"Gerçekten" haber verir 10 Nisan 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Nejat EREN

Bursa’da gönül coşkusu ve birlik beraberlik mesajı



Buram buram tarih kokan bir güzel şehir Bursa...

Yılların hasretini çeken gönül erleri Risâle-i Nur Talebeleri... Seyda’nın dâvâsında birlik ve beraberliğin nişanesi olan bir meclis... Meşveret ve meşruiyetin neticesi olan bir hizmetin neticesi... Osman Gazi’nin, Orhan Gazi’nin, Yıldırım Bayezıt Han’ın, Çelebi Mehmed’in mekânı ve istirahatgâhı Yeşil Bursa’daydık. Aynı dâvâya inananların, aynı hizmette koşuşturanların, aynı görüşü paylaşanların, küçük büyük, kadın erkek, uzak yakın demeden istikamet çizgisinde buluştukları unutulmaz bir gün yaşandı Bursa’da!

Evet, geçtiğimiz hafta sonu ecdad yadigârı, tarih ve samimiyet kokan, mânevî hizmetlerin sistemleştiğinin en büyük örneklerinden birisi olan Yeşil Bursa’daydık.

Ecdadımız Osmanlı’nın cihan padişahlarından Yıldırım Bayezıt Han’ın yaptırdığı “Bursa Ulu Camii’nde” binlerce gönül eri ve kahramanıyla birlikteydik.

Gülen yüzler, coşan gönüller, himmet dolu ruhlar, gayret dolu kalpler, kardeşlik, samimiyet, vakar, meşruiyet, sevgi ve muhabbet caddelere, sokaklara, yollara taştı. Bu güzel ülkede herkesin en fazla arayıp da bulamadığı; huzur, saadet, samimiyet, güven, sevgi ve muhabbetin küçük ve güzel bir numunesi bu önemli şehirde gönülden gönüle dalgalandı.

Dünyanın gündemindeki büyük dâvâ adamı aziz Üstad “Bediüzzaman”ın ismi ve ruhu vardı çünkü işin içinde. Ve ona ilham edilen, asrın manevî reçetesi “Risâle-i Nur” vardı zirvenin burcunda.

Bu cennetâsâ topraklara hayran, bu muhteşem tarihe tutkun, bu millete vefa borcunun idrakinde olan bir cemaat var bu ülkede Elhamdülillâh. “Risâle-i Nur Talebeleri”! Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti’nin tesbitiyle: “Âlâyişi, nümayişi, partisi, patırtısı, derneği, kulübü, cemiyeti olmayan, Allah’ın rızasından başka bir şey düşünmeyen ve her işinde O’na yönelmeyi hedefleyen bir cemaat ve topluluk bu!”

İşte bu topluluğun kuvvetli bir ekolü olan Yeni Asya câmiası, ülkenin her karış toprağında, toplum için her alanda kültürel ve sosyal faaliyetlerle bu ülkenin köklü değerlerine “artı değer” katmayı hedeflemiş bir grup! Yurt sathında konferans, seminer, kongre, sempozyum, panel ve mevlidler... Hep bunun için yapılıp, icra edilir.

Yıllardır hasret çektiğimiz ve bu cemaat için sembolleşen “Kocatepe Mevlidi”nin icra edilememesi üzerine artık Anadolu’da bu tür faaliyetler yapılıyor. Vakur ve samimî bir şekilde, başta Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) olmak üzere bütün peygamberler, sahabe, evliya ve Allah dostları için, mukaddes dâvâ için şehit olan herkesin ruhuna Fatihalar gönderiliyor. Mânevî değerlere, bu ülkeye ve bu millete hizmet eden ve imanlı olan herkese hayır ve iyilikler dileniyor, duâlar ediliyor. Kardeşlik bağları pekiştirilip olumsuz davranış, kötülük, belâ ve musibetlerden kurtulunması için toplu olarak Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulunuluyor.

