14 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Hüseyin GÜLTEKİN

Hasta asrın hasta insanları


A+ | A-

Hasta asrın hasta insanları... Gerçek hasta olanlar... Bir yandan da hasta olmadıkları halde kendilerini hasta zanneden hastalar... Yani hastalık hastaları... Bütün bunlara bir nev'î sabırsızlık, şükürsüzlükler de eklenince veya tevekkül, teslimiyet de olmayınca, neredeyse toplumda hasta olmayan insan kalmıyor gibi.

Şâfî-i Hakîkî unutulup, çare ve şifayı doğrudan hekimlerden, ilâçlardan bekler duruma giren günümüz hasta insanları, dertlerine devâ ararken, onu bulamamanın çaresizliğini yaşıyorlar. Hastalığı verenin şifayı da vereceğini derk edemeyen bu asrın hasta insanları, tek çare doktor ve ilâçlar olduğunu zannededursunlar, bütün bunların birer sebep, birer vesile olduğunu, şifâ verenin Şâfî-i Hakikî olan yüce Allah olduğunu anlayıncaya, dolayısıyla şifayı ve mededi O’ndan bekleme basiretini gösterinceye kadar, dertlerine devâ bulamamanın çaresizliğini yaşayacaklar her halde.

Ciddî rahatsızlıklarından dolayı haklı olarak hastanelerin yolunu tutanlar yanında; çok basit rahatsızlıklar bahanesiyle hekimlerin kapılarını aşındıran, tedavi merkezlerini mekân edinen o kadar çok sözde hasta var ki... Bir de doktora görünmek parasız, eczanelerdeki ilâçlar da bedavaya gelince bazı hastalar için hastanelere gidip gelmek vazgeçilmez bir alışkanlık hâline gelmiş durumda.

Hastalık deyince çoğu insanın ilk aklına gelen nedir? Kısaca, vücudumuzun bir veya bir kaç uzvunun arızalanması, yani vazifesini kısmen veya tamamen yapamaması durumudur. Bir başka ifade ile vücudumuzun fizikî yapısının normal işleyişinden saparak arızalanması... Hastalık deyince çoğumuzun anladığı mânâ kısaca böyle. Bu durumda olan insanlara hasta; bu şekilde herhangi bir rahatsızlığı olmayan insanlara da sağlıklı insan; hatta sapasağlam, turp gibi insan deriz.

Bu meyanda bu dehşetli asırda, insanların görmezlikten geldiği, aklına getirmek istemediği çok dehşetli ve tehlikeli bir hastalık var ki, işte o da ebedî hayatı tehdit eden mânevî hastalıklardır. Girdiğimiz haramların, işlediğimiz günahların sebep olduğu, uhrevî hayatımızın mahvına sebep olan bu manevî hastalıklar, maddî olarak bildiğimiz malûm hastalıklardan daha tehlikeli ve bulaşıcıdır.

İsterseniz Bediüzzaman’a kulak verelim: “Günahlar hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır. Bu hayat-ı dünyevîde dahi kalb, vicdan, ruh için mânevî hastalıklardır.” (Lem’alar, s. 268)

Demek ki işlenen her bir günah, beraberinde ebedî hayatın zararına bir hastalığı getiriyor. Yani namaz kılmamak, tesettüre riâyet etmemek, yalan söylemek, gıybet etmek, kin ve adavette bulunmak vs. gibi günahlar, hem bu dünya hayatı, hem de uhrevî hayat yönüyle önemli hastalıklardır. Günümüzde, asıl rahatsızlık olan bu nev'î hastalıkların tedavisi için çareler düşünen, kafa yoran insanlar var mı bilemiyorum.

Bu tesbitlerin devamında da Üstad; “Eğer günahları düşünmüyorsan, yahut ahireti bilmiyorsan veya Allah’ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki, milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür” diyor.

Görülüyor ki insanların asıl üzerinde düşünmeleri, kafa yormaları gerekli olan husus budur. Nasıl olsa geçecek olan bu dünyadaki hayatın sağlığı için doktor doktor dolaşıp; ebedî hayatın mahvını netice verecek olan asıl hastalıkları görmezlikten gelmek kâr-ı akıl değildir.

Bu konunun devamında da Bediüzzaman; “Allah’ı tanımayanın, dünya dolusu belâ başında vardır. Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve mânevî sürurla doludur; derecesine göre, iman kuvvetiyle hisseder. Bu imandan gelen mânevî sürur ve şifa ve lezzet altında, cüz’î maddî hastalıkların elemi erir, ezilir” (Lem’alar, s. 269) diyor.

Hastalıkta da, sağlıkta da Yüce Yaratıcı’yı tanımak ve O’na karşı kulluk borcumuzu yerine getirmek önemli bir vazife. Bu vazifenin karşılığında da O Şâfî-i Hakîkî isterse bütün maddî ve mânevî dertlerimizin devasını verir. O’nu tanımamak, O’na karşı mükellefiyetlerimizi ifa edememek en korkunç, en dehşetli bir hastalık olduğunu Bediüzzaman nazarlara veriyor.

14.06.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Allah Resûlünü (asm) sevince


A+ | A-

Resûlullah (asm) Medine’ye geldiğinde bir gece uyuyamamış ve “Keşke ashabımdan salih bir zât bu gece beni korusa!” diye temennîde bulunmuştu. Tam o esnada dışarıdan bir silâh hışırtısı duyuldu. Resûl-i Ekrem (asm) “Kim o?” diye seslendi. Gelen kişi “Sa’d bin Ebî Vakkas’ım” diye cevap verince Resûl-i Ekrem (asm) niçin geldiğini sordu. Şöyle cevap verdi Sa’d bin Ebî Vakkas: “İçime Resûlullah (asm) hakkında bir korku düştü de onu korumak için geldim.”

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (asm) ona duâ etti ve sonra da uyudu.1

Bir beşer gibi yeyip içen, uyuyan, hastalanan, tedbirini alan, ancak ihtiyaç hâlinde mu'cize gösteren Allah Resûlü (asm) korunmak için bir destek arzu ediyordu. Bu arzu Hz. Sa’d’ın kalbine ilham olmuş olacak ki hemen Resûl-i Ekrem’i (asm) korumak için seferber olmuştu.

Bugün Allah Resûlü (asm) maddeten aramızda değil. Ama ruhaniyetiyle, getirdiği Kur’ân ve Sünnet-i Seniyyesiyle her zaman bizimle. Hz. Sa’d’ın Resûl-i Ekrem’e (asm) olan sevgisi korumak için onu harekete geçirmişti. Günün Müslümanı da Allah Resûlüne (asm) olan sevgisini, getirdiklerine dört elle sarılmak, onları yaşayarak sahiplenmekle gösterecektir. Bilindiği gibi buna biz Sünnet-i Seniyye diyoruz. Sünnet-i Seniyye bir insan, özellikle Müslüman için en büyük maksat, uyulması gereken en önemli bir görevler bütünüdür.

