|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Mütedeyyin’in sizin lehçede mânâsı bu mu? |
|
Türk Dil Kurumu’na göre “mütedeyyin” sözü “dindar”ı ifade ediyor. “Dindar”ın ne anlama geldiğini de isterseniz yine TDK’nın ‘Güncel Türkçe Sözlük’teki şekliyle aktaralım: “Din inancı güçlü, din kurallarına bağlı (kimse), mütedeyyin. “Kişi Adları Sözlüğü”ne göre de “dindar”ın anlamı şu: “Allah’a inanmış ve bağlanmış kimse.”
Herkesin bildiği basit ‘bilgi’leri niçin TDK sözlüğünden ya da sitesinden aktardık? Çünkü TDK, devletin bu işlerle görevlendirdiği bir kurumu. “Dindar”ın anlamını ‘tefsir’lerden aktarmış olsak belki birileri itiraz edebilir, “Bizim sözlüğümüzde başka anlamı var, biz başka şekilde anlıyoruz” diyebilirlerdi. Bu kişilerin, TDK sözlüğündeki mânâlara itiraz etmemeleri gerekir ve beklenir.
Genelkurmay Başkanının Salı günkü ‘yıllık değerlendirme toplantısı’nda yaptığı konuşma, geçmiş konuşmalardan epey farklıydı. Elbette bu tesbitlere katılmayanlar olduğu gibi, katılanların olması da tabiîdir. İki saate yakın devam eden konuşmada ‘doğru’ tesbitler de vardı, itiraz edilmesi gerekenler de.
Ama temelde bir noktaya dikkat çekmek lâzım: Muhtevası ne olursa olsun, bir genelkurmay başkanının konuşmasının ‘haber kanalları’nın tamamından canlı olarak yayınlanması, Türkiye’nin demokrasi yolunda daha çok yol kat etmesi gerektiğini gösterir. Dikkat edilirse, siyasî partilerin ‘kongre’lerine bile neredeyse bu kadar ‘ilgi’ gösterilmiyor. Bazıları belki bu duruma da ‘sevinir,’ fakat ‘muâsır medeniyet seviyesi’ne ulaşmış ülkelerde böyle bir uygulamanın olduğunu söylemek mümkün değildir.
Genelkurmay Başkanı konuşmasında, “Halkın mütedeyyin kesimiyle bir problemimiz yok” anlamında beyanlarda bulundu. Zaten böyle olması lâzım ve böyle olmasını da arzu ederiz. Ancak bu durumun ‘sözde’ değil de ‘özde’ böyle olması da beklenir. Bu sebeple ‘mütedeyyin’ kelimesinin TDK’daki anlamını aktarmaya çalıştık. Mütedeyyin demek, “din inancı güçlü, din kurallarına bağlı (kimse)” ise, o halde İslâmın emir ve yasaklarını yerine getirenler niçin dışlanıyor? “Öyle bir şey yok, kimse dışlamıyor” demek mümkün mü?
Ya ‘mütedeyyin’ sözünden ne anlaşıldığı ayrıca izah edilsin, ya da TDK’daki tarif ve tanımın gereği yerine getirilsin. YAŞ kararıyla ve yargısız olarak ordudan uzaklaştırılanların varlığı ortada iken, bu tarif ve tanıma uyulduğu söylenebilir mi?
“Mütedeyyin” ifadesi, geçmişte “İnançlara saygılı lâiklik” sözünü ortaya atan dönemin başbakanı Bülent Ecevit’i hatırlattı. Ecevit, bir yandan “28 Şubat süreci”nde alınan kararları uyguladı, bir yandan da bu sözü tekrarladı. Oysa 28 Şubat sürecinde meselâ çocukların Kur’ân öğrenmesi yasaklandı. İlköğretim 5. sınıfı bitirmeyen çocukların Kur’ân öğrenmesini engelleyip, bir yandan da ‘inançlara saygılı lâiklik’ten söz etmek ne derece inandırıcı olabilirdi. Nitekim inandırıcı olmamıştı.
TDK’daki ‘mütedeyyin’ tarifinde buluşuluyorsa, lüften bu tarifin gereği yapılsın. “Mütedeyyinlere saygı” sözde değil özde olsun!
16.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said tâbirleri, Said Nursî’nin farklı dönemlerde kullandığı ünvanlardır. Said Nursî bu dönemlerin her birisinde farklı kalbî ve ruhî haller yaşar.
Bu üç döneme ait telifler ise, çekirdek-ağaç veya fidanlık-bahçe gibi birbirini mündemiç teliflerdir.
Bu üç döneme ait eserler arasında derece veya kıymet farkı aramak yerine, muhtevaların icmal ve tafsilinden bahsetmek daha doğru bir yaklaşım olur.
Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said arasında bir süreklilik olup usûl ve üslûp noktasında kemâle doğru bir ilerleme sözkonusu.
Üslûp noktasında zaman ve zeminle ilgili kısmî farklılıklar olmakla birlikte; Üç Said arasında asıllar noktasında bir mutabakat vardır. Üçüncü Said döneminde, Eski ve Yeni Said’e ait eserlerin tamamının, (kısmî şerh ve izahlarla) aynen neşredilmesi bu mutabakatın en bariz göstergesidir. Said Nursî’nin kırklı yaşlara kadar telif ettiği Eski Said dönemine ait eserler, muhteva bağlamında anahatları ile ikiye ayrılabilir:
Birincisi; siyasî ve sosyal muhtevanın çok belirgin bir şekilde ön planda olduğu eserlerdir.
Bu eserlerde Said Nursî, İmparatorluğun (Osmanlı) çalkantılı dönemlerinde meydana gelen olaylar zincirini, zengin bir materyale dönüştürür; bundan hareketle çok yönlü ve her döneme uyarlanabilecek Kur’ânî düsturlar ortaya koyar.
Bu eserlerde, büyük değişime maruz kalan dünyanın ve özellikle İslâm âleminin sosyal ve siyasî konjonktürü derin analizlere tabi tutulur. Eserlerde gözlemin yanı sıra yer yer İslâmî geleneğin zengin birikimleri de referans alınır. Birinci kategoriye girebilecek eserler arasında: Divan-ı Harb-i Örfî, Münâzarât, Hutbe-i Şamiye, Sünûhat, Hutuvat-ı Sitte vs. sayılabilir.
Ayrıca, Meşrûtiyetin (1908) ilânından 1910 yılına kadar dönemin gazetelerine yazılan makaleler, çeşitli platformlarda irad edilen nutuklar ve mektuplar da bu kategoriye dahil edilebilir.
İkincisi; Kur’ân, kâinat, insan ve yaratılış hakikatlerinin imânî bir bakışla ele alındığı eserlerdir. Bu eserler, mantık, kelâm ve hikmete ait çok derin meseleleri içerir. Bu ikinci kategoriye örnek olarak, Muhakemât, İşârâtü’l-İ’câz, Mesnevî-i Nuriye, Lemaat, vs. verilebilir.
Yine de Eski Said’e ait eserleri muhtevâ açısından keskin hatlara ayırmak doğru olmayabilir. Bunun yerine risâle eksenli kategoriler yapmak daha doğru bir tercih olur. Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde yazdığı eserler hakkında sağlam bilgilere ulaşmak için öncelikle müellifin kendi beyanlarına bakmak gerekir.
Risâle-i Nur’un satırları arasında dikkatli bir inceleme yapıldığında Eski Said’e ait eserlerin telifi, tanzimi, tarihî sıralaması ve neşrine ait sağlam ipuçları elde edilebilir.
Eski Said’in hayat seyrinde çeşitli istihzarat (hazırlık) dönemlerinin olduğu müellifin kendi ifadesidir. Bu istihzarat dönemlerini tahsil, tedris ve telif aşamaları olarak ifade etmek mümkün.
Üzerinde detaylı çalışılması gereken bir konu olmakla beraber birkaç cümle ile bazı çıkarımlar yaparsak: Said Nursî, ilk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan alır. Sekiz yıllık çocukluk döneminden sonra tahsil hayatına 1886 tarihinde Tağ Köyü medresesinde başlar. Bir çok medresede kısa sürelerle bulunarak ders alır. Bu hayat, 1892’ye kadar devam eder. Yani kendisine “Bediüzzaman” ünvanının verildiği tarih. Bu tarih aynı zamanda Said Nursî’nin tahsil’den tedris’e (ders verme) geçiş yılıdır.
Bediüzzaman 1895’e kadar (Siirt, Bitlis, Tillo, Şirvan, Cezire ve Mardin’de) medreseleri dolaşarak tedris (ders verme) ile hayatına devam eder.
1895-97 yılları ise Bediüzzaman’ın Bitlis Valisi Ömer Paşa’nın himayesinde kaldığı tarihlerdir. Bediüzzaman’ın Bitlis’den Van’a gelişi ise 1897’ye tekabül eder.