Bursa il ve ilçelerinde bulunan değerli hizmet ehli ağabey ve kardeşlerimizi, abla ve bacılarımızı, gençlerimizi, mevcut şahane hizmet merkezleriyle, çok güzel çalışan hizmet organizasyonlarıyla, hizmetin her alanında yerleşmiş bulunan “meşveret sistemi” sayesinde cemaatimizin bünyesine ait her türlü müessese, kurum ve birimlerimizin temsilciliklerini Bursa’da tesis ederek; sosyal, kültürel, eğitim, sivil toplum kuruluşu alanlarında yaptıkları güzel faaliyetlerini ve diğer hizmet merkezlerimizle olan sıkı irtibatlarını, gençlere verdikleri önem ve değeri takdir ve tebrik ediyoruz. Ayrıca, bu organizasyon içerisinde de; misafir ağırlamasından uğurlamasına, görsel basından resmî kuruluşlara şehir içindeki tanıtım ve dâvet çalışmalarında kullandıkları döviz, pankart ve el ilânı faaliyetlerine kadar en ince detayları düşünüp güzelce icrâ etmelerinden dolayı hizmeti geçen herkesi bütün ruhumuzla tebrik ediyoruz.

Uzaktan yakından bu organizasyona katılan bütün ehl-i himmet ve hizmeti bu gayret ve fedakârlıklarından dolayı tebrik ediyoruz.

Ulu Cami’nin tarih ve şânına ve de Üstadımız Bediüzzaman ve dâvâsına uygun, harika bir konuşma yapan, kürsünün ve mikrofonun hakkını veren, ehl-i fazl, değerli ilim adamı emekli müftü Yahya Alkın Hocamız başta olmak üzere Kur’ân ve mevlid-i şerifi okuyan bülbül sesli mevlidhan ve diyanet yetkililerine tebrik ve teşekkürlerimizi sunuyoruz. Mevlidi canlı yayınlayarak, Türkiye ve dünyaya duyuran Dost TV ve Bursa TV mensuplarına teşekkür ediyor, bu tür faaliyetlerin ve başarılarının devamını diliyoruz.

Önümüzdeki bahar aylarında geleneksel “Isparta Mevlidi”nin tekrar canlandırılması için plân ve program yapan mevcut “Isparta Kahramanlarına” şimdiden başarılar diliyor, mânevî ve maddî desteğimizin arkalarında olduğunu ifade ederek, tesbit edecekleri “mevlid tarihinin” müjdesini bekliyoruz.

Temmuz sonlarında icrâ edilecek olan “Van Mevlidi”ne şimdiden hazırlanmanızı müjdeliyoruz. Yeni hayırlı hizmetlerde birlikte olmak ümit ve temennisiyle...

10.04.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Fıtraten hakkı arayan insanoğlu



Kâinat hak ve hakikatle yoğrulmuş… Âlemin yaratılışından maksat haktır, hakikattir, hayırdır, kemaldir, güzelliktir. Galebe de onun hakkıdır. Şer, çirkinlik ve batıl, bu düzenin yıkımı ve tahribiyle ortaya çıkar. Adları sanları yoktur. Sönüktürler, siliktirler.

Ne maksattırlar, ne gâliptirler; savlet etseler, galebe çalsalar da geçicidirler.

Yaratılışı gereği daima iyiye, mükemmele doğru giden insanoğlu, her ne kadar bâtıla sarılsa da hak ve hakikati er geç bulacak, ona bütün gönlüyle sahip çıkacaktır.

Mükerrem ve muhterem olan insanoğlu fıtraten hakkı aramaktadır. Bazan bâtıl eline geçmekte, hak zannedip boynunda saklamaktadır. Hakikati kazarken iradesi dışında dalâlet başına düşmekte, hakikat zannedip başına geçirmektedir.1

Ama insan gibi saygıdeğer bir yaratığın sonsuza dek batılda kalması mümkün değildir. Aradığı hakkı sonunda bulacaktır. Çünkü kim arayışında samimî ise aradığını mutlaka bulur.

Kâinattaki hak ve hakikat namına ne varsa hepsi de Cenâb-ı Hakk’ın Hak ismine dayanır. Hak, Allah söz konusu olduğunda varlığı sabit olan, hiçbir şekilde değişmeyen, inkârı mümkün olmayan; ibadete lâyık; mutlak adalet sahibi ve her hakkın sahibi anlamına gelir.

İnsan, gerek yaratılışı; gerek özellikleri, kàbiliyetleri ve gerekse üstlendiği vazifeler itibariyle Hak ismine güzel bir ayna olabilecek kapasitededir. Cenâb-ı Hak, Hak ismiyle insanı en güzel organ, duygu ve kàbiliyetlerle donatmış, ona lâyık olduğu her şeyi vermiş, onu en önemli vazifelerde istihdam etmektedir. Dünyayı onun kàbiliyetlerinin önüne bir sofra halinde açtığı gibi, onun sonsuza uzanan arzularını da ebedî bir saadeti ihsan ederek karşılayacaktır.

Kâinat da Hak isminin güzel bir mazharıdır. Cenâb-ı Hak, bahar geldiğinde bir milyon bitki ve bir o kadar da hayvan türünü, iç içe oldukları halde herbirine ayrı ayrı elbiseler giydirmekte, ayrı ayrı rızıklar vermektedir. Hayat tarzlarını ayrı ayrı, talimât ve terhisatlarını ayrı ayrı yapmıştır. Hiçbiri kendi başlarına ihtiyaçlarını karşılayabilecek, arzularını temin edebilecek güçte olmadıkları halde, Hak ismiyle hiçbirini unutmadan, şaşırmadan, karıştırmadan karşılamaktadır.

Görülüyor ki küçük bir kâinat olan insan da ve büyük bir insan olan kâinat da Hak ismiyle ayakta durmaktadır. Her şeyi yerli yerine oturtan, her şeye hak ettiğini veren Hak ismi, mazhar olma ve tecellî etme noktasında mükemmel birer ayna olan insanların da hakka dayanmalarını ve hakikati haykırmalarını istemektedir. Hakkı, hakikati, doğruyu, gerçeği başlar üstünde tutan, omuzlardan düşürmeyen insanlar Hak isminin mükemmel birer aynasıdırlar.

Dipnot:

1- Mektûbât, s. 455; Hutbe-i Şâmiye, s. 121; Sözler, s. 645.

10.04.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Namazlarda sünnetler ve farzlar



Huzur rumuzlu okuyucumuz: “1- Kamuda çalışanlar için namazlarımızı ne derece alenî yapmalıyız? Farz ibadetler her zaman alenî mi yapılmalıdır? 2- İkindi ile yatsı namazlarının ilk sünnetleri gibi gayr-i müekked sünnet namazları ne oranda kılmak gerekir? Meselâ yüzde on oranında bu sünnetleri kılmak yeterli mi?”

İbadet, kul ile Rabb-i Rahîm arasında en ince, en nazik, en nezih, en derin, en özel bağlılıktır. Kul bağlılığını ibadetiyle Rabbi’ne halisane arz eder. Rabbi de onu dilerse kabul eder.

İbadetlerimizi gizli yapmakta gururdan ve riyadan kurtulma gibi bir avantaj var. Açıktan yapmakta ise insanlara örnek olmak gibi bir artı fazilet söz konusu. Aslında riyâ ve gurur tehlikesini savmak, artı fazilet kazanmaktan daha önce gelir. Bu bakımdan eğer gurur ve riyâ söz konusu olacaksa ibadetleri gizli yapmak, açık yapmaktan daha evlâdır. Fakat farz ibadetler, Allah’ın kesin emirleridir. Yani borcumuz olan ve yapmakla yükümlü olduğumuz emirlerdir. Kula borcumuzu ödemeyi nasıl gurur konusu yapmıyor isek, Allah’a borcumuzu öderken de esas olan, bunu gurur meselesi yapmamaktır. Gurur tehlikesini savdığımızda, başkalarını da Allah’a ibadet yapmaya teşvik etmek gibi bir hayır kapımızı çalar.

Ancak nafile ibadetlerimizi, yani farz olmayan ibadetlerimizi gizli yapmamız daha faziletlidir. Çünkü nafile ibadetler, içimizin ilâve fazilet isteğine dayanır. Bu istek kalbimizin en nadide istek ve arzusudur. Kalbimiz Rabb-i Rahîm’e teklifsiz yönelmek, O'nun huzurunda divan durmak ve O'na sığınmak ister. Kalbimizin bu ihtiyacını farzlardan sonra, nafile ibadetler sağlar. Ne var ki, şeytanın ve nefs-i emmâremizin pusuda beklediğini, nafile ibadetlerde içimize daha fazla gurur ve riya verebileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Oysa nefsimize farz ibadetler hususunda diyeceklerimiz vardır:

1- Sen farzları yapmakla yükümlüsün. Başka seçeneğin yok. Acıktığında yemek ne ise, susadığında su ne ise, kalbin ve ruhun için farz ibadet ondan daha ileri bir ihtiyaçtır. Ayrıca bu manevî ihtiyacını karşılama imkânı ve idraki verdiği için Allah’a şükretmelisin.

2- Farz ibadetler senin, seni Yaratana karşı yaratılış borcundur. Yaratılış borcunu hiçbir karşılık beklemeksizin ödemelisin.

3- Yapmadığın ve borcunu ödemediğin takdirde asi hükmünde olacaksın ve azaba çarptırılacaksın. Çünkü yapmamakla doğrudan Allah’ın emrine itaatsizlik ve isyan etmiş oluyorsun. Oysa sen ki, dünyada hapis korkusuyla olmadık işleri yapıyorsun, olmadık bedeller ödüyorsun. Allah’ın gayretinden korkmalısın. Farz ibadetleri alenî veya gizli yapmakla ilgili özel bir hüküm yoktur. Önemli olan yapmaktır. Açıktan yapmaya gayret etmeye gerek olmadığı gibi, özel bir gayretle gizlemeye de gerek yoktur. Gören görür. Görmeyen için, görsün diye özel bir gayret göstermeyiz. Gerekirse, zarar göreceğimiz bir çevrede bulunuyor isek, teneffüs ve dinlenme saatinde gizlice yapmamızda bir sakınca yoktur. İkindi ve yatsı namazlarının sünnetleri gayr-i müekked sünnettir. Bu namazları kıldığımızda sevap ve feyiz almış oluruz. Kılmadığımızda günahkâr olmayız, yalnız sünnet feyzinden kaybımız olur.

Bu açıdan bunu bir orana bağlamak ve kendimizi meselâ yüzde on mecbur hissetmek, yani yüzde on bu namazları kendimize farz kılmak doğru değildir. Yüzde vermeksizin; kılabildiğimiz oranda sünnetten hissemiz artar.

10.04.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İşkence Müzesi’nin bulunduğu turistik şehir: Rüdesheım



Almanya notlarımıza bugün de devam ediyoruz. Sabah kahvaltısından sonra aynı ekiple İşkence Müzesi’nin bulunduğu turistik şehir Rüdesheım’e doğru yola çıktık. Avrupa’yı dolaşan Rheın (Ren) nehrinin her iki yakasında ikişer hatlı geliş-gidiş tren yolu var. Fabrikaların çoğu nehir kenarlarında kurulmuş. Nehirlerde trafik çok işlek. İstanbul boğazı gibi…

Ren nehri dördüncü ayda taşar. Bunun için alternatif yollar yapmışlar. Yolu yukarıya vermişler. Almanya’nın yollarında çalışan kardeşimiz, “Bu yola öyle basit bir gözle bakma, en az iki metre kalınlığında beton dökülmüştür ve üstüne de 20 santim asfalt!” dedi.

Rüdesheım’in daracık sokaklarını geziyoruz. Çok sayıda meyhane var ve meyhanelerin bodrumları şaraphane. Hatta, kiliselerin bodrumları bile… Kiliseler, çok büyük şarap ticareti yapıyormuş…

İşkence Müzesinde, tarih boyunca Engizisyon Mahkemelerinin, özellikle Katoliklerin diğer mezheptekileri çevirmek için yaptıkları işkence âletleri, cadıları yakma sehpaları, giyotinler, Haçlı askerlerinin kullandığı malzemeler de sergileniyormuş… Kapalı olduğu için içine giremedik. Ancak, daha önce ziyaret edenlerin anlattıklarıyla iktifa ettik.

Tepede yapılan 1877 Alman-Fransız savaşını sembolize eden anıttan Rüdesheım ve Ren nehrinin trafiği ise muhteşem görünüyordu.

***

Doğuda ve Yunanistan’da Hıristiyanlık yayılmaya başlayınca, Yunanlı papazlar, Eflâtun’un “menşe”ine dair fikirlerini, diyalektiğini ve sistemini Hıristiyan propagandasının gereklerine uydurdular. Yunan felsefesinin “teslis”i (üçleme), Hıristiyanlığın malı oldu. Bir taraftan da Eflâtun’un, madde için söylediği, “Bütün kötülüklerin kaynağı maddedir, beden ruh için bir mahpes, bir zincirdir” gibi düşüncelerini de geliştirerek, “ruhban” sınıfını ortaya çıkardılar.

Zamanla bu ruhban sınıfı her şeye hâkim oldu. Her geçen gün baskılarını arttırdı. Öyle bir noktaya dayandı ki, ilim adamı, mütefekkir ve ileri görüşlü olanları cezalandırmaya, sindirmeye ve ortadan kaldırmaya başladı. İşkence ve cezalar âdeta “Engizisyon Mahkemesi” adı altında kurumlaştı.

Katolik Kilisesi idam etmek üzere Galile’yi hapse attı, Kampanella’ya olmadık işkenceleri revâ gördü, Giordano Brüno’yu Roma’da, Vanini’yi Toulouse’da diri diri ateşte yaktı. Engizisyon Mahkemeleri 5 milyon insanı zindanlarda çürüttü, ateşe atıp kül etti. Kezâ, Cenevre’nin Protestanlarını, ilâhiyatçı hekim Michel Servet’i diri diri yaktılar. Yahudî hahamları Spinoza’yı taşa tuttu.

Modern düşüncenin kurucusu Descartes bile kilisenin baskısından kurtulmak ve fikirlerini hür bir zeminde yaymak için Fransa’dan ayrıldı ve Hollanda Cumhuriyetinde 20 yıl mülteci olarak yaşadı.

Avrupa’da din, fukara ve fikir ehlini ezen en büyük vasıtalardan biri oldu. Kilisenin yanlış düşünce ve uygulamalarını örtmek için habire baskı yapıyordu. Bunun akabinde Batı toplumu yüzyıllarca “din savaşları” vermek zorunda kalmış, 18. asrın ilk yarısına yorgun argın varmıştı. Düşünürler Kilisenin bu tutumuna baş kaldırdı. Protestanlık gün geçtikçe taraftar kazanıyordu. Katolikler protesto edildi. Tabiat ve fen ilimlerindeki gelişmelerden kuvvet alarak ve bütün medeniyetlerin enkazlarını gasbederek Rönesans gerçekleştirildi. Kilise, keşif ve îcadları dine aykırı sayıyordu. Hurafeler, ferd ve cemiyeti sarmıştı. İnsanlar gün geçtikçe kiliseden uzaklaştı. Aslında kilise, elindeki maddî-mânevî gücü kaybettiğini görmüştü. Hıristiyanlığın ruhânî reisleri, kâselisleri ve “aforoz” gibi müesseseleri kullanarak, güçlerini muhafazaya çalışıyordu.

10.04.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Halil USLU

Obama ve yeni bir ışık



ABD Devlet Başkanı Hüseyin Obama’nın, Türkiye’de bulunduğu müddet içinde seçkin ve bilerek konuşması beni yanıltmadı. Gayet veciz, öz ve doğruları söyledi. Bugünkü dünya seyrinde ve âlem çarşısında ABD devlet başkanından beklenen bir konuşma yaptı. Yüz kırk üç yıl önce olsaydı ABD devlet başkanı Hüseyin Barack Obama ancak köle olabilirdi, dedeleri “Kunte Kinte” gibi... Hak ve hakikat mücadelesinde ve “fikr-i hürriyet” savaşında 143 yıl sonra gelinen nokta, kölelerin, siyahîlerin ve bir mânâda hürriyetperverlerin zaferi olarak noktalandı. Obama bütün konuşmalarında bu mânâyı daima nazara verdi ve insanlık âleminden barışı, kardeşliği ve diyalogları istedi.

Kendi kökeninin de Müslüman olduğunu TBMM’de haykıran bu yiğit devlet adamı, ABD halkının adeta bir yol ayrımına doğru sür’atle gittiğini bilmektedir. Çünkü çok geniş sosyal, siyasî, dinî ve askerî problemlerle karşı karşıyadır. ABD halkının doğru ve isabetli düşünenleri, barış ve fikr-i hürriyet taraftarı İslâmiyet’e var güçleriyle teveccüh etmektedirler. Bugün ABD’de İslâmiyet ikinci büyük din halinde ve ABD’de İslâmî okul sayısı 400, cami 3 bin ve 24 milyon Müslüman vardır.

Ayrıca 300 milyonluk ABD’de 4 bin üniversitenin yanında 85 bayan üniversitesinin birinden mezun olan ve “Ben Kur’ân’la iftihar ediyorum” diyen Hillary Clinton’un ABD Dışişleri Bakanı olması, Hz. Bediüzzaman’ın yıllar önce ABD’de “İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları Mister Carlyle ve Bismarck gibi böyle dâhi muhakkikleri mahsulât vermesine istinaden, ben de bütün kanaatimle derim ki: Avrupa ve Amerika İslâmiyet’le hamiledir; günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu” 1 hakikatın müjdesini vermektedir. Diğer bir mânâda, ABD’nin dünya da kaybolan demokrat, cumhuriyetçi ve insan haklarına değer veren imajının, yeniden ve başka bir elbise ile ortaya çıkması beklenmektedir.

ABD’de kendi ibadethanesini ve dinini seçme ve kendi vicdanına göre ibadet hürriyeti her Amerikalı’nın hakkıdır. Birleşik Devletler Anayasası’nda yapılan ilk değişiklik şöyledir: “Kongre, belirli bir dinin mecburî olması için veya ibadet hürriyetini yasaklayan bir yasa yapamaz.” ABD’de 219 mezhebe bağlı 331.000 yerel kilise grubu vardır. Dünyadaki bütün batıl inançların merkezi bu ülkedir. Yeryüzündeki belli başlı dinlerin tamamı Birleşik Amerika’da temsil edilmektedir. Ayrıca İslâmiyet’i kabul edenlerin sayısı günden güne artmaktadır.

Bugün başta Amerika, Avrupa ve Avrasya’daki yeniden kurulan devletlere kadar, gelişen ve inkişaf eden muhteşem İslâmî faaliyetler, ardı ve arkası kesilmeyen camiler, açılan İslâmî okullar ve Müslümanlığa koşar adımlarla dahil olmalar, zorbalıkla ve radikalizmle olmuyor ve olmamıştır. Yani ayrı bir deyimle, çağımızda o devletlerle savaş yapılarak İslâmın inkişafı olmuyor ve olmamıştır. Dikkat edilirse ABD ve diğer süper güçler de, artık savaşarak bir ülkeye hâkim olamıyorlar ve olamayacaklardır. Irak ve emsâli yerler bunun en büyük şahididir. Ancak akıllara, ruhlara, kalblere ve nefislere hitap metodu çağı içine almış ve almaktadır. Bugünkü dünya haritasında ve gelişen hadisât-ı âlemde bunun dışında bir irşadın olacağı da görülmüyor.

Her iktidara zaman tanıdığımız gibi, dünyada, Türkiye’de ve kardeş Irak’ta Hüseyin Obama’ya zaman tanımalıdır ve tanımalıyız. ABD yeni kadrosuyla evvelâ şuurlu ve inançlı halