini sevdikleri ile birlikte yaşamak isterler. Sadece hayatta olanlar değil, ahiret âlemine göç edenler de ziyaret edilerek, duâlar ikram edilir, bayram sevinci kabir ehli ile de paylaşılmış olur. Bayramlarda mü’minler ne kadar sevinse, ne kadar coşsa da bu onların hakkıdır. Ama, insan bayram sevincini yaşarken gaflete dalıp zikir ve şükürden uzaklaşırsa, sevincini kaybettiği gibi nimetlerden de mahrum kalır. Bayram sevincini yaşarken, Bediüzzaman Hazretlerinin şu ikazını da hatırdan çıkarmamak gerekir: “Bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşrû daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır.” (Lem’alar, 274)
Not: Okuyucularımızın, milletimizin ve bütün İslâm âleminin Ramazan Bayramını tebrik ediyor, bütün hayırlara, iyiliklere, güzelliklere ve mutluluklara vesile olmasını diliyorum. 20.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Eski ve yeni bayramlar |
Gençliğimize elveda deyip, yaşlanıp, ömür dakikalarımızın kışına yaklaşıp, berzah âleminin yakınlığını daha bir hissettikçe, hayalimiz bizi çocukluk hayatımıza götürüp, o dönemde yaşadığımız, aradan yıllar geçtiği halde hâlen unutamadığımız bazı tatlı hatıraları, hasretle derhatır ettiriyor. Eski Ramazanlar, eski bayramlar… O günleri yaşamayan, o Ramazanların, o bayramların fıtrîliğini, samimiliğini elbette bilemez. Dünyevîleşmenin hız kazandığı, her türlü modernite ile içiçe olan günümüzün birçok insanı da bizim şimdi hasretini çektiğimiz o bayramların tadını, zevkini bilemezler. Lüks bir yaşantı tarzını tercih eden, bayram deyince, her türlü harcamayı masum gören, sun’î gösteriş ve özentileri tedâi ettiren bir davranış biçimiyle bayram kutlamalarını yapanlar, bizim çocukluğumuzdaki her türlü gösterişten uzak, fıtrî, sade bayramların verdiği mânevî hazzı ve lezzeti tadamazlar elbette. Maddî imkânlar elvermediğinden, bayram geliyor diye, kıt kanaat olan aile bütçeleri zorlanıp, öyle bayrama mahsus alış verişler belki yapılmıyordu. Şimdiki gibi aile bütçesi alt üst olsa da zarurî olmayan hiçbir eşya alınmıyordu. İlle de pahalı marka giysiler, en pahalı çikolatalar, tatlılar alınmıyordu. Bayram geliyor diye bir-iki yıl önce alınan, ama ya renkleri, ya da biçimleri hoşa gitmediği için evin mobilyaları, mefruşatları değiştirilmiyordu. Bayramdır diye kolilerle kolalar, kasalarla meyve ve sebzeler de taşınmıyordu evlere. Bayramları kutlama adına sahil beldelerine, tatil köylerine geziler de yapılmıyordu eskiden. Bayramlaşmalar da böyle değildi bizim çocukluğumuzda. Öylesine kapıdan bağırarak “Komşu, çabuk şekerimizi getir…” deyip, ev sahibinin ısrarları karşısında kırmayıp kerhen içeri girip, acele ile getirilen ikramları yedikten sonra, “Haydi iyi bayramlar…” diyerek hızlı adımlarla uzaklaşma şeklindeki bayramlaşmalar da eskiden yoktu. Dedik ya, her şey gösterişten uzak, her türlü sun’îlikten öteye, samimî sade ve fıtrî olunca kabul görüyor, mânevî bir zevk veriyor. İşte o zaman dinî bayram diye vasıflandırdığımız bu mübarek günlerden beklenen netice hâsıl oluyor. İnsanlar birbirleriyle kaynaşıyor, haşir-neşir oluyor. Varsa küskünlükler, dargınlıklar son buluyor. Kardeşlik, dostluk bağları güçleniyor. Karşılıklı saygı, sevgi yaklaşımları pekişiyor. Akrabalık bağları tazelenerek devam ediyor. Bayram günlerinden beklenenler de bunlar değil mi? Bayram öncesi evlerde şöyle genel bir temizlik yapılırdı çocukluğumda. Sırf bayramda giymek için çoğu insanların hususî elbiseleri olmazdı bayram günlerinde. Belki yalnız küçük çocuklara bayramlık elbise alınırdı. Herkes biraz yenice sayılan elbiselerini yıkatır, tertemiz bir kıyafetle bayramlarını geçirirdi eskiden. Bayram geliyor diye eve yeni eşya alınmaz, varsa zarurî olan eşya alınırdı. Lüks çikolatalar, baklavalar yoktu, fantazi olmayan şekerler alınıp gelenlere ikram edilirdi. Hemen her evde bayram yemekleri hazırlanırdı. Bayram namazından çıkarak erkekler doğruca önce mezarlığı ziyaret eder, duâlar ve Kur’ân’larla ahirete göçen akrabaları yâd ederlerdi. Sonra yanlarında dost, komşu ve akrabalarla eve dönen ev sahipleri, bol etli bulgur pilavları, ayranları, çorbaları verdikten sonra, tatlı sohbetler ve çay faslından sonra misafirleri dışarıya kadar neş'e ile uğurlarlardı. Her şeye rağmen eskisiyle yenisiyle iyi ki böyle bayramlarımız var. Dünyevîleşmenin hız kazandığı, insanlar arası kardeşlik bağlarının zaafa uğradığı, insanların içlerine kapanarak yalnızlaşmayı tercih ettiği günümüzde, aksaklıklarıyla, eksiklikleriyle beraber bayramlar bizim için en mutlu, en sürurlu günlerimizdir. Bu vesileyle bütün dost ve okuyucularımın bayramlarını tebrik eder, hayırlara vesile olmasını yüce Allah’tan temenni ederim. H.G. 20.09.2009 E-Posta: [email protected] |