Ahmet ÖZDEMİR |
|
Dünyaya nasıl bakılır? |
Bediüzzaman Said Nursî en son dersinde “Biz dünyaya bakmıyoruz” diyor. Peki dünyaya niçin bakmıyor? Bakmadığı dünya acaba hangi dünyadır? Said Nursî, toptancı değildir. Bir şeye tamamen karşı olmadığı gibi kayıtsız şartsız da taraftar değildir. Artılarını ve eksilerini birlikte düşünür. Daima güzel düşünmeye çalışır. Şu söz ona aittir: “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Bazılarının dünyaya bakışı mânâ-i ismiyledir. Ama Üstadın bakışı mânâ-i harfi iledir. Mânâ-i harfi, bir şeyin kendisini değil de sanatkârını, ustasını, sahibini bilip tanıtan mânâ demektir. Meselâ, çiçeğe mânâ-i harfi ile baktığınızda çiçeğin sanatkârını, ustasını, sahibini, yaratıcısını hatırlarsınız. Yani Allah’ın isimlerini okursunuz. Bir cismin kendine bakan yönü bir ise, Yaratıcısına bakan yönü belki binlerdir. “Çiçek ne güzeldir”, demekle güzelliği çiçeğe veririz. “Çiçek ne güzel yaratılmıştır”, demekle güzellikler ve arkasında saklanan isimleri Allah’a vermiş oluruz. İşte Üstad da dünyaya aynı şekilde bakmaktadır. “Dünyanın üç yüzü var”, der. Şimdi dünyanın bu yüzlerine bakalım: “Birinci yüzü, Cenâb-ı Hakkın esmâsına bakar; onların nukuşunu gösterir, mânâ-i harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı Samedâniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır.” Allah’ın Esma-i Hüsna dediğimiz güzel isimlerinin tecelli ettiği yer bu dünyadır. Dünya ve içindekilere mânâ-i harfi ile yani Allah adına bakmaktır. Zerreden güneşe kadar her şeyde Allah’ın isimlerini okumaktır. Adeta bir kitap okur gibi okumaktır. Böyle düşünüldüğü zaman dünyanın bu yüzü Allah’ın sayısız mektupları olarak görülür. Öyle olunca dünyanın bu yüzü gayet güzeldir, nefret edilmez belki sevilir. Bu sevmek Allah namına olduğu için bir zararı yoktur. Hem de ibadet hükmüne geçer. Aynı zamanda Rabbimizi, Hâlıkımızı bize tarif eden kâinat kitabını okumaktır. “İkinci yüzü, âhirete bakar; âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir; tahkire değil, muhabbete lâyıktır.” Dünyanın ahirete bakan yüzü bekaya yöneliktir. Fenadan bekaya giden yoldur. Adeta dünya ahiretin bir tarlası hükmündedir. İnsanlar burada ekecekler ve ahirette biçeceklerdir. Dünyada ne ekerseniz ahirette onu biçersiniz. Buğday eken buğday biçer, arpa eken arpa biçer. Diken eken çalı biçer. Tarlayı boş bırakırsanız yabanî otlar biter. Tarlaya atılan tohum önemlidir. Dünya cennetin tarlası olduğu gibi rahmetin de fidanlık bahçesidir. Dünyanın bu yüzü de sevilmeye lâyıktır ve sevilir. “Üçüncü yüzü, insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânîdir, zâildir, elemlidir, aldatır.” Müslüman için tehlikeli olan yüzü bu üçüncü yüzüdür. Üstadın bakmadığı ve sevmediği yüz bu yüzdür. Dünyanın bu yüzü insanın heveslerine bakıyor, gaflete sürüklüyor ve ahirete arkasını çeviriyor. Ehl-i dünya, içinde boğulduğu ve çabaladığı için zarar ediyor. Çünkü insanın pis heveslerini uyandıran oyunların oynandığı bir yerdir. Dünyanın bu yüzü çirkindir, pistir, fanidir, geçicidir, sıkıntılıdır ve aldatır. Kur’ân-ı Hakîmin kâinattan ve varlıklardan önemle ve överek bahsetmesi, önceki iki yüze baktığı içindir. Sahabelerin ve diğer Allah dostlarının rağbet ettikleri dünyaları, önceki iki yüzdedir. Dünyanın bu yüzlerinde tefekkür vardır. Tefekkür de bir çeşit ibadettir. “Bir saat tefekkür, bir yıl nafile ibadetten hayırlıdır” hakikatini çok güzel anlatır. Dünyanın ilk iki yüzünü sevmek meşrûdur. Dünyayı tahkir edenler de vardır. Onların bir kısmı, ehl-i mârifet ve ehl-i ahirettir. Çünkü dünya, Cenâb-ı Hakkın mârifetine, muhabbetine ve ibâdetine sed çektiği için tahkir ederler. Dünyanın zarûrî işleri onları uhrevî amellerden uzaklaştırdığı için veya şuhud derecesinde imân ile Cennetin kemâlât ve mehâsinine nisbeten dünyayı çirkin görürler. Meselâ, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâma güzel bir adam nispet edilse, yine çirkin görünür. Aynen onun gibi; dünyanın ne kadar değerli güzelliği varsa, Cennetin güzelliklerine nispet edilse, hiç hükmündedir, bir değer ifade etmez. Dünyayı eline geçiremeyenler de tahkir eder. Çünkü, dünya veya dünyalıklar eline geçmiyor. Eline geçse de kalmıyor, çabuk kayıp gidiyor. Şu hakaret, dünyanın nefretinden gelmiyor, belki sevgisinden ileri geliyor. Halbuki, makbul hakaret, âhiret sevgisinden ve Mârifetullâhın muhabbetinden ileri gelir. Cenâb-ı Hak, bizi onlardan yapsın.1 Dünyanın ilk iki yüzünde kavga yoktur. Muhabbet vardır, aşk vardır, iman vardır, mutluluk vardır. Dünyevî bütün kavgalar üçüncü yüzde yapılmaktadır. Bu yüzde hırs vardır, küfür vardır, şirk vardır, isyan vardır. Kanaat yoktur, iman yoktur, tevhid yoktur, itaat yoktur, şükür yoktur. Üstad dünyanın üçüncü yüzüne baktığı zaman da onlara yardımcı olmaya çalışır. Bediüzzaman’ın hayatını okuyanlar bunun pek çok örneğini görebilirler. Üstad, asâyişe, emniyete müsbet/pozitif bir şekilde yardım etmektedir. İman ve Kur’ân hakikatleri itibarıyla, yapılan zulümleri hoş görmüş ve talebelerine de aynı yolu tavsiye etmiştir. Onun tek endişesi, bu milletin imanının kurtuluşudur. Adeta Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) yolundan gittiğini gösteriyordu. Onun imanı o kadar büyüktü ki, şöyle duâ etmişti: “Ya Rab! Cehennemde vücudumu öyle büyüt ki, Müslümanlara yer kalmasın!” Said Nursî de şöyle demiştir: “Ben, cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmânını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistân olur.” 2 Ecel gizlidir, her zaman gelebilir. Genç-ihtiyar farkı yoktur. Sonuç olarak Üstadın dediği gibi diyoruz: “Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyfe iktifâ ediniz; o, keyfinize kâfidir.”3 Meşrû yol, istikametli yoldur. O yolda gidenler dünyada da, ahirette de rahat ederler.
Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 1018-1019. 2- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 962. 3- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 235. 13.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
www.asyanur.info Hizmet sitesi |
Teknoloji, Allah’ın çeşitli sebepler altında insanlığa ihsan ettiği büyük nimetlerindendir. Mutlak ihtiyaç içinde olan insanlar, yaptığı çalışmalar sonucu eline verilen nimetleri kendinden bilip, Karun gibi “Ben kendi ilmimle kazandım” dese, verilen nimetlere karşı büyük nankörlük yapmış olur. Nimetler, her hâl-ü kârda şükür ister. Şükür, nimetin ziyadeleşmesine sebeptir. Nankörlük ise, eldeki nimetlerin de kaçmasına sebep olur. Bu itibarla, telefon, televizyon, radyo ve internet gibi hayatı kolaylaştıran bütün nimetler, insanlığın faydasına kullanılmalıdır. Aksi takdirde, insanların nefsânî ve bayağı duygularını tahrik eden ve şerde kullanılan teknolojik cihazlar, insanlığı ahlâken çökerttiği gibi, bir zaman sonra kıyametin kopmasına da sebep olacaktır. Genel gidişata bakıldığında, Allah’ın ihsan ettiği teknolojik nimetlerin, faydalı olmaktan çok zararlı ve şerli işlerde kullanıldığı görülecektir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifâde ettiği gibi, beşte biri keyifli hevesata meşrû dairede kullanılıp, beşte dördü iman, İslâm ve ahlâk gibi faydalı işlerde kullanılacağına tam tersi yapılmaktadır. Hattâ bir programla milyonlarca kebair denilen büyük günahlar işlenmekte ve izleyenler de günahlara sokulmaktadır. Bin cihetten gelen bu mânevî tahribâta karşı, tek başıyla gâlibâne tamir vazifesini yerine getiren Nur Risâleleri için Bediüzzaman “Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mu’cizevâri muvaffakiyet ve fütuhat görülecekti.”der. (Kastamonu Lh. s. 111) Gerçekten, tahribât için kullanılan teknolojik imkânlarla, tâmir için kullanılanlar eşit seviyede olsaydı, toplumdaki inanç ve ahlâk açısından iyileşme çok farklı olurdu. Bu eşitsizlik hâlâ devam ettiği halde, ülkemiz açısından sosyal hayattaki iyileşme, ümit verici bir noktaya doğru hızla ilerlemektedir. Son on beş yirmi senelik mâzisi bulunan internet nimeti büyük çapta şerde kullanıldığı gibi, hayırlı ve faydalı işlerde de kullanılıyor. Özellikle binlerce site, inanç ve ahlâk üzerine hizmet veriyor. Bu işten anlayan Risâle-i Nur Talebeleri dünyanın neresinde bulunuyorsa, bir şekilde internet sitesi kurup insanlığın mânevî kurtuluşu, dünya ve âhiret saadetine kavuşması için âdetâ çırpınıyor. Bu maksatla kurulmuş binlerce Nur siteleri mevcut. Onlardan birisi de “www.saidnursi.de” sitesidir. Almanya’nın Köln şehrinden hizmet veren bu site, gerçekten takdire şâyân hizmetlere imza atıyor. İki milyondan fazla insanın şimdiye kadar bu siteye girip hizmet alması ve istifade etmesi çok önemlidir. Bu cümleden olarak, mütevazî imkânlarımızla bu hizmet kervanına biz de katıldık. Asya Nur Kültür Merkezi adına, Köln’deki arkadaşlara kurdurduğumuz ve oradan test yayınına başladığımız www.asyanur.info sitesi, kırk gündür hizmet vermeye devam ediyor. Kültür merkezimizde yapılan Risâle ders ve seminerlerini sitemize yüklemeye başladık. Ciddî bir reklâm ve ilân yapılmadığı ve henüz test yayını yaptığı halde, kırk günde üç bin civarında insanın sitemizi ziyaret edip, makale ve seminerlerden istifâde etmiş olması bizlerin şevkini kamçıladı. Bu kadar ümit etmediğimiz ilgi ve alâka, böyle bir siteye ihtiyaç var olduğunu gösterdi. Zamanla, İngilizce, Almanca, Arapça, Fransızca ve Rusça dillerinde yapılacak Risâle dersleriyle, başka dillerde konuşan insanlara da hizmet vermeyi plânlıyoruz. Bu vesileyle, bu sitenin kurulmasında ve devamında emeği geçen başta Abdullah Efe, Mehmet Uzunboy kardeşlerimiz ve diğerleriyle birlikte sitemizden istifade eden herkesi tebrik ederken, haber sitesinden ziyade, hizmet sitesi olarak vazife gören bu internet çalışmalarımızda Allah’tan muvaffakiyet için bütün gönül dostlarımızın duâsını talep ediyor ve bekliyoruz. 13.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İçimizdeki adavete adavet edelim |
Selman Bey: “Mü'minler arası bazen nükseden adavet, gerçek muhabbetin tesisini önlüyor. Adavetten kurtulmanın yolları var mıdır? Mü’minlerin hata ve kusurları, hatta kötülükleri karşısında uhuvvetimizi bozmadan nasıl bir davranış sergilemeliyiz?” Mü'min önce kendini kınar ve mü'min kardeşini kınamaktan kendini alıkoyarsa, önemli bir adavet kapısını kapatmış olur. Şüphesiz nefsin kendisini kınayıp, başkasını serbest bırakması kolay bir reçete değildir. Nefsimize bunu kabul ettirmek her zaman pek kolay da olmayabilir. Çünkü onun tabiatında takdir edilmek, ilgi çekmek, hatasız bilinmek, kusursuz görünmek, övülmek, üste çıkmak, büyüklenmek, vb. gibi zayıf noktalar vardır. Şeytanın sevdiği noktalardır bunlar. Hatta şeytan kendisi de bu noktalarda zayıftır; bu zaafiyetine yenik düşmüştür de, secde emrine onun için isyan etmiştir. Şimdi de bizimle uğraşıyor. Zayıf noktalarımızın birinden veya bir kaçından her gün giriyor ve bizi her zaman yenik düşürmeye çalışıyor. Bu açıdan aslında hepimizin birbirimize hep hayır duâya ihtiyacımız var. Bir kardeşimizde bir eksiklik görmeyelim; hemen —kendi içimizde de olsa— kendimizi kâmil ve eksiksiz, onu nakıs ve kusurlu ilân ederiz. Ama nefsin bu aşağılık duygusu karşısında kalbimizde azıcık feraset varsa, kalbimiz nefsimizi dinlemez, bu halden Allah’a sığınır, tövbe eder, istiğfar eder. Esas olan da bunu sağlamak ve kalbe bu sâlih ameli işletmektir. Çünkü kalbin her Allah’a ilticası a’lây-ı illiyyîn’e doğru, Allah katında yükseklere doğru bir basamaktır, her istiğfarı bir yükseliştir. Neticede aslında kalp basiretli olursa, nefsin her hâli Allah’ın izniyle kendi lehine dönebilmektedir. Bediüzzaman’a göre eğer adavet edeceksek, içimizdeki adavete adavet etmeliyiz. İçimizdeki—şeytanın