|
|
Mehmet KARA |
Akredite gazetecilere ipuçları |
|
Önümüzdeki Çarşamba günü Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ gündeme ilişkin bir toplantısı yapacak. Millî Güvenlik Kurulu toplantısından bir gün sonra yapılacak toplantı İstanbul’daki toplantının bir benzeri mi olacak, yoksa Başbuğ bu sefer soruları da cevaplandıracak mı? Henüz belli değil.
Malûmunuz bir kaç kez yazdık. Yeni Asya ile birlikte 4 gazete daha Genelkurmay’a akredite olmadığından yine (muhtemelen) davet edilmeyeceğiz. “Orada olunsa ne sorulabilirdi?” şeklinde bir düşünceden hareketle şu soruları çıkarttık:
Öncelikle bazı basın-yayın kuruluşlarına uygulanan akreditenin sebepleri nelerdir? Bu çerçevede ‘dağdaki akreditasyon’ olarak medyaya yansıyan haberler konusunda bir inceleme yaptınız mı? İnceleme sonucunda kusurlu bulunursa o komutan hakkında bir işlem yapacak mısınız?
Artık asker darbe yapar mı ya da plânlar mı? Ergenekon olayına nasıl bakıyorsunuz? Eski Genelkurmay başkanlarından Hilmi Özkök’ün “Artık darbeler dönemi kapandı” tesbitine katılıyor musunuz?
Anayasanın tamamıyla değiştirilmesi konusunda görüşünüz nedir? Bu kapsamda YAŞ kararlarına yargı yolunun açılması gerekir mi?
“Peygamber ocağı” dediğiniz askerî birliklerdeki yemin törenlerine bundan böyle başörtülü eş, anne ve yakınları alınacak mı?
Bu soruları akredite olan meslektaşlarımız sorar mı bilmeyiz, ama ilk anda aklımıza gelen sorular bunlar. Bakarsınız, akredite olan meslektaşlarımız bu soruları sorarlar veya Org. Başbuğ bu sorulara fırsat vermeden bu konulardaki görüşlerini açıklar.
* * *
KİVİ Mİ, MUZ MU?
Resmî tatillerin çok olduğu hep tartışılırdı, şimdi bir tatilimiz daha oldu.
TBMM Genel Kurulunda, Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkındaki Kanununda Değişiklik Yapan Kanun Tasarısı kabul edilerek yasalaştı. Böylece, kanunla, tatil günlerine, “Emek ve Dayanışma Günü” adıyla, 1 Mayıs da eklenmiş oldu.
Kanunun Meclis’teki görüşmelerinde ilginç tartışmalardan birisi dikkatimizi çekti.
AKP’nin sendikacı kökenli milletvekili Agâh Kafkas’ın konuşması sırasında CHP ve DTP milletvekillerinden çokça sataşma yaşandı. Kafkas’ın, “Önce demokrasi ve demokratik zemin içerisinde mücadele yapmayı öğrenelim. Yani hem demokrasinin kodları konusunda sıkıntımız olacak, hem demokrasi hem terör diyeceksiniz, bu ikisinin bir arada oluyor olma şansı yok. Ve gelin, artık Türkiye bir muz cumhuriyeti değil, Türkiye demokratik, laik, sosyal hukuk devleti...” sözlerine CHP Ankara Milletvekili Zekeriya Akıncı’nın cevabı gerçekten ilginçti: “Sizin döneminizde kivi cumhuriyeti oldu; muz cumhuriyeti değil, kivi cumhuriyeti!”
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamalarından bir gün önce yapılan bu “kivi mi, muz mu?” tartışması bize ilginç geldi.
* * *
“KAMUSAL ALAN”… O DA NE?
Kanunsuz başörtüsü yasağı hem üniversitelerde hem de kamu da devam ediyor. Bu yasağı protesto etmek amacıyla “İnanç özgürlüğü platformları” Türkiye’nin bazı illerinde yasağın kalkması için eylemlerine aralıksız devam ediyor.
Dün itibarıyla Kocaeli’nde 210, Van’da 138, Ankara’da ise 169. eylemler yapıldı. Yılmadan, kar, kış, yağmur demeden haftalardır bu yasağın kalkması için seslerini duyurmaya çalışıyorlar.
Gazetemizde yayınlanan bir haber dikkatinizi çekmiştir. ABD’nin yeni başkanı Barack Obama, danışmanlığa bir bayan atadı. Gallup Müslüman Araştırmaları Merkezi’nde çalışan Mısır asıllı Dalia Mogahed, Obama’ya “Müslümanların karşılaştıkları önyargı ve yaşadıkları sorunlar” konusunda danışmanlık yapacak. Mogahed, dinin emri olan başörtüsünü taktığı için hemen dikkat çekti. Obama, Bush yönetiminin imajı silmek amacıyla bu atamayı yapmış olabilir ama “burası kamusal alan” gibi bir şey söylemeden sadece bayan Mogahed’in beynindeki fikirlerine baktığını ortaya koymuş oldu.
Ankara’daki inanç özgürlüğü platformunun geçen haftaki eyleminde bu konu gündeme gelirken, bu gelişmenin “ümit verici” olduğunu vurgulandı. Açıklamada nüfusunun yüzde 99’ı Müslüman olan Türkiye ile ABD’deki bu atama karşılaştırıldı ve “Bizler bu zihniyeti hiç anlayamadık!” denildi. Zaten kimse bu yasağın kanunsuz nasıl devam ettiğini anlayamıyor…
26.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
“Öğrenci Meclisi” gündemi yakalamış |
|
23 Nisan törenlerinde öğrencilerin ‘titreme’si ve ‘yırtık ayakkabı’lar haklı olarak gündemi meşgul etti. Soğuk sebebiyle titreyen öğrencilerin hesabını veren olmadı, ama ‘yırtık ayakkabı’ya inandırıcı olmasa da bir açıklama geldi. Güya törene katılan öğrenci, evden aceleyle çıktığı için ‘tören ayakkabısı’nı yanına almayı unutmuş. (Milliyet, 25 Nisan 2009) Biz de bu açıklamaya inandık tabiî!