İnsanın bu dünyada bulunuş maksadı Allah’a itaat; emirlerini tutup yasaklarından kaçınmak değil midir? “Cenâb-ı Hakk’a îman eden elbette O'na itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbûlü ve en müstakîmi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullah’ın gösterdiği ve takip ettiği yoldur.” 2

Yine bir insan için en büyük maksat, Allah’a itaat ederek O'nun sevgisini kazanmak değil midir? Bunun da yolu Sünnet-i Seniyyeye uymaktan geçer. Vesvese ve evhamlara karşı birer kutup yıldızıdır Sünnet-i Seniyye. Karanlıklı dalâlet yollarında bir güneş gibi parlar. Bu aydınlık yolda yürümeyen insan şeytanın oyuncağı, evhamların bineği olur; korkulara maruz, dağlar gibi ağır yükleri taşımaya mecbur kalır.

Sünnet-i Seniyye’nin her meselesinde nice hikmet ve faydalar vardır. Herbiri birer iksirdir; mânevî birer ilâçtır. Sosyal, ruhî, kalbî, özellikle sosyal hastalıklar için bir şifa kaynağıdır.

Dünya ve âhiret mutluluğunun yolu Sünnet-i Seniyyeye uymaktan geçer. Ona uyan âdetini ibadete çevirir, fanî ömrünü bâkileştirir.

“Sünnet-i Seniyye edebdir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın.”3 Öyleyse Sünnet-i Seniyyeyi terk eden edebi terk eder. “Edepsiz, lütf-u Rab’den mahrum kalır” kaidesine mâsadak olur, hasaretli bir edebsizliğe düşer.

Sünnet-i Seniyyesine sımsıkı bağlanarak hem Resûlullah’a (asm) olan sevgi ve bağlılığımızı gösterecek, hem de sayısız sıkıntı ve dertlerden kurtulmuş olacağız.

Evet, Sünnet-i Seniyye, dünya ve ahiret mutluluğunun temel taşıdır.

Dipnotlar:

1- Müslim, Fedâilu’s-Sahabe: 5.

2- Lem’alar, s. 50.

3- A.g.e, s. 51.

14.06.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Hayat imtihanı


A+ | A-

Abdulaziz Bey: “Ben dört beş senedir ÖSS’ye giriyorum. Sınav öncesinde başarılı iken, sınavda çok heyecanlanıyorum ve başarılı olamıyorum. Allah hayırlısını bilir. Ama ne yapmalıyım?”

Öncelikle başarılar diliyor; bu gün sınava giren gençlerimize Allah zihin açıklığı versin diyorum. Ama unutmayalım: Dünyanın âhirete dönük sınavından daha ağır ve daha çetrefilli sınav var mı? Hepimiz her an bu ağır sınavın içinde değil miyiz? Öyle zor bir sınav ki... Kaybetme endişesi bazen öyle kaplıyor ki benliğimizi... Fakat yılmak yok. Çünkü Allah’ın rahmetinden ümit kesmek yok. Yılmadığımızda da geriye, üzerine düşeni yapma gayreti kalıyor.

Hayatın kendisi zorlu bir sınav olmakla beraber, hayatın içinde de birçok zorlu sınavların, dünyaya bakan sınavların olduğu doğrudur. Zoru başarmak, başarıyı sürdürmek, işini sevmek, olumsuzlukları aşabilmek, kaybettiğinde ümitsizliğe kapılmamak... Bütün bunlar büyük hayat sınavının önemli soruları. Üstelik sorular hareketli, dinamik, değişken. Soru kitapçıkları her gün değişiyor. Her gün kişiye özel yeni soru kitapçıkları basılıyor ve bize özgü kuryelerle bize getiriliyor, teslim ediliyor. Üzerimizde ismimiz yazıyor ve cevaplamamız isteniyor. Bu büyük sınavda hayatımızın her bir ünitesi kalemimiz, kâğıdımız, silgimiz, kalemtraşımız hüviyetinde. Yazıyoruz, bazen siliyoruz.

Nice yanlışları doğru diye işaretleyişlerimiz var ya...

Nice yanlışları bildiğimiz halde silmeden gönderişlerimiz var ya...

Orada, sınav kâğıtlarımızın uhrevî optiklerde okunduğu gün doğrumuz-yanlışımız anlaşılacak. Gerçek mânâda orada üzüleceğiz veya sevineceğiz. Allah’ın rahmeti olmasa orada halimiz nice olur?

Fakat işin özü bir yana; ÖSS sınavı gençlerimiz için ciddî bir geçit. Hayat geçidi. Verdiği heyecan ve gerilimler başarılı birçok genç için başarısızlık getiriyor. Üç saatlik bir sınav gencin hayatını belirliyor. O üç saatlik zaman diliminde performansınızı değiştiren bir olumsuz olay olduğunu düşünün; hayatınızın bütününü etkiliyor. Esasen olumsuz bir olaya gerek yok; sınavın verdiği olumsuz heyecan ve stres zaten yeterince olumsuz bir hava meydana getiriyor. Dolayısıyla başarı kapıları bir türlü açılmayabiliyor.

Bu aslında bu tür sınavlar için olağan bir gelişme. Yapılacak tek şey, yeni bir başarı için harekete geçmek. Bunun için de ümitlerin yıkılmaması gerekiyor. Esas olan da bu. Hiçbir başarısızlık ümitsizliğe sebep olmamalı. Fakat gelecek çatısını örmeye aday bir hayat, onca hazırlık dönemi ve onca ümitler söz konusu olunca ister istemez heyecan veriyor.

Biz de diyoruz ki:

1- Her şeyimizi onu başarmaya bağlamayalım. Onun dışında da hayatta başarabileceğimiz birçok şeyin bulunduğunu düşünelim ve benimseyelim.

2- Tercih yaparken, çıtayı çok yüksek tutmayalım. Girebileceğimiz bölümleri kapsayacak biçimde tercih yapalım. Kendimizi tanıyalım. Gerçekçi olalım. Aslında üniversite girişinde her ne kadar puan sıralaması yapılsa da, bu sıralamanın sun'î olduğunu; asıl sıralamanın hayatın içinde başarı, verimlilik, hizmet ve gösterdiğimiz özveriye göre yapılacağını, hangi meslek olursa olsun, her zaman her alanda başarı ve verimliliğin toplum içinde de, Allah nezdinde de en yüksek puanı toplayacağını unutmayalım. Yani yüksek puanlı bölümlerden mezun olanlar çoğu zaman boş gezerlerken, düşük puanlı bölümler hayatta pekâlâ gayet verimli ve rağbet gören bir iş ve hizmet alanı olabiliyor.