Van hayatının ikinci yılında Van Valisi Tahir Paşa vasıtasıyla İngiliz Sömürge Bakanı Gladstone’un Kur’ân ile ilgili bir itirafını işiten Bediüzzaman, bunun üzerine büyük bir fikrî inkılâp geçirir.
İşte bu fikrî inkılâp Risâle-i Nur’un telifi için hararetli bir hazırlık dönemi ve giriş kapısıdır. Bediüzzaman, o tarihe kadar elde ettiği muhtelif ilimleri, Kur’ân hakikatlerine çıkmak için basamak yapmıştır.
Birinci Şuâ’da Hadid Sûresi yirmisekizinci âyeti mânâ ve cifir cihetleri ile tefsir eden Said Nursî, bu âyetin fikrî inkılâp geçirdiği tarihten iki sene sonrasına (1901/1318) işâret ettiğini söyler. Bu tarih, Risâle-i Nur müellifinin tedristen telife geçiş tarihidir.
16.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Anlamak isteyene! |
|
Sayın Başbuğ’un türlü yorumlara açık konuşmasının ardından bir takım mahfiller anlamlı manşetler attılar hemencecik: “Anlayana…”
Anlama özürlüler çoktur sahi. Ama bir o kadar da anlatma özürlüler vardır. Bunu da unutmamalıyız değil mi? Bir de “anlamak istemeyenler” eklenmeli bunlara. Bir türlü anlamak istemeyenler!
Neden anlamak istemiyorsunuz sahi şu özde ile sözde farkını? Anayasadan tutun taa dernek tüzüğü mesabesindeki kanun ve yönetmeliklere kadar hemen her şeyde muğlak dil, ucu açık ifadeler kullanılmaktadır ülkemizde. Ama bir takım mahfiller anlamak istemez bir türlü. Din ve vicdan özgürlüğü dersiniz her şeyi, her hakkı verir gibi yaparsınız. Ardından bir laiklik, bir milliyetçilik, bir Atatürk milliyetçiliği sıralarsınız ve kaşıkla verdiğinizi kepçeyle alırsınız.
Neden anlamak istemiyorsunuz bir türlü? Ortada binlerce, on binlerce silâh, tüfek, bomba, mermi bulunmuştur orada burada. Binlerce belge, bilgi, doküman vardır millî iradeye kastedenler aleyhinde. Ama sevkler, raporlar furyası başlar ve ortada bir şey yoktur.
Neden anlamak istemezsiniz? Cemaatler, saf Müslümanlar, hakiki dindarlar “sahte şeyh, sahte mürşit” diye birilerinin figüranlık yapması sonucu şaibe altında bırakılır ve hepten hürriyetler, özgürlükler kısıtlanır. Gerçek olanını ortaya koyamaz, gösteremezler nedense. Hep sahtelerle meşgul edilir kamuoyu. Her dindar potansiyel birer mürteci terörist ve vatan haini gösterilir.
Tutanaklarda geçen “Mümkünse cemaat ikiye bölünecek. Falanca dinî lidere şu yafta yapıştırılacak. Falanca dindar zümrenin elemanları birbirine düşürülecek. Fişmekâncaya parasal destek sağlanacak. Falanca lider temizlenecek” notları piyasaya düşmüşken plan ve proje üretenleri sorgulamak yerine, neden maddî ve manevî suikastler ve suistimallere maruz kalanlara tehditler savrulur, inançlı kesimler itham ve töhmet altında bırakılır?
Neden anlamak istemezsiniz? Bir takım üniformalıların, iktidarları beğenmeyince kendi aralarında ekip kurarak millî iradeyi alaşağı etmelerini eleştirmek ile “Peygamber ocağı/Mehmetçik” terimlerinde anlamını bulan orduya saygı ve sevginin birbiriyle iltibas edilemeyeceğini?
Neden anlamak istemiyorsunuz demokrasilerde hukukun üstünlüğünün esas alınmasıyla, konjonktürel, stratejik ve özel konumu gereği gibi yoruma açık gerekçelerle kanun hakimiyeti ve kanun devleti dayatmalarının aynı şey olamayacağını?
Neden anlamak istemiyorsunuz yargısız infazın dünyanın her yerinde utanç verici bir ilkellik olduğunu? Asıl, insanlara potansiyel suçlu, vatan haini, gerici, yobaz diye yafta yapıştırmanın vatanı ve milleti bölmek ve parçalamak olabileceğini?
Neden anlamak istemiyorsunuz dünyanın döndüğünü, suların aktığını, yılların gelip geçtiğini, yeni söylemler geliştirmek lâzım geldiğini, bir takım ideolojik dayatmalarla modern dünyanın kandırılamayacağını?
Neden anlamak istemiyorsunuz siyaseti dine âlet etmekle, dini siyasete âlet etmenin farkını? Hem de dinin siyasete alet edilmesine dindar insanlar da—en az—bu fikri ileri sürenler kadar karşıyken. Hem dini siyasete âlet edenler sadece dindarlar mı acaba? Onlardan çok daha dine muhalif olanlar dini siyasete âlet etmektedir. Dinsizliği siyasete âlet edenlerin mevcudiyeti ortada iken her dönemde muğlak ifadelerle yalnızca dini siyasete âlet edenlerden bahsetmek kimlerin hanesine yazılmaktadır bir düşündünüz mü?
Daha fazla uzatmaya gerek görmüyorum. Kamuoyunun vicdanından yükselen bu sorular makul gerekçelerle cevabını bulmadıkça her açıklama, her açılım nafiledir.
Evet neden anlamak istemiyorlar? Bir de “Anlayana!” diye milleti alık yerine koyarcasına imalarda bulunuyorlar. Söylenenlerle yapılanlara bakarak, aralarındaki çelişkileri müşahede ederek anlamak istemeyenlerin niçin anlamadığını biz çok iyi anlıyoruz.
16.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Ankara oyalandı ve aldatıldı |
|
Olup-bitenlerin şamatasında önemli detaylar gözden kaçmakta. Çifte standartla tezatlı garip çarpıtmalarla iç ve dış siyasî gelişmelerin yeterince tartışılmasına fırsat verdirmemekte. Amerikan Başkanı Obama Meclis’te milletvekillerinin gözünün içine baka “İsrail’in kendini savunma hakkına saygı duyduğunu” söylerken, İsrail’in iki ay önce Gazze’de yaptığı katliamı teğet geçmesi, bu çarpıklıklardan biri…
Çarpıklık, daha görevi devralmadan El Kaide ve Pakistan üzerinden İslâma ve Müslümanlara fatura edilen İsrail ordusunun tanklarla, toplarla, füzelerle karadan, havadan, denizden saldırıp işgal ederek, evlere, okullara, hastanelere, camilere attığı fosfor bombalarıyla yarısına yakını çocuk ve kadınlardan oluşan binbeşyüze yakın sivilin öldürüldüğü, beşbin yaralının verildiği Gazze vahşetine göz yumulmasına yeni yeni kırılmalar ekleniyor…
İSRAİL’İN MEYDAN OKUMASI
Bilindiği gibi Gazze’ye girişi engelleyen amansız ambargo devam ediyor. İsrail’in kuşatması altında kalan iki milyon insan perişan; aylardır açlık ve susuzlukla karşı karşıya. İlâç ve mama yokluğundan hastalar, çocuklar, bebekler ölüyor…
Obama bunu da tek kelime ile gündeme getirmiyor. İşin garibi “Davos çıkışı”yla “Ona minute!” deyip karşı koyan başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, Ankara’dan hiçbir “tepki” gösterilmedi, gösterilmiyor. Büyük bir zulüm ve insanlık dramı olan bu amansız ambargoyu ne Obama hatırlıyor ne de Ankara’dan kimse hatırlattı, hatırlatıyor…
Dahası Obama’nın Meclis’te İsrail-Filistin ihtilâfı “Annapolis süreci”ne atıfta bulunduğu sırada İsrail’in yeni Dışişleri Bakanlığına getirilen “İsrail Evimiz” partisinin başkanı Avigdor Lieberman, Obama’ya nisbet yaparcasına açık açık “Annapolis barış sürecinin terk edildiğini” açıklıyor; “Biz Olmert hükûmetinden Annapolis’ten sonra Filistinlilerle barış sürecine girdiği için istifa ettik” diye sorumsuzca konuşuyor.