23 Nisan faaliyetleri çerçevesinde bir araya gelen “Öğrenci Meclisi”nde de dikkat çekici konuşmalar yapılmış. İllerini temsilen Ankara’ya gelen ‘vekil öğrenci’lerin bir kısmı, okullarda devam eden başörtüsü yasağını gündeme taşımış ve yasağın sona ermesini istemiş. Gündemi yakalayan bu konuşmalar, nedense bazılarını rahatsız etmiş.
Gazetelerdeki haberlere göre TBMM’de 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı dolayısıyla 6’ncısı toplanan ‘Türkiye Öğrenci Meclisi’ne sadece 5 İHL öğrencisi katılmış. Neyse ki ‘öğrenci meclisi’nin başına İHL mensubu bir öğrenci gelmemiş, buna da sevinenler olmuş...
Ancak ‘meclis başkanlığı’na bir İHL mensubunun gelmemesine sevinenler, Gümüşhane Kelkit Lisesi öğrencisinin konuşmasında başörtüsü yasağından şikâyetçi olmasından dolayı rahatsız olmuşlar. Onlar İHL öğrencilerinden böyle bir konuşma beklerken, ‘düz lise’ öğrencisinin böyle bir konuşma yapmasından dolayı moralleri bozulmuş! ‘Düz lise’ öğrencisi şöyle demiş: “Liselerde, üniversitelerde, hatta kamu kurumlarında başörtüsü sorunu çözülsün ve üniversitedeki ablalarımız, kızkardeşlerimiz başörtüsü sorunu için okumamazlık yapmasın.”
İşe bakın ki Malatya Hekimhan Lisesi’nden bir öğrenci de, “Eğer ki ben başımı açıp medeni olacaksam, başımı kapatıp medeni olmamayı tercih ederim. Artık bu soruna bir çözüm bulunsun, ayrımcılık yapılmasın. Konuşmamı Mehmet Akif’le bitireceğim: ‘Medeniyet dediğin açmaksa bedeni, Afrika’daki bedevi senden daha medeni’” deyivermiş. “Öğrenci Meclisi”ndeki hadise bununla da bitmemiş, Siirt Cumhuriyet İlköğretim Okulu’ndan toplantıya katılan bir öğrenci de “Sözlerimi kutsal kitabımız Kur’ân’dan ‘Yaradan Rabbinin adıyla oku’ âyetiyle bitiriyorum” demiş. Bütün bu çağrılar üzerine başka bir öğrenci de “Türban burada yer almasın” diyerek ‘tabu’lara sığınmış... (Agg, 25 Nisan 2009)
Öğrencilerin kendi ‘meclis’lerinde yaptıkları bu tartışma keşke büyüklerin meclisi olan TBMM’ye de örnek olsa. Öğrenci meclisindeki konuşmalar, duyguların ifadesi olarak tarihe mâl oluyor. Oysa başörtüsü yasağı gibi önemli konuda asıl söz sahibi TBMM’deki vekillerimizdir. Onların atacağı kararlı ve sağlam adımlarla bu yasak sona erebilir ve ermelidir.
Öğrenci meclisinde yapılan bu konuşmalar, onların gündemi yakaladığını göstermesi yanında ümitvâr olmamızı da gerektirir. TBMM’nin, devam eden başörtüsü yasağını unutması, sanki böyle bir yasak yokmuş gibi davranması, bu konuyu hiçbir sûrette gündemine taşıyamaması ise garip bir durum...
İnşallah gerçek vekiller, ‘öğrenci vekiller’i örnek alır ve bu yarayı tedavi eder...
26.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Şeriat ikidir |
|
Şeriatı anlamaya gayret ederken, Üstad Bediüzzaman’ın yaptığı “iki şeriat” tasnif ve tarifini atlarsak konu eksik kalır.
Eserlerde bu konunun geçtiği yerlerden biri, Mektubat’ın sonundaki Hakikat Çekirdekleri:
“Şeriat ikidir: Birincisi; âlem-i asgar (küçük âlem) olan insanın ef’al ve ahvalini (fiil ve hallerini) tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır. İkincisi; insan-ı ekber (büyük insan) olan âlemin harekât ve sekenâtını (hareketlerini ve duruşlarını) tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir.” (s. 810)
Şeriat tartışmaları bu eksende yürütülürse, birçok şey çok daha kolay anlaşılır, netleşir, aydınlanır ve şu anki görünümüyle adeta tam bir kördövüşü haline gelen kilitlenmeden de çıkılır.
Özellikle, Üstadın yanlış olarak tabiat diye isimlendirildiğini belirttiği ikinci şeriat tarifine odaklanacak bir fikir alış verişiyle çok verimli sonuçlar üretilir ve gereksiz polemikler bitirilir.
Çünkü o tarifin kapsadığı alan, bilimlerin okuyup anlamaya çalıştığı kâinat kitabını içine alıyor. Astronomiden coğrafyaya, fizik, kimya ve biyolojiden matematiğe, botanik ve zoolojiden tıp ve eczacılığa... tüm fenler, semâ, arz ve canlılar âlemi sayfalarındaki sırları keşfe çalışıyor.
Her bir bilim dalı, kendi alanındaki varlıklara ve işleyişe dair Yaratıcının koyduğu fıtrî kanunları tesbit çabalarına paralel olarak gelişiyor.
Ve her bir fennin özü, esası, dayandığı nokta, Allah’ın güzel isimlerinden en az birine istinad ediyor. Üstadın verdiği örneklerle, mühendisliğin hakikati Adl ve Mukaddir isimlerine; tıbbın nihayeti Şâfî ismine; fenn-i hikmet (felsefe) Hakîm ismine dayanıyor. (Sözler, s. 415 ve 1020)
Aynı mânâlar, tarihten antropoloji ve sosyolojiye, psikolojiden iktisat ve siyasetbilimine, bilumum beşerî ilimler için de geçerli. Onlar da “insan-ı ekber” olan âlem kitabının sema ve arzdan sonra üçüncü cildini oluşturan “küçük âlem” insanla ilgili fıtrat kanunlarını inceliyorlar.
Günümüz medeniyeti, bütün bu kanunları okuyup keşfeden kolektif aklın, onlardan istifade ederek geliştirdiği ve ayrıca Peygamber mucizeleriyle işareti verilip nihaî hudutları çizilen teknoloji ve hayat standartlarıyla meydana geldi.
