|
|
Süleyman KÖSMENE |
Namazda iyi örnek olmak |
|
İzmir Işıkkent’ten bayan okuyucumuz: “Çocukları namaza alıştırırken nelere dikkat etmeliyiz ve nasıl bir yol izlemeliyiz? Ödül vererek yaptırmak ileride bir sorun teşkil eder mi?”
Çocuklarımıza iyi örnek olmak, onları ibadete ve namaza alıştırmanın en fıtrî yolu. Önce kendimiz yapmalıyız. Çocuklarımız bizde gördükçe yapmak isteyeceklerdir. Eğer bizim noksanlıklarımız varsa, önce kendi noksanlıklarımızı gidermemiz gerekir. Kur’ân, “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah katında pek büyük bir gazap sebebidir”1 buyuruyor. Nitekim yapmadığımız bir şeyi çocuklarımızdan istememiz halinde inandırıcılığımız ve yaptırım gücümüz olmaz.
Diğer yandan onları teşvik etmek, onlara namazı sevdirmek, niçin namaz kıldığımızı akılları seviyesince anlatmak, sorularına elimizden geldiği kadar mantıklı cevap vermek, onları kendimize muhatap almak, hataları olduğunda bağışlayıcı olmak, onları küçümsememek, sorularını önemsemek, onlarla iyi iletişim kurmak onlara namazı ve ibadetleri sevdirmenin en etkin yollarından. Peygamber Efendimiz’in (asm) bildirdiği gibi, “Müjdeleyici olmak, nefret ettirici olmamak, kolaylaştırıcı olmak, zorlaştırıcı olmamak” önemli bir tebliğ metodu. Çocuklarımızla ilgili olarak bu metodu ihmal etmeyelim.
Bazen ödül teşvik edici olabilir, fakat her defasında ödül vermek sağlıklı olmaz. İbadet için maksat olarak Allah rızasını göstermek lâzım.
***
Abdullah Bey: “Teheccüt namazını her gün kılan birisi bir gece kaçırdığında ertesi gün öğleye kadar kılsa gece kılmış gibi olur mu?”
Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. Amelde hatalar olabilir. Beşer şaşar. Hatasız kul olmaz. Fakat niyette olmaması esastır. Çünkü niyet kişinin özüdür, kimliğidir, kişiliğidir.
Sürekli teheccüt namazı kılan birisi bir gece kaçırdığında bunun kazasını yapması boynuna borç değildir. Fakat kılarsa makbule geçer. Ertesi gün öğleye kadar kılması, kendisini daha çok Allah’a yaklaştırabilir. Fakat gece kılınan gibi mi olur, gündüz kılınan gibi mi olur; bunu o kişinin o esnadaki niyeti, ihlâsı, Allah’ın makbul sayması… gibi unsurlar belirler. Onu biz üçüncü şahıslar bilemeyiz. Kul ile Rabbi arasına da girilmez.
Burada, sık anlatılan bir fıkrayı anlatmadan geçemeyeceğim: Velilerden bir veli, bir gece teheccüt namazına kalkamayınca sabahleyin öyle ağlıyor, öyle gözyaşı döküyor, öyle tövbe ve istiğfar duygularıyla çalkanıyor ki, gözyaşları topuklarına iniyor. Eyvahlar ah vahlar içinde namazını iade ediyor. Ve bu amel Allah katında makbule geçiyor.
Bunu fark eden şeytan, ertesi gece erkenden yüksek sesle veliye bağırıyor: “Ey falan! Namaza kalk!” diyor. Veli fırlayıp kalkıyor. Kendisini bir namaza kaldıran olduğunu anlayıp Allah razı olsun diyeceği sırada, şeytanın küstahça kahkahaları kulağını tırmalıyor. Şeytan, “Seni namaza ben kaldırdım” diyor.
“Kör şeytan çekil git! Sen hiç namaza kaldırır mısın?” diyor veli.
Şeytan gayet pişkindir: “Dün gece seni uykuda namazdan alıkoyan da bendim. Fakat sen öyle bir ağladın ki, gözyaşların arşa ulaştı. Daha çok mertebe kazandın. Oysa ben seni mertebenden düşürmek istemiştim. Bu gece bari zamanında kalk da, öyle ağlayıp sızlayıp, daha yüksek makamlara çıkma” diyor.
Veli “Seni kör şeytan seni! Sana neden kör dediklerini şimdi anladım. Sen her şekilde bizim ayağımıza dolaşıyorsun. Fakat öyle körsün ki, senin her düşürmeye çalıştığın şeyde Allah bizi bir kat daha yükseltiyor; sen yine de bizimle uğraşmaktan vazgeçmiyorsun” diyor.
Dipnot:
1- Saf Sûresi: 2,3
17.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Dünya büyüklüğünde bir nimet |
|
Evimizdeki besinleri toplasak kaç günlük yemek çıkar dersiniz? Belki bir çoğumuzun evinde en azından bir ay yetecek kadar gıda vardır. Allah Resûlü’nün (asm) evinde üç gün peşpeşe ocak yanmadığını, bazan birkaç hurma veya suyla karınlarını doyurduklarını biliyoruz. İstese Mekke’nin dağları, vadileri altın olarak peşinden gelebilecek Allah’ın en sevgili bir kulu, gün oluyor karnını doyurabilecek bir kaç lokma yiyecek bile bulamıyor.
Ama aslâ şikâyet etmiyor; daima şükür ve hamd hâlinde.
Ya biz? İstiklâl Savaşında yiyecek ekmek bulamayıp ot yemeye talim eden bir neslin torunları olarak onca bolluk içinde bulunduğumuz halde hâlimize şükretmesini biliyor muyuz?
Oysa biz kimbilir ne kadar zenginiz! Peygamberimizin (asm) bir günlük yiyeceği bulunan bir kimsenin zenginliğini anlatırken şöyle bir örnek veriyor: “Bir kimse Müslüman, sağlığı yerinde, emniyet içinde ve bir günlük de yiyeceği olduğu halde sabahlarsa sanki ona bütün dünya verilmiş gibidir”1 buyuruyorlar.
Nimetin kadrini tam bilmek için de hakkını vermek gerekir. Hakkı her şeyden önce Nimeti Vereni düşünüp şükretmektir. Başta Besmele çekmek, sonunda Elhamdülillah demek ve o nimeti yerken de Cenâb-ı Hakk’ın bir hediyesi, ikramı ve mû'cizesi olduğunu düşünmektir.
Yerken, içerken bir kısım esaslara da dikkat etmek nimetin hakkını vermeye girer. “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz; çünkü Allah israf edenleri sevmez” 2 emri gereğince aslâ israfa girmemek gerekir. “Vücudunun senin üzerinde hakkı vardır”3 buyuran Allah Resûlü (asm) insanoğlunun karnından daha zararlı bir kap doldurmadığını4 bildirmiş, belini doğrultacak kadar yemesinin yeterli olduğunu; yediğinde üçte birini yemeğe, üçte birini içmeye ayırmasını, üçte birini de boş bırakmasını öğütlemiştir.5
Asr-ı Saadet’te bir hükümdar, Sahabeyi tedavi için bir doktor göndermiş, doktor uzun süre kaldığı halde çok az bir hastayla muhatap olmuş, ayrılmak isterken de Efendimize (asm) sebebini sormuştu. Efendimiz de (asm): “Benim Ashabım iyice acıkmadıkça yemek yemezler. Yediklerinde de iyice doymadan kalkarlar”6 buyurmuşlardı. Sağlığın şartı buydu.
Emanet edilen her şeyi kullanımda da ölçü aynıdır: Hiçbir şey israf edilmeyecektir. “Evinizin önünden bir nehir aksa, abdest bile alacak olsanız suyu ihtiyaçtan fazla kullanmayın” fermanı gereği insan mal-mülk ne kadar fazla da olsa onu ihtiyaçtan fazla kullanamaz.
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Zühd: 14; İbni Mace, Zühd: 9.
2- A’raf Sûresi: 31.
3- Tirmizî, Et’ıme: H. 1827.
4- İbni Mace, Et’ıme: 50.
5- Müslim, Eşribe: H. 2060.
6- Milaslı İsmail Hakkı, Tıbb-ı Nebevî, s. 22.