3- Aile ve çevre de gençlere kâbus yaşatmamalı. Gençlere mânevî baskı yapmamalı. Gençleri çökertmemeli. Buna gerek yok. ÖSS’yi başarmamak dünyanın sonu değil. Başarmazlarsa ve bir okula girmezlerse kıyamet mi kopar? Lise öğrenimi az bir eğitim mi? Hayatta başka başarı ve iş alanı yok mu? Onların böyle hayat için en önemli karar verme günlerinde, onlara moral ve maneviyât takviyesi yapmamız daha doğru olmaz mı? Gençlerimize tekrar başarılar diliyorum.

14.06.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Filistin ve Naomi


A+ | A-

İhtıyaci olana yardım etmek, zayıfın elinden tutmak, hakkını savunmak dünyanın en keyifli lezzetlerinden! Hele de maddî manevî karşılık beklemeden yapılırsa!

Bu aynı zamanda Rabbimizin hoşuna giden en güzel ibadetlerden bir tanesi de. Kimi zaman da bu yardımlar hizmet karşılığı olur. Bu da güzeldir. Kermesler, yemekli toplantılar, vs.

Geniş çaplı yapılacak organizasyonlardaysa topluma “rol model” teşkil edecek simaların yardım kampanyasında öncülüğü de bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de zaman zaman başvurulan yöntemlerden.

Bu çalışmalarda bazen öyle tablolar yaşanır ki “Acabalar?”ı sordurur size. Bunları yazmamın sebebi, kanayan bir yara olan Filistin konusunda yapılan son çalışmalar. Artık günlük konuşma dilimize giren malûm “One minute!” tartışmasından sonra aradan geçen zaman içinde her şey sözde kaldı. Hem de soru işaretleriyle birlikte!

Başbakan Erdoğan’ın eşi Emine Hanım’ın dünyaca ünlü eski top model Naomi Campbell ile “Filistin için el ele” kampanyasında birlikte hareket etmesi ile ilgili haberleri takip ederken insan düşünmeden edemiyor.

Dünya magazin medyasında güzelliği dışında her yönüyle negatif olan imajıyla agresif ve bol erkek arkadaşlarıyla tanınan bir mankeni başbakan eşi niye kabul eder, birlikte fotoğraf çektirir, yoğun programı içinde zaman ayırır? Birlikte çalışma teklifi hangi taraftan gelmiştir?

“Kapımız herkese açık” görüntüsü verilmek isteniyorsa başka isim mi bulunamamıştır? Sulandırılmış PR çalışmalarıyla “Filistin’e yardım edeceğiz!” diyerek ne yapılmak istenmektedir? Kadınlar canibinde yeni bir beyin yıkama operasyonu mudur yoksa?

Şiddet ve ötesi

AİHM’nin aile içi şiddeti önleyip vatandaşını korumadığı için Türkiye’yi yüklü bir para cezasına çarptırması dünyamızın artık bir köy haline geldiğinin en güzel delillerinden bir tanesi. Sonu kimi zaman ölümle biten aile içi şiddet sadece ülkemizin değil bütün dünyanın problemi olsa da dünyamızı şefkatle kucaklayan bir adalet anlayışına hepimizin ihtiyacı var elbette.

Gerçi geçtiğimiz yıllarda başörtüsü meselesinde Leyla Şahin’in açtığı dâvâda AİHM’in Türkiye’yi haklı bulması ve Şahin’in açtığı dâvâyı kaybetmesi mahkemenin zaman zaman siyasî davranabildiğinin bir göstergesi değil mi sizce de?

Bir an önce AB kriterleri çerçevesinde kanunlarımızın eksik ve boşluklarını aile içi şiddeti önleyici, caydırıcı tedbirlerle donatmak en güzeli.

Herkesin başına polis dikilemeyeceğine göre daha da etkili olanı “O da can taşıyor” hassasiyetini kalplerde yerleştirerek karıncayı bile bilerek ezmeyi “zulüm” gören iman cevherini gönüllerde yerleştirmek, kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına da yapmamak.

Peygamberimizin (asm) tabiriyle “Elinden, dilinden emin olunan” insan olabilmeye gayret etmek.

Hastalanmış, örselenmiş ruhların, kalplerin imandan başka etkili merhemi yok! Gerisi lâf ü güzâf!

Üniversite imtihanları

Bugün on binlerce genç hayatının sonraki yıllarına yön verecek olan bir sınavdan geçecekler. Önemli bir dönemeç şüphesiz, ama hayatın sonu değil. Başarılar gençler.

Başörtüsü, Belçika Parlamentosu’nda

Hatirlarsiniz, TBMM’ye giren ilk başörtülü milletvekilimiz Merve Kavakçı “Bu hanıma haddini bildiriniz!” bağrışmaları arasında salondan çıkarılmış ve tarih sayfalarına geçmişti.

Evet, ülkemizde kronikleşen başörtüsü yasağı okullarda, üniversitelerde, bugün yaşanacağı gibi üniversiteye giriş sınavlarında son derece katı bir şekilde uygulanıyor. Oysa ki, Batı’da sosyal hayatın her kesiminde serbest. (Sadece katı laik uygulamalarıyla tanınan Fransa’da üniversite öncesi eğitimde yasaklanmakta. Orada bile üniversitelerde serbest!)

İşte bunun son örneklerinden biri de geçtiğimiz günlerde yaşandı. Belçika’da yapılan bölgesel parlamento seçimlerinde milletvekilliği kazanan Türk asıllı 6 adaydan biri de başörtülü Mahinur Özdemir.

“Kafasının üzerindekiyle değil, içindekilerle ilgilenilmesi gerektiğini, aksi takdirde yetenek ve fikirlerinin ön plana çıkarılamayacağını” ifade eden Özdemir, çalışmalarında din, dil, ırk ayrımı yapmadan çocuklara, yaşlılara ve kültürel farklılıklara saygı unsuruna öncelik vereceğini belirtiyor.

(Yeni Asya, 9.6.2009)

14.06.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Moda tutkunu modern kölelerle evlenmeyin!


A+ | A-

“Neden modernleşme unsuru moda ve takipçileriyle evlenmek mahzurlu olsun?” sorusu anlamlı gibi görünüyor. Ancak, modanın tanım, işlev ve sonuçları öyle demiyor!

Moda, “İnsanın kendisini göstermesidir” diye tarif edilir. Desmond Morris, “normal üstü bir tahrik, bir uyarı” der. Giyim-moda şirketi sahibi Cem Hakko, “Cinsellik açısından görünüşünün yenilenmesi yoluyla erotik çekici aracı; ekonomik açıdan servetin gösteriş amacıyla gereksiz şeyler tüketiminde bir değişiklik” diye söz ediyor. “Modanın en büyük özelliğinin bireyselciliğinin olmayışıdır” diyen psikolog Jülide Aral, moda sevdalısının modayla, seçkin, zengin olduğunu vurgulamaya çalıştığını; modanın, aynı zamanda kişiliği oluşmayan, kendini bulmayan ve bir kimlik bunalımı içinde olanların yakalandığı bir zaaf olduğuna da işâret ediyor.