Bunun sosyal hayattaki tezahürleri ise bireyi, hak ve özgürlükleri, hukuku, demokrasiyi öne çıkaran; devlet ve toplum alanlarındaki düzenlemeleri adım adım fıtrat çizgisine, yaratılış kanunlarına yaklaştıran sistemler geliştirmek oldu.
Temizlik, intizam, çevre duyarlılığı, herşeyin insanı merkeze alan bir anlayış ekseninde tanzim edilmesi... yine aynı gerçeğin yansımaları.
Onun için, Avrupa’ya, Amerika’ya, Avustralya’ya... giden Müslümanların ortak tesbiti, İslâmın birçok prensibinin oralarda çok daha iyi yaşandığı yönünde. Gerçi eksik ve kusurlar elbette ki var ve yanı sıra, özellikle dış politikalarda hegemonya ve sömürü yer yer hâlâ hükümferma; ama kendi iç düzenlerinde, adı konulmamış bir “fıtrî şeriat düzeni”ni büyük ölçüde uyguladıklarını söylemek, her halde yanlış olmaz.
Ve işin ümit verici taraflarından biri olarak, tedricî bir tekâmül seyri içinde, bu eksikleri tamamlayıp kusurları telâfi etme süreci yaşanıyor.
Allah’ın kâinatta ve insanlık âleminde koyduğu yaratılış kanunlarına uyulduğu veya yaklaşıldığı ölçüde, “fıtrî şeriat düzeni”nin öngördüğü huzur ve dengeye kavuşma yolu açılırken, vaki sapmalar ise kaos, kargaşa ve sıkıntı getiriyor.
Sonuçta, medeniyetin hasenatı, iyilik ve güzellikleri olarak ortaya çıkan herşey, yaratılış âleminde hakim kılınan fıtrî şeriata ve beraberinde semavî dinlerin getirdiği değerlere dayanıyor.
Aynı medeniyetin maalesef ağır basan seyyiatı, kötülükleri ise, söz konusu şer’î kanun, ölçü ve değerlere kulak asıp meydan okuyan materyalist ve dünyaperest bakış açısının eseri ve ürünü.
Bunları izale edip yeniden güzellikleri hakim kılmanın yolu, birbirini tamamlayıp açıklayan her iki şeriatı da iyi anlayıp yaşamaktan geçiyor.
26.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
Sabretmek en büyük tedbir |
|
Köşemizin adının “Geniş Açı” olmasından istifade ederek, hekimlerin hoşgörüsüne sığınıp bu sabah sağlığınıza el atıyoruz. Çok basit tedbirlerle daha sağlıklı bir hayat sürmek mümkün. Bu Pazar sabahı, kendinize ayıracak vaktiniz varken aşağıdaki araştırmalara dayalı basit tedbirleri alın ve biraz daha sağlıklı bir hayata merhaba deyin. Tıbbın tesbitlerine geçmeden, hayata bir imtihan gözüyle bakıp, halimize daima şükretmenin ve hastalıklara sabretmenin en büyük tedbir olduğunu bir kez daha hatırlatalım. Sizin de böyle tesbitleriniz ve tavsiyeleriniz varsa bize e-posta ile iletin paylaşalım..
***
Günlük olarak burnunuza tuzlu su çekmek sağlığınızı korumanıza ve alerji semptomlarını savuşturmanıza yardım edebilir. Michigan Üniversitesi Sinüs Merkezi ortak başkanı Doç. Dr. Melisa Pynnonen, tuzlu suyla burnu boşaltmanın bahar alerjileri, burun tıkanıklığı ve nezle sonrası akıntılardan kurtulmanın ucuz ve kolay yolu olduğunu söylüyor.
***
Meyve ve sebzeyi bol yemek, vücudun kendi aspirinini yapmasına yardım eder. En çok yabanmersininde bulunan benzoik asit, meyve ve sebzelerde bulunan tabiî bir madde olup, aspirinin temel unsuru olan saliklik asidi vücudun üreterek, aspirinin ağrı kesici özelliklerini sağlayabilir.
***
Öğleyin 20 dakikalık bir şekerleme (kaylule), sizin uyanıklığınızı, şevkinizi ve verimliliğinizi arttırabilir. William Anthony (‘İşte Kestirme San'atı’ adlı eserin ortak yazarı) bu şekerleme sonrası tazelenme duygusunun birkaç saat sürebileceğini belirtiyor. Yunanlı yetişkinler arasında yapılan bir araştırmada haftada üç kez öğleyin şekerleme yapan kişilerin kalp hastalığıyla bağlantılı ölüm yaşama riskinin yüzde 37 oranında azaldığını ortaya koydu. Böylece Resulullah’ın (a.s.m.) sünnetinin önemini tıp bir kez daha teyit ediyor.
***
Sigara içenlerin sabah uyandıklarında kendilerini hiç dinlenmemiş hissetme oranları içmeyenlere göre daha yüksek. Çünkü gece uykusunda uyanmaya sebep olan semptomları daha sık yaşarlar. Sigara içenlerin işitme kaybına uğrama riskleri içmeyenlere göre 1,69 kat daha fazladır. Çünkü sigara işitme sistemini besleyen zehir temizleyici mekanizmaları ve kan damarlarını etkiler. Bugün sigarayı bırakmaya ne dersiniz?
***
Bir grip ya da üst solunum yolu enfeksi-yonuna yakalandıktan sonraki üç gün içinde kalp krizi geçirme riski üçte bir oranında artı-yor. Houston’da bulunan Texas Üniversitesi Sağlık Bilimleri Merkezindeki araştırmacılar, grip aşısı yaptırılması halinde yalnızca Amerika’da 90.000 kalp krizinden ölüm vak'asının önlenebileceğini belirlediler.
***
Düzenli nefes alıp vermek toksinlerden arınma ve bedenin yenilenmesine yardım eder. Bunun için altı saniyelik pratik yapmak gerek. Üç saniyede derin nefes alıp üç saniyede de vermek ve bunu düzenli yapmak, nefesin akciğerlere tam olarak dolup boşalmasını ve vücuda daha fazla oksijen yayılmasını sağlar. Yalnızca nefes alıp vermeyi bilinçli yapmak, vücut sağlığımıza önemli faydalar sağlayabilir.