Obama’nın “iki devletli çözüm”üne karşılık, aşırı Siyonist Lieberman, yüksünmeden “16 senedir Filistinlilerle barış çıkmaz sokağa girmiştir” deyip, ”Politikalarımızı kendi hayat görüşümüz doğrultusunda tespit edeceğiz” rest çekiyor. Ankara’da “barış”ı öneren Obama’ya ve İsrail’le ilişkileri geliştiren AKP hükûmetine âdeta meydan okuyor…
Kimse çıkıp bu “pervâsızlığa” bir cevap vermiyor. Tıpkı Annapolis sürecine katkıda bulunmak amacıyla Filistin Devlet Başkanı ile birlikte Peres’i dâvet edip ilk kez bir İsrail Cumhurbaşkanını TBMM’de konuşturan Ankara’ya “teşekkür” edilmemesi, Annapolis’e çağrılmaması, Türkiye’nin isminin dahi zikredilmemesi gibi…
TAAHHÜDLERİN HİÇBİRİ
TUTULMADI…
Bir diğer garâbet, Obama’nın Meclis’te 1915 olaylarını yorumlarken, Amerika’nın karanlık tarihi ile Türkiye’nin geçmişini mukayesesi idi. Osmanlı Ermenilerini Amerika’da katliama uğrayan Kızılderililerle, Kürtleri “azınlık” sayıp Amerika’daki “zenciler”le kıyaslamasıydı.
Ne yazık ki kimse bunun da çok ciddî bir yanlış kıyas olduğunu ifâde etmedi. Amerikan devleti ve Amerikalılar yerlilerle ve Kızılderililere sistemli bir soykırım yapmıştı. Oysa Osmanlı idâresinin yaptığı, Ermeni halkını savaş halinde olduğu Ruslara kalkan yapıp Müslüman ahâliyi katleden çetelere karşı vatandaşlarını yine ülke topraklarına tedbiren bir “tehcir” ve “nakil”di. Cumhurbaşkanı ve Başbakan buna da açıklık getirmedi.
Daha yakın yıllarda Amerika’da zenciler “köle” olarak kabul edilip lokantalara, beyazların bindiği otobüslere alınmazken, Osmanlı’da ve Türkiye’de tarih boyunca Kürt vatandaşlar asla “azınlık” olarak görülmemekte; milletvekili, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı olabilmekte, siyasette, bürokrside bütün makamlara gelmekteler…
Siyasî iktidardan kimse çıkıp bunun da vâhim bir çarpıtma olduğunu ortaya koymadı.
Başbakan, Sarkozy ve Merkel’le birlikte Obama’nın “güvencesi”yle Danimarka Başbakanı Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliğine seçilmesine “vize” verdi. Rasmussen, karikatür krizinden ötürü İstanbul’daki Medeniyetler İttifakı toplantısında “özür” dileyecek; Danimarka’da yayın yapan PKK’nin yayın organı Roj TV’yi kapattıracaktı.
Bu taahhüdlerin hiçbirini tutmadı. Böylece Gül’ün kamuoyuna karşı, “Kaygılarımızın giderildiğini ve taleplerimizin kabul edildiğini görünce NATO’nun gelenekleri gereğince mutâbakata vardık” teminatının hiçbir anlamı kalmadı…
Kısacası olaylar çarpıtıldı ve Ankara bir defa daha oyalandı, aldatıldı, başarısız politikalarla kala kaldı…
16.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yaşanan din ve TSK |
|
Sonuçları hâlâ resmen açıklanmayan ve bazı mahallerde itirazlar üzerine YSK kararıyla tekrar yapılması gerekecek olan yerel seçimlerin üzerinden üç haftaya yakın bir süre geçti ve iç gündem, her biri başlı başına sansasyonel nitelik arz eden şok gelişmelerin peş peşe gelerek bir evvelkini unutturduğu baş döndürücü bir akışla sürekli çalkalanıyor.
Hattâ bazan aynı gün içinde, medyanın, hangisini öne çıkarmak gerektiği noktasında çok ciddî şekilde zorlandığı hadiseler yaşanabiliyor.
Daha 12. Ergenekon dalgasının yol açtığı şaşkınlık atlatılamadan, ertesi sabah DTP’lileri hedef alan geniş kapsamlı benzer bir operasyonun gerçekleştirildiği haberi gündemi tayin ediyor.
Ama bunu da takip etme imkânı bulamadan, gözler Genelkurmay Başkanının Harp Akademileri Komutanlığındaki konuşmasına dönüyor.
Günler öncesinden, akreditasyon çerçevesini kısmen genişleten bir davetli listesiyle dikkatlerin çevrildiği ve saati geldiğinde TV’lerin canlı yayınlarla aktardığı konuşma, herşeyden önce askerin “Bir süredir sessiz durduğuma bakmayın, ben hâlâ buradayım” mesajını aksettiriyor.
Bu mesaj, AB sürecinde alındığı söylenen mesafeye rağmen, askerin duruşu açısından hâlâ değişen birşey olmadığını göstermiyor mu?
İşin enteresan tarafı, Başbuğ Huntington’ın tarifinden hareketle, askerî liderlerin görev alanını “askerî güvenlik” olarak tanımlar ve bu görevin yetkili siyasî makamlara danışmanlık yapıp, oradan çıkacak kararları icra etmekle sınırlı olduğunu söylerken, cemaatlere tartışmalı suçlamalar yöneltmeyi bununla bağdaştırabiliyor...
Bunu yaparken “Dinin toplumsal bir bağ ve ortak duyarlılık oluşturma bakımından önemi inkâr edilemez. Türkiye için böyle şeyleri tartışmak dahi abestir” deyip, herkesin toptancı bir anlayışla aynı kefeye konmaması, “gerçek mütedeyyin” kişilerle kimsenin hiçbir sorunu olmaması gerektiği gibi çok doğru şeyler söylüyor.
Ve Weber’e atıfla, sosyolojik açıdan, “yaşanan din”in önemli olduğunu ifade ederek, yine onun, “Yaşanan dinin görüldüğü en önemli alan, sosyal ve ekonomik yaşamla dini bağdaştıran sosyal gruplar, cemaatlerdir” tesbitini aktarıyor.
“İnanç bir sosyal olgu olarak ele alınıp bu boyutla sosyal, ekonomik ve siyasal yaşam arasındaki etkileşim incelendiğinde, din, ekonomi ve siyaset arasında bir ilişki olduğu görülebilir. Bu görüş, geçerliliğini bugün de koruyor” sözleri de Başbuğ’un Weber’den yaptığı diğer nakiller.
Garip olan, evvelâ bunları söyleyip, ardından bunlarla tamamen çelişen hükümlere varması.
Meselâ dinin toplumsal davranışı, sosyal düzeni belirleyen bir sistematik olarak düşünülüp kabul edilmesinin yanlış olduğunu iddia etmesi.
Ve “önce ekonomik güç olmaya, sonra sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı bir tek tip yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmak”la suçladığı “bazı cemaatler”i anayasanın din ve vicdan hürriyetini sınırlayan 24. maddesine aykırılıkla itham etmesi.
Başbuğ öteden beri dini vicdanlara hapsetmek için ifade edilegelen “İnanç Allah’la kul arasında kalmalı” söylemini tekrarlarken, bunun, Weber’den aktardığı “İnanç aynı zamanda sosyal bir olgudur, ekonomi ve siyasetle de ilişkisi vardır; yaşanan din, sosyal ve ekonomik hayatla dini bağdaştıran cemaatlerle ortaya çıkar” tesbitleriyle açık şekilde çeliştiğini görmüyor mu?
Tabiî, burada elbette ki ince çizgi ve nüanslar var. Bu meyanda, varlıklarını münhasıran dinle tanımlayıp anlamlandıran cemaatlerin, siyasallaşma ve ticarîleşme tuzağına düştükleri takdirde cemaat olma özelliğini kaybetme risklerine bilhassa dikkat edilmesi gerektiği de bir vâkıa.
Ama Başbuğ’un söylediği şey farklı. O, dinin toplumsal alandaki yansımalarına öteden beri karşı çıkan anlayışı bir kez daha seslendiriyor.
Bu anlayış kabul edilemez. Çünkü yaşanan bir dinin toplumdaki yansımaları engellenemez.
16.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KAPLAN |
Yeni Mevlid...! |
|
Bursa’da; tam 600 sene evvel yazıldı:
Mevlid-i Şerif; Vesiletü’n Necât adıyla!
Müellifi; Süleyman Çelebi Hazretleri;
Kur’ân-ı Kerim’i, kendi ahlâkı olarak bize hediye bırakan Peygamberimizi,en güzel dillerle tavsif ettiler..
“Kurtuluş vesilesi” mânâsına gelen; Vesiletü’n Necât okunuyor asırlardır.
Bu eser; İslâm dünyasında, Kur’ân’dan sonra en çok okunan kitap idi…
Geçtiğimiz yüzyıla kadar.
***
Şimdi bu kıymetli eser ki; Naattir;
Vesiletü’n Necât.. Yani Hazreti
Peygambere övgü şiirleri(asm).
Yerini diğer kardeş eserlere bıraktı:
Risâle-i Nur Külliyatına.
Zirâ o asırlarda ihtiyaç:
Vesiletü’n Necât gibi eserlere idi!
Bu asırda ihtiyaç: Risâle-i Nur Külliyatı’na!