durmadan ektiği—adavet tohumlarını daha çimlenmeden kurutmalıyız. Ölünceye kadar savaşımız budur bizim. Çünkü adavet en başta kendimize cinayettir. Adavetin bir de haset kolu var ki, biri atom bombası ise diğeri hidrojen bombası gibi kalp ocağımıza düşer ve orada faydalı ne varsa yakar, bitirir. Haset ettiğimiz kişiye ise zararı ya hiç yoktur, ya çok azdır. En azından hasetle bize gelen zarar, haset ettiğimiz kişiye asla gelmez. “Mü’minler ancak kardeştirler; kardeşlerinizin arasını ıslâh ediniz.”1, “Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın ki, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.”2 ve “Onlar bollukta ve darlıkta bağışta bulunurlar, öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever”3 âyetlerini uhuvvet ana başlığı altında tefsir eden Said Nursî Hazretleri, mü’minin mü’mine üç günden fazla küsmesini yasaklayan hadîse de atıfta bulunarak, mü’mine hatâlarından, kusurlarından ve kötülüklerinden dolayı kesinlikle adavet duyulmaması gerektiğini, bilâkis acınması ve affedilmesi gerektiğini kaydeder. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre, mü’minden gördüğümüz bir kötü muamelede hemen mü’mine küsmek ve yüklenmek haksızlık olur. Zira bu tür muamelede, başka pay sahipleri de vardır. Meselâ, bu fenalığın dörtte biri kadere aittir. Yani sana gelen fenalıkta kaderin bir hissesi vardır. Bu hisseyi bir ayırmalıyız. Kaderin hissesinden dolayı mü’mine adavet etmemeliyiz; en azından kaderin hissesini çıkararak, mü’mine duyacağımız adaveti dörtte üçe indirmeliyiz. Sonra bu fenalıkta nefis ve şeytanın da bir payı vardır. Fenalık sahibi mü’min, nihayet nefis ve şeytanına mağlûp olmuştur. Bu durumda ise, mü’mine adavet edilmemeli, bilâkis acınmalıdır. Çünkü bize gelen cüz’î fenalığa bedel; o mü’min nefis ve şeytana mağlûbiyet gibi zaten acı ve vahim bir zillete kurban olmuştur. Bu pay da çıkarılırsa, mü’mine duyacağımız adavet yarıya inmiş olur. Sonra o fenalıkta bir pay da bizim kendi nefsimize vermek lâzımdır. Yani o fenalığın, mü’min kardeşimizin eliyle bizim üzerimize gelmesinde, biz de sorumluluk sahibiyizdir. Bizim de kusurlarımız söz konusu olmuştur. Meselâ kendimizi koruyabilecek imkânlarımız varken, belâyı üstümüze tahrik etmişizdir. Veya belâdan korunmamışız, gerekli tedbirleri almamışız, âdeta belâyı dâvet etmişizdir. Bu durumda, bu pay da çıkarılmalı ve mü’mine duyacağımız adavet dörtte bire indirilmelidir. Fenalığın sadece son dörtte bir payının hasma, yani düşman saydığımız kimseye, yani kötülük gördüğümüz mü’mine verilmesi gerektiğini beyan eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, böyle dörtte birlik pay sahibi birisine de adavet duyulmasını hem haksızlık, hem de insafsızlık telâkki eder. Çünkü bu durumda da Cenâb-ı Hak öfkeleri yutmayı ve affetmeyi tavsiye etmiştir. Yani dörtte birlik pay sahibi olan hasmımız, Allah’ın emriyle, muhakkak affedilmelidir. Üstelik hasım bildiğimiz kişiyi, yani kötülük gördüğümüz mü’mini mağlûp edecek en selâmetli; zulme ve zarara uğramaktan da en çabuk kurtulma yo-lunun kin, nefret ve adavet yerine affetmek, bağışlamak ve âlicenaplıkla mukabele etmek olduğu açıktır.4 Netice itibariyle garazsız, bedelsiz, kayıtsız, şartsız ve mutlak uhuvvet için nefsimizi ikna etmek yine bize düşmektedir.
DİPNOTLAR:
1. Hucûrât Sûresi, 49/10, 2. Fussilet Sûresi, 41/34, 3. Âl-i İmrân Sûresi, 3/134, 4. Mektûbât, S. 253-256. 13.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Lâ ilâhe illah demenin zamanı |
Tahammülsüz, hoşgörüsüz, peşin hükümlü, ateist, dinsiz, imansız, alabildiğine İslâm düşmanı insanlarla karşılaştığınızda nasıl bir tavır takınırsınız? Siz de onların düşmanca tavırlarına karşı şiddetle mukabele eder, haddini bildirmeye mi kalkar, yoksa izzetinizi yitirmeden makul çerçevede İslâmın güzelliklerine hal ve kaliniz ile ayna olmaya mı çalışırsınız? Mekke’nin fethine kadar İslâm düşmanlığı yapan, fakat fetih esnasında ve daha sonra Ebû Süfyan, Ebû Cehil’in oğlu İkrime gibi nice azılı düşmanın İslâm'ın sinesine teslim olduklarını görünce ikinci şıkkı seçmemiz gerektiğini anlıyoruz. Kimi ilim adamıdır bunların. Kimi liderdir, kimi sanatkârdır, kimi şu veya bu meslek sahibidir. Nice bağnaz insan bir olay üzerine hizaya gelir, gerçekleri görmeye başlar. Gerçeği araştırma arzusu taşıyan bir insanın gerçekler gerçeği olan İslâmı, Kur’ân’ı tanımaması, takdir etmemesi mümkün değil. Şu örnekte olduğu gibi. Tayland Üniversitesi Tıp Fakültesi dekanı Tacakito Tagatagason Suudi Arabistan’ın Riyad şehrinde Kral Abdülaziz Üniversitesinde düzenlenen tıp konferansına katıldığında Yemenli bilgin Abdülmecid Zindanî ile bir sohbet esnasında Kur’ân’da ceninle ilgili âyetleri anlatır. Bu âyetlerden biri şöyle: “Sonra onu sağlam ve korunmuş olan anne rahmine bir damla su olarak yerleştirdik. “Sonra o su damlasını pıhtılaşmış bir kan olarak yarattık. O pıhtılaşmış kanı bir parça et olarak yarattık. O et parçasını kemikler olarak yarattık. Kemiklere de et giydirdik. Sonra da onun bambaşka bir yaratılışla inşa ettik. Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah’ın şanı ne yücedir!”1 Bu ve buna benzer âyetler karşısında çarpılır âdetâ Tagatagason. Zindanî’ye “Bir insanın bunu bilmesi mümkün mü?” diye sorar. Sonra da, “Peki, der, “Muhammed bunları nasıl bildi?” “Allah bildirdi ona” cevabını aldığında bir Budist olah Tacakito Tagatagason “Allah kim?” diye sormaktan kendini alamaz. O da Allah’ı anlatır. Bu ilmî açıklamaları gayet makul gören Tagatagason Müslüman olacağını belirtir. Ertesi gün konferansının uygun bir yerinde hayranlığını dile getirdikten sonra, “Lâ ilâhe illlallah demenin zamanı geldi” diye Kelime-i Şehadet getirirerek Müslüman olduğunu ilân eder.2 Kur’ân’daki ilmî hakikatler tarafsız, düşenen, araştıran insanları dün olduğu gibi bugün de Müslüman yapmaya devam ediyor.