***
Dik durmak ve oturmak size sağlıklı nefes alma, boyun ve sırt ağrılarından kurtulma, dolayısıyla enerjinin bedende daha iyi dolaşımı imkânı kazandırır. Bunun için özellikle masa başında, bilgisayar başında oturanların sık sık ayağa kalkıp dik omuzlarla bir tur atması tavsiyeye değer. Böylece sağlıkla birlikte iş verimi de artar.
***
Her gün gülün. Araştırmalara göre gülmek stres hormonlarını azalttığı gibi, kasları da gevşetir. Gülme daha derin nefes almanıza, bağışıklık sisteminizin güçlenmesine, ağrının azalmasına ve düşük tansiyonun çözümüne katkıda bulunur. Çok öfkeli olduğunuzda ayna karşısına geçip onbeş saniye zorla gülümse-meye çalışmak, sizin öfkenizin çoğunu alıp gidebilir. Aynı şekilde bebek sevmek, evcil hayvanınızla oynamak da benzer etkiler yapar.
Bol tebessümlü bir Pazar dileğiyle.
26.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Atike ÖZER |
Bana her şey Seni hatırlatıyor |
|
“Allah’ım beni bir an bile nefsime uydurma” duâsıyla yakardığını biliriz Hz. Peygamber’in (asm). Daima kötülüğe sevk eden bir programla yaratılmışız. Yani nefs-i emmâre ile beraber nefes alıyoruz...
İnsan ne melek, ne de şeytan. Ama ikisine de ulaşacak istidat taşıyor. Dibe vurma veya arşa çıkma mücadelesi içinde...
İnsan bir başkasının güzelliklerini örnek alıp onu model edinebilir. Ama yarışı onunla değil kendiyle yaparsa ilerleyip kemâle ulaşır. İnsan yarışı başkası ile yapmaya kalkınca rekabet başlar. Bu da düşmanlığa, kıskançlığa, kine, intikama götürür insanı. Oysa insan insanla düşman olmak için değil kardeş olmak için yaratılmıştır. Böyle der Yüce Yaratıcı inanan kullarına: “Mü’minler ancak kardeştirler.” Biz, olsak olsak ancak kardeş olabiliriz. Başka birşey değil. “İnsanlar ya dinde kardeştir, ya da hilkatte kardeştir.” Hz. Ali’nin (ra) bu sözünü görmemezlikten gele gele ne hâle gelmişiz görünebiliyor mu?
Kardeş olduğumuz unutulunca tehlike başlıyor. Rekabetin tabiî sonucu olan hırs ve kıskançlık başlıyor. Bu durumda ki insan, kardeşlerini rakip ediniyor. Rakiplerini geçemezse onların hızını kesmeye çalışıyor. Kardeşlerinin hiç hak etmedikleri muâmelelerde bulunuyor. Oysa hiçbir insan bir başkası tarafından aşağılanmayı, kırılmayı, ezilmeyi hak etmez.
***
Sevdiğimiz, beğendiğimiz her şeyi nefsimiz hesabına seviyorsak, kıskançlık başlar. Hayatımızı kıskançlık krizlerine boğarız. Elimize geçenleri paylaşamayız. İhtiyaç sahiplerini unuturuz. Elde edemediklerimize de düşmanlık besler, her fırsatta zarar vermek için uğraşırız. Oysa her şeyi Allah hesabına sevebilirsek, kapsayıcı ve kuşatıcı oluruz. Yani “Her ne güzellik varsa, bu Allah’tandır. Allah bunu böyle güzel, iyi dilemiş ve yaratmış. Benim olmasa da zararı yok. Zira bende de başka güzellikler var etmiş Yaratıcı” diyerek bizdeki kabiliyetleri Allah adına açığa çıkarmalıyız. Başkasındakileri de takdir etmeli, desteklemeliyiz. Zira her bir güzellik, Allah’ın isimlerinin tecellisidir. Akıllı insan Allah’tan gelen bu tecellîleri kıskanır mı, yoksa hayretle seyreder mi? Hayretle seyredebilirse kendinde olmayan şeyleri değil kıskanmak onlara muhabbet duyacaktır. Zira hased ettiği her bir şey Allah’ın isimlerinin tecellileridir.
Bu bakışla temizlenir ve arınırız. Her an Huzur’da olabiliriz. Bizde olmayıp da başkasında olan her şey, bize Allah’ı başka bir pencereden seyrettirebilmeli. Eğer o bakışı yapamıyorsak, Allah’a değil nefsimize itaat etmekte olduğumuzu hatırlayıp toparlanmalıyız. Hem hased ettiğimiz bütün iyilikler, güzellikler, zenginlikler, maharetler, akıllar, zekâlar, ilimler, başarılar kendinde olsa zavallı insan bütün bunları kaldırabileceğini mi sanıyor? Kendinde bir şey olmadığı halde nefsi ve şeytanı aldatınca nasıl da kendini bir şey zannedip şımarıyor. Gözü kimseyi görmüyor. Allah’ın varlığının yanında bir zerre olduğunu unutuveriyor. Allah’ın,—faniye bakan yönüyle—sinek kanadı kadar değer vermediği dünya ve içindekilerle kendini nasıl da havalarda sanıyor. Yüksek görüyor.
Her ne iyilik ve güzellik varsa Allah’tandır. Bize O’nu tanıtır, Allah’ı hatırlatır.
Kıskanırsak acı çekeriz ve kendimizi bozarız, yanarız. Hem de Allah’ın taksimâtına karşı geldiğimiz için Allah’a isyan etmiş oluruz. Bu isyan da insana yakışmaz! Zira insan, Cenâb-ı Allah’ın en güzel kıvamda yarattığı eserdir.
Onurumuzu kaybettiğimiz zaman, kazanacağımız yarışlar bizi hiçbir zaman yüceltmez.
Başkalarının önüne geçerek önde olamayız.
Birilerine yardım ederek, öne çıkararak, arkada kalmayı tercih etmek liderliğin tâ kendisidir.
Hazırcılık ve kolaycılık insanları bitirir. Düşünen, üreten, çalışan insan kemâlâta gider. Taklitçilik, kopyacılık, yerinde saydırır. Bir insan için her zaman yapacağının daha iyisi vardır. İki günü bir olan aldanmıştır, ziyandadır.
Demek ki insanın fıtrî vazifesi taallümle tekemmüldür. Yani öğrenerek, çalışarak, uğraşarak, mükemmelleşmektir.