Hem ekmek, hem de su kadar!
***
Bir bahar mevsiminde yine Bursa’da;
Yepyeni bir bahar açtı…
Süleyman ve Said’ler yer değiştirdi.
İslâm âleminin medar-ı iftiharı;
Eşsiz Kur’ân tefsirleri müellifi:
Ulu bir camide yâd edildi talebelerince!
Vakûr, sakin ve ihlâslı bir şekilde….
İhlâs; Allah rızası demektir zira.
Kim kazanmak istemez ki bu rızâyı.
Koşup geldi birçok diyardan çok yiğit.
Gönlü nurlu, yüreği imân dâvâsı dolu;
***
Dün; Tuna boylarında zırh çıkarıp abdest alıp buz gibi sulardan nasıl ihlâs ile kılıyor idiyse Osmanlı namazını!
O gün; Bursa’da, o gün; Uluca camide kılınan namaz aynı namazdı!
Çünkü, dün; İlâ-yı Kelimetullah dâvâ idi;
Bu gün; imân kurtarmak!
Eğer bugün bu vatanda komünizm defedilmişse, göğsünü gere gere:
“Ben Müslüman’ım ve bir Müslüman gibi yaşamak en temel hakkımdır!” diyerek başı dik, alnı açık gezebiliyor isek: bu; Nurlu erler sayesindedir! Allah(cc); Mevlid yazan Süleyman Çelebilerden..
Divan-ı Hikmet erbabı Yesevîlerden…
Mesnevi sahibi Mevlânâlardan….
Risâle-i Nur müellifi Bediüzzaman’dan binlerce, katrilyonlarca, kentrilyonlarca
razı olsun ve bu tür merasimlerde bizim kaynaşmamızı temin eden; “ağabey” ve “kardeş”lerimiz ile “arkadaşlıktaki kardeşlik” sırrını anlayanlardan eyleyerek cümlemizi: ahiret yurdunda Hazreti Resulullah’a komşu eylesin.
Amin!
16.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Küresel ahlâk |
|
Yaratılıştan duygularına belli bir had ve sınır konulmayan insanların, vahşî hayvanlardan daha vahşî, zâlimin zâlimi, câhilin câhili durumuna düşmemesi için, Yüce Yaratıcı peygamber tayin ettiği insanlara semâvî dinler göndermiş ve o dinlerdeki şer’î kanunlarla sınırlar belirlemiştir.
Bütün dinlerde, özellikle İslâm dininde hayır ile şer, iyi ile kötü, doğru ile yanlış, sevap ile günahın hepsi bildirilmiş, birbirinden ayırt edilmiş ve oradan da yüce bir ahlâk doğmuştur. Mü’min, yüce ahlâk sahibi insan demektir. Bu yüce ahlâkın kaynağı olan İslâm dinine, Müslümanlar ne zaman sımsıkı bağlanmışlarsa o nispette maddî ve mânevî terakkî etmişler, ne zaman ellerini gevşetmişlerse o nispette de gerilemişlerdir. İslâm tarihi buna şahittir.
Mü’min olan insan, Allah’ın mahiyetine yerleştirdiği akıl, gazap ve şehvet kuvvelerini ifrat ve tefritten uzak olarak vasatta tutan; hikmet, şecaat ve iffet mertebesinde kullanandır. “Mü’min, başkalarının onun elinden ve dilinden emin olduğu kişidir” hadisi bu mânâlara işâret eder. Kur’ân-ı Kerim’in beyan ettiği güzel ahlâkın tamamını en güzel bir tarzda hayatıyla yaşayan ve “Muhakkak sen yüksek bir ahlâk üzeresin” âyetinin övgüsüne mazhar olan Sevgili Peygamberimizin (asm) hayat tarzı ve ahlâkı, bütün insanlığa rehber olacak bir özelliktedir. İnsanlık onu örnek almak durumundadır. Yoksa bu gidişat daha dehşetli bir hâl almaya devam edecektir.
Batı toplumları, bütün semâvî dinlere sırt dönerek seküler ve dünyevî bir hayatı esas aldı. Allah ve âhiret inancını hayatından çıkardı. “Kuvvetli olan haklıdır” diyerek her türlü zulüm kapısını açtı. Hayatı bir mücadeleden ibâret görerek bencilleşti. Yardımseverlik duygularını köreltti. İnsanların nefsânî ve şehvânî duygularını kamçılayarak sefih ve aşağılık bir hayatı medeniyet diye takdim edip ahlâkî değerleri tamamen tahrip etti. Ahlâksızlığın her türlüsüne revaç verdirdi. Sonra da sert kanunlar çıkararak toplumları yönetmeye çalıştı. İnsanları insanlıktan çıkararak bir nevî hayvanlaştırdı. Teknolojik imkânları sonuna kadar kullanarak bu sefih hayatı bütün dünyaya yaymak için hâlâ uğraş veriyor. Müslüman toplumlar da bu gidişâttan etkilendi. Taklit mertebesindeki yüzeysel ve geleneksel imanlar, bu dehşetli âfete karşı dayanamadı ve yıkıldı. Müslümanca bir hayat ile İslâm dışı yaşantılar birbirine karıştı ve tanınmaz bir hâle geldi. İslâm toplumlarında ihlâs, samimiyet, dürüstlük, şükür, tevekkül, kanaat, kısmetine rızâ ve iktisat yerine; hırs, israf, sefahat, açgözlülük, kanaatsizlik ve şükürsüzlük gibi daha bir sürü olumsuz ve negatif duygular öne çıktı. Dünyayı saran âhirete boşvermişlik, dünyevîleşme belâsı ve küresel ahlâk krizi, inanan toplumları da vurdu. Bunun neticesi, küresel ekonomik kriz olarak bütün insanlığı etkisi altına aldı. Bu itibârla asıl problem, küresel ahlâk krizidir. Ekonomik kriz onun neticesidir.
Bahsi geçen tahlile dayanarak bu krizlerden çıkışın tek bir yolu var. O da, yeniden Allah ve âhiret inancı başta olarak iman esaslarına tahkikî bir şekilde inanmak, Kur’ân’a dayalı evrensel ahlâk değerlerini yeniden hayata geçirmek, kul olduğumuzun bilincini geliştirerek israf ve tüketime değil, iktisat ve verim ekonomisine dönmektir. “Sen çalış ben yiyeyim” felsefesiyle çalışanların kanını bir sülük gibi emen ve millî geliri buharlaştırıp hebâ eden faiz kurumlarının kapısını kapatmaktır. “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne!” olan ahlâksız anlayıştan vazgeçerek, başta zekât olmak üzere bütün yardımlaşma kapılarını sonuna kadar açmaktır. Böylece, varlıklı insanlar ile yoksul kesim arasındaki korkunç uçurum zamanla ortadan kalkacak ve bütün kargaşaların da önü alınacaktır.
Evet, önce inanç ve iman temelli bir girişimle küresel ahlâk krizi aşılmalı ki, küresel ekonomik kriz de aşılabilsin. Bediüzzaman Hazretlerinin ön gördüğü hizmet modeli de budur.
16.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Cihan padişahı Yavuz Sultan Selim’e arzuhâl |
|
HAŞMETLİ SULTANIM!
“Nasılsınız?” mutad sorusuna dilim varmıyor. Zira cevabınızın “Bîkararım, muzdaribim” olacağını düşünüyorum. Hani, “ihtilâf ü tefrika endişesi, kûşe-i kabrimde bîkarar eyler beni” demişsin ya... İslâm milletinin ihtilâf ve tefrikası ise hâlâ ittifaka ve ittihada dönüşmedi. Bu ihtilâf hastalığı, milletin ruhuna yapıştığından bu yana bütün şiddetiyle devam ediyor. Bunun çaresi olan “İslâm Birliği” ise, takdir edilen zaman ve mekânda, ümmetin ve milletin buna lâyık olmasını bekliyor.
SULTANIM!
Haftalık Perşembe yazısını yazmak için davranırken, ne hikmetse seni andım, seni hatırladım. Belki hiç alâkası yokmuş gibi gözüküyor, ama hemen arz edeyim. Ergenekon dâvâsında yeni dalga haberleri, nazarlarımı oraya çekti. Bugüne kadar, yazılarında Ergenekon’un “E”sine bile değinmeyen biri olarak, ne yazabilirdim ki... Hem E-muhtıra, Emekli Generaller, Encümen-i Dâniş diye diye şu “E” harfi bile neredeyse antipatik bulunur oldu. Eeeh, geçelim öyleyse..
Hemen nazarım İslâm tarihindeki fitne ve nifak hareketlerine kaydı. Ta dört halife zamanından, ta sonraki dönemlerde hilâfetin saltanata dönüşmesi zamanından günümüze kadar İslâmiyetin ve Müslümanların yakasından düşmeyen fitne ve nifak hareketlerine daldım. Bu ahirzamandaki deccal ve süfyan fitnelerini düşündüm. Onlara karşı mücadele veren hakikî İsevîlere, Bediüzzaman’a ve Nur talebelerine yöneldim. Bediüzzaman’ın İslâm Birliği ve İslâmiyet milliyeti için nasıl çalıştığını, bu idealin gerçekleşmesinde Osmanlının ve Türk milletinin rolünü ve misyonunu düşündüm.
“Mekke’de dünyaya gelseydim bile buraya gelmem gerekirdi” diyen Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’un Türkçe olmasının hikmetlerine ram oldum. Ahirzaman Müceddidi olan Bediüzzaman’ın, İttihad-ı İslâm idealinde “seleflerim” dediği isimler arasında senin ismini gördüm. Onun, “Elhasıl, Sultan Selim’e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira o vilâyat-ı şarkıyeyi ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamanki şarklılardır” sözlerine hayran oldum. Kendisine birinci üstad olarak Kur’ân-ı Kerimi ve Üstad-ı Kül Resûl-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı kabul eden, sadece Hazret-i Ali ve Abdulkadir Geylanî gibi nadir zatlara “üstadım” diyen bir Bediüzzaman’ın, İslâm Birliği idealinde sana biat etmiş olmasında senin büyüklüğünü gördüm. “Siyaset-i İslâmiye ve Şeriat-ı Muhammediye” sahasında müceddidliğine ben de kani oldum.
Sen ki, düşman saldırılarını def etmenin yegâne çaresinin “ittihad” olduğunu beyan etmişsin ve buna da var gücünle çalışmışsın. Sen ki, bu ittihadın tesisine çalışırken, asla taviz vermemişsin. İhtilâfın, fitnenin ve nifakın amansız düşmanı olmuşsun. Yılanın kuyruğuna dokunup onu kendine hücum ettirmek yerine, anında yılanın başını ezmişsin. Sen ki, şehzade Selim olarak Trabzon Valisi iken, şarkta zuhur eden fitneleri teşhis etmiş, padişah babana rapor etmişsin. Ama bu fitnelerin üstüne yürümede onu yetersiz bulunca, o şanlı padişahı, o velî babanı bile tahtından indirmiş, yerine geçmişsin. Hakkın hatırını sultan babanın hatırına feda etmemişsin. Sen ki, Mısır seferinden orduyu vazgeçirmeye çalışan bir vezirini de ortadan kaldırmayı göze almışsın. Şimdilerde ise bir “engerek” yılanı ülkeye ve millete musallat olmuş. Kuyruğuna basıldıkça cıyak cıyak bağırıyor, ama asıl hüner onun başının ezilmesi değil mi? Her neyse, geçelim..
Sen ki, İran’dan gelen fitnenin müsebbibi olarak İran halkını değil, fitnenin başı olan Şah İsmail’i hedef almış, onun üstüne yürümüş, haddini bildirmişsin. O zalimin işini bitirmekle, mazlum İslâm milletinin gönlünde taht kurmuşsun. Seferden dönmeden önce orada kalıcı tedbirler almışsın. İran ve Osmanlı ülkesi arasında, sağlıklı kan dolaşımına, fikir ve inanç dayanışmasına vesile olacak tampon bölge oluşturmuşsun. İdris-i Bitlisî gibi maneviyat sultanlarının desteğini almışsın. Hâlâ o bölgede itikadı ve fikriyatı sağlam aileler vazife başındadır. Gerek İran topraklarında, gerekse doğu illerinde, bilhassa Van’da yerleşik bulunan o ailelerin müsbet duruşları; devlete, millete ve genel asayişe yardımcı olmaları ve onların bilhassa Risale-i Nur yoluyla milletin bütünlüğüne çalışmaları vesikalarıyla meydandadır. O civardaki akraba ziyaretlerimde buna bizzat şahit oluyorum. Şiîlere ait camilerde Sünnîler de kendi usullerine göre, serbestçe ibadetlerini eda ediyorlar. Rahat uyu sultanım. Aşıladığın birlik mayası tutmuştur.
CİHAN PADİŞAHI ŞANLI YAVUZ!
Sen babandan yaklaşık 2,5 milyon km² olarak devraldığın imparatorluk alanını sekiz senede iki buçuk katına çıkarıp 6,5 milyon km²ye ulaştırdın. Batıyla anlaşmalar yaparak doğuya ve güneye yöneldin. Senin doğuya ve güneye yaptığın seferler, İslâm birlik ve dirliğini temin etme maksadına matuf olmuştur. Bunu da hiç şüphesiz manevî canipten emirler alarak yapmışsın. Buna dair çok emareler, tarihin kaydettiği çok menkıbeler vardır ki, Şam’dan Mısır’a doğru Sina Çölünü binbir türlü meşakkatler içinde geçerken, bizzat Resulullah Efendimizin önünüzde yürümesi rivayeti bunlardan sadece biridir. Hutbelerde “Hâkimü'l Haremeyn” olarak anılmanı istemeyip, “Hâdimül Haremeyn” (Mekke ve Medine’nin hizmetçisi) olarak anılma talimatını verdin. Senin bu talimatına hemen uyan hatibi sevdi, sırtındaki kaftanını çıkarıp ona hediye ettin.
Ve senden sonra da hep öyle devam etti. Mukaddes emanetleri ve hilâfet makamını alarak İstanbul’a döndün. Sen sefer ettiğin ve fethettiğin yerleri kendi hallerine terk etmemiş, oraları sağlam ellere teslim ederek dönmüşsün. Oralarda mesele çıkaracak meşhurları ya başka yerlere sürmüş veya kendi yakınında onlara vazife vermişsin.
EY “HADİMÜ'L HAREMEYN” OLAN AZİZ SULTAN!
Sen berzah âleminde, ben dünyadayken bile, sana yönelip seninle hasbihal etmenin lezzetini tattım. Bu iman ve his yakınlığından cesaret alarak, senin de büyük “tezat” olarak ifade buyurduğun “zayıf” hissine kendimce bir yorum yapmak istiyorum. Hani şu Mısır seferi esnasında, çadırına hizmet için giren Türkmen kızıyla ilgili olduğu rivayetine hamledilen; “Şirler pençe-i kahrımdan olurken lerzan/ Beni bir gözleri ahûya zebûn etti felek” mısraların var ya... Bence senin gibi İslâm Birliği siyasetinde vazifeli olan bir müceddit için, bunu nefsanî yorumlamak hata olur. Olsa olsa, senin ruh âleminde gizlediğin bir idealinin sevdasıdır, o şekilde tezahür etmiştir. Veya bunun sırrını berzahta ve ahirette öğrenmeye havale edip, rivayetlere göre Şah İsmail’e yazdığın bir dörtlükle arzûhalimi noktalayıp, İslâm Birliğinin gerçekleşmesi bayramında buluşmak üzere... El Baki Hüvel Baki.
Ve... İşte o sanatlı, marifetli, hikmetli dörtlük. Soldan sağa ve üsten aşağıya okuyalım:
Sanma şâhım/ herkesi sen/ sâdıkane/ yâr olur
Herkesi sen/ dost mu sandın/ belki ol /ağyar olur
Sâdıkane /belki ol/ bu âlemde/ dildâr olur
Yâr olur/ ağyâr olur/ dildâr olur/ serdâr olur..
16.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
“Bu milletin imanına hayranım!” |
|
“Bu sene Türkiye’den hacı var mı?”
“Var efendim.”
“Ne kadar?”
“150 bin kadar.”
Bu cevap üzerine secdeye kapanan bu büyük insan secdedeyken ağlamaya başlar, cevap veren zâtı da ağlatır ve sonra şöyle der: “Kardeşim, ben torunlarıma sizin ecdadınızın isimlerini koydum. Selim dedim. Süleyman dedim. Murad dedim, Bayezid dedim. Sizin ecdadınız İslâmı Sahabe-i Kiram gibi cihad dini olarak anlamış. İslâm yolunda canı fedâ, malı fedâ, herşeyi feda eden; İslâma herşeyini feda eden bir millet… Bu milletin imanına ben hayranım.”
Bu sözler Endenozya’nın eski başbakanlarından Muhammed Nasır’a ait. Geçmiş yıllarda hacca geldiğinde bu konuşmayı Ali Ulvi Kurucu ile yapıyor.