Modanın üç temel unsuru sıralanıyor: Cinsellik, kadın ve tahrik. Bir mânâda moda, hevâ ve hevesin, duyguların tahrik edilmesidir. Buna göre, “modaperestler”in şahsî “zevk ve renk” estetikleri oluşmamış. Karakter ve şahsiyetini bulmamış, başkalarına göre hareketle “modanın emirlerini” dinlerler. Yâni, “zevk ve renk” hürriyetleri, tamamen modacıların cebinde.

Gemlenemeyen moda tutkusu, modacıyı âdetâ ilâh, takipçilerini de kul yapar. Dikkat edilirse her sene ve hatta her mevsim renkler, desenler, kumaşlar, şekiller baş döndürücü bir hızla değişmektedir. Eşyalar eskimediği, yıpranmadığı, fonksiyonlarını kaybetmediği halde “moda psikolojisi” onların papucunu dama atmakta... Bu sene modacılar ne emrederse,—tâbiri câizse—”modanın kulları,” tutkunları harfi harfine onu uygulayacaklardır.

Bir tutku haline dönüşen moda, uyuşturucu gibi bağımlılık yapan bir hastalık olduğu, ilim adamlarının tesbitiyle sabit. Bilhassa sosyetik çevrelerde alışkanlık haline geldiğinden modakolik hastalığı yaygınlaşmış. American Colloge Of Arts ve Royal Colloge Of Arts’da “moda tasarımı” eğitimi gören meşhur modacı Tcherina, “Moda bile o hâle gelmiş ki, modaysa o yapılır. O benim kişiliğime uyuyor mu, bununla kendimi ifâde edebiliyor muyum; yok. Zâten hiçbir zaman düşünülmüyor ki! İnsanlar makineleşmiş” diyerek, modakoliklerin, âdeta köleleştiklerini, modern ve canlı birer robot hâline geldiklerini itiraf ediyor.

Bir zamanların genç mankeni Didem Taslan’ın sözleri, modanın püf noktası ve meselenin bu vahim boyutunu özetliyor: “Kazandıklarım makyaja, giyime ve bu şehirdeki yaşama gidiyor.”1 Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim üyesi Doç. Dr. Handan Tunç, “Türkiye ve dünyada, geliri ortanın altında olan kadın nüfusunun harcama kalemlerine bakıldığında, yüzde 60’ı erkekler önünde kendi ayrıcalığını, kadınlığını ön plana çıkarmak gâyesiyle kullanılıyor ve dolayısıyla zarafet köleliğin bir biçimi olarak ortaya çıkıyor” tesbitinde bulunuyor.

Geçmiş dönemlerin devlet bakanlarından Prof. Dr. Türkan Akyol ise—çarpık bir kısım düşüncelerine rağmen—olaya şöyle yaklaşıyor: “Kadın Türkiye gündeminde yerini almalıdır. Ama, gözü, kaşıyla, değil, hak ettiği bir biçimde.”

Moda, giyimden kuşama, ekonomik hayatın her sahasına el uzatmış ve aile huzurunu da tehdit ediyor. Zira, moda, yalnızca defile organizasyonlarıyla sunulanlarla sınırlı değil. Onun getirdiği olumsuz hava, hayatın bütün katmanlarına yansır. İnsanî zaaflarla beslenen “moda” doymak bilmez bir canavardır. Sülük gibi maddî servetleri emmekle kalmaz, mânevî değerleri de emip tüketir. Parfüm, sprey, deodorant gibi koku çeşitleriyle; kuaför, pedikür, manikür, ruj ve benzeri daha pek çok unsur ile dev bir sanayi, modanın üzerine binâ edildi.

Batı felsefesinin bir ürünü olan moda, aynı zamanda tüketim üzerine binâ ettiği ekonomisinin de “sömürü” vasıtasıdır. “Hevâ ve hevesi teşcî” ederek çılgın bir tüketim, bol ve tatlı kazanç için moda yem olarak kullanılıyor.

Adam elindeki bir kutu ile, koşa koşa giderken dostlarından birisi:

“Azizim o kutuda ne var?” diye sorar.

“Bizim hanım benden son moda bir giysi istedi de onu aldım!”

“İyi de niçin koşuyorsun?”

“Moda değişmeden yetiştireyim diye...”

Ne yazık ki, kimileri modanın kul ve köleleri olmuş. Yeni bir ürün, yeni bir moda çıkar; haydi, insanlar hurra peşinde koşuşturuyor. Yeni mamül modellerin peşinde koşuşturmacadır gidiyor. Modaperestle evlendiğinizi düşünün! Moda onu ne hâle getirecektir, aile hayatını ne vaziyetlere sokacaktır? Modayı nasıl takip edeceksiniz? Hangi zaman, hangi imkân, hangi gelirle?

Yalnız, “moda” ne sûistimal edilmeli, ne sulandırılmalı ve ne de basit bir tarzı moda kalıpları içine sokup başkaları yerilmeli. Modadan kastımız, hastalık, tutku, bağımlılık hâlini alan yönüdür. Çay içmek başkadır, çaykolik olmak başkadır. Günün ortalama giyim kuşamını (meşrû olmak şartıyla) takip etmek başkadır, bir tutku olarak modakolik olmak başkadır.

Dipnot:

1- Tempo/Temmuz 1993.

14.06.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Suna DURMAZ

Başörtüsü kampanyası


A+ | A-

Bu hafta ne yazayım diye kara kara düşünürken, Amerika’dan bir muhterem okuyucumun yazdıkları bana ilham verdi. Okuyucum, göremedikleri bu diyarlarda olup biten siyasî ve içtimaî hadiseleri ele almamdan duyduğu memnuniyeti dile getirmiş; bu haberlerin gurbet hayatlarına apayrı bir heyecan kattığını sözlerine ilâve etmişti. Bu sözlerden aldığım ilhamla haftalık yazımın konusunu belirledim. Umarım, yine bir heyecan ve inşirah verir yazdıklarım.

Geçenlerde bir iş için İngiliz Konsolosluğuna gittim. Muamelem için sıra beklerken, gözüm resepsiyon memurlarına takıldı. Farklı ülkelerden oldukları anlaşılan beş bayan memurdan dördü başörtülüydü. Dört bayan; siyah, gri, beyaz ve üstündeki pullarla ışıl ışıl parlayan sarı başörtüsü bağlamışlardı. Kimi dolamaydı, kimi iğneli, kimi de bone şeklindeydi. İngilizler; hanımların örtülerine karışmadıkları gibi, bağlayış şekillerine de karışmamışlardı. İçimden, "Kuveyt Müslüman bir ülke olduğu için resepsiyona başörtülü memurlar koymuşlardır” diye geçirdim. Birkaç dakika sonra; alt ve üst kattaki memurlar arasında da başörtülülerin bulunduğunu görünce, İngilizlerin eleman alırken sadece iş becerisine baktıklarına kanaat getirdim.

Kuveyt’te başörtüsü yasağı yok. Açık veya kapalı bir bayan ne okurken, ne de resmî dairelerde çalışırken herhangi bir sıkıntıyla karşılaşmıyor. Buna peçeliler de dahil. Rahmetli babamın dediği gibi bu konuda Kuveyt tam bir demokratik ülke. Bu yüzden, "Rikaz Hareketi” başörtüsü kampanyası düzenlediğinde “Siz ne yapmak istiyorsunuz? Bu modern devleti geriye mi götürmek istiyorsunuz? diye resmî bir tepki gösterilmedi. Aksine kampanyanın başarılı olması için kolaylıklar tanındı.

Muhterem okuyucularım şayet hatırlarlarsa iki yıl önce “Rikaz” adlı bir yazı yazmış ve bu hareketin faaliyetlerinden bahsetmiştim. Rikaz’ın başörtüsü kampanyasına geçmeden önce; Bediüzzaman Hazretlerinin “Birşey önemli olursa teksir edilir” sözüne uyup; önemine binaen, bir iman hareketi olan "Rikaz Hareketi” hakkında yazmış olduğum 28.7.2007 tarihli yazımdan bir kısmını buraya almak istiyorum:

“Arapçada rikaz kelimesi yerin derinliklerinde gizli olan altın ve gümüş gibi değerli madenlere verilen isimdir. Ali Hüseyin el Acmi ve Dr. Muhammed Awadi başlatmış oldukları İslâm ahlâkını yayma hareketine ‘Rikaz’ adını verirken, insanın fıtratında bulunan, ancak çeşitli sebeplerle gün yüzüne çıkamayan güzel ahlâkı kıymetli madenlere benzetmiş olmalarından dolayıdır.

“Bu aydınlara göre, kıymetli madenlerin ortaya çıkması için mahir madencilere ihtiyaç duyulduğu gibi, insan nefsinin derinliklerinde bulunan güzel ahlâkın ortaya çıkarılması için de eğitimcilere ve bunların itinalı çabalarına ihtiyaç vardır.

“Üç yıl önce küçük bir katılımcıyla başlatılan Rikaz hareketi, bugün büyük alış veriş merkezlerinde, üniversite ve liselerde, hapishanelerde, hatta askeriyede binlerce kişinin katılımıyla yürütülmektedir. Siyasetten uzak manevî bir hareket olan Rikaz, devletin ve el-Vatan gibi büyük bir medya kuruluşunun bilfiil desteğini almaktadır.

“Yenilikler çağında hitap usûllerinin de yenilenmesine gerek duyan bu aydınlar, alışılagelmişin dışına çıkmışlardır. Vaazı cami dışına taşıyarak, özellikle gençlerin ayağına giderek anne ve baba hakkı, iffet, doğruluk, çalışkanlık, sıla-i rahim gibi yüce değerler üzerine halka açık forumlar yapmakta, akabinde ise yarışmalar ve eğlenceler düzenlemektedirler. Böylece, hem toplumun susamış olduğu yüce ahlâk dersleri alınmakta, hem de hoşça vakit geçirilmektedir.

“Ardında maddî bir çıkar olmadan, tamamen insana yönelik olarak başlatılan harekete gösterilen rağbet giderek artmakta. Öyle ki halkın bu ilgisi hareketin ününü Kuveyt dışına da taşıdı. Rikaz hareketini yakından izleyip bu tecrübeden istifade edenler, Yemen, Ürdün, B. Arap Emirlikleri, Katar, S. Arabistan da benzeri hareketler başlatmışlardır. Bundan başka, Belçika Müslümanlarından Rikaz’a dâvet yapılmış ve bu hareketin Avrupa Müslümanlarına kadar götürülmesi istenmiştir.”

Küçük yaşta öğretilen şey taş üzerine kazıma gibidir. Taş üzerine kazınan şey, ihmalden veya ilgisizlikten zamanla okunamaz hale gelse de, izleri tamamen silinmez. Bu izler üzerinden geçerek tekrar aslına kavuşulur. İşte küçük yaşlarda öğretilen güzel şeyler de böyledir. İzleri hiçbir zaman kaybolmaz. Bu gerçeği dikkate alan Rikaz Hareketi, Rabbimizin Ahzab Sûresi 59. âyette buyurduğu “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’min hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar” emrinin küçük yaştan itibaren en güzel bir şekilde öğretilip yaşatılması için dört ay önce bir kampanya başlattılar. Adına da “Nurum tamamlandı" mânâsına gelen "Nûrî iktemel” koydular. Kampanya süresince ilk ve ortaokullara gidip; öğrencilere, örtünün kulluk açısından önemini ve içtimâî açıdan hikmetini izah ettiler. Liberal görüşlü el-Vatan gazetesi ve Vatan Televizyonun desteklediği bu kampanyanın ilk yirmi gününde 180 kız başörtüsü taktı. Bu kızlar için bizdeki hafızlık cemiyeti gibi bir program düzenlenerek ödüller verildi.

Son söz olarak; ne diyelim, darısı bütün Müslüman kızların başına!

14.06.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Faruk ÇAKIR

Temeli bozuk zihniyet


A+ | A-

Cuma günkü Taraf’da, Nisan 2009 tarihinde hazırlandığı iddiâ edilen yeni bir ‘plan’ ya da ‘andıç’tan bahsediliyordu. Konu ile ilgili olarak hem soruşturma başlatıldığı hem de ‘yayın yasağı’ konulduğu ‘yetkililerce’ ifade edildiği için fazla ayrıntıya girmeden şu kadarını söyleyelim: Hazırlandığı iddia edilen ‘andıç’ her yönüyle tehlikeli.

Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni, yeni ‘andıç’tan çok etkilenmiş. Yazısında, birkaç defa “Eğer doğru ise” kaydı düşerek şöyle seslenmekten kendini alamamış: “Ben, Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne sonsuz bir sevgi ve hayranlıkla büyüdüm. En solcu yıllarımda bile, askere karşı hep sempati besledim. Bu duygularım hâlâ devam ediyor. Ama itiraf edeyim, son yıllarda tanık olduğum bu olaylar, bende derin düş kırıllığı yarattı ve yaratmaya devam ediyor.” (Hürriyet, 13 Haziran 2009)

Elbette ‘yeni andıç’a (‘doğru ise’ kaydı düşerek) tepki duyan bir ya da iki kişi değil. Aydınlardan siyasetçilere karar pek çok kişi tepkisini dile getirmiş. Tepkiler haklı. Çünkü hür ve demokrat bir ülkede böyle işler olmaz.

Yalnız bir noktaya dikkat çekmek gerek: Eğer açılan soruşturma, ‘Bu bilgiler nasıl sızdı?’ çerçevesini aşamazsa doğru noktalara ulaşmak mümkün değil. Elbette hadisenin ‘sızma’ yönü de araştırılıp incelenmeli, ama asıl önemli olan böyle bir ‘belge’ hazırlanıp hazırlanmadığını tesbit etmekten geçer. Daha da önemlisi, eğer hazırlanmışsa böyle işlerle iştigal edenlere kanunlar çerçevesinde her türlü ceza verilmelidir. Bu da yetmez, bu ve benzeri yeni andıçlara zemin hazırlanmasının da önüne geçilmelidir. Yoksa her defasında “Böyle şey olur mu?” demek zorunda kalırız.

İşin esasına baktığımızda bir ‘zihniyet çatışması’ yaşandığı söylenebilir. Tarafların biri meselâ; “Yeter, söz milletindir” derken, bir taraf da yıllardır sürdürdüğü yanlışta ısrar ederek “Hayır, millete rağmen millet için!” demeyi sürdürüyor. Bu kavga, “tek parti”nin yıkılışından bu yana devam ediyor. Bu noktada ‘zihniyet’in yerini tesbit edip ona karşı ‘çare’ aramadıktan sonra bulunan çareler çare olmaktan uzak kalır. Çünkü yaşanan bir anlayış ve zihniyet tartışmasıdır.

Türkiye’yi idare edenler bu noktada da hata ediyor. Bir anlamda ‘merhem’lerle ‘kanser’in tedavisine çalışıyorlar. Elbette ‘merhem’in de fayda verdiği hastalıklar, problemler var; ama bu mesele ‘kanser’ gibidir. Burada temsil edilen anlayış ve zihniyetin farkına varılmazsa kalıcı çare ve tedavi de sağlanmamış olur.

Yıllardan beri yapılan yanlışları görmeyen, görmek istemeyen bır kısım ‘aydın’ın bu vesile ile kısmen de olsa gerçeklerle yüzleşmesi, şimdiye kadar sürdürdükleri vurdum duymaz tavrı sorgulaması hayra alâmet sayılmalı. Ne yazık ki hazırlandığı iddia edilen andıç yok sayılsa bile geçmişte varlığı kabul ve ispat edilen onlarca ve belki de yüzlerce ‘daha vahim’ andıçlara Türkiye şahit olmuştur. Bugün bazılarını ‘düş kırıklığına uğratan’ hadiseler keşke o gün de aynı etkiyi yapabilseydi.

Belki o zaman Türkiye şikâyet ettiğimiz noktalara gelmez; daha hür, daha demokrat, daha huzurlu ve daha mutlu bir ülke olurdu. Türkiye, ‘ayak bağı’ olan bu ihtilâlci zihniyetten kurtulmalıdır ki ‘muâsır medeniyet seviyesi’ne ulaşabilsin...

14.06.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Çevre tahribatı felâketi…


A+ | A-

Gerçek şu ki insanlık, hırsıyla, israfıyla, kendisinden başkasını düşünmeyen egosu hesabına kendi eliyle “yuvası”nı tahrip ediyor. Küresel ısınma sonucu meydana gelen kuraklık, aşırı sıcaklar, dondurucu sıcaklar, yer küreyi ve atmosferi tahrip eden felâketler, insanlığın kendi eliyle tahribi…

İnsanoğlu çevreyi, tabiatı kirletiyor. Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “parlak, temiz, nâzif, kirsiz, bulaşıksız, ufûnetsiz (kötü kokusuz) arz (yeryüzü) ve kâinat”, insanlığın eliyle kirletiliyor; bulaşmasıyla bulaşık hale getiriliyor. (Lem’âlar, 487)

İnsanlık, hırsıyla, israfıyla, aç gözlülüğüyle ekolojik dengeyi bozduğu gibi, ihtiyaçlarından fazlasını harcaması ve israfla iktisadî krize sebep oluyor. Uluslar arası sermaye, faiz, kısa zamanda çok kazanma hırsı, bankalar eliyle dünyanın iktisadî dengelerini altüst ediyor. Bediüzzaman’ın “Müstehlikler (tüketiciler) çoğalır, müstahsiller (üreticiler) azalır” tesbitiyle, tüketim ve israf, insanlığı daha da fakir düşürüyor.

Keza dünya pazar ve piyasalarının israf ve tüketim üzerine kurulması; en genel tesbitlerle 22 milyar insanı rahatça doyurabilecek dünyadaki temel ihtiyaç maddelerinin bu israf ve hoyratça harcama ve tüketim alışkanlığıyla 7 milyara bile yetmemesi, insanlığın yarısından fazlasını yoksulluğa mahkûm ediyor. Menfaatçilik, merhametsizlik ve diğergâmlık, kitleler arasındaki iktisadî ve sosyal adaletsizlikle gelir dağılımı dengesizliği, toplumsal bunalımları, sosyal çatışmaları, huzursuzluk ve kavgayı tetikliyor.

“İKLİM RAPORLARI” ÜRPERTİYOR

Dünya nüfusunun yüzde 20’si, yeryüzündeki kaynakların yüzde 80’ini tüketiyor. Enerji rezervlerini ve hatlarını elde etmek ve egemenlik kurmak için askerî harcamalara ayrılan para, dünyadaki bütün yardımların 12 katı. En az bir milyar insan temiz sudan mahrum; yılda beş bin insan kirli sudan ölüyor. Her yıl 13 milyon hektar orman yanıyor. Balıklardan kuşlara birçok hayvan türünün nesli tükeniyor.

İsraf, aşırı tüketim ve sefâhet, insanlığa pahalıya mal oluyor. Yine bu hırsla genetiği bozdurulmuş, biyolojik müdahâleye tabi tutulmuş tohumlar ve gıdalarla “yüz çeşit hastalığın”, kanserin türemesine ve bulaşmasına zemin hazırlanıyor.

Önü alınmaz egemenlik ve çıkarı uğruna küresel zulümle yeryüzünü işgal, zulüm ve kanla bulaştıran gözü dönmüş küresel güç ve uluslar arası sermaye, sınır tanımaz hırsla dünyanın dengesini bozuyor. Küresel zulümle birlikte küresel tahribatı pervasızca sürdürüyor.

Şefkat ve merhametten mahrum “mimsiz medeniyet” dünyayı âdeta “pisliyor”, “telvis ediyor”; “bu vatan-ı dünyevîmizi” yaşanmaz hale getiriyor. Âyetin işâretiyle “Yeryüzünde fesad yapan ve kan döken” çıkarcı zâlimler, “küre-i arzın bu yangını”nı körüklüyor. Bu haliyle insanoğlu, “Arzın (yeryüzünün), ölümünü intâç eden (netice veren) bir zehir” oluyor. (İşârât’ül İ’câz, 251)

Bir yandan zâlim ve gaddar güçlerin havaya saldıkları zehirli gazlar ve sanayi atıkları yüzünden, yeryüzü küresel atık, enkaz ve süprüntülerle kirleniyor. Beşerin kirli eli karıştığı yeri karıştırıyor, bulaştığı yeri kirletiyor. Hegemonyası hesabına, küresel zulümde olduğu gibi, tabiatı ve çevreyi tahrip felâketine sürüklüyor.

Kısacası, “Meydan Okuyan İklim” raporları ürpertiyor. Sanayileşmiş ülkeler sera gazlarını salmaya devam eder, ısınma ve tahribat bu hızla devam ederse, öncelikle iklim dengesi değişikliği, ozon tabakasındaki yenilemeyi geciktirip engellemekle küresel zulüm arenası içindeki dünyayı küresel ısınma musîbetine duçar edecek. Dönüşü olmayan ve tahmin edilemeyen büyük belâlar insanlığın başına gelecek. Kuraklık, çölleşme, tarım üretiminde düşüş, su kıtlığı gibi sonuçlara yol açan küresel ısınmanın neticesi olacak.

MÂNEVÎ KİRLENMEDEN

MADDÎ KİRLENMEYE

Özetle “insanın kirli eli bulaştığı yeri bulaştırıyor”. İnsanoğlu, küresel kirlilik, enkaz ve süprüntülerle dünyayı kirletiyor, çevreyi tahrip ediyor. İnsanoğlu, sınır tanımaz egosunu tatmin, açgözlülük ve hırsıyla tabiatın dengesini bozuyor; hızlandırıyor. Neticede, yerküresindeki, atmosferdeki ve denizlerdeki bozulma, “Öyle bir musîbetten kaçınız ki, geldiği vakit zâlimlere mahsus kalmaz, mâsumlar ve mazlûmlar da içinde yanar” âyeti, küresel ısınma musîbetiyle yerküresinde tezâhür ediyor. (Enfâl Sûresi, 25)

“Deniz dibindeki balıkların dahi ‘onların yüzünden nafakamız azalıyor -diye şikâyetçi olduğu” insanoğlu, “zulmüyle, isyanıyla gadâbı celb ediyor; tam tokada kendini müstahak ediyor ve dehşetli tokatlar yiyor.. (Emirdağ Lâhikası, 31-33)

Aslında “mânevî kıyamet”, “maddî kıyamet”i tetikliyor. Küresel zulümler; katliâmlar, işgaller, haksızlıklar, kuraklık, kıtlık, bereketsizlik ve musîbetler atbaşı. Biri diğerine çanak tutuyor. Bundandır ki “mânevî kıyamet”, “maddî kıyamet”i tetikliyor; “erken maddî kıyamet” senaryoları yazılıyor.

İnsanlık çığlık çığlığa. İnsanlığın kendi günâhının âdeta son bir itirafı olmakta...

Felâket uyarıları âcil müdahâle”yi gerektiriyor. Ve insanlığın aklını başına alıp hırsı, aç gözlülüğü bırakmasının gereğini ortaya koyuyor. Küresel ısınma ve çevre tahribatı musîbetine karşı, insanlığın öncelikle mânevî kirlerden, inançsızlıktan, bencillikten, zulümden, haramdan, günâhlardan temizlenmesi gerek…

Başka da çâresi yok…

14.06.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Kızmayın ama…


A+ | A-

Geçtiğimiz günlerde “AKP” diyenleri “edepsiz” ilân eden Başbakan Erdoğan bu tartışmayı değişik vesilelerle sürdürüyor. Katıldığı bir televizyon programın bu konuya açıklık getirirken verdiği örnek kendisini ele verdi. “Anavatan için niye AVP demiyorlar” dedi. Ama Anavatan Partisi de tüzüğünü değiştirerek partinin kısaltmasını “Anavatan” yapmıştı. Oysa, Erdoğan bu partinin kısaltmasını “ANAP” olarak ifade etti. Anavatan’lı yetkililer buna cevap verir mi bilmiyoruz ama “AKP” diyenlere “edepsiz” diyen başbakana bunu hatırlatmak istedik.

Bu tür tartışmanın bir kutuplaşma olacağını geçen hafta hatırlatmıştık. Dediğimiz de oldu. AKP’ye kızan, Erdoğan’ı kızdırmak isteyen şimdi “AKP” demeye başladı. MHP’li Faruk Bal, “Hiç kimse bize AKP’ye AK Parti dedirtemez” bile dedi. Aklına böyle bir şeyi getirmeyenler dahi şimdi “madem öyle, o zaman AKP” demeye başladı.

Erdoğan bu hafta da Baykal ile “sensiz” tartışması başlattı. Kendisine ‘sen, siz’ denilmesine kızan Erdoğan “Ben sana ‘sayın’ diyorum. Sen de bana ‘sen’ ya da ‘siz’ diyemezsin…” Kendisine “sen” denilmesine kızıyor ama kendisi de “sen” diyor. Ne demek lâzım peki burada?

Başbakan bize de kızar, ama ne yapalım bunlar da kendi sözleri…

TANSİYON YÜKSELİNCE

Normalde haftada üç gün çalışan Meclis, ay sonuna kadar Cuma günleri de hem de gece 24’lere kadar çalışacak. Meclis’in içtüzük gereği 1 Temmuz’da tatile girmesi gerekiyor. Ancak bazı kanunların görüşülememesi dolayısıyla çalışmanın uzayabileceği de söyleniyor.

Ankara’nın kavurucu sıcağı altında bu yoğunlukla da çalışan milletvekillerinin sinirleri de iyice gerildi. Gelir Vergisi Kanununda değişiklik öngören tasarının görüşmeleri sırasında yaşanan “önerge tartışması” da buna örnek oldu. TBMM Başkanvekili Gürdal Mumcu’nun yönettiği oturumda tutanaklara yansıyan tartışmalarının bir bölümü (affınıza sığınarak) aktaralım.

Bilgin Paçariz (Edirne): Otur! İşine bak!

Mehmet Daniş (Çanakkale): Gel! Gel buraya!

Başkan: Sakin olun lütfen…

Bilgin Paçariz (Edirne): Delikanlıysan gel!

Mehmet Daniş (Çanakkale): İç Tüzük’e bak! Terbiyesiz! Otur yerine!

Başkan: Sakin olun lütfen… Sayın milletvekilleri, burada müzakere yapıyoruz kavga değil. Lütfen sakin olunuz.

Recep Koral (İstanbul): Ne zamandan beri azınlık…

Bilgin Paçariz (Edirne): Kafanı koparacağım senin kafanı…

Mehmet Daniş (Çanakkale): Otur lan yerine!

Ve tartışma böyle devam edip gidiyor. Peki, tutanaklardaki bu diyaloglar kavga mı, müzakere mi?

‘BİRLİKTE YANALIM!’

RTÜK Başkanı ilgili tartışma Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, Zahit Akman’ın istifa etmesi gerektiğini söylemesi ile hararetlenmişti. Başbakan Erdoğan ve bazı AKP’li yöneticiler Akman’ın istifasına gerek olmadığını söylemelerine rağmen Arınç ısrarına devam ediyor. Bu hafta CHP’li üç üyenin gündeme getirdiği “Akman’ın üyeliğini düşürülmesi talebi” 3’e karşı 5 oyla reddedildi. Arınç’ın “gereğini yapmalı” demesine rağmen Akman görev süresinin dolacağı 14 Temmuz’a kadar görevinin başında olduğunu söyledi.

Radyo Televizyon Yayıncıları Derneği heyetini kabul eden RTÜK Başkanı Akman, Temmuz ayında üyelik görevi sona erecek olan ve kendisi hakkında en fazla açıklama yapan CHP’nin kontenjanından seçilen Şaban Sevinç’e ince bir espri yaptı. Sevinç’in “Birlikte yanalım” demesi üzerine Akman, “Şaban’la yanmak da güzel” esprisini yaptı.

“Her esprinin altında bir gerçeklik payı vardır” derler. Bu “yanma espri”nin altında da gerçeklik payı var mı acaba?

‘BEŞ’MİŞ…

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi ile genel seçimlerin kaç yılda yapılacağı konusunda Erdoğan nihayet açıklama yaptı. Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın Gül’ün görev süresinin 5 yıl olduğunu söylemesinin ardından birçok AKP’li yönetici “yedi yıl” olduğunda ısrar ediyordu. Başbakan susuyordu. Şimdi Gül’ün görev süresinin beş yıl olduğunu söyledi. “Benimki de dört artı dört. Muhalefet de bu konuda rahat olsun” dedi.

Muhalefet rahatladı mı bilemiyoruz ama bir karışıklık olduğunu daha burada yazmıştık. Yazıda bu konuda bir açıklama yapılmasını beklediğimizi söylemiştik. İstediğimiz oldu. Demek ki 2011’de genel seçimler, 2012’de de cumhurbaşkanı seçimleri yapılacak. Meraklısına duyurulur. Bakalım arkasından neler çıkacak?

14.06.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Kriz dersleri


A+ | A-

Yaşanan hadiselerde bazan aklın idrak edemediği hikmet cihetleri bulunduğuna dikkat çeken Kur’ân âyetlerinden birinde, “Belki sevmediğiniz şey, hakkınızda hayırlıdır. Bazan da sevdiğiniz birşey sizin için şer olur” buyuruluyor (Bakara Sûresi: 216).

Bediüzzaman’ın, Sünûhat’taki “Rüyada bir hitabe” bahsinde geçen “Bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar” sözü, bu mânâyı ifade ediyor (Eski Said Eserleri, s. 490).

Aynı bahisteki “Musîbet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir” cümlesi de, bu gerçeğin başka bir boyutunu veriyor (a.g.e, s. 497).

Bu boyutta, herkesi etkileyip umuma zarar veren musîbetlerin, kaderin fetvasıyla, ekseriyetin hatasına ceza olarak geldiği vurgulanırken, verilen örneklerden biri zekât üzerine: “(Allah) Kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl (cimrilik) ettik, zulmettik. O da bizden müterâkim (birikmiş) zekâtı aldı...” (a.g.e.)

Dönem dönem yaşanan ekonomik darlık, sıkıntı ve krizlerin manevî sebepleri arasında şükürsüzlük, zulüm, isyan; mal ve rızka hile, suiistimal ve rüşvetlerle çok haram karıştırmak gibi maddeler de mevcut (Emirdağ Lâhikası, s. 73-4).

Keza iktisatsızlık, kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkması (Kastamonu Lâhikası, s. 74), “hadden çok ziyade tecavüz eden hırs ve ihtikâr” (a.g.e., s. 164), “israf, sefahet ve tembellik” de (Emirdağ Lâhikası, s. 334) bunlar arasında.

Bu açıdan bakınca, merkez üssü ABD olan ve bütün dünyayı sarsmaya devam eden küresel finans krizine de aynı tesbitler ışığında bakılmalı.

Bu krizin patlak vermesinde en fazla etkili olan sebeplerin, bizzat piyasa uzmanları ve ekonomistler tarafından, “hırs ve açgözlülük” olarak teşhis, tesbit ve ifade edildiği, herkesin mâlûmu.

Krizin kitlelerdeki olumsuz yansımalarını derinleştiren belli başlı sebepler ise, kapitalist anlayışın dünya ölçeğinde yaygınlaştırdığı şükürsüz ve ölçüsüz tüketim alışkanlıkları; lüks harcamalar; israf; sefahet ve tembellik gibi hastalıklar.

İşte kader, krizle tüm bunlara fren koyuyor.

Kriz, yüzleri Allah’a çeviriyor

Haris ve açgözlü piyasa aktörlerini, doymak bilmez holding CEO’larını, borsa spekülatörlerini, banka simsarlarını rezil rüsvay ederek sahneden çekilmek zorunda bırakıyor. Ve piyasalardaki haram sanal kazançları buharlaştırıveriyor.

Asırlık dev bankaları çatır çatır çökertiyor.

Eğlence ve sefahet sektörünün simgeleşmiş “marka” kurumlarını ya tamamen iflâs ettiriyor veya adamakıllı küçülmek durumunda bırakıyor.

Birbirinden cazip reklâmlar ve kredi kartı tuzaklarıyla ölçüsüz bir tüketim girdabına kapılan kitleler, banka kredisi alarak yaptıkları fâhiş harcamalarla girdikleri “sahte cennet”lerde yaşarken, ödeyemedikleri kredi taksitleri şişmiş faizleriyle birlikte kapılarına dayanınca uyanıyorlar.

Bu tecrübeden, hayli pahalı da olsa, “ayağını yorganına göre uzatma” dersi almış olarak yola devam etmek durumunda kalıyorlar. Ama bu tecrübenin ağır yükü, birçoğunu derin psikolojik bunalımlara, hattâ intiharlara götürebiliyor.

Netice olarak ise, ekonomik kriz, genel çerçevede hem kazançları, hem harcamaları, birikmiş haramlardan büyük ölçüde temizleyip, helâl dairesinde yeni bir beyaz sayfa açma fırsatı veriyor.

Bu meyanda, İslâmın getirdiği faiz yasağının ve faizsiz sistemin krizi aşma açısından oynayacağı olumlu rol, Katolik dünyasının ruhanî merkezi Vatikan tarafından resmen seslendiriliyor.

Çok önemli sonuçlardan biri de, öteden beri maddî refahın zirvesine çıktığı, ama manevî bunalıma çare bulamadığı ifade edilegelen Batı toplumlarında dine ve Allah’a yönelişin yoğunlaşması ve bunda krizin de hayli etkili olması.

Economist dergisi baş editörlerinden John Micklethwait ve derginin Washington büro şefi Adrian Wooldridge’nin birlikte hazırladıkları “God is back” kitabındaki tesbitlerinden biri bu:

“Krizin de etkisiyle Avrupa Allah’a dönüyor.”

14.06.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.