17.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Meşrûiyette kalmak, istikametli olmak ve makulde buluşmak |
|
Dünya hayatının baş döndürücü hızı ve bu hızın şahsî, ailevî ve toplum hayatında yaptığı çok yoğun ve etkili tesir hepimizin malûmu. Bu dehşetli tahribattan kurtulmak için akl-ı selim sahibi insanlar belli bir “makuliyet” noktasında birleşmeleri gerekiyor. Aksi takdirde hayat gerçekten çekilmez hâle gelir. İş çığırından çıkar ve bunun neticesinde meydana gelen tahribattan da herkes zarardide olur. Dengeler tamamen sarsılır. Maalesef ki hal-i âlemin durumu buna en büyük şahittir.
Ülkemizde ve dünyada yaşanan ve toplum hayatını ciddî mânâda yozlaştırıp menfiye zorlayan hâl ve olaylar karşısında sorumlu kimselerin üstleneceği çok ehemmiyetli hizmetler ve roller olsa gerek!
İşte buradaki ortak çizgi de ancak adalet, istikamet, meşrûiyet, itidal, sabır ve “makul olabilmek”tir. Peki, “makul olmak” nedir?
Makul olmak, her insaf sahibinin kabul edeceği gibi her türlü olumsuzluk karşısında şöyle olmayı gerektirir:
Derin ve ciddî bir muhakemeyi,
Sağlıklı bir düşünceyi,
Muvâzeneli ve hakkaniyetli bir adaleti,
Bütün menfîlikler karşısında sabırla işleyebilir ve geçerli bir yol ve çare aramayı,
Geniş bir ufuk ve hoşgörü perspektifiyle olaylara bakmayı,
Samimî bir tahkik, araştırma ve takiple neticeye gitmeyi,
Her ferde “İhsan-ı İlâhî” tarafından verilmiş olan mizaç, istidat, kabiliyet ve farklı hisleri olduğu gibi kabullenerek yola girmeyi ve çözüm aramayı,
Haddini bilmeyi ve kesinlikle haddini aşmamayı, affetmeyi, gerekirse özür dilemeyi,
Tarafgirlik ve hissiyâttan olabildiğince uzak durmayı,
Kâinatın Yaratıcısının bu kâinata koyduğu ve sayısız hikmetleri olan “kader, kaza” kanununu kabullenip neticesine katlanmayı,
Başkalarında ve kendisinde olan benzerlik ve farklılıkları münakaşa ve nizâ mev- zuu yapmadan bunları bir zenginlik olarak bilip kabullenmeyi ve ona şükretmeyi,
Başa gelen ve gelebilecek olaylar karşısında empati yapmayı,
Ve nihayet; takdirde de, tenkitte de, şüphede de, zanda da haddi ve sınırı aşmamayı, insafı ve vicdanı elden bırakmamayı ve sorumluluğunu kabullenmeyi gerektirmektedir.
Ama ne yapalım ki, “Tarih tekerrürden ibarettir” hakikati tarihî çizgisini devam ettiriyor.
Arapça bir deyim ve hakikat olan “Men dakka dukka” (Çalma kapıyı, çalarlar kapını) gerçeği de bu âlemde hükmünü devam ettiriyor. “Bu gün bana, yarın sana” gerçeği an be an yaşanıyor. Piyasanın “rutin” işleyişi bu!
Fakat bu sahada çok net ve kesin bir gerçek var ki, “prensipli” insan ve gruplarda bu halin ya hiç olmaması, ya da nadirâttan olmasıdır.
Evet, insanın olduğu her yerde daima hata, kusur, noksan, yanlış, menfîlik… vs. olacaktır. Bu, Kâinatın Yaratıcısının koyduğu değişmez fıtrî kanunların gereğidir. Nefis taşıdığımıza ve melek olmadığımıza göre insan olarak bu hatalara ve durumlara mutlaka düşeceğiz. Bu kaçınılmaz bir gerçektir.
Ama başka bir gerçek daha var, o da şu: Hayatın normal seyri içerisinde olan ve olabilecek her türlü kötülük, yanlışlık, noksanlık ve hataların telâfi çaresi ve çözümü mevcuttur. O da, makuliyet, meşrûiyet ve sırat-ı müstakim olan insaf ve adalet çizgisidir.
Aile, müessese, şirket, resmî kurum, cemaat ve millet bazındaki her türlü sahada insânî münasebet ve muamelelerin sağlıklı çözümü ve işleyişi buna bağlıdır. Akıl, insaf, vicdan, muhakeme işte bunun için verilmiştir ve burada kullanılacaktır.
İnsanlık tarihinde hiçbir olay “makuliyet, meşrûiyet, adalet ve istikametin” zıddı olan “öfke, iftira, tenkit, zan, şüphe, hakaret, suçlama, yalan, hile” vb. gayr-ı meşrû tavır ve hareketlerle çözülmemiştir, bundan sonra da çözülmeyecektir. Tek çıkar yol “makuliyet ve adalet”tir. Toplumdaki her akl-ı selim sahibi fert, hesabını buna göre yapmalıdır. Yoksa bunun ötesi; hep zarardır, tahriptir, acıdır, sancıdır, yersiz ve haksız ıztıraptır. Bunun haricinde bir yol, tarz ve tavır tarihin şahadetiyle hiç kimseye de bir fayda sağlamamıştır ve sağlamayacaktır. Son yıllarda dâhilde ve hariçte yaşadığımız olaylar bunun en büyük delilidir.
Galeyan, öfke, şiddet, fitne, gıybet, iftira, hukuksuzluk, zan, hak alma, gerilim, tarafgirlik gibi aykırı, bölücü ve tarafgirlik kokan haller tarihin hiçbir döneminde, hiçbir yerde, hiçbir zaman “hükmetmedi” ve “iktidar” olamadı.
Millet ve toplum olarak kurtuluş reçetemiz şudur: Adalet, hukuk, uhuvvet, dayanışma, muhabbet, samimiyet, ihlâs ve doğruluk sancağı altında birleşmek. Ancak böylelikle geleceğe ve maziye temiz bir iz bırakabiliriz.
Cenâb-ı Hak başta kendi nefisimiz olmak üzere, bütün inananların nefislerini bu gibi menfî hâllerden korusun ve bizleri “makuliyet, adalet, insaf, vicdan ve meşrûiyetten” ayırmasın. (Âmin)
17.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
IIS (Islamische Informations & Serviceleistungen) |
|
IIS'i (İslâmî Bilgi ve Yardım Hizmetleri) Alman Müslümanları kurmuş. Sadece Almanlara ve İslâmiyete ilgi duyanlara yönelik çalışmalar yapıyor. Bu büro, on iki sene önce Frankfurt’ta kurulmuş. Altı sene önce de Mainz’de şubesi açılmış. Zürih, Münih, Hamburg’da da şubeleri bulunuyor. Mainz’deki merkezini ziyaret ettik. Muhammed Frank Rassmann’dan kuruluş gayeleri ve çalışma sistemleri hakkında şu bilgileri aldık:
“Öncelikle İslâmiyet hakkında her ilgi duyana bilgi veriyoruz. Ayrıca, kiliseye gidenleri topluca buraya çağırıyoruz. ‘İslâmiyet nedir, nasıl geldi, nasıl gelişti, nasıl yayıldı ve Almanya’ya nasıl girdi?’ gibi konularda bilgiler veriyoruz. Ayrıca, bayanlar ve erkekler, ayrı gruplar halinde bir araya geliyor ve İslâmiyet hakkında müzakerelerde bulunuyor. Bir de Alman Müslümanlarının bir araya geldiği, Almanca konuşulduğu bir camimiz var. Duâlar Arapça-Almanca, hutbe Almanca veriliyor. Almanca olmasının sebebi, Almanlarla daha iyi diyalog kurabilmek.
“Bizim asıl hedefimiz İslâmiyetin doğru algılanmasıdır. Tabiî ki zor, ama bunu başarmak zorundayız. İslâmiyeti anlatabilmek için imkân lâzım, para lâzım, adam lâzım. İmkânlarımız çok kısıtlı. İmkânımız olsa, Almanca bilen imam-hatip tutardık. Tâ ki, İslâmiyeti her gelene anlatsın. Onlar da başkalarına aktarsın. İslâmiyeti anlatan kitaplar hediye etmemiz ve hizmetleri organizeli yapabilmemiz için paraya ihtiyaç var.”