Bu Türkiye dostu, milliyetini etle tırnak misâli İslâmla kaynaştırmış, bin yıldır İslâma hizmet etmekte olan bu kahraman millete âşıktı. Trablusgarp, Balkan, Birinci Cihan, Yunan savaşlarının hep onları yok etmek için yapıldığını, Lozan’da İngilizlerin “Hıristiyan olun kurtulun!” dediklerini, ama bugüne kadar bir kilise olsun yapılmadığını, aksine binlerce cami inşâ edildiğini belirttikten sonra, “Azizim kardeşim” diyor. “On hacıyı gönderemeyen Türk hükümeti 150 bin hacı gönderiyor öyle mi? Allah var bu işin içinde… Allah bu milletin imanını dâim eyliyor. Bu milletin imanı sönmeyecek inşaallah. Aziz ecdadınız, kahraman ecdadınız şehit olup giderken yaralı kalbini Allah’a açmış: ‘Allah’ım, evlâd-ı iyalimin imanı sana emanet; evlâtlarımın, torunlarımın, kızlarımın imanı sana emanettir. Küfre çiğnetme’ demiş. Bu milletin imanı çiğnenmeyecek inşaallah. Allah dualarınızı kabul eylesin inşaallah.”1
Endenozya sabık başbakanı işte böyle diyordu.
Bu milletin imanını, Kur’ân’ını yok etmek için az mı didinmişlerdi İslâm düşmanları. İngiliz Millet Meclisinde Sömürgecilik Bakanı Gladiston eline Kur’ân’ı alıp, “Bu Kur’ân İslâmların elinde bulundukça, biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ân’ı onların ellerinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız” demişti.
Bu haberi basında okuyan Bediüzzaman da, “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş olduğunu, ben bütün dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim” demişti.2
Ve göstermişti de...
Bugün kırka yakın dünya diline çevrilen Risâle-i Nur eserleri, Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş olduğunu, bütün dünyaya ispat ediyor.
Dipnotlar:
1- Medine İkliminden Esintiler, s. 133-134.
2- Tarihçe-i Hayat, s. 44.
16.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Allah’ın “biz” demesinin hikmetleri |
|
İlker Şirin: “Kur’ân-ı Kerîm’in bazı âyetlerinde Cenâb-ı Allah neden ben değil de, biz ifâdesini kullanıyor?”
Hiç şüphesiz Allah birdir, tektir, Ferd’dir, Ehad’dir, Samed’dir. Ve Kur’ân bütün âyetleriyle Allah’ın birliğini, vahdâniyetini, ehadiyetini ve samediyetini ispat eder. Kur’ân’ın en büyük dâvâsı hiç şüphesiz “Lâ ilâhe illallah”tır. Yani, “Allah’tan başka İlâh yoktur” hakîkatıdır. Kur’ân’ın âyetleri bizim için hem öğreticidir, hem terbiyecidir, hem kılavuzdur, hem mürşiddir; hem de bize örnek davranış kalıpları verir. Çünkü Kur’ân bizim için nâzil olmuştur.
Kur’ân’da Cenâb-ı Hak kendi Yüce Zâtı için bazen “ben” zamirini tercih eder; bazen de bazı fiiller için takdir buyurduğu sebepleri hiç mecbur olmadığı halde ifâde kapsamına alır ve “biz” zamirini kullanır. “Biz” ifâdesinde gizli olan hikmetlerden bazıları şunlardır:
1- Kur’ân’da “Biz” zamiri bazen “azamet” ifâde eder.1 Meselâ; “Biz yer yüzünü bir beşik ve dağları da onun için bir direk kılmadık mı? Sizi çift çift yarattık! Uykunuzu dinlenme vakti kıldık! Geceyi bir örtü yaptık! Gündüzü geçim sağlama vakti yaptık! Üstünüze yedi kat sağlam gök binâ ettik! Parlak ışık veren güneşi var ettik! Taneler, bitkiler ve ağaçları sarmaş dolaş bahçeler yetiştirmek için yoğunlaşmış bulutlardan bol yağmur indirdik!”2 âyetlerinde gelen “Biz” zamirlerinde azamet, izzet ve celâl tecellîlerini görmek mümkün. Yani Cenâb-ı Hak hem büyük nimetlerini hatırlatıyor, hem bu nimetleri vermenin kendi kudretine, irâdesine, ilmine ve merhametine hiç de zor olmadığını beyan ediyor, hem ebedî âlemlerin sayısız nimetlerle dolu olduğunu hissettiriyor, hem de insanları şükre ve verilen nimetleri takdir etmeye davet ediyor.
2- Cenâb-ı Hak Kelâm sıfatı gereğince peygamberlerine gönderdiği vahiyler söz konusu olunca telaffuz ettiği “Biz” zamiri ile; hem vahyin yüksekliğini, hem vahyi tebliğ etmekle görevli meleğin ve peygamberin mükerrem, mübârek, saygın ve mukaddes hüviyetlerini ve vazifelerini, hem de insan hayatı için vahyin ne denli vazgeçilmez olduğunu ifâde etmiş olur. Böylece vâsıtanın görevdeki sadâkatini, ismetini, muvaffâkiyetini ve harfiyen emre uygun hareket ettiğini bildirir. Meselâ, “Muhakkak ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitâb’ı sana hak olarak Biz indirdik”3 âyetinde; “Allah’ın sana gösterdiği gibi” kelâmında ilham söz konusu olduğundan “ben” zamiri tercih edilmiş ve böylece ilhamların aracısız olduğuna işâret edilmişken; aynı âyette vahyin nüzûlünde “Biz” zamiri telaffuz edilerek, mükerrem vasıtaların vazifelerine bağlılıklarının ifadesi takdir edilmiştir.
3-Kur’ân bir edep ve nezâket kitabıdır. “Biz” zamirindeki nezâket ve nezâhet aslâ göz ardı edilmemelidir. Cenâb-ı Hak “Biz” zamirini telaffuz ederek beşeriyete örnek bir davranış modeli sergilemekte; benlik ve enaniyet duygularını çağrıştıran ifâdelerin mümkün mertebe nazarımızdan ve hayatımızdan uzak kalmasını irâde buyurmaktadır.
Binâenaleyh, biz de tek başımıza yaptığımız işler için genelde “Biz” ifâdesini kullanırız; böylece hem benlik ve ene tuzağını elimizle itmiş oluruz, hem de elde ettiğimiz başarıyı ekibimizle paylaşarak grup / cemaat / şahs-ı mânevî şuurumuzu canlı tutarız. Nitekim dînimizin mü’minleri kardeş ilân etmesi4 veya namazları cemaatle kılmaya teşvik etmesi gibi takdir ve emirleri, “Biz” şuuruna vahy-i İlâhînin verdiği önemi gösterir.
Binâenaleyh, âyetlerinde insanı muhatap alan Kur’ân, “Biz” zamirini telaffuz ederek insana örnek olmuş ve hizmetlerde şahs-ı mânevî şuuruyla hareket etmenin ve ekip çalışmalarının insan için önemine ısrarla vurgu yapmıştır.
Dipnotlar: 1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 249, (yeni tanzim, s. 411); 2- Nebe’ Sûresi, 78/6-16; 3- Nisâ Sûresi, 4/105; 4- Hucurât Sûresi, 49/10
16.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Vasiyete rağmen... |
|
Son yüz yıllık tarihimizin gerçek yüzünü araştırıp yazmanın ve nesillerin istifadesine sunmanın imkânsızlığından söz etmemiz, bazı okuyucularımızın bir hayli garibine gidiyor.
"Ama nasıl olur?" diye hayret edenlerin yanı sıra, "Yakın tarihi öğrenmemizi kim, niçin istemiyor? Tarihimizi olduğu gibi öğrenme hakkımızı kim, niçin ve ne hakla engelliyor?" diye feveran edenler de var.
Burada sizlere hatırlatacağımız bir misâl, sanırım hem ortaya çıkan haklı sorulara bir cevap, hem de meselenin aslında nerede düğümlendiğine kuvvetli bir işaret teşkil edecek.
Bakınız, M. Kemal'in iki buçuk sene (1923–25) evli kaldığı Latife Hanımın hatıra notlarının yayınlanmasına engel olundu. Üstelik, onun "Ölümümden sonra açıklansın, yayınlansın" şeklindeki vasiyetine rağmen...
Düşünün ki, sıradan olmayan bir insan, Türkiye tarihinin en kritik zamanında en mühim bir mevkide/mekânda bulunuyor, yakın tarihin en can alıcı hadiselerine şahit oluyor, bunları kendince not ediyor, mektuplar yazıyor, hatıraları kaydediyor ve bütün bu dokümanların 2000 yılından sonra açıklanmasını vasiyet ediyor; ancak, yine de bu vasiyete uyulmuyor, zerre kadar olsun ona itibar gösterilmiyor.
Bu vurdumduymazlığın, bu kadir–kıymet bilmezliğin, bir mâsum vasiyete duyulan bu saygısızlığın sebebi her ne olursa olsun, bunu anlayışla karşılamak mümkün değil.
Burada tahmin ettiğimiz gizli–açık sebepler üzerinde duracak değiliz. Bizim nazara vermek istediğimiz şey, Türkiye'deki yakın tarih gerçeğinin önündeki handikapların ne olduğuna dair bir tesbitte bulunmak ve onlarcasından sadece bir tek misâli derhatır etmekten ibarettir.