Aklın doğruya sevk ettirilmesi, insanın şahsî kemâlâtına giden yolda yoldaşlık eder. Aklın doğru kullanımı, dünya ve ahiret saadetini elde etmeye vesiledir. Bu da insanın, Allah’tan hakkıyla korkması ile olabilir. ‘Eğer hakkı ile korkup sakınırsanız, doğru ile yanlışı ayıracak bir nur veririm’ diyor Cenâb-ı Allah. İşte insan ulaştığı bu nurla; doğruyu eğriden, güzeli çirkinden, hakkı batıldan ayırt etme kabiliyetine eriştirilir. Demek aklımızı geliştirmek ve doğruda kalabilmek Allah’tan hakkıyla korkmakla oluyor. Allah’tan hakkıyla korkmak da, O'nu hakkıyla tanımakla olur.
Her şey O’nu anlatır, O’ndan haber verir, O’nu hatırlatır...
26.04.2009
E-Posta:
|
|
Mehtap YILDIRIM |
Bahar çiçekleri |
|
Yeryüzünün “kış uykusu” denilen ölüm hâli sona erdi ve yeryüzünde yeni bir diriliş başladı. İlâhî emirle muntazam bir ordu gibi ortaya çıkan kuşlar, böcekler ve taptaze meyvelerle geldi bahar. Ellerinde rengârenk nazenin çiçeklerle, sıcacık bir tebessümle geldi bahar.
Kışın sert ayazları sona erdi, toprak kefenini yırttı ve taptaze bir hayat fışkırdı. Vagonlarla, sofralarla, gül uzatan dallarla geldi bahar. Ve cennetâsâ bir mevsim başladı. Muhabbetle ve müjdelerle geldi bahar…
Bizler böyle bir bahara daha kavuştuk. Ne kadar şükretsek azdır. İnsanlar arasında kışta gelip baharı göremeden gidenler de vardır. Kendileri göremese de gelecek nesillerin görmesi için zemin hazırlarlar. “Acele ettim kışta geldim, sizler cennetâsâ bir baharda geleceksiniz” diyen Bediüzzaman Hazretleri, kendi hayatını fedâ ederken, gelecek nesillere bir bahar müjdesi veriyordu. Çünkü yaşadığı dönem, mânevî bir kış mevsimini andırıyordu. Gaflet ve dalâlet rüzgârları, ihanet fırtınaları estiriyor, cehalet ve atalet bulutları, zulmet yağdırıyordu. İman esasları temelden sarsılmış, Kur’ân çiçekleri bir bir solmuş, İslâm’ın kökleri kurumaya yüz tutmuştu. “Kurt gövdeye girmişti”, imanın esaslarını kemirmeye başlamıştı.
İfsat komiteleri İslâm coğrafyasına tefrika tohumları saçıyor, bir süre sonra o topraklarda parçalanmayı netice veren zakkum çiçekleri açıyordu. Bunlardan daha vahim olanı ise, milletin ümidi sönmek üzereydi. Yeis kalpleri karartmış, milletin hamiyet duygularını öldürmüştü. Bazı ehli hamiyet insanlar bile, “Zaman âhirzaman, gittikçe kötüleşecek” diye düşünüyorlardı. Yeni bir bahara ve taze bir başlangıca ihtiyaç vardı. Mehmed Akif gibi iman dolu yürekler, “O nuru gönder İlâhî asırlar oldu yeter / Bunaldı milletin afakı bir sabah ister” diye feryat ediyordu.
“İslâm’ın son ordusu” çeşitli cephelerde bozguna uğramış, İslâm toprakları parça parça olmuştu. Avrupalılar Osmanlılara “hasta adam” derken Ruslar da İslâm’ın bir daha toparlanamayacağını düşünüyorlardı. Şeyh San’an Tepesinde Üstad Bediüzzaman geleceğe dair ümit dolu planlar yaparken, Rus polisi kendisine “Heyhat, şaşarım senin ümidine, İslâm parça parça olmuş” diyordu. Üstadın verdiği cevap ise çok manidardı: “Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimâl verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır” diyerek İslâm’ın baharını müjdeliyordu.
Hiçbir güç, gelecek baharın önünde duramayacaktı. Sancılı, acılı, zahmetli, fakat rahmetli bir süreç başlıyordu. Ehli iman ve ehli hamiyet olanların bile ümidini kesip, artık ölümü beklercesine yeise teslim olduğu bir zamanda, ufukta en ufak bir ümit ışığının görünmediği bir ortamda Bediüzzaman Hazretleri “Bir ışık, bir nur görüyorum” diye müjdeler veriyordu. Bu ne keskin bir bakış, ne büyük bir feraset idi ki, herkesin karanlığa teslim olduğu bir zamanda, uzaklardaki ışığı görüyor, gelecek baharın müjdesini veriyordu.
Ve gün geldi, o zemheri kışın ayazı yavaş yavaş kırılmaya başladı. Kalplerde ve gönüllerde iman esasları yeniden canlandı. Vatan sathı Nurların okunduğu ve okutulduğu bir mektep haline geldi. İmanın kaleleri tamir edilip eski ihtişamlı hâline getirilirken, dalâlet kaleleri bir bir yıkıldı. Asrın mânevî mimarı, görevini yapmış olmanın huzuru içinde şu müjdeyi veriyordu: “Merak etmeyiniz, küfrün beli kırılmıştır.”
Yıllarca yasaklanan Ezânı Muhammedî, tekrar vatan semalarında yükseldi. Dinî eğitim veren okullar açıldı. Din üzerindeki baskılar hafifledi, insanlar inancını daha rahat yaşar hâle geldiler. Komünizm denen inkârcı düşünce, bu vatanda tutunamadı. Risâle-i Nurlar karşısında komünizm, güneş görmüş buz gibi eriyip yok oldu. Böylece, “Cennetâsâ Bahar” İslâm ikliminde tahakkuk etmeye başladı.
23 Mart 1960 tarihinde vefat eden Bediüzzaman Hazretleri bizim dünya ve ahiretimizi teminat altına alacak Nurlar ve baharlar bırakmıştı. “Ölümüm hayatımdan ziyade dine hizmet edecek, benim bedelime Risâle-i Nurlar konuşacak” sözünün tahakkuk ettiği bir baharı yaşıyoruz artık. Üstadımızın hiçbir müjdesi ya da sözü hayâlî bir söylem değildi. Hepsi hakikatti. Zaman da bu gerçeği ispatlıyor. Yeryüzü bu baharın çiçekleriyle dolup taşıyor. Çeşit çeşit renklerde, farklı farklı topraklarda olan milletler İslâmiyet güneşi ile Risâle-i Nur rahmeti ile besleniyorlar. Filipinler, Japonya, Malezya, Rusya, Amerika, Avrupa ve daha birçok ülke bu hakikati idrak eden münevver kalplerle dolup taşıyor. Ne mutlu İslâm ikliminde bahar çiçeği olanlara..
26.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Suna DURMAZ |
Darüsselâm selâma hasret kaldı! (2) |
|
Çoğumuz, “chosen people” (seçilmiş halk) düşüncesinin Yahudilere ait bir felsefe olduğunu düşünürüz. Oysa Hıristiyan Siyonistler de kendilerini “Tanrı’nın seçilmiş kulları” olarak düşünürler ve “Dünyayı Tanrı adına idare etme hakkı”na sahip olduklarını iddia ederler.
İsrail’in doğuşu, Deccâl, Hz. İsa’nın dönüşü, sonra şiddet dolu bir dönemin başlaması, son olarak “Armageddon” savaşında Hz. İsa önderliğindeki iyilerin (İyiler: İmana gelerek Hıristiyan olan Yahudi ve Hıristiyanlar); Tanrı adına kötülere (ki; muhtemelen Müslümanlar olacak bu kötüler) karşı savaşmaları ve bu savaştan galip olarak çıkmaları, Kudüs’teki tapınağın (Mescid-i Aksa’nın yerine) yeniden yapılışı ve akabinde barış ve huzur dolu günlerin gelmesi “chosen people” felsefesinin ana hatlarını oluşturur. 1
New York Üniversitesinde “Amerikan tarihi” hocalığı yapan Carl Mirra’a göre, 19. ve 20. yüzyıldan itibaren Amerikan emperyalizmini tetikleyen güç, “Tanrı’nın seçilmiş kulları, Tanrı adına bütün dünyayı idare etme hakkına sahiptir” felsefesidir.
Amerika’nın, İspanyollara karşı bağımsızlık savaşı (1898) veren Filipinlilere yardım etme gayesiyle Filipin adalarına gidip, sonra buraları işgal etmesinin asıl amacını açıklayan 25. AB Başkanı Cumhuriyetçi McKinley’in (1843-1901) “Onları medenîleştirip Hıristiyanlaştırmak bizim vazifemizdir” demesi, Amerikan emperyalizminin sadece maddî güce sahip olma gayesi gütmediğini bâriz bir şekilde ortaya koymaktadır.
11 Eylül olaylarından hemen sonra açıklama yapan Cumhuriyetçi George W. Bush’un olayın faillerine karşı “Crusade” (Haçlı) hamlesi başlattığını söylemesi ve dünyayı “biz” ve “onlar” diye ikiye ayırması, “iyiler” ve “kötüler” felsefesinin 19. ve 20. yüzyılda olduğu gibi 21. yüzyılda da Amerikan dış siyasetine yön vermeye devam ettiğinin açık işaretidir.
Kendini asrın Musa’sı olarak gören George Bush, sözde “teröre karşı savaş” adı verilen “Afganistan ve Irak savaşları”nın felsefesini bakın nasıl açıklıyor:
“God told me to strike Al Qaeda and I struck them, and then he instructed me to strike at Saddam, Which I did” (Tanrı bana “el-Kaideyi vur” dedi, ben de vurdum. Sonra Saddam’ı vurmam için talimat verdi, ben de yaptım.) 2
Amerikan emperyaliziminin dayandığı “seçilmiş halk ve dünyayı Tanrı adına idare etme” felsefesi insanlığa çok acı çektirmiştir. Filipinliler, “Filipinlilere özgürlük getirme” bahanesiyle ülkelerine yerleşen Amerikalılardan bağımsızlıklarını almak için on yıl boyunca savaşmış; 600 bin insanlarını kaybettikten sonra bağımsızlıklarını alabilmişlerdir.
Amerikalıların savaş sebebini, “komünizmin Asya ülkelerine yayılmasına engel olma” olarak gösterdikleri “Vietnam savaşı” (1954-1975) ise insanlık açısından bir fâciadır. 21 yıl boyunca Amerika ve müttefiklerine karşı verilen savaş neticesinde Vietnam, Lao ve Kamboçya 5-6 milyon insanını kaybetmiştir.
Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıldaki savaşı olan “Irak ve Afganistan savaşları”na gelince; her iki ülke de maddî ve manevî olarak büyük kayıp vermiştir. Ve vermeye devam etmektedir maalesef.
“Kitle imha silâhlarını ortadan kaldırma” veya “Irak halkını Saddam Hüseyin’in diktatör rejiminden kurtarma” bahanesiyle 2003 yılı Mart ayının sonlarında Irak topraklarına giren, 9.4.2003’te Bağdat’a girerek, tarih boyunca birçok medeniyete beşiklik yapmış olan ve bin yıl boyunca Müslümanların elinde bulunan bu ülkede işledikleri cinayet, işkence, ihanet, yağmalama gibi daha nice zulüm yüzünden Amerikalıları “Modern Moğollar” diye vasıflandırmak, sanırım yanlış olmaz.
Ekonomi dalında 2001 yılı Nobel ödülünü alan Joseph Stiglitz ve Harvard Üniversitesi Öğretim Üyesi Linda Bilmes’in birlikte hazırladığı rapora göre, Irak ve Afganistan harbinin Amerikan halkına çıkardığı fatura, Pentagon’un açıkladığı gibi 845 milyar dolar değil, 3 trilyon dolardır.3
İşgal neticesinde, sadece Irak’ta 4 binden fazla Amerikan askeri öldü; binlercesi yaralandı. Bundan başka, Stiglitz ve Bilmes’in öne sürdükleri, “Amerikan halkının ödediği savaş giderlerinin faturası 3 trilyonu bulmuştur” tezi doğruysa şayet, maddî ve manevî bakımdan Amerikan halkına çok pahalıya patlayan bu savaş neticesinde, Irak ve Afganistan halkı nasıl bir fatura ödedi acaba!?
Bu sorunun Irak konusundaki cevabı, Irak “el-Zaman” gazetesinin 4.8.2009 tarihinde resmî verilere dayanarak yayınladığı raporda bulunuyor. Teferruatlı bir şekilde hazırlanmış olan bu raporun bir kısmını sizlere aktarmak istiyorum.
İşgal öncesinde Irak’ta, yılda 1000 doktor mezun veren 18 tıp fakültesinin yanı sıra 6 dişçilik fakültesi, 4 eczacılık fakültesi, onlarca hemşirelik okulu, sadece eğitim hastahanelerinde 39 bin yatak, şehir ve kasaba hastanelerinde görev yapan 34 bin doktor vardı. Bu doktorların % 20’si uzman doktor idi.
İşgal sonrasında ise bu durum tamamen değişti. Sağlık ekiplerinden yüzde 70’nin hicret etmesi, hastane binalarında hasar bulunması, âlet ve edevatların çalınmış olması sebebiyle, Irak hastanelerinin yüzde 70’i gerektiği gibi sağlık hizmetlerini yapamamakta. Eczanelerde bulunan ilâçların yüzde 90’ı kayıtlı olmayıp, bunlardan bir kısmı karaborsadan alınan tarihi geçmiş ilâçlardır.
Uyuşturucu kullananların sayısında büyük artış gözlenmektedir. Psikolojik hastalıkların yanı sıra; verem, AIDS, kolera, tifo gibi salgın hastalıklar ve zehirli savaş atıklarından dolayı birçok kanser hastalığı yaygındır.
Iraklıların yüzde 70’i içecek temiz su bulamıyor. Yüzde 43’ü günde 1 dolardan daha az kazanıyor. Bu yüzden halkın dörtte üçü âcil yardıma muhtaç durumda.
Çocukların yüzde 28’i kötü besleniyor. Ambargo yıllarında (1996-2003) bu oran yüzde 19 idi.
UNICEF raporuna göre; çocuk ölümleri bakımından, Irak dünyada birinci sırayı almış bulunuyor. Yeni doğan her sekiz çocuktan biri 5 yaşına gelmeden ölüyor.
Aynı raporda, kirli su tüketimi yüzünden yayılan bulaşıcı hastalıkların çocuk ölümlerine yol açtığı bildiriliyor. Savaş, Irak kasaba ve köylerinin yüzde 40’ının su şebekesini harap etmiş bulunuyor.
UNICEF raporuna göre, işgal neticesinde yetim kalan Iraklı dul kadın sayısı 1.5 milyonu, yetim çocuk sayısı ise 4 milyonu bulmuş. 2 milyon kadın ve 900 bin çocuk sakat kalmış durumda. Yine aynı rapora göre, 2007 yılında yapılan bir istatistik, Bağdat’ta meydana gelen şiddet olayları neticesinde her gün 400 çocuğun yetim kaldığını gösteriyor.
1980 yılında 3. dünya ülkeleri sırasından çıkıp, gelişmekte olan ülkeler sırasına giren Irak’ta, bugün 9 milyon Iraklı fakirlik sınırlarının altında yaşıyor.
Irak topraklarının yüzde 27’si (48 milyon dönüm) ziraate elverişli iken, savaş neticesinde bu oran 16 milyon dönüme düşmüştür. Ziraat alanında en büyük zararı hurma ağaçları görmüştür. Savaş öncesinde 30 milyon hurma ağacına sahip bulunan Irak’ta hurma ağaçlarının sayısı 6 milyon civarına düşmüştür.
Son olarak: Amerikan işgalinin 6. yılını doldurduğu şu günlerde; Arap, Kürt, Türkmen, Süryani, v.s. gibi kavimlerden oluşan Irak halkının, modern Moğolların kendilerine çektirdiği bütün acıları geride bırakmak için, birlik ve beraberlik içinde ülkelerini muhafaza ederek Irak üzerine yapılan emperyalist planları bozmalarını ve böylece atalarımızın “Yanlış hesap Bağdat’tan döner” sözünü doğru çıkarmalarını can-ı gönülden temennî ediyoruz.
Dipnot:
1. www.AmericanDiplomacy.org, “The İmpact of Christian Zionism on Amerikan Policy,” William N. Dale.
2. www.AmericanDiplomacy.org, “George W. Bush’s Theological Diplomacy,” Carl Mirra
3. www.timesonline.com, 23.2.2008, “The three trillion dollar war,” Joseph Stiglitz and Linda Bilmes.
26.04.2009
E-Posta:
[email protected]@hotmail.com
|
|
Şaban DÖĞEN |
Neye daha çok değer veriyoruz? |
|
Kimi insanın dünyasında makam-mevki, para-pul, şan-şöhret en değerli şeylerdir. Böyle olanlara itibar eder, böyle ise itibar beklerler.
Oysa bütün bunlar dünyanın geçici, aldatıcı metalarındandır. Ebedî âlemde makam ve mevki elde etmek, derece kazanmak kadar daha değerli birşey ise olamaz. Bunun için de Allah’a iyi bir kul olmak ve O’nun yolunda didinmek gerekir. Allah rızasını yakalama yolunda gayret gösteren insan kadar değerli, şerefli, üstün bir insan düşünülemez. Bunlar elmas misâl insanlardır.
İşte Safranbolu’da insanların dünya ve ahiret saadetlerinin temel taşı olan imanı kurtarmak, kuvvetlendirmek için gayret gösteren talebelerine bu gözle bakıyordu Bediüzzaman Hazretleri. O bir sarraf, talebeleri de birer cevherdi.
Ülkenin birçok yerinde faaliyet içinde olan talebeleri gibi Safranbolu’daki elmas ruhlu insanlar Bediüzzaman’ın en çok ilgi ve takdirini kazanan kimselerdi. Meselâ bir Hıfzı’dan söz eder. Ona, “Safranbolu’daki halis kardeşlerimizden,”1 “Safranbolu da Nur’un ehemmiyetli şakirtlerinden,”2 “Safranbolu kahramanı berber Hıfzı,”3 “fedakâr Hıfzı”4 der. Üstadın bu kadar övgüsüne mazhar olan Hıfzı’nın ne özellikleri vardı?
Hıfzı Nurlarla tepeden tırnağa dolduktan sonra yerinde duramaz olmuş, bu hakikatleri bütün dünyaya ilân etmek istemişti. Ama önce işe kendinden, aile çevresinden başlaması gerektiğine inanıyordu. Bu temeldi. Temel olmadan bina kurulamazdı. Onun için öncelikle evini bir medrese hâline getirdi. Böyle de yapmalıydı. Çünkü Risâle-i Nur evlenenlere diyordu ki: “Haneniz bir küçük medrese-i Nuriye, bir mekteb-i irfan olsun ki, bu sünnet tam yerine gelsin. Sünnet-i Seniyyenin meyvesi olan çocuklar ahirette size şefaatçi olsunlar.”5
Üstad yazdığı bir mektupta, Hıfzı’nın bu faaliyetini takdirle karşılıyor, evini küçük bir “medrese-i Nuriye” hâline getirdiği, oradaki küçük ve çok çalışkan masumları yedi yaşında Yılmaz ve on üç yaşında Hüsnü’nün ve onlar gibi Nura çalışan muhterem validelerinin mübarek kalemleriyle yazdıkları tebriklerini, umum Safranbolu ve Eflani medrese-i Nuriyesi namına Ramazan’ın bir firdevsî teberrükü hesabına kabul ettiğini belirtiyordu.6 Ona, Hüsnü, Yılmaz iki masum Nurcu mahdumlarının bayram tebriklerine mukabil hem selâm, hem muvaffakiyetlerine duâ ediyordu.7
Hıfzı gibi daha nice kahramanlar vardı Safranbolu’da. Onların faaliyetlerinden de bir sonraki makalemizde bahsedelim İnşaallah.
Dipnotlar: 1- Emirdağ Lâhikası, s. 211. 2- A.g.e., s. 134. 3- A.g.e., s. 237. 4- A.g.e., s. 132. 5- Hanımlar Rehberi, s. 34. 6- Emirdağ Lâhikası, s. 211.
7- A.g.e., s. 237.
26.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Mevlânâ diyarı Konya'dan notlar |
|
Mekânların insan ruhunu etkileme özelliği bir vâkıa. Mekke ve Medine’ye hac vazifesi ya da umre için gidenlerin nasıl bir ruh coşkusuna sahip olarak anlattıklarını, gitmeyenler olarak müşahede ederiz. Risâle-i Nurlar’ın doğduğu belde olan Barla her ziyaretimizde ruh dünyamızı nasıl da etkiler? İstanbul’da Eyüp Sultan da aynı etkiyi bırakır.
Belki de orada daha önce yaşayan ve hâlen yaşamakta olan insanların ruh halleridir, enerjileridir mekânları etkiyen.
F. Nur Hacınebioğlu ile birlikte Konyalı bir grup hanımla ve genç arkadaşlarla ‘Üçler Mezarlığı’nı ziyaret ederken bunları düşünmekteyiz.
Bediüzzaman Hazretlerinin hayatın mahiyetini doğru olarak okuyabilmemiz için tavsiye ettiği ‘kabristan-hastane-hapishane’ ziyaretleri bu açıdan ibretli sahnelerle dolu.
Üçler Mezarlığında haşrin, ölümden sonraki hayatın en büyük delili olan bahar bütün haşmetiyle tahtını kurmuş.
Üstad Hazretlerinin sevgili kardeşi Abdülmecid Ünlü, Zübeyir Gündüzalp’in babası Zeyverzade Mehmet Efendi ile yan yana haşir sabahını beklemekte.
Konya’nın ünlü âlimlerinden Hacı Veyiszade az ileride aile fertleriyle yan yana sessiz vaazına devam etmekte.
Üçler Mezarlığı Selçuklulardan bu yana kimbilir kaç Konya’yı öğütmüş, kaldırım taşlı sokaklarıyla adeta bir kabristan şehir.
Mevlânâ Hazretlerini kalabalık turist kafileleri eşliğinde ziyaretten sonra Alaaddin Tepesindeki Selçuklu Sultanlarını ziyarette sıra. Alaaddin Camii’nin bahçesindeki türbede sıralanmış büyük sultanlar...
Akşam Konyalı genç kızlar ve hanımlarla birlikte Tesettür Risâlesi üzerine sorulu cevaplı bir sohbet. Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’ân’ın tesettür emrinin fıtrî olduğunu dört hikmet üzerine aklî delillerle ispat ettiği bu eserdeki eşsiz tesbitler, bir kez daha tesettür hakikatinin kadınlar için hürriyet anlamına geldiğini tasdik ettiriyor hepimize. Sohbet sonrası liseli ve üniversiteli arkadaşların yönelttikleri suâller, bu zamanın cazibedar fitnelerine kapılmayan bilinçli bir genç nesli müjdelemekte.
Ertesi günkü sunumumuz olan “Günümüz Kadınının Problemlerine Risâle-i Nurdan Çözümler” konulu seminerimize hazırlanırken Hanımlar Rehberi’nde yer alan Konyalı hanımların mektubunu hatırlamamak mümkün mü?
“Evlerimizin birer medrese-i Nuriye olduğunu şu mektubumuzla bildirmek vesilesi ile siz Hz. Üstadımıza diyoruz ki: Siz, müşriklerin ellerinden bizi kurtardınız. Ellerimize birer nişane-i necat olarak iman vesikalarını verdiniz. Sizin hizmetinizle bizler şu gençlik hevesâtımızdan feragat edip Nurlara sarıldık. Değil topraklarımızda bütün dünyada Nurlarımızla birlikte zaferlerden zaferlere gideceğimize inanıyoruz. Bu zafer Allah’a giden Nurların zaferidir. Bu zafer imanlıların zaferidir. Bu zafer Asr-ı Saadet’te Peygamberimizin (asm) açtığı Nurlu yolu takip edenlerin zaferidir. Bu zafer imanlıların zaferidir. Galebe İslâmındır, mağlûbiyet ise dünkü ve bugünkü dinsiz güruhlarındır. İmanlı gönülleri hiçbir kuvvet mağlûp edemeyeceğine bütün dünya şahit olmaktadır. Risâle-i Nur’un iman hizmetindeki zaferi bunu bir kere daha gösteriyor.”
(Bediüzzaman Said Nursî, Hanımlar Rehberi, s. 154)
26.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|