Bu arada, Bediüzzaman’ın bu husustaki düşünce ve tavsiyelerini aktardık: “Bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf; medeniyeti hakikiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin imân ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsi, o kat’î emri istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.
“Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzâtını def etmek, silâhla, kılıçla olmuş. İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakkî ve hak ve hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.”1
Büronun gelirlerine gelince: İslâmiyet hakkında Almanca kitapları var. Bunları pazarlarda standlar açıp sergiliyor ve satıyorlar. Cami üyelerinin aidatları var. Cuma günleri ise, hizmetler için para toplanıyor.
Bir de yardım kutuları var. Onları muhtelif yerlere bırakıyor ve toplanan paraları hizmetlerde kullanıyorlar. Burada toplanan paralar, Alman hastanelerindeki Müslüman hastalar için kullanılıyor. Toplanan paralarla bayanlara bayan, erkeklere de erkek hastabakıcı tutup ücretini buradan karşılıyorlar.
Zaten gönüllü çalışıyorlar, herhangi bir ücret almıyorlar. Alman devletinden yardım talep etmişler ve taleplerine olumlu cevap verilmiş. Sonra aranan bir-iki kişi orada bulunduğu için yardım etmekten vazgeçilmiş. Dâvâ iki senedir sürüyormuş. Müdafaaları şöyle: “Biz buraya gelen bütün insanları bilemeyiz ve araştıramayız. Ayrıca, bu onların şahsî suçudur. Hukukta, suçların şahsîliği prensibi vardır. Hiçbir şekilde başkasını, hele İslâmiyeti bağlamaz.”
Dipnot:
1. Tarihçe-i Hayat, s. 83.
17.04.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Ahmet ÖZDEMİR |
O’nun (asm) gelişiyle dünya nura gark oldu |
|
Her gün sabah güneş doğuyordu, dünyayı aydınlatmak için.
Kalbler kapkaranlıktı…
Kalbleri aydınlatacak manevî güneş, asırlar oldu doğmamıştı.
İnsanlık kurtuluş yolunu arıyordu…
Rehber kabul ettiği rehberleri, yolunu şaşırmıştı…
Babalar kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşileşmişti.
İnsanlar vahşileşmiş, cehalet ve dalâlet bataklığında boğulmaya yüz tutmuşlardı. İnsanlar birbirlerini yemekte aslanları, sırtlanları bile geçmişti.
Zalimin zulüm kamçısı altında mazlûm inim inim inliyordu. Zulümlerin çeşitlerini saymaya zamanımız da yok, yerimiz de.
Dünyayı manevî bir karanlık kaplamıştı. Zifiri bir karanlıktı, göz gözü görmeyecek kadar.
Varlıklar, insanlığın işlediği zulüm ve vahşetten mâteme bürünmüştü. Gözyaşları kurumuş, artık kalbler ve ruhlar ağlıyordu. Kalblerin ve ruhların üzüntülerine dünyalar da ortak olmuştu. Dünya bir mâtemhâne olmuştu adeta.
İnsanlık dünyaya gönderiliş gayesinden; “Allah’ı tanımak ve ibadet etmek”ten uzaklaşmıştı.
“Tevhid” inancından mahrum olan insanlık adeta küfür ve şirk derelerinde at koşturuyordu. Gönüllere, kalblere “iman nuru” yerine, sayısız putlar dolmuştu.
İnsanlık hakikî sahibini arıyordu…
Kâinatı yoktan var eden, varlığından haberdar eden Zat elbette bunlara bir çare bulacaktı. Çünkü O sonsuz merhamet sahibiydi. Küfür devam etse de zulüm devam edemezdi.
O, yolunu şaşıran insanlığa bir rehber göndermeyi ihmal etmeyecektir. Belki mehil veriyordu.
Kararan gecelerin nurlu sabahı yakındı elbette.
Nurlu sabahlar güzel günlerin müjdecisiydi.
İşte, insanlığın asırlardır beklediği o zât geliyordu. Zira O’nun (asm) ismi göklerde Ahmed, yerde Muhammed’di. Âlemler onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştı.
O geliyor, O…
O, Allah’ın son peygamberi ve bütün insanlığın peygamberi olacaktı.
O, beraberinde getirdiği nur ile dünyanın manevî şeklini değiştirecek eşsiz insandı.
O, cinlere ve insanlara ebedî mutluluğun yollarını gösterecekti.
O, gönüllerin efendisi, kalblerin sevgilisi, akılların öğretmeni, nefislerin terbiyecisi ve ruhların sultanı Hz. Muhammed Mustafa (a.s.m.) idi.
Âlemler hürmet ve heyecan içinde efendisini beklemekteydi. Her varlık kendine mahsus dilleriyle, hâl ve hareketleriyle bu eşsiz insana “Hoş geldin! Safa geldin!” demek üzere sevinç ve neşe içinde hazır bekliyordu.
O’nunla dünya tarihinde yeni ve bembeyaz bir sayfa açılıyordu…
Dünya Fil Yılını yaşıyordu.
Meşhur Fil olayından 52 gün sonra…
Aylardan 12 Rebiülevvel…
Milâdî takvimler 571 yılını gösterirken…
20 Nisan…
Günlerden Pazartesi gecesi…
Sabaha karşı, seher vakti, Mekke’nin doğusunda bulunan “Hâşimoğulları Mahallesi”nde, babasından kendisine mirâs kalan evde…
Bu mütevazî ev ve eşsiz vakitte muazzam bir olay gerçekleşti: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa (a.s.m.) dünyaya teşrif etti.
Bununla birlikte âlem, asırların elemini unutarak sevinçlere gark oldu. Karanlıklar yırtıldı, her yer nurla doldu.
Kâinat sevincinden adeta Süleyman Çelebi gibi:
“Âmine Hatun Muhammed annesi
Ol sadeften doğdu ol dürdanesi
Çünkü Abdullah’tan oldu hâmile,
Vakt erişti hefte vü eyyam ile.
Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn,
Çok alâmetler belirdi gelmedin.
……………………..
Bu gece şadan olur erbab-ı dil,
Bu geceye can verir ashab-ı dil.
Rahmeten lilâlemindir Mustafa,
Hem şefiu’l-müznibindir Mustafa.
Vasfını bu resme tertip ettiler,
Ol mübarek nuru tergib ettiler.
……………
Geldi bir ak kuş kanadıyla revan,
Arkamı sıvadı kuvvetli heman.
Doğdu ol saatte, ol Sultan-ı Dîn
Nura gark oldu semâvât u zemîn.”
diye haykırıyordu.
İbn-i Abbas der ki:
“Peygamber (a.s.m.) Pazartesi günü doğdu. Pazartesi günü peygamber oldu. Pazartesi günü vefat etti. Mekke’den Medine’ye hicret için Pazartesi günü çıktı. Medine’ye Pazartesi günü geldi. Hacerü’l-Esved’i Pazartesi günü kaldırdı.”1
Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) annesi Âmine, amcası Vüheyb’in evinde doğum yaptı. Doğduğu yerde bugün bir kütüphane bulunmaktadır. Bugün hacılardan birçoğu Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) doğumuna şahitlik eden bu evi ziyaret ederler.
Kutlu doğum olayı daha sonra İslâm tarihinde “Mevlid” olarak yâd edilecek, bu gece kandiller zincirine takılacak ve “Mevlid Kandili” olarak ihya edilecektir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) hayatını ele alan manzum eserlere de “mevlid” adı verilecektir.
Buradan hareketle Müslümanlar bu manzumeleri okumak veya okutmak suretiyle, başta Peygamber Efendimiz (a.s.m.) olmak üzere okunan mevlidin sevabını âhirete göç etmiş yakınlarına hediye edeceklerdir.
Üstad Said Nursî Mevlid-i Nebevî ve yazarı için, “gayet nâfi ve güzel âdettir ve müstahsen bir âdet-i İslâmiyedir. Belki hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin gayet lâtîf ve parlak ve tatlı bir medar-ı sohbetidir. Belki, hakaik-i imaniyenin ihtarı için en hoş ve şirin bir derstir. Belki, imanın envârını ve muhabbetullah ve aşk-ı Nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyiç ve müessir bir vasıtadır. Cenâb-ı Hak bu âdeti ebede kadar devam ettirsin. Ve Süleyman Efendi gibi Mevlid yazanlara Cenâb-ı Hak rahmet etsin, yerlerini Cennetü’l-Firdevs yapsın. Âmin.”2 der.