Son olarak şunu da hatırlatalım ki, hatıra notları TTK'nın çelik kasalarına kilitlenen Latife Hanım, M. Kemal ile birlikte Türkiye'nin en köklü değişim ve dönüşümü yaşadığı yıllara birinci derecede tanıklık etmiş bir önemli şahsiyettir.
Bu işsizlikle nereye?
Bu yılın Ocak ayına ait işsizlik rakamları açıklandı. Durum, son derece vahim. Tablo, rekor seviyede bir işsizlik dalgasının varlığını gösteriyor.
Yaşanan bu ürkütücü dalganın daha sonraki aylarda da süreceğinden endişe ediliyor. Sebep: Hükümet kararıyla ekonomideki büyüme hedefinin eksiye düşürülmesi, buna bağlı olarak yatırımların yavaşlaması, istihdamın daralması, dolayısıyla üretimin alabildiğine azalması...
Ortada hayret verici bir durum var: Ülkenin yönetiminde tek başına iktidar olan bir parti var. Başbakan, bu partinin genel başkanı. Cumhurbaşkanı bu partiden çıkmış. Meclis Başkanı hakeza. Askeriye cenahı, hükümetle gayet uyumlu görünüyor. Yargı ve emniyet teşkilâtı, hükümetin işini kolaylaştıracak, hatta halkın desteğini ziyadeleştirecek bir dinginlik içinde faaliyet gösteriyor. Terör olayları nisbeten azalmış, diplomaside ciddî bir sıkıntı görünmüyor.
Ancak, bütün bu olumlu gelişmelere rağmen, iktisadî hayat yine de iyi gitmiyor, özellikle işsizlik kàbusu daha da ağırlaşarak ürküntü vermeye devam ediyor.
Bu vahâmeti sadece "global kriz" ile açıklamak mümkün değil. Her meselede olduğu gibi, burada da biri zahirî, diğeri hakiki iki sebep var gibi görünüyor.
Zahirî sebepleri izah etmek zor değil. Acaba, yaşanan sıkıntının mânevî sebebi nedir diye düşünüyoruz da, bunun tatminkâr izahını bir türlü bulamıyoruz.
Tarihin yorumu
Demokrasinin ağır prangaları
16 Nisan 1974
Demokratları devirmek ve bir kısım yöneticilerini idam dahil en ağır cezalara çarptırmakla da yetinmeyen "27 Mayıs Darbecileri", hayatta kalabilenlere ise ömür boyu siyaset yasağı getirdi.
Yani, 27 Mayıs 1960'tan evvel Demokrat Parti ile herhangi bir ilgisi olan yüzlerce şahsiyet için kànun zoruyla siyasetle uğraşma yasağı getirildi.
Bu vahşiyane yasak yıllarca devam etti. Nihayet, 1974 yılı başlarında konuyu görüşmeye başlayan Meclis, 16 Nisan günü siyasî yasakların kaldırılmasına karar verebildi.
DP'liler için konulan siyasî yasakların bu kadar zaman almasının en önemli sebebi, İsmet Paşa korkusuydu. Paşanın ve onun arzusu istikametinde hareket eden askerî cuntaların korkusu yüzünden, hiç kimse konuyu Meclis'in gündemine getiremiyordu.
Ne zaman ki, İsmet Paşa 1973 yılı Aralık ayı sonunda öldü, gitti, siyasî yasakların kaldırılması da ülkenin gündemine gelip oturdu.
Yasakların kalkması ve DP'lilere siyasî haklarının iadesini mümkün kılan kànun, İsmet Paşanın ölümünden üç buçuk ay sonra, yani 16 Nisan 1974'te kabul edilerek yürürlüğe konulmuş oldu.
Bu tarihten sonra, demokrasimiz ağır prangalardan kurtuluyor diye ümit ederken, bir askerî cunta idaresi 1980'de yeni bir darbe yaparak, emekleyen demokrasimizi yeniden komaya soktu.
Türkiye, otuz yıla yakındır siyaseti darmadağın eden bu son darbenin yaralarını sarmaya çalışıyor.
Siyasilere yasak koymak, aslında milletin iradesine yasak koymak demektir. Her defasında halkın hür iradesiyle seçimi kazanan DP lideri Adnan Menderes, bir seçim mitinginde görünüyor.
16.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Kutlu ve mutlu doğum |
|
âinat onu (asm) bekliyordu.
Rebiülevvel ayının 12. gecesi, Miladi 571 yılının 20 Nisan’ıydı.
Doğduğu anda konuşan ilk insandı. Şehadet parmağını yukarı yukarı kaldırarak, “Ümmetî, ümmetî” demişti.
Risâle-i Nur’un Mektûbât isimli eserinde Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri şöyle der:
“O zâta şu kainatın Halık’ı bakmış, kâinatı halk etmiştir. Eğer onu icat etmeseydi, kâinatı dahi icat etmezdi” (yeni tanzim, s. 328)
Onu hakiki tanımayan, hakiki sevmeyenin ne kadar büyük bir kayıp içinde olduğu açıktır.
Avucuna aldığı taşlar Allah’ı zikrediyordu. Aynı avucuna aldığı toprak, düşmana top ve gülle oluyor; aynı elin işaret parmağıyla ay ikiye bölünüyor, sonra birleşiyordu. Aynı elin parmaklarıyle orduya on musluklu çeşme gibi su içiriyor ve yine aynı elin parmakları, hastalara şifa oluyordu.
Güneşin vazifesini bir süreliğine durdurması, kuru direğin ağlaması, kurdun insan gibi konuşması, ceylanın şehadet getirmesi, ölen insanın dirilmesi, ağaçların emrine uyması, geleceğe ait verdiği bütün haberlerin çıkması ve daha yüzlerce mu’cize, binlerce şahidin şehâdeti ile nesilden nesile aktarılmıştır.
Bu doğum, mutlu bir doğum idi.
Doğduğu an öyle bir aydınlık meydana geldi ki, doğu ve batı aydınlandı.
O gece Kâbe’deki putların çoğunun baş aşağı düşmesi, İran Kisra’ının meşhur sarayının o gece parçalanıp on dört şerefesinin düşmesi, Sava’da takdis edilen (kutsallaştırılan) gölün o gece yere batması, Mecusilerin taptığı bin yıldır yanan ateşin o gece sönmesi vs. hadiseler Peygamberimizin (asm) Cenâb-ı Hak katında ne kadar önemli olduğunu gösterir.
O sadece çağının Peygamberi değildir. Kıyamete kadar gelecek bütün zamanların Peygamberidir. Ve bütün Peygamberlerin reisidir. Bütün dertlerimizin dermanı, onun sünnet-i seniyesine tâbi olmaktır.
Cenâb-ı Hak şefaatinden mahrum etmesin, âmin.
16.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Almanya, Avrupa’nın İslâmlaşma üssü |
|
Almanya’da diğer İslâmî grup ve cemaatlerin faaliyetleri sürdüğü gibi; Kur’ân hakikatlerini anlamanın, yaşamanın, özümsemenin, benimsemenin ve anlatmanın en güzel ve çağdaş prensiplerini açıklayan Risâle-i Nur hizmetleri de tüm aşk ve şevkiyle devam ediyor. Bizzat yerinde gözlemlediğimiz Mainz-Gustavsburg Nur Camii ve Medresesi’ndeki faaliyetler yalnızca birisi.
Aslında Bediüzzaman, Hıristiyan geleneğiyle şekillenmiş Almanya’yı, Avrupa’nın İslâmlaşması üssü olarak işaret eder. Bilindiği gibi, 1. Dünya Savaşı’nda Ruslarla çarpışan Said Nursî, ayağının kırılması üzerine Ruslara esir düşer. Kosturma’daki esir kampına gönderilir. Orada 2.5 sene kalır.
1918’de, dil bilmediği halde, pek harika bir tarzda oradan firar eder. Polonya yoluyla Berlin’e gelir. İki ay kaldığı Almanya’da ilim adamı ve idarecilerle Almanya’nın yapısı ve İslâm âlemiyle ilgili fikir-alışverişinde bulunur. “Almanlar ve Türkler tarih boyunca dostturlar”1 diyen Bediüzzaman’ın “Bahtiyar Alman milleti” tabirini kullanması manidardır.
Almanya’nın kimi şehir ve kasabalarını gezdiğinizde, Hıristiyan bir ülkede değil, sanki Türkiye’desiniz…
İşte bu ve benzeri vak’alar kurtlaşmış Batı medeniyetinin çökeceğini ve yerini İslâm medeniyetinin alacağını gösteriyor. Zaten pek çok araştırmanın sonucu şöyledir:
Avrupa’nın nüfusunun çoğunluğunu, 2050 yılında Müslümanlar oluşturacaktır!