DİPNOTLAR:
1. Mü’minûn Sûresi: 13-14. 2. Kur’ân ve Hadiste Bilim ve Şifa Mu'cizeleri, s. 70. 13.05.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Cumhur, başkanını seçerse... |
Türkiye'de yapılan ihtilâlcilik oyununun sona erdiğini, darbecilik geleneğinin artık tarihe karıştığını gösteren birçok alâmet, işaret var. Gerek iç ve gerekse dış kaynaklı konjonktürel şartlar darbe yapılmasını zorlaştırdığı gibi, halkın geneline mal olmuş demokratik dinamikler de cuntacılık oyunlarına prim vermeyecek kadar gelişmiş, olgunlaşmış görünüyor. Cuntacı kafalar, şimdiye kadar yaptıkları her darbeye bir kılıf uydurdular. Anarşi ve terörü bahane ettiler, kardeş kanını durdurma teşebbüsünü paravan yaptılar, ülkeyi uçurumun kenarından kurtarma yalanını uydurdular, vesaire... Halkın önemli bir kesimi, ne yazık ki bu yalanlara kandılar, cunta hareketlerine bir şekilde destek çıktılar. En azından, hazırlattıkları "darbe anayasaları"na kabul oyu verdiler. Ne tuhaf bir durum ki, darbelere artık yüz vermeyen, cuntacılara zerrece itibar etmeyen, hatta "28 Şubat" ve "27 Nisan" gibi postmodern teşebbüslere ateş püskürürcesine tepki gösteren şu güzide halkımızın yüzde 92'si, 7 Kasım 1982'de yapılan "Anayasa referandumu"nda "evet" tercihinde bulundu. Şimdilerde ise, vaktiyle "kabul" ettiği o anayasayı beğenmediği gibi, aynı anayasanın istinat ettiği 12 Eylül askerî darbesini yerden yere vurmakta da bir beis görmüyor. Meseleye hangi açıdan, hangi noktadan bakılırsa bakılsın, yine de güzel ve sevindirici gelişmelerdir bunlar. Bunların tamamından daha güzel, daha sevindirici, hatta çok daha ümit verici bir diğer gelişme ise, hiç şüphesiz Cumhurbaşkanının bundan böyle halk tarafından seçilecek olmasıdır. Evet, üç ya da beş sene sonraki cumhurbaşkanının cumhur, yani halk tarafından seçilecek olması, zannımca son yüz yılın en mühim siyasî gelişmelerinden biri olma hüviyetini taşıyacak. (Köksal Toptan'ın yorumuna göre, Abdullah Gül'ün süresi 5. yılda bitiyor.) Zira cumhur, Meşrûtiyet'in ilânından (1908) bu yana ilk kez olmak üzere kendi başkanını seçmiş olacak. Cumhur'un kendi başkanını seçmesi demek, aynı zamanda darbe yapılmasının imkânsız hale gelmesi anlamını taşır. Bu durum, dünyada olduğu gibi Türkiye'de de öyle olacaktır. Darbeciler, eskiden bir kılıf bularak hükümeti devirebiliyor, Meclis'i feshedebiliyor, dolayısıyla Meclis tarafından (zaman zaman yüzde 50'nin altında kalan bir destekle) seçilen cumhurbaşkanını da alaşağı edebiliyordu. Buna rağmen, yine de doğrudan halkla karşı karşıya gelmek durumuna düşmekten kurtulabiliyordu. Ancak, halkın doğrudan (ve mecburen yüzde 50'yi aşan bir destekle) seçmiş olduğu bir cumhurbaşkanını devirmeye ve onu seçen halkın çoğunluğuyla karşı karşıya gelmeye hiçbir cunta cüret edemez, öyle bir cesareti kendinde göremez. Aynı şekilde, halk ekseriyetinin hür iradesiyle seçilen bir cumhurbaşkanı da, nisbeten daha cesur, daha dirayetli, daha metanetli olacak ve cuntacıların dayatmalarına hiç de boyun eğmeyecek, boyun eğme mecburiyetinde kalmayacaktır. Esasında, daha şimdiden ufukta bu vaziyet göründüğü içindir ki, darbe heveslilerinin ümidi de sönüp gitti. Artık işe yaramayacağına kanaat getirdikleri provokasyon amaçlı silâh ve mühimmatlarını elden çıkarıp sağa sola atmalarının bir sebebi de bu olsa gerektir.
Tarihin yorumu 13 Mayıs 1920
Edirne'de Büyük Trakya Kongresi
Edirne'de yapılan Büyük Trakya Kongresi, dört gün süren çalışmalarını tamamlayarak 13 Mayıs (1920) günü dağıldı. Bu kongrenin asıl maksadı, gayesi ve hedefi şudur: Doğu Trakya Bölgesini Yunan işgalinden kurtarmak ve her ne pahasına olursa olsun bu mücadeleyi sonuna kadar devam ettirmek. Trakya'nın muhtelif merkezlerinden gelerek Edirne'de toplanan delegeler, ayrıca Ankara'da kurulan Millet Meclisi ve hükümetle birlikte hareket etme kararında birleşti. Trakya Bölgesinde, daha evvel de "işgale karşı direniş" ve "kurtuluşa kadar mücadele" azmini ateşlendiren faaliyetler sergilenmişti. Bunların arasında, tâ 1918 yılı Aralık ayı başlarında kurulan Trakya–Paşaeli Heyet–i Osmaniye (ismi sonradan Trakya–Paşaeli Müdaffaa–i Hukuk Cemiyeti oldu) ile 13 Mart–7 Nisan (1920) tarihleri arasında yapılan Lüleburgaz Kongresi, önemli birer kilometre taşıdır. Bu kongreden sonra, İngilizler'den kuvvet alan Yunanlıların saldırıları daha da şiddetlendi. Cafer Tayyar Paşa kumandasındaki Trakya Ordusu çembere alındı. Anadolu'dan yardım alamayan ordu, bir süre sonra perişaniyet içinde dağılıp eridi. Çatışmalar esnasında Tayyar Paşa esir düşerken, kurtulabilen askerlerin bir kısmı da can havliyle kaçarak Anadolu'ya sığındı. Düzenli ordunun dağılmasından sonra, Trakya'nın savunması Edirne Kongresi kararları çerçevesinde hareket eden sivillere, milis kuvvetlerine kaldı. Onlar da, iki sene müddetle hiç yılmadan kararlılıkla mücadele etti. Yunan kuvvetlerinin Anadolu'da kesin yenilgiye uğramasından sonra, sıra Trakya'ya gelmişti. İşgalciler, 1922 yılı Ekim ayından itibaren Doğu Trakya'yı boşaltmaya başladı. 13.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Sevgi ve aşk üretim merkezi kalbin keşfi yolculuğu-1 |
Sevgiyi üreten kalbimizdir. Sevginin kaynama derecesi olan aşkın da… Delicesine aşık olmamız kalp sayesindedir. Ancak, kalbin işlevi yalnızca “sevgi ve aşk” üretmek değildir. Dolayısıyla, bütün yoğunluğu buna yönlendiremeyiz. Malûm, bir cihaz, bir âlet, bir vasıta niçin icat edilmiş, yapılmışsa, o istikamette kullanmak, istihdam etmek gerekir. Aksi takdirde, mahvolur. Kalbimiz yaratılış istikametinde terbiye edilmezse fonksiyonunu icra edemez… Kalbimizin fizikî özelliklerini, maddî fonksiyonlarını ve çalışma sistemini ayrıntılarıyla biliriz. Ancak, manevî cephesi, içyapısı, işleyişi, duyguların merkezi olması, vs. hakkında yeteri kadar bilgiye sahip olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Eğer, cevap, “Hayır!” veya tereddütlü ise; delicesine sev-seniz, âşık olsanız ve aile yuvası kursanız; kalbin diğer fonksiyonlarını yerine getiremezseniz; bir müddet sonra sevgi ve aşk tükeniverir. O zaman da adına evlilik yaptığınız ne güzellik, ne zenginlik, ne mal-mülk, ne soy-sop kalır… Kalp, olumlu-olumsuz, pozitif-negatif bütün duyguların üretim merkezidir. Kalbimiz aynı zamanda iman mahallidir. Yani, hiçbir şeye muhtaç olmayıp, her şeyin, herkesin O'na muhtaç olduğu Yaratıcısına ayna olmak için yaratıldığını keşfetmeliyiz. Kalp nedir, gördüğü fonksiyonlar nelerdir? Ruhumuza irade (istediğini yapabilme serbestisi), zihin (hayal, kuvve-i tasavvur ve tefekkür, akıl, hafıza, zekâ…), his (anlama, sezme, idrak/algı) ile kâinat ağacının toplu bir fihristesi; binler âlemin manevî haritası hükmünde bir de kalp yerleştirilmiştir.1 Kalp; lDuyguların, hislerin, lâtifelerin ana merkezi, lKâinattaki bütün enerji boyutlarının santrali; lGayb/metafizik âlem ve ruhsal güçlerle ilişki ve alış verişi sağlayan; lManevî cephemizi işlettiren, lGücümüzü arttıran, yönlendiren, l İman hakikatleriyle Yaratıcı ve kâinatla bağlantıyı kuran, lAncak Allah’ı zikretmekle tatmin olan, huzura kavuşan ve ha-yatımızı sağlayan bir mahiyettedir. Kafamızdaki dimağ; sayısız telsiz, telgraf ve telefonların santralı, kâinatın bir tür manevî merkezi olduğu gibi; kalbimiz de; lKainat ağacının cihazları, lSonsuz âleme dair, haşmetli makinenin âlet ve çarklarının çekirdeği, l İman, aşk ve sevgi üretim merkezidir.2 Küçük, şirin dünyamız, Allah’ın bin bir isminin yansıdığı, mu'cizevî san'atlarının sergilendiği, her an sayısız yaratılışa sahne olduğu kâinatın kalbidir. Çekirdekler de meyvelerin özeti ve kalbidir.3 İnsan kalbi de bitki, meyve, çekirdek, hayvan, sair canlılardaki bütün kalplerin özetidir. İnsanın çekirdeği olan kalp;4 lHayatın mihveri;5 lİnsaniyet makinesinin merkezi;6 lHislerimizin yoğrulduğu tekne ve duygularımızın kumandanıdır. Kalp; hakikatin benliğimizdeki karşılığı iken aynı zamanda; lGerçeğe ulaşma vasıtası, lHakikatin temsilcisi, lİtikat/iman, inanç ve duygu merkezidir. lRabbanî bilgiye, anlayışa ulaşmanın mekânı; hakikat güneşine açılan bir pencere ve büyük bir aynadır.7 lKâinat ve dünyadaki bütün oluşum, değişim ve hareketleri yaşayan, yansıtan;8 lBir nev'î Rabbanî konuşmaları9 telsiz, telefon gibi madde ötesi, yüksek ruhlarla iletişimi sağlayan;10 lMelek ile şeytanın çarpışmalarına11 sahne olan İlâhî bir cihaz; l Cenâb-ı Haktan gelen feyzin alıcılara aksedilmesine vesiledir.12 (Yarın da kalbin keşif yolculuğuna devam edelim)
Dipnotlar:
1. Hutbe-i Şâmiye, s. 143. 2- Mektubat, s. 428-429. 3-Şuâlar, s. 25. 4- İşârâtü’l-İ’câz, s. 91. 5- Mesnevî-i Nuriye, 100. 6- Mektubat, s. 440. 7- Şuâlar, s. 113. 8- Sözler, s. 166. 9- Şuâlar, s. 117. 10- Lem’alar, s. 281. 11- A.g.e., s. 282. 12- A.g.e., s. 139. 13.05.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Korucular ağaç diksin! |
Farklı dinlere mensup insanların bile birbirine tahammül ettiği bir ile (Mardin) bağlı Bilge Köyünde meydana gelen katliâm, değişik değerlendirmelere vesile oluyor. Bu değerlendirmeler arasında bölgeyi iyi tanıyan Prof. Dr. Mazhar Bağlı’nın değerlendirmeleri özellikle dikkat çekici. Tesbitlerin dikkat çekici olmasının bir sebebi de Bağlı’nın Urfalı geniş bir aşiret ailesine mensup olması, Dicle Üniversitesinde çalışması ve meslek olarak da bu ‘kavga’ları araştıran bir ‘sosyolog’ olması. Bütün bu avantajlar, Bağlı’nın tesbitlerinin dikkate alınmasını gerektiriyor. Taraf’dan Neşe Düzel’in sorularını cevaplandıran Bağlı, Mazıdağı’nın Bilge Köyündeki katliâmı bir nev'î ‘soykırım’a benzeterek bu saldırının çok planlı ve karanlık bir saldırı olduğu kanaatini ifade etmiş. Katliâmın ‘toprak kavgası’ ile açıklanmasının kolay olamayacağını ifade eden Bağlı şöyle demiş: “Geçmişte toprak, kız alıp verme, töre ve namus gibi nedenler yüzünden yaşanan çatışmalarda kaç kişinin öldürüldüğünü biliyoruz. Meselâ arazi anlaşmazlığında evin erkeği öldürülür. Ailenin en prestijli kişisi öldürülür ki, karşı taraf size karşı güç kaybetsin. Toprak meselesinde kadın, çocuk herkes öldürülmez. Hatta kan dâvâlarında da şöyle bir gelenek vardır. Eğer kadınlar başörtülerini çıkarıp kavganın orta yerine bırakırlarsa, çatışma biter. Çünkü araya ‘kadın’ girmiş olur. Kısacası ne kız alıp vermede ne de arazi kavgalarında kadınlara dokunulur. (...) (Kadına) Sadece namus ihlâlinde dokunulur. Çocuklara ise hiç dokunulmaz.” (Taraf, 11 Mayıs 2009) Yıllardan beri uygulanan politikaları da eleştiren Bağlı, ‘koruculuk’la ilgili de ciddî eleştiriler getiriyor. Bölgedeki ‘kanaat önderleri’nin de hem devletin uygulamaları, hem de terör şartları sebebiyle ‘devre dışı kaldığına’ dikkat çeken Bağlı bu konuda da şöyle diyor: “Onlara gösterilen itibar kayboldu. Artık hayatın içinde toplumun dengesini elinde tutabilecek böyle önemli kanaat önderleri kalmadı. Aşiret düzeninin barış elçileriydi bunlar.” Aşiret sisteminin ve cumhuriyet sisteminin ‘insan’a bakışının aynı olduğuna dikkat çeken Bağlı, koruculuk sisteminin aileler arasında husûmete sebep olduğuna dikkat çekmiş: “Koruculuk sistemi toplumun ayarını bozdu. Bu toplumun geleneksel dönemlerden kalma iyi, kötü bir dengesi vardı. Çok sağlıklı değildi, ama aşiret sisteminin bir dengesi vardı. Devlet sürekli müdahale etmeseydi, bu sistem kendiliğinden tasfiye olacaktı. Devlet müdahale ettiği için aşiret sistemi bir türlü yok olmadı. Koruculuk sistemi yoluyla aşiretler, paralı asker haline getirildiler ve devletle birlikte hareket ettikleri için de bütün bölgede güç kazandılar.” Koruculuk sisteminin ‘sivilleşmeyi’ de engellediğini hatırlatan Bağlı, “Oysa demokrasi ve hukuk için sivil alan lâzım. Bölgenin sivilleşmesi lâzım. Ayrıca koruculuk halk arasında onur kırıcı bir konum. Devlet katında itibarlı olmak halk katında itibarlı olmak anlamına gelmiyor” demiş. Bağlı’ya göre çarelerden biri şu: “(Korucuları) Bu insanları işten çıkarmayalım. Maaşlarını ödemeye devam edelim. Bunların maaşlarının kesilmesi tehlikeli. Kesilirse, toplumun içinde birer ölüm makinesi olarak dolaşmaya devam ederler. Sadece silâhlarını ellerinden alalım ve ormancılık gibi alanlarda istihdam edelim bunları. Bunlara ağaç diktirtelim!” “Ağaç diktirtme” uygun bir teklif gibi görünüyor. Belki bu sayede geçmiş yıllarda yakılan ormanlara yeniden kavuşmak da mümkün olur, 'ağaç’ dikerse belki de bölge ekonomik olarak da kalkınır. 13.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Hamidiye Alayları ve “koruculuk sistemi” (2) |
“Koruculuk sistemi” tartışmaları, Hamidiye Alayları hakkındaki tartışmalara benzemekte. Hamidiye Alayları, başta Ermeni çeteleri olmak üzere yabancı devletlerin ve gizli servislerin, özellikle Doğu’da tahrik propagandalarla bölgeyi anarşi ve kargaşayla ifsada sürükleyip hadiseler çıkarması ve rahatsızlık şikâyetlerinin artması üzerine kurulmuştu. Bölgeye gönderdiği Müşir Ahmet Şakir Paşa ile IV. Ordu Komutanı Zeki Paşa’nın teftiş ve incelemeleri sonucu, Rusların Kazak teşkilâına benzer genel ordu sistemi emrinde mahallî birliklerin kurulması önerisini kabul eden II. Abdülhamid, 1890-91 yılında kurup teşkilândırdığı bu özel birliklere ülkenin birliği ve bütünlüğü adına ismini vererek büyük ihtimam gösterdi. Zira Rusya’nın “Şark vilâyetleri”ne yönelik emelleri hesâbına bilhassa 1878’de Berlin Konferansı sonrası “Ermenistan projesi”yle Ermeni Hınçak ve Taşnak komitelerinin ve çetelerinin Osmanlı içinde terörü azdırıp katliamlarla karışıklık ve kaos meydana getirmeye uğraşıyorlardı. Bugün olduğu gibi dün de ecnebilerin bölgedeki aşiretleri tahrik ve fitne propagandasıyla Osmanlıdan ayırmak ve iftirak kışkırtmalarına mukabil, bölgedeki aşiretlerden teşekkül ettirilen alayların kuruluşu, eğitimleri, ihtiyaçları ve diğer çalışmalarını belirleyen elli üç maddelik “nizamnâme”le düzenli ordu birlikleri emrinde çok hayırlı hizmetlerde bulundular…
“HAMİDÎLİK” İSTİSMARINA KARŞI, İKAZ… Nitekim Osmanlıyı zayıflatma ve parçalama projesine karşı, başta bölgede asâyişin temini amacıyla, Kazakları kullanan Rus işgal ve istilâsını durdurmak ve Ermeni şaki ve katilleri püskürtmek maksadıyla kurulan mahallî Osmanlı birliklerinin belirlenen hususlarda büyük faydaları oldu. Rus işgalini engelleyip geri çekilmesini ve Ermenilerin zulüm ve baskılarını defedip sürgüne gönderilmesini sağladılar. Bütün bunlar tarihî hadiselerle tevsik edilmiş durumda. Ne var ki her hayırlı işte olduğu gibi Hamidiye Alayları da yer yer istismar edilmekteydi. “cehâlet, zarûret ve ihtilafa karşı san’at, mârifet ve ittifak silâhıyla cihad”ın ehemmiyetini ortaya koyan ve Hamidiye Alaylarının sadece bir “askerî proje” olarak görülmeyip topyekûn bir “maarif projesi”nin hayata geçirilmesi çerçevesinde bölge halkının sosyal alanda da eğitilmesini öneren Bediüzzaman, buna açıkça dikkat çeker. Hamidiye Alaylarının istismarının neticelerini nazara veren Bediüzzaman, aşiretlerin istismarını, “Hamidilik” olarak nitelendirir. Hamidiye Alayları üzerinden cehâletin eseri eski husûmet ve kavgaları sürdürmeye karşı aşiretlere verdiği derslerle bundan vazgeçilmesi, aksi halde bunun ihtilâf ve istibdadı daha da azdırıp içtimaî hayatı iltihaplandırarak zehirlendireceğini ikaz eder. “Eşkiyalık ve husûmet derdiyle mültehap (iltihaplanmış) bulunan o vücuda, iltihâbı tezyid eden (ziyadeleştiren) Hamidîlik icrâ etmek ve ilâ âhir (ve bunun gibi hatalar), acaba tedâvi mi, yoksa tesmîm midir (zehirlenmek midir), melekü’l-mevte (ölüm meleğine) yardım etmek midir?” tesbitiyle, bu istismarın ihtilaf, husûmet, kavga, anarşiyi daha da derinleştirip yaygınlaştıracağını haber verir. Bu tür bir istismardan sakındırır. Bunu “daha ölmeden ölmek” olarak tanımlar; bu haliyle Şarkın derdine derman olmayacağını, hastalığı daha da arttırıp ölümcül etkilere sebebiyet vereceğini belirtir. (Münâzarât, s. 25-26)
“HAMİDÎYE” GİBİ KORUCULUĞUN İNTİZAMI… Böylece Bediüzzaman, “mâden-i hayat (haşat mâdeni) ve mazhar-ı şecâat olan hayat-ı Kürdîyi tesis eden, ittihadın temeli ve büyük râbıtası” olarak târif ettiği Hamidiye Alaylarının ıslâhının lüzumu üzerinde durur. Ciddî bir denetime tutulmasının önemini belirtir. Bu hususta “derman hadden geçse, dert getirir, zehir olur” hakikatini izâh eder. Buna misal olarak diğerlerine nisbeten “Hamidiye” olan aşiretlerin gösterdikleri “istidâd-ı temeddünîyi (medenileşme kabiliyetini)” gösterir. “Hamidiyelik”le mensup oldukları “askerlik unvân-ı mübecceli ( yücelmiş vasfı) ile “cennet-i medeniyetin (medeniyet cennetinin, bahçelerinin) ve nerdibân-ı terakkinin (yükselme yolunun) birinci kapı basamağı”na çıktıklarını belirtir. Ve Hamidiye Alaylarının “Meşrutiyetle yeni uyanmış efkâr-ı umumiyenin (kamuouyun) dürbünü ile müstakbelde keşfdeceği meadin-i hayat-ı milliyeyi (millî hayatın mâdenlerini); ve öteden beri hükûmet-i Osmaniye ile râbıta-i lâyenfeki (ayrılmaz parçası) olan sadâkâtı tahkim ve te’sis eden ve sebeb-i kemâl olan askerlik ünvânı” ile “vahşet, ihtilaf, aşairlik ve hükûmetsizlik (düzensizlik ve otorite boşluğu)”dan doğan fenâlıkları ifna ettiğini bildirir. (Şûra-yı Ümmet Gazetesi, 19.Kasım.1908) Yapılacak olan ecnebilerin istilâsını defeden, ifsad odaklarının ihtilaf, fitne ve fesadına karşı milletin birlik ve bütünlüğüne hizmet ettiği devlet arşivlerinde yer alan Hamidiye Alayları gibi “koruculuk sistemi”nin de kaldırılması değil, ıslâhıdır. Kısacası Bediüzzaman’ın “Hamidiye Alaylarına Dair Beyân-ı Hakikat” başlıklı makalesindeki tespitiyle, “lağvı değil, zararı def’ ve büyük menfaati temin edecek intizamıdır.” 13.05.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Cehenneme dönen Cennet: Svat Vadisi |
Pakistan’da Svat Vadisinde tam bir insanlık dramı yaşanıyor. Pakistan’ın İsviçresi denilen, turist cenneti Svat vadisi cehenneme döndü. 500 bin insan çoluk çocuk kaçmaya çalışıyor bölgeden. Her gün onlarca masum insan ölüyor. Pakistan, ABD’ye yaranabilmek için sivillerin bulunduğu bölgeleri bile bombalıyor. Haberlere bir bakın, yakınlarını kaybetmiş gözü yaşlı insanlara. Savaş uçakları, silâhlı helikopterler, Taliban güçlerini vadiden çıkarmak için bomba yağdırıyor. Güvenli BM kamplarına ulaşanların sayısı üç yüz bini geçti. Bunlar 2008 yılı Ağustos ayından bu yana kabile bölgelerindeki evlerinden kaçan 555 bine eklenince, ortaya korkunç bir insanlık dramı çıkıyor. Amerika önce Pakistan Devlet Başkanı Zardari’nin ardından desteğini çekme tehdidiyle, onu zayıflattı. Navaz Şerif önderliğindeki muhalefete yakınlık gösterdi. Koltuğunun elinden gitmesinden endişe duyan Zardari’ye bu kez Taliban’ı ülkeden çıkarması için baskı yapmaya başladı. “İstekliyiz yeter ki bizi destekleyin” diye yardım istemeye başladı Zardari. Peki kime karşı kimden yardım istiyor? Taliban ve el-Kaide’yi kim kurdu? Siklon (Kasırga) Operasyonunu kim yürüttü yıllarca? 