Dipnotlar:
1- Köksal, Hz. Muhammed (a.s.m.) ve İslâmiyet, s. 48
2- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 517.
17.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Bursa’da, “gelen asrın” sahipleri yarıştı! |
|
Bediüzzaman’ın seneler önce geleceklerini haber verdiği alkışladığı ve iman, Kur’ân hizmetini emanet ettiği, asrın arkasına saklanan nesl-i cedid geldi ve geçti diyoruz… Said‘lerin, Hamza’ların, Ömer’lerin, Faruk’ların çocuklarını imanî ve Kur’ânî atmosfer içinde hizmetin başında faaliyetlerin bir ucundan tutar görünce bize bunları söylemek düşüyor. Maşallah, barekallah…
Alev alev yanan, imansızlık, sefahat ve dalâlet yangınında tutuşan insanların arasında iman ve Kur’ân hizmeti noktasından tebarüz etmek, belirgin ve belirleyici olmak elbette ki Cenâb-ı Hak’kın büyük bir lütfudur, ikramıdır, ihsanıdır.
Boş, malayanî, kimseye faydası olmayan işlerle uğraşmak yerine imanî ve Kur’ânî işlerle uğraşmak yerine imanî ve Kur’ânî işlerle uğraşmak bir şeyler öğrenmek ve öğrendiklerinizle yarışabilmek… Elbette ki bu dünyadaki her meseleden önemlidir.
Pırıl pırıl, cıvıl cıvıl nurlu gençler bir araya gelmişler… Nereden mi? Gemlik’ten, Orhangazi’den, Nilüfer’den, Yıldırım’dan, Yalova’dan, Osmangazi’den… Ne için mi gelmişler? Bursa Yeni Asya Derneği’nin düzenlediği ilköğretim öğrencileri bilgi yarışması için…
İmansızlık ve küfür asrının belâlarından sakınmak babından çok faydalı ve önemli bir hizmeti yerine getirme gayreti içinde olmuş Yeni Asya Derneği… Tebrik ediyoruz katılan öğrencilerimizi de tebrik ederken; bunları yetiştiren ve alâkadar olan genç kardeşlerimizi de can-ı gönülden tebrik ediyoruz.
Etrafımız, çevremiz ne kadar ormanlarla kaplanmış olsa da eğer genç fidanlar yoksa, bunları yetiştirme ve bunlara alâka yoksa istikbalimiz için geleceğimiz için endişelenmemiz kara kara düşünmemiz lâzım. Allah’a çok şükür bu şekilde yapılan faaliyetlerden ümidimiz ve şevkimiz artıyor… İstikbalde büyük bir mutluluk ve ferahla bakıyoruz. Çocuklarımız iyiliğin güzelliğin ve faydanın peşinde oldukça onlara kötülüklerin ve şerlerin bulaşması elbette zor olur… Önemli olan onları iman ve Kur'ân’ın muhteşem ve muhkem korunmasıyla saralım sarmalayalım.
Çocuklarımıza fen ilimlerini, okul bilgilerini kazanmalarına vesile olan ve bunlarla birlikte imanî, Kur'ân’î güzellikleri ve faydaları da kazandıran nuranî simaları, bahtiyar insanları tebrik ediyoruz Cenâb-ı Haktan muvaffakiyetler niyaz ediyoruz.
17.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Rotterdam’da Kültür Haftası |
|
İslâmiyetin bütün haşmetiyle neşvü nemâ bulduğu Hollanda’nın Rotterdam şehrinde, Avrupa’da İslâmiyetin nurlu bir çekirdeğini teşkil eden ve rektörlüğünü Prof. Dr. Ahmed Akgündüz’ün yaptığı Rotterdam İslâm Üniversitesi’nde geleneksel olarak devam eden Kültür Haftası bu yıl da 10-12 Nisan 2009 günleri arasında dünyanın bir çok ülkesinden gelen ilim adamının katılımıyla deruhte edildi. Böyle inşirah verici ve müstesna bir kültür haftasına, bize de üniversitenin dâvetlisi olarak katılmak nasip oldu.
Bütün dünyada kutlanmakta olan Kutlu Doğum Haftası itibarıyla herkes peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusu Efendimiz Hz. Muhammed’den (asm) atıflar yaptı ve sözler nakletti. Çoğunlukla, sözlerinin kaynak noktası Hz. Peygamberimiz’di (asm). Çünkü Efendimiz (asm) çağı değil bütün çağları aydınlatıyordu. Doğumundan 1438 sene geçmesine rağmen son Resûl olması itibariyle sözlerinin ve işaretlerinin tazeliğini, ilim adamlarının ağzından bir daha gördük. Böyle bir günde bizim de konumuz, “Peygamberimizden çağımıza müjdeler” idi.
Türkiye ve dünya ülkelerinden gelip konuşan ve bildiri sunanlar arasında en çok dikkatimi çekenlerin başında, “Hz. İsa’nın Nüzûlü” başlıklı konuşmasıyla Prof. Dr. Anton Wessels (Vrije Universiteit Amsterdam) olmuştu. Prof. Wessels, bir saatlik konuşmasında Hz. İsâ’nın nüzûlünü bizim anlayışımız ve inancımız çerçevesinde dile getirdi. Son yıllarda Vatika’nın resmî belgelerinde dile getirildigi gibi Prof. Wessels bütün ilmî heyetlerin ve bizlerin huzurunda “Hz. Muhammed, Allah’ın son resûlüdür ve Kur’ân Allah kelâmıdır ve Hz. İsa’nın (as) nüzûlünün hakikati ise, dünyaya barış ve adalet tecellî edecektir” dedi. Yani Hıristiyan ve Müslüman dünyası müşterek hareket edecektir. Hatta bir çok bayramı müşterek yapalım, ayrılığa lüzum yoktur yaklaşımında bulundu.
Yine konuşmacılardan, konusu “İslâm Birliğinin Ehemmiyeti ve Engelleri” olan ve 1,5 saati aşkın konuşan Suriyeli âlim Prof. Dr. Ramadan El Buti, Hz. Peygamberimizden çarpıcı misâller sundu ve dedi ki: “Her kim Allah’a inanıyor, Kelime-i Şehadet getiriyor ve Allah’a şirk koşmuyorsa Cennete girecektir, ümidimiz ve inancımız kavîdir. Her geçen gün mutlak mânâda İslâm birliğine muhtacız.”
Kültür Haftasının 2. gününün 2. konuşmacısı olarak “Peygamberimizden Çağımıza Müjdeler” başlıklı bir saatlik konuşmamda Peygamberimizin (asm) 14 asır önce çağımıza bakan hadis-i şeriflerinden örnekler sundum. Bir hadis-i şerifinde “Ümmetimden bir tâife kıyamete kadar hakkı muzafferiyet içinde dâvâ edecektir”1 buyuruyor. Bunun tecellîsini örneklerle ortaya koyduk. Misal olarak: Hollanda’da 450 cami, 4500 kilise; Almanya’da 2600 cami, 25 bin kilise var. 300 milyonluk Amerika’da 330.000 kilise, 4000 cami, 24 milyon Müslüman var. İngiltere’de 1000 tane cami, Roma’da Avrupa’nın en büyük camii bulunmaktadır. Fransa’nın her şehrinde cami bulunmaktadır. Burada en çok dikkati çeken hakikat, kiliseler bomboş, camiler tıklım tıklım. İşte mezkûr hadis-i şerifin şemsiyesi altında büyük bir azimle çalışan münevver Müslümanların gayret ve himmetleriyle tecelli etmiştir ve bütün haşmetiyle devam etmektedir.