Araştırmaların ortaya koyduğu bu gerçeği, Bediüzzaman Said Nursî, neredeyse üç çeyrek asır önce öngörmüştü. Takip edelim:
“Avrupa’nın medeniyeti fazîlet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine binâ edildiğinden; şimdiye kadar medeniyetin seyyiâtı hasenatına galebe edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir.”2
Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Avrupa’da Kur’ân’a ve İslâmiyete karşı gösterilen derin ilgi ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyeti kabul etmek gibi hâdiseler”3 geleceğin İslâmiyette olduğunu gösteriyor. Zaten Bediüzzaman, daha önce bunun temellerini atmıştır. 1951’de Zülfikar’ı Almanya’nın Berlin şehrine gönderir. Maddeperestliği, tabiatperestliği, ahlâksızlığı esas alan komünizm perdesini, Berlin duvarını yıkacak bu eserdir. “Hem Avrupa’da, hem Asya’da uzak yerlere Risâle-i Nur’un gitmesi, hem Berlin’de Almanlar Zülfikar’ı aldıkları vakit, bir gazetelerinde alkışlayarak ilân etmesi de”4 Avrupa’nın gittikçe hakikati yakalamasında ve İslâmiyete yaklaşmasında Almanların başı çektiğini gösteriyor.
“Risâle-i Nur Avrupa, Amerika ve Afrika’da da hüsn-ü teveccühe mazhar olmuş; başta bahtiyar Almanya ve Finlandiya olmak üzere, birçok memleketlerde okunmaya başlanmıştır.
“Bu cümleden olmak üzere, Almanya’da, Berlin Teknik Üniversite Mescidine Risâle-i Nur külliyatı konulmuş ve Şarkiyat Üniversitesi İlahîyat bölümünde Risâle-i Nur hakkında konferans tertip edilmiştir. Almanya’daki İslâmî fütûhâtta Risâle-i Nur’un büyük rolü olmuştur.”5
Risâle-i Nur’da geçen Almanya ile ilgili bir diğer değerlendirme de şöyledir: “Amerika’da, Avrupa’da, husûsan Almanya’da taharrî eden cereyanlar meydana gelmiş; eğer idrak edebilirler ve görebilirlerse, işte Risâle-i Nur Külliyatı. Nitekim bu hakîkatin idrâk edilmeye başlandığını gösteren emâreler bahtiyar Alman milleti içinde görülmektedir.”6
Dipnotlar:
1- Doç. Dr. Ursula Spuler, İslam Düşüncesinin 20. Asırda Yeniden Yapılanması ve Bediüzzaman Said Nursî (Milletlerarası Sempozyum), Yeni Asya Yayınları, İst., 1992, s. 31; Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla B. Said Nursî, Nesil Y., 2005, s. 186
2-Tarihçe-i Hayat, s. 83.
3-Sözler, s. 709.
4-Emirdağ Lâhikası, s. 296.
5-Tarihçe-i Hayat, s. 614.
6-Tarihçe-i Hayat, s. 603.
16.04.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
|
Umut YAVUZ |
Müzmin düşmanlıklar ve kardeş ülkeler |
|
Türkiye’nin komşu ülkeleriyle olan problemlerini çözmesinin her zaman ülkemizin hayrına olacağını söylüyoruz. Zira güçlü bir ülke olmak için en başta komşularınızla siyasî, ticarî ve kültürel ilişkilerinizin üst düzeyde olması gerekmektedir. Bu hem güvenlik açısından, hem de gelişme açısından hayatî öneme sahip bir kuraldır.
Türkiye’nin bu anlamda çok talihli bir ülke olmadığını söylemek zorundayız. Gerek tarihin getirdiği bazı realiteler, gerek konjontürel durumlar ve gerekse de yanlış izlenen dış politikalar neticesinde günümüz Türkiyesi hep komşularıyla problemli olagelmiştir. İki dünya savaşı atlatan dünyamızda neredeyse komşularıyla savaşmamış uluslar yok gibidir. Evet tarihin her sürecinde komşu devletler birbirleriyle savaşmışlardır. Bugün çok iyi geçinen komşular, geçmişte kanlı düşmanlar olabilmektedirler. Buna bir çok örnek vermek mümkündür. En büyük örneklerden biri de tarih içinde sürekli savaş halinde olan Fransız ve Alman ulusların bugün FransAlmanya ittifakı içinde siyasî, ekonomik ve hatta askerî bir birliktelik içinde olmalarıdır.
Bugün Avrupa Birliği içinde beraber hareket ülkelerin birçoğu tarihte birbirleriyle amansız savaşlar vermiş ülkelerdir. Bu ülkeleri bugün bir araya getiren faktörler her ne kadar karşılıklı çıkara dayalı faktörler olsa da, sonuçta barış içinde bir araya gelmelerini sağlaması bakımından önemlidir. Zaten uluslar arası diplomatik ilişkilerde genelde “çıkara dayalı ilişkiler” ön plandadır. Ancak konu Türkiye’ye gelince biz genelde olaylara daha duygusal yaklaşarak ya meseleyi “ezelî düşmanlık” penceresinden ele alırız ya da “dost-kardeş ülke” mantığıyla hareket ederiz.
Reel politikada bu türden yaklaşımlar çoğunlukla bu yaklaşımı şiar edinen ülkelere faydadan çok zarar getirmektedir.
Türkiye’nin geçmişten günümüze dış politika anlayışını incelerseniz, hep bu iki yaklaşımın etkisini görürsünüz. Ülkeler ya “ezelî düşmanımız” yahut “kardeşimizdir.” Bu algı düzeyi son dönemlerde devlet mekanizması içinde yükselmiş ve yerini daha diplomatik ve reel politik yaklaşımlara bırakmış olsa da, toplum olarak uluslar arası siyasi algılayışımızda çok ciddî bir gelişme yaşadığımız söylenemez.
Ermenistan ile olan ilişkilerimize bu bağlamda baktığımız zaman tabloyu biraz daha rahat görmeye başlarız. Öncelikle Türkiye olarak barış ve dostluktan yana olan iyi niyetimizi ortaya koymamız gerekmektedir. Zira son yıllarda Türkiye bu konumunu harikulade korumaktadır. Ancak bu kural sadece bizim için geçerli değil tabii ki. “Mütekabiliyet” prensibi denilen bu ilke gereğince her iki taraf da elbette iyi niyetini ortaya koymalı ve sorunların çözülmesinde eşit adımlar atabilmelidir.
Ermenistan devleti ile olan münasebetlerimizde çözülmesi zaman isteyen ve çözülmesi elzem olan problemler “soykırım iddiaları ve Ermenilerin Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tanıması” meselesidir. Dikkat ederseniz her iki problem de Ermenistan taraflı problemlerdir. Onlar haksızca yürüttükleri “soykırım propagandalarından” ve de “toprak bütünlüğümüz konusundaki şüphelerinden” vazgeçmedikçe barışa ve normalleşmeye yönelik adımlar nasıl sağlıklı bir şekilde atılabilir ki! Bir de dolaylı olarak bizi ilgilendiren Dağlık Karabağ sorunu var. Burada işte bizim “kardeş ülke” algımızla ilgili bir durum sözkonusudur. Azerbaycan’ın, Ermenistan ile olan bu önemli problemi makul bir çözüme kavuşmadıkça da, Türkiye ve Ermenistan’ın ilişkiler konusunda mesafe kat etmesi mümkün görünmemektedir. Ancak Türkiye burada tıpkı Suriye ve İsrail arasında yapmaya çaba sarf ettiği gibi ve hatta daha fazlasını yaparak arabuluculuk yapmalıdır. Türkiye’nin bu konuyla olan ilgisi İsrail-Suriye meselesinden de fazladır. Nihayetinde ise bu sorunların çözülüp Ermenistan sınırının açılması en fazla Türkiye’ye yarayacaktır.
Son zamanlarda atılan adımlar bu anlamda umut verici olsa da, kördüğüm olmuş bazı problemlerin aşılabilmesi için hem iki tarafın çok cesur olması hem de iki taraf milletlerinin algı düzeylerinin yükselmesi gerekmektedir. Bu ise zaman isteyen bir süreçtir. Müzmin problemlerin çözülmesi adına atılacak en küçük adımlar bile önemlidir. Bu bağlamda köprülerin temelini atmak ve bunun sürekliliğini sağlamak çok mühimdir. Aksi halde ise, Türkiye’de yükselecek menfi milliyetçilik duyguları sebebiyle bölgede yalnızlaştırılıp, marjinalleştirilmesine seyirci kalırız. Nitekim bizim için çok mühim olan İslam dünyası ile olan ilişkilerimizde dahi bu sebeple 50 yıl geride kaldık. Daha fazla geride kalmamalıyız... Dünya değişiyor, şartlar farklılaşıyor, ya ayak uydururuz yahut yerinde sayarız...
16.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|