1986 ila 1992 yılları arasında Pakistan’daki kamplarda 100.000 militanı kim eğitti? ABD, Virginia’daki CIA kampında Taliban liderleri eğitilmedi mi? Siklon operasyonu CIA ve İngiliz gizli servisi MI6’in uzun süreli bir operasyonu idi. Amaç Sovyet işgaline karşı yetersiz gördükleri Afgan mücahitleri güçlendirecek başka güçler bulmaktı. Pakistan Gizli Servisi ISI ile CIA, Pakistan’da kurulan yüzlerce yeni kampta on binlerce gence eğitimin yanı sıra savaşmayı öğrettiler. Milyonlarca dolar akıtıldı yıllar boyu bu kirli oyunlara. Afganistan’da savaş bitince, yeni hedefler bulunması gerekti bu binlerce silâhlı insana. Onların eğitip yetiştirdikleri Taliban ve el-Kaide, şimdi ABD tarafından baş düşman ilân edildi ve Afganistan yetmiyor gibi, Pakistan da kan gölüne çevriliyor. ABD Merkez Kuvvetleri komutanı General David Petraeus “Pakistan’ın el-Kaide’nin ana üssü” olduğunu ilân etti. el-Kaide ve Taliban’ı kontrol etmek için bu ülkeye yoğunlaşacaklarını söyledi. Olan Pakistanlıya oluyor. Peki Amerika’nın Pakistan’ı yeni tehdit olarak görmesinin sebebi ne? Ne oldu da, ABD Afganistan savaşını Pakistan’a kaydırmaya karar verdi? Avucunun içi gibi bildiği Afganistan’da yok edemediği el-Kaide’yi Pakistan’da nasıl yok edecek? Sorular çok. Bu soruların cevabını şu anda ABD’deki az sayıda kişi dışında kimse bilmiyor. Ancak bilinen o ki, Pakistan’ı karanlık günler bekliyor. Amerika kendi ürettiği Frankeştayn’ı bahane edip, bölgedeki varlığını güçlendirirken, masum insanlar ölmeye devam edecek gibi görünüyor. 13.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Ergenekon ve darbe |
Ergenekon operasyonunun en kritik ve kilit noktalarından biri, Deniz Kuvvetleri eski Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek’in günlüklerinde anlatılan darbe girişimleri. Tarih 2003-4. Yani AKP’nin 3 Kasım 2002 seçimiyle tek başına iktidar olduğu dönem. Darbe planlarında adı geçenler, kuvvet komutanları. İkinci iddianamede, darbe günlükleriyle ilgili hususların ayrıca ele alınıp incelenmek üzere dosyadan ayrıldığı belirtilmiş ve kısa bir süre sonra, söz konusu darbe girişimlerini önlediği belirtilen dönemin Genelkurmay Başkanı e. Org. Hilmi Özkök’ün Ergenekon savcısı Zekeriya Öz’e saatlerce ifade verdiği haberi gelmişti. Diğer bazı komutanların da ifade vereceği haberini ise Savcılık yalanladı. Ayrıca Genelkurmay açıklamalarıyla Başbuğ’la Büyükanıt’ın beyanlarında, darbe günlükleriyle ilgili bir belgenin bulunmadığı ve TSK içinde Ergenekon’a dair soruşturma açılmadığı, defaatle vurgulandı. Ve şu an itibarıyla netleşmiş gibi görünen husus, Ergenekon’da hedefin, AKP iktidarını devirmeyi amaçlayan, ama “teşebbüs” aşamasını geçemeyip akim kalan darbe girişimleri olduğu. Ancak askerin tavrı, bu girişimlerden dahi hesap sorulup sorulamayacağı istifhamını yine şu an için cevapsız ve muallâkta bırakıyor. Ergenekon cephesinin “hukuk” ayağında seslendirilen “Teşebbüs aşamasında kalıp sonuca ulaşmayan darbe girişimi suç sayılamaz” şeklindeki “içtihat”lar, bu belirsizliği daha da katmerliyor. Bakalım, Ergenekon operasyonu, asker ve yargı cenahlarındaki bu tavrı aşabilecek, sonuca ulaşabilecek ve ülkenin önünü açabilecek mi? Bilindiği gibi, darbelerin kanunu öteden beri şöyle ifade edilir: Başarılı darbenin hesabı sorulamaz; çünkü mutlak güç darbecinin eline geçer ve onun kurduğu düzen hükümferma olur. Başarısız darbecinin ise hayat hakkı dahi olmaz. Nitekim 27 Mayıs darbesini yapanlar devlete kayıtsız şartsız hakim olup yeni bir düzen tesis ederken, sonraki birkaç yıl içinde gerçekleşip de akim kalan darbe girişimlerinin sorumluları, başarısızlıklarının bedelini canlarıyla ödediler. 27 Mayıs’tan yarım asır sonra gelinen noktada ise ne yeni bir darbe yapılabiliyor, ne de darbe girişimlerinden hesap sorulabiliyor. Böyle tuhaf ve de karmaşık bir kilitlenme söz konusu. Bunda, Ergenekon sanığı kimi emekli üst düzey komutanlara atfedilen beyanlarda belirtildiği gibi, AB süreci başta olmak üzere ortaya çıkan yeni dinamiklerin ve değişen şartların klasik darbe dönemini kapatması yanında, 27 Mayıs’ta kurulan, 12 Eylül’de tahkim edilen ve 28 Şubat’ta pekiştirilen darbe düzeninin postmodern müdahale teknikleriyle devam ettirildiği, dolayısıyla yeni darbelere ihtiyaç kalmadığı gerçeğinin de önemli ölçüde payı ve etkisi olmalı. Ki, Ayışığı, Sarıkız, Yakamoz v.s. gibi isimler verilen 2003-4 darbe girişimlerinden hesap sorulamayışının dayanağı da, 1982 anayasasıyla sıkı şekilde korunan bu yerleşik darbe düzeni. Zaman içinde, özellikle AB sürecinde birçok maddesi değiştirilmekle birlikte hâlâ özüne dokunulamayan ihtilâl anayasası yürürlükte kaldığı sürece bu durumun aşılması imkânsız olduğu gibi, Ergenekon soruşturmasından sağlıklı netice çıkması da bu anayasa ile mümkün değil. Ergenekon’la irtibatlandırılan darbe girişimlerinden sadece AKP iktidarını devirme amaçlı olduğu belirtilenler gündemde tutulur, ama onların dahi üzerine gidilmezken, geçmişte başarılı olan, Meclis kapatıp hükümet deviren, başbakan ve bakan asan darbelerle hesaplaşmak ve onların kurduğu düzeni değiştirmek için kayda değer bir çaba gösterilmemesi garip değil mi? Peki, bir taraftan o darbeleri de Ergenekon işi olarak görüp, diğer taraftan onların hedefi ve mağduru olmuş bazı kişi ve kadroları Ergenekonculukla suçlamanın nasıl bir izahı olabilir? Ergenekon’u sulandırıp rayından saptırmanın ve fiyaskoya götürmenin bir yolu da bu mu? 13.05.2009 E-Posta: [email protected] |