Son yıllarda, Hollanda’da Rotterdam İslâm Üniversitesi’ni devralan, ona canlılık kazandıran ve bu üniversitenin hayatta kalması için başta Hollanda ve Avrupa’daki bütün ülkeler için İslâmiyetin ilim babında bir nurlu çekirdeği hâline getiren, cevval ve gayyur kardeşimiz Prof. Dr. Ahmed Akgündüz Kültür Haftasının kapanış konuşmasında bütün ilim adamlarına ve katılımcılara şükranlarını sundu ve kendi bildirisinin özetinde “Bu hafta Kutlu Doğum Haftası. Bütün dünya Peygamberimizi (asm) anıyor” diyerek, Furkan Sûresi 56. âyetin mânâsı olan “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” âyetinin günümüze bakan bir çok cihetini veciz misâllerle dile getirdi.
Bu haftaya emeği geçen başta Prof. Akgündüz ve herkese şükranlarımı sunuyorum.
Dipnot:
1- Buhârî, 9: 125 / Muslim 1: 137
17.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Normal olan nedir? |
|
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un İstanbul’da Harp Akademileri Komutanlığında yaptığı “Yıllık değerlendirme toplantısı”nda yaptığı açıklamaları aradan 4 gün geçmesine rağmen tartışılmaya devam ediyor. Sayfalar dolusu haber, yorum… Neredeyse tam metin halinde yayınlanan 2 saati aşan konuşmada okuduğu 55 sayfalık konuşma… 200’e yakın gazetecinin dâvetli olduğu toplantı sonrasında yapılan yorumlar, konuşmasındaki imalar, sözlerine farklı anlamlar…
Burada Başbuğ’un konuşmalarını değerlendirmeyeceğim. Zaten birkaç gündür fazlasıyla değerlendiriliyor. Asker-sivil, Güneydoğu-Kürt sorunu ve laiklik-demokrasi konularında önemli açıklamalarda bulunarak her kesime mesajlar verdiği konuşması zaten en ince ayrıntısına kadar yazıldı, çizildi.
Başbuğ’un bu konuşmasında birçok açılım yaptığı muhakkak. İrticadan bahsetmedi, ama “dinsel cemaatler” dedi, muhtıra verir gibi sert bir şekilde konuşmadı, TSK’nın demokratik rejime bağlı olduğunu söyledi. “Gerçek mütedeyyin kimselerle kimsenin sorunu olmaması gerektiği”ni ifade etti. “Türk ordusunun hiçbir zaman dine karşı olmadığını” ve “Peygamber ocağı olduğu”nu dile getirdi. Normal olan bu sözler değil midir? Bir genelkurmay başkanının demokrasiden bahsetmesi, son sözün siyasette olduğunu söylemesinin abartılacak neyi olabilir. Ama abartıldı, abartılmaya devam ediliyor.
Burada “toplantıya” farklı bir pencereden bakmak istiyorum.
Genelkurmay başkanının yapacağı açıklama günler öncesinden merakla beklendi. Yapacağı konuşmada neler olabileceği dahi yazıldı. Peki, bir genelkurmay başkanının açıklamasına bu kadar anlam yüklemek ya da önem vermek gerekir mi? Niçin bu kadar önem arz ediyor? Savaş ilânı mı yapacak, ya da terör örgütüne karşı büyük bir operasyon hazırlığı mı var? Yok öyle bir şey. Neticede bir yılı kendi penceresinden değerlendirecek. Bu kadar önem verilmesi bile normalleşemediğimizi göstermiyor mu?
Hele hele birçok yazarın yazdığı gibi oraya giderken heyecanlanmak, sabah kalkamam diyerek uyumadıklarını yazmaları akıllara şu soruyu getiriyor “Bu heyecan niye?” Cumhurbaşkanının, Başbakan’ın Meclis başkanının toplantılarına giderken bu kadar heyecanlanmayanların bu toplantıya giderken heyecanlandıklarını söylemelerini anlamak mümkün değil. Yoksa bundan sonra da akreditasyonlarının devam etmesini sağlamak için mi? İnsanın aklına geliyor işte…
Akreditasyon demişken, gazetelerin Ankara temsilcileri ve akredite olmuş Genelkurmay muhabirleri toplantıyı izlemeleri için askerî uçakla İstanbul’a götürüldü. Sadece beş gazetenin Ankara temsilcisi (Yeni Asya, Zaman, Vakit, Millî Gazete, Taraf) İstanbul’a çağrılmadı. Madem açılım yapılıyor, madem demokrasiden bahsediliyor. Bu akredite niçin uygulanıyor anlamak mümkün değil. Geçerli bir sebebi bugüne kadar açıklanamadı. Sebebin tiraj olmadığı, ya da baş harfi şu harfle başladığı için akredite olmadığı da ortada. Peki sebep nedir? Eğer, geçerli bir sebep açıklanırsa burada yayınlarız.
Org. Başbuğ, söz konusu toplantıda güncel konulara girmeyeceğini tâ başında söylemişti. Önümüzdeki hafta içinde yeni bir basın toplantısı yapacağını söylemişti. Aslında sorulu-cevaplı bu toplantı daha önemli. Tabiî sorular da milletin kafasında olan ve cevabı beklenilen sorular olursa… Ancak Salı günkü toplantıda ayağa kalkıp kalkmama, önünü ilikleyip iliklememe, ya da akredite olmaktan çıkarılma gibi bir durumla karşılaşılmaması için soruların ne yönde olabileceğini tahmin edebiliyoruz. Meselâ, “Peygamber ocağı olan bir yere başörtülülerin alınmaması normal mi? Ya da sırf namaz kıldığı ve eşi başörtülü olduğu için YAŞ kararıyla ordudan atılmalar hukukî mi? Ya da asker darbe yapar mı, planlar mı? Ergenekon olayına nasıl bakıyorsunuz?” türü sorular gelir mi? Bekleyip göreceğiz.
Başbuğ, ezberleri bozan bazı açılımlar, ya da manifesto niteliğinde olan söyler söylemiş olabilir. Bunu Başbuğ farkı olarak değil, olması gereken açıklama olarak görsek, ya da normal olan buysa normal olmayan bundan önceki konuşmalar olarak değerlendirsek mesele olmayacak.
Sözün özü, gazetecilerin genelkurmay başkanına; cumhurbaşkanına, başbakana ya da bakanlara davrandığı gibi davranacağı gün demokrasiden bahsedebileceğiz. Yoksa, toplantıya çağrılmadığında akreditasyonun yanlışlığından bahsedip, çağrıldığında akreditasyondan tek kelime etmemekle bu olmaz…
Son söz: Yazıcıoğlu’nun vefatının ardından, çekim için çıktığı dağda, başka bir gazeteci arkadaşı helikoptere alınırken, çalıştığı kurum sorulup öğrenildikten sonra “sivil olduğu” gerekçesiyle komutan tarafından “Nasıl çıktıysan öyle in” denilerek askerî helikoptere alınmayıp orada bırakılan bir olay sonrasında daha ne konuşuyoruz, daha neyi tartışıyoruz Allah aşkına…
17.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Ermenistan belirsizliği ve Azerbaycan endişesi… |
|
Türkiye’nin Ermenistan politikası belirsizliğini koruyor. Ankara iyi bir sınav vermiyor. Azerbaycan Meclis heyetinin Ankara’da olduğu günde Erivan’a uçan Dışişleri Bakanı Babacan’ın mesajı merakla bekleniyor.
“1915 olayları”nı Amerika’nın Kızılderililere ve zencilere yaptığı soykırım ve zulümle kıyaslayan Obama’nın Meclis’te Türkiye’ye “sınır kapısı” telkiniyle gündeme giren tartışmalar dinmiyor.
Öncelikle şunu belirtelim ki; esas olan Türkiye ve Azerbaycan’ın Ermenistan’la ihtilâfının Ermenilerle dostluk ekseninde çözülmesidir. Bediüzzaman’ın belirttiği gibi, şu milletin saadeti ve selâmetinin bin yıldır Müslüman halkla birlikte yaşayan komşu “Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbeste (bağlı) olduğu” gerçeğidir. Ama bu çözümün tâviz vermeden, milletin izzetini ve hakkını koruyarak “izzetli bir müsalâha” olması gerektiği asla unutulmamalıdır. (Münâzarât, 67-68)
Yanılgılar ve çarpıtmalar içiçe. AKP hükümetinin Yahudi lobisine verdiği milyonlarca dolara rağmen, o gün Osmanlı idâresinin gerekli gördüğü “tedbir” ve “tehcir”, Ermeni diasporasının propagandasıyla “soykırım” diye lanse edilmekte. Ankara politik zaaf içinde; “model ortak” ABD’ye ve Avrupa’ya izâhta yetersiz kalmakta…
Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkilerini geliştirmesini doğrudan “sınır kapısının açılması”na bağlayan Obama’ya ve diğer Batılılara, ne Cumhurbaşkanı, ne Başbakan ve ne de Dışişleri, doğru dürüst bir cevap vermemekte…
ERMENİSTAN ŞIMARTILMASIN…
Azerbaycan’ın 7 bölgesi, topraklarının yüzde otuzu 15 yıldır Ermeni işgali altında. Başta Hocalı katliâmı olmak üzere Ermenistan’ın yaptığı zulüm ve vahşet sürüyor. Azerbaycan’ın yirmi bin şehid verdiği ve bir milyon Azerî kaçkınının (göçmeninin) hâlen perişan halde olduğu Dağlık Karabağ’daki Ermenistan işgali devam ediyor.
Keza Ermenistan, Azerbaycan ile güneydeki özerk bölgesi Nahcıvan arasındaki Laçin Koridorunu da kapatıp Türkiye ile kara bağlantısını keserek bu konudaki BM kararlarını da çiğniyor. Ermenistan’ın çekilmesini öngören BM’nin dört açık kararına rağmen Ankara, dünya kamuoyunu yeterince ve doğru bilgilendirememekte, başarısız kalıyor…
Diğer yandan iki milyonluk Ermenistan 70 milyonluk Türkiye’nin toprak bütünlüğünü, sınırlarını tanımıyor. Ermenistan Anayasasında başta Kars ve Iğdır olmak üzere Doğu Anadolu’nun birçok şehri ve bölgenin büyük bölümü “Büyük Ermenistan” haritasında gösterilip okullarda okutuluyor.
Erivan bununla da kalmıyor; Ermeni çetelerini organize eden ve finans sağlayan diasporanın tahrikine arka çıkıyor; büyük bir hevesle uluslar arası arenada Türkiye’ye karşı “soykırım isnadı”nın resmî sözcülüğünü yapıyor. Özellikle Amerikan Kongresi ile Avrupa ülkeleri parlamentolarında ve bütün dünyada “soykırım”ın tanınıp beynelmilel mercilerin baskısıyla Türkiye’den “tazminat” ve “toprak talebi” plânının peşinde…
Bunların hiçbirini nazara vermeyen Obama’nın Ankara’da Türkiye’nin Ermenistan’ı tanımasını ve “sınır kapılarını açması”nı istemesinin ardından önce sınırda tâdilatın yapıldığı haberleri geliyor. Peşinden Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, Ekim’deki Türkiye-Ermenistan millî maçına yakında açılacak sınırdan geçerek geleceğini söylüyor.
Sıkışan Ermenistan ekonomisinin “sınır kapısı”na şiddetli ihtiyacı ortada. Lâkin buna mukabil Erivan Karabağ işgalini ve Laçin Koridorunu gündeme bile getirmiyor; bu hususta hiçbir görüşme ve anlaşmaya yanaşmıyor…
ERMENİLERLE “DOSTLUK” VE
“İZZETLİ BARIŞ”
Azerbaycan infiâl içinde. Bakû, Türkiye’nin, Karabağ işgalini sona erdirip Azerî göçmenlerin evlerine dönmesi, Erivan’ın “soykırım iftirası”ndan ve Türkiye’yi “düşman” tanımlayıp toprakları üzerindeki hak iddiasından vazgeçmesinden sonra ancak sınırın açılabileceğini belirtiyor. Aksi halde Ankara’nın peşinen sınırı açmasının Erivan’ı daha da şımartıp cüretlendireceği endişesi yaşanıyor...
Günlerdir Azerbaycan ve Türkiye kamuoyu ayakta. Ankara’dan Erivan’a verdiği “vaadler” konuşuluyor. Ne var ki Dışişleri suskun. Bakan Babacan bu konuda tek kelime etmiyor. Tek demeç, bir haftadır seçim tatilindeki Başbakan’dan geliyor; “Karabağ’da sorun çözülmeden nihaî bir sözleşmeyi imzalamayız” diye…
Peki bu ne anlama geliyor? Erivan’ın salt “çekilme sözü” vermesi yeterli mi olacak? Bu “söz”, bunca emr-i vakiyi ne denli dizginleyecek? Zira Erdoğan “Rasmussen itirazı”nda da aynı “teminatı” almış; Türkiye’nin talepleri yerine getirilmediği sürece “vize” verilmeyeceğini söylemişti. Ama sonuç öyle olmadı…
Bakalım Ankara, bir milyon Azerinin evinden, topraklarından edildiği bu işgale bir “kuru söz”le ve Obama’nın “güvencesi”yle kanacak mı? Elindeki “sınır kapısı” kozunu boş yere harcayarak hebâ mı edecek? Ermenistan’ı Karabağ’dan çıkartacak ve “soykırım iddiası”ndan caydıracak bu önemli kartı da elinde tutabilecek mi?
17.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Tartışmaların sunduğu fırsat |
|
En başta ifade edelim ki, herkesin bir hesabı var; fakat kâinatı halk eden Hâlıkımızın da bir hesabı mutlaka vardır. Önemli olan da insanların indî hesapları değil, Yaratıcımızın hesabıdır. O, ‘nur’unu tamamlayacağını bildirdiğine göre bize düşen ümitle, şevkle vazifemizi yapmak ve O’nun vazifesine karışmamaktır.
Son günlerdeki tartışmalar, ‘doğru İslâm’ın ve ‘İslâm’a lâyık doğruluk’un anlaşılması gerektiğini bir defa daha hatırlattı. Türkiye’yi ‘idare edenler’ce yıllardan beri yapılan birbirine benzer açıklamalarda; Türkiye’de yaşayanların din noktasında hür ve serbest olduğu, herhangi bir probleminin olmadığı ifade edilir. Konuşmalardaki söz ve beyanlar, aynı olmasa da benzer kanaatlere dayanır. Bunu delillendirmek için de “Binlerce cami açık, her gün beş vakit namaz kılınıyor. Kimin camiye gitmesine mani olundu? Üstelik imam hatiplerin maaşını dahi devlet veriyor. İlahiyat fakülteleri bile var, daha ne istiyorsunuz?” derler.
Tabiî bu sözler ve beyanlar kulağa hoş gelir, ‘yabancılar’ belki buna inanır, ama işin aslı esası öyle değil. Çünkü imam hatiplerin ‘memur’ olmaları bile ayrı bir problemdir. Bu sebeple ‘vergi hutbesi’ okumak ‘moda’ olurken, ‘tesettür âyetlerini’ hatırlatmak bazılarının canının sıkılmasına mani olur.
Elbette ‘mütedeyyin’ insanların sıkıntıları bunlarla sınırlı değil. En başta başörtülü öğrenciler başta olmak üzere büyük çoğunluğa ‘kamusal alan’ yasağı devam ediyor. Yaşları küçük olduğu gerekçesiyle 5. sınıfı bitirmeyen çocukların Kur’ân öğrenmesi de yasak. Ticarî hayattan zirâî hayata kadar her sahada ‘yasak’lar ve sıkıntılar var.
İşte son tartışmaları vesile ederek, uzman bir heyetin bunları kamuoyunun gündemine taşıması gerekir diye düşünüyoruz. Çok basitçe işe ‘mütedeyyin’ tâbirinden başlanabilir. Madem Türkiye’yi ‘idare edenler’in ‘mütedeyyin insanlar’la bir problemi yok; o halde bu tabirin ne anlama geldiği, gelmesi gerektiği ortaya konulsun. İlk iş olarak ülkemizde faaliyet gösteren bütün ilahiyat fakültelerinin dekanları ya da onları temsil eden birer uzman bir araya gelmeli ve bu konuyu ‘dosya’ haline getirmelidir.
Bakınız, din konusunda hiç ilgisi, bilgisi ve yetkisi olmayanlar çıkıp bu konularda konuşup ‘fetva’ verebiliyorlar. Peki, kanunların verdiği yetkiye dayanarak Diyanet İşleri Başkanlığı ya da ilahiyat fakülteleri bu konularda niçin konuşmazlar? “Biz her şeyi anlattık, daha başka söze gerek yok” mu diyorlar? Yoksa, konuşmamaları, ‘yanlış konuşmaları’ndan daha hayırlı olduğu için mi susmayı tercih ediyorlar?
Nasıl ki 11 Eylül 2001 terör saldırıları İslâmın dünya gündemine gelmesine vesile oldu. Türkiye’deki son tartışmalar da “doğru İslâm”ın ne olduğu ve nasıl anlaşılması gerektiği konusunun Türkiye gündemine gelmesine vesile kılınmalı. Uzman bir heyet, bu konuda özel bir çalışma yapıp eksikleri ve ihtiyaçları sıralamalı; bu dosya Türkiye’yi ‘idare edenler’e sunulmalı ve onların samimî olup olmadığı test edilmeli. Onlar samimî olsalar ya da olmasalar yine böyle bir çalışmanın yapılması elzemdir. Böyle bir çalışma, ‘hakkı tutup kaldırma’ anlamına da gelir.
İslâmın icaplarını yerine getirenlere “Bunu siyasî niyetle yapıyorsun” demek kimin haddine? Türkiye’yi idare edenler ne zamandan beri ‘niyet okuma’yı kendi hakları olarak görüyor? Hangi hareketin dine, İslâma uygun olup olmadığını her halde ilahiyatçılar değerlendirebilir. Bu konularla uzaktan ve yakından ilgisi olmayanların yaptıkları değerlendirme ‘hiç’ hükmündedir.
Her şeye rağmen, tartışmaların sunduğu ‘doğru İslâmı anlatma’ imkânını değerlendirmek gerekiyor vesselâm.
17.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Umut YAVUZ |
Obama doktrinleri ve İsrail’in tutumu |
|
İki gün önce, İsrail tarafının son dönemlerde bilhassa Filistin ve İran ile olan ilişkileri konusunda söylemlerini sertleştirdiğini ve yeni dönemde daha saldırgan ve uyumsuz bir İsrail portresi çizebileceğini “Savaşsever İsrail” makalemizde örnekleriyle belirtmiştik. Bu tesbitimizin üzerinden 48 saat geçmeden İsrail birinci ağızdan son günlerdeki artan gerilimin dozunu azaltacak ve dünya kamuoyuna “Bizi yanlış anladınız, biz hâlâ barıştan yanayız” mesajı verecek açıklamalar yapmaya başladı.
İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, ülkesinin devam eden nükleer programı sebebiyle İran’a saldırma gibi planları bulunmadığını söyledi. Peres, İsrail’e gelen ABD Başkanı Barack Obama’nın Orta Doğu Özel Temsilcisi George Mitchell’i kabul etti. Peres kabulde, İsrail’in İran’a saldıracağı yolundaki spekülasyonları yalanlayarak, İran’a muhtemel bir saldırıya ilişkin bütün konuşulanları “saçmalık” olarak değerlendirdi ve İran için çözümün askerî olmadığını söyledi. İsrail Cumhurbaşkanı, İran konusunda esaslı bir uluslar arası işbirliğine ihtiyaç duyulduğunu ifade etti.
Daha 48 saat önce bir İsrail radyosuna, İran’ın nükleer çalışmalar konusunda bir adım atmaması ve iyi niyet göstergesi sayılabilecek bir yumuşama göstermemesi halinde İran’ı vurma seçeneğinin İsrail’in masasında olduğuna ve böylesi bir harekâtın mutlaka Amerikan desteğiyle olacağına dair açıklamalar yapan Peres, şimdi ne oldu da böyle yumuşadı?
Şüphesiz bu geri adımda, Barack Obama’nın Orta Doğu Özel Temsilcisi George Mitchell’in ziyaretinin etkisi olmuştur. Obama’nın İsrail-Filistin sorununa, Bush’tan ve neocon ekibinden daha farklı bir açıdan baktığını daha önce belirtmiştik. Obama’nın atadığı temsilci Mitchell’in Orta Doğu ziyaretinin temel konsepti de zaten bölgede “iki devletli çözüme destek” olarak açıklanmıştı. İşte Obama’nın İsrail-Filistin meselesindeki barış yanlısı ve “iki devletli” yaklaşımı İsrail’in bölgede sürekli istikrarsızlığı gözeten ve saldırgan politikalarında artık bir yumuşamaya gitmesi gerektiğine dair ince mesajları İsrail’in yeni yönetimine vermiş olmalı.
Peres’in kısa bir süre içinde iki farklı muhtevada taban tabana zıt açıklamalar yapmasının altında yatan bir başka sebep de ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in İsrail’in İran’a muhtemel saldırısının sonuçlarına ilişkin değerlendirmeleri olmalı.
Gates, 15 Nisan’da Virginia’da deniz piyadesi öğrencilerine yönelik konuşmasında, İran’a askerî bir saldırının Tahran’ın nükleer amaçlarına son vermeyeceğini vurgulamış; askerî yola başvurulmasının İran’da sadece bölünmüş unsurların birleşmesine sebep olacağını ve İsrail’e karşı nefreti alevlendireceğini kaydetmişti. Gates ayrıca, askerî bir saldırının, kim olursa olsun, saldırıyı düzenleyene karşı ülkede hiç tükenmeyecek bir nefreti inşa edeceğini de belirtmişti. ABD Savunma Bakanı, Tahran’ın nükleer arzularının ancak ve ancak İranlıların kendilerine çok pahalıya mal olduğuna karar vermeleri halinde durabileceğini de sözlerine eklemişti.
İşte Gates’in bu reel yaklaşımları İsrail’in saldırgan ve nefreti körükleyici söylemlerini törpülemesi yönünde bir mesajı İsrail tarafına iletmiştir. Böylece ABD’nin yeni dönemde, Obama’nın konuşmalarında çerçevesini açıkça çizdiği “karşı tarafı dinleme, aynı görüşleri paylaşmasa da saygı duyma, barıştan yana olma” gibi dış politikaya dair doktrinlerinin etkileri görülmeye başlamıştır.
Yeni dönemde “Obama doktrinleri” diyebileceğimiz bu ilkeler doğrultusunda istikrarlı bir şekilde devam edildiği takdirde, dünyanın bir çok bölgesindeki kökleşmiş sorunların tek tek masaya yatırılarak çözülmemesi için bir sebep yoktur.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, uluslar arası politikada her an her şey olabilir ve her diyalog ve barış arayışı bir provokasyon veya manipülasyonla yerle bir edilme riski taşımaktadır. Sorunlar hassas, dengeler hassas, ilişkiler de pamuk ipliğine bağlı olunca yol almak bir hayli zorlaşmaktadır. ABD’nin Orta Doğu sorunuyla ilgili yeni yaklaşımlarının neticelerini zaman içinde hep beraber izleyeceğiz.
17.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
Avustralya’dan dostluk kervanı |
|
Önceki akşam Avustralya’dan gelen Hıristiyan ve Müslüman cemaat temsilcilerinden oluşan bir grupla beraberdik. Başlarında Papa’nın dinler arası diyalog danışma heyeti üyesi ve Avustralya, Melbourne Katolik Kilisesi Başpiskoposu Christopher Prowse vardı. Beraberinde on bir Katolik din adamının yanı sıra, çoğu Avustralyalı Müslümanlardan oluşan Müslüman cemaat temsilcileri de bulunuyordu. Burası gezilerinin ilk ayağı idi. İkinci ayağında ise Katolikliğin şu anki merkezi sayılabilecek Roma’ya gideceklerdi.
Gecenin en ilginç isimlerinden birisi Melbourne’deki Katolik Üniversitesi profesörlerinden Müslüman olup Abdülfettah ismini alan zat idi. Kendileri gayet duygulu bir konuşma yaptılar. Bir Katolik üniversitesinde Hakkı bulmanın huzuru ve nuru yüzünden okunuyordu.
Grubun tamamı İstanbul’un tarihî ve manevî havasından çok etkilenmişlerdi. Başpiskoposun genel sekreteri, “Bu sabah” diyordu, “Sultanahmet’teki otelimizin terasına kahvaltıdan önce çıktığımda, başpiskopos hazretlerinin elinde tesbihle Sultanahmet Camii’ne bakarak duâ ettiğini gördüm”
Çok yakın yerlerde oturduğumuz için sohbet etme imkânı bulduk piskoposla. “Hakikî İsevî” tarifine ne kadar da uyuyordu. Nuranî yüzüyle, “Katolikler ve Müslümanlardan oluşan bu heyet bazılarına tuhaf gelebilir. Ama biz, birbirimizden çok şey öğreniyoruz” dedi bana. Yemek sonrasında herkesle birlikte biz de orada hakim olan manevî dostluk ve sevgi havasına dair bir şeyler söyledik. Rabbimizin insanları farklı milletler hâlinde yaratmasının gayesini birkaç cümlede özetledik. Hepsinin gözlerinde bu gayeyi anlamanın ve ona uygun yaşamaya çalışmanın heyecanı görülüyordu.
11 Eylül saldırılarıyla birlikte başlatılan Hıristiyanlık-İslâm çatışması uydurması ve hayalî düşman oluşturma çabalarının özellikle Amerika’da tam tersi bir tesir yaptığını bir çok kimse dile getirmektedir. İnsanların bir kısmı yoğun propagandanın etkisiyle bütün Müslümanları terörist gibi görme temayülü sergilerken, bir çoğunda da İslâm’ı araştırma merakı uyanmıştır. Özellikle de doğru kaynaklara ve İslâm’ı lisan-ı hâli ile yaşayan Müslümanlara rastlayanlar kısa sürede hidayete erdiler. Lisan-ı hâline uymayanlarla karşılaşanlar ise maalesef bu yolu bulamadılar.
Obama’nın iktidara gelişiyle ve özellikle Türkiye ziyaretiyle başlattığı politika değişikliği, Müslümanları anlama, İslâm’la doğru ilişkiler kurma yönünde bazı olumlu adımların atılabileceği ümidini doğurdu.
Ancak asıl iş Müslümanlara düşüyor. Doğru İslâm’ı anlatma yönündeki gayretler semeresini verecek. Özellikle sefahat ve inançsızlık bataklığında boğulan gençliklerini kurtarmak isteyen “Hakikî İseviler”le el ele vererek yapılacak hayırlı faaliyetler bir çok insanın imanının kurtarılmasına vesile olacak.
Akşamın en enteresan yönlerinden birisi de; Katolik iken Müslüman olan eski dindaşlarına karşı Katolik Kilisesi rahiplerinin tavrı idi. Onları dışlamamış, tam tersine bunu İslâm’la işbirliği yapma vesilesi olarak görmüşlerdi. Piskopos bu tavırlarının özünü “saygı, merhamet ve sevgi”nin oluşturduğunu söylüyordu. Birlikte İstanbul’da başlayıp Roma’da tamamlayacakları seyahatte en önemli köprüyü de bu yeni Müslümanlar oluşturuyordu. Bu işbirliğinin daha çok Hıristiyan’ın Müslüman olmasına vesile olacağı ümidi uyandı içimizde.
Toplantı dağılırken sıcak duygularla vedalaştık piskoposla. Karşılıklı duâ temennileri ve muhabbetle ayrılırken, dinsizliğe karşı mücadelede halis niyetle büyük başarılar elde edilebileceği inancımız pekişti.
17.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Başbuğ’un soruları |
|
Kara Kuvvetleri Komutanlığı günlerinden bu yana konuşmalarında cemaatler konusunu hep gündeme getirdiğini izlediğimiz Başbuğ, Harp Akademilerindeki son konuşmasında cemaatlerle ilgili olarak soruyor.
Bu soruları aktarıp, cevaplarımızı verelim:
“Din eksenli bazı cemaatleri, hareketleri, anayasanın 24. maddesine göre nereye koyacağız?”
* O madde, devletin düzeniyle ilgili. Cemaatlerin ekseriyetinin çalışma alanı ise sivil toplum. 24’ün kapsamına girmeleri söz konusu olamaz.
“Önemli olan dinin, dinî duyguların ve dince kutsal sayılan şeylerin, herhangi bir şekilde herhangi bir amaçla istismarını önlemek değil mi?”
* Elbette ki başka değerlerin olduğu gibi dinin de istismarı önlenmeli. Ama bunun yolu şimdiye kadar uygulanagelen, dini vicdanlara hapsedip toplumsal alandan dışlayan ve bunun için laiklik istismarına dönüşen demagojik, baskıcı ve dayatmacı yöntemler olmamalı. Ve bu konunun çözümü toplumun sağduyusuna bırakılmalı.
“Dinin araçsal hale getirilmesi, dine yapılabilecek en büyük kötülük değil midir?”
* Şüphesiz öyle. Bunu önlemek için, dini devlet eliyle resmî ideoloji kalıplarına göre biçimlendirme heveslerinden başlayarak, bu yöndeki bütün girişimlerin tedavülden kaldırılması ve Said Nursî’nin, dinin kâinattaki en yüksek hakikat olup arzî ve dünyevî hiçbir şeye âlet edilemeyeceğini ısrarla vurgulayan anlayışının güçlü bir şuur halinde topluma mal edilmesi gerekir.
“Dinsel cemaatlerin siyasal alanda rol alması, modernitenin çok önemli bir özelliğinin aşındığı anlamına gelmez mi? Modern toplumlarda, kişi artık bir cemaatin üyesi olarak değil, birey ve vatandaş olarak yer almıyor mu? ”
* Cemaatlerin siyasî aktörler olarak politikada ve iktidar yarışında yer almasının yanlış olduğunu ve bunun cemaat kimliğine zarar vereceğini biz de hep savunageliyoruz. Ancak kişinin cemaat mensubu olmasını birey ve vatandaş kimliğiyle çelişen bir durum olarak görmek son derece yanlış. Cemaat mensupları da pekâlâ birey ve vatandaş olabilirler. Nitekim oluyorlar. Bazılarında bu açıdan problemler yaşanıyor olabilir. Ama toplumun her kesiminde olduğu gibi oralarda da bunları ve diğer sorunları gerek kendi iç dinamikleriyle, gerekse genel atmosferin etkisiyle çözmeye yönelik bir süreç yaşanıyor. Müdahale olmazsa, kendi akışı içinde herşey yerli yerine oturur. Gölge edilmesin, yeter.
“İnanan/inanmayan, dindar/dindar olmayan ayrımı yapanlar, diğerlerinin iman ve dinî inançlarını değerlendirmeye kalkarak aslında İslâm dinine karşı büyük bir suç işlemiyorlar mı?”
* Kim bu ayrımı yapıyor? Toptancı suçlamalardan kaçınmak gerektiğini belirten Başbuğ, bu suçlamanın adresini de vermeli ki, konu netleşsin. Yoksa böyle ortaya yapılan genel ithamlar herkesi incitir. Bunların başında da, kendisinin “mütedeyyin” olarak nitelediği kesimler gelir. Ki, mütedeyyin insanlardan söz etmek, öyle olmayanların da varlığı dikkate alındığında, bu mantıkla, eleştirdiği ayrımcılık faslına girmez mi?
“Bu sosyal gruplaşma ve cemaatleşmeler toplumu ciddî boyutta kutuplaşma ve bölünmelere götürmüyor mu? Bu bölünme ve kutuplaşmalar ciddî güvenlik sorunlarına ileride dönüşmez mi?”
* Türkiye’de cemaatler iddia edildiği gibi kutuplaşma ve bölünmelere yol açmak şöyle dursun, tam tersine maruz kaldıkları onca kötüleme ve haksızlığa ve de herşeye rağmen toplumda kardeşliğin, birlik ve beraberliğin en sağlam dayanağını teşkil ettiler. Hattâ Başbuğ’un “PKK etnik çatışma çıkarmayı başaramadı” tesbitinin altında dahi cemaatlerin bu hizmetleri yatıyor.
Sonuç: “Milletin her bireyi bizim için değerlidir” diyen Başbuğ, cemaat mensuplarına da bu kapsayıcı bakışla kucak açabilmeli. Ve halkın “Peygamber ocağı” olarak baktığı TSK’yı, bu bakışa gölge düşüren başörtüsü yasağı ve dindarların tasfiyesi gibi yanlışlardan arındırabilmeli.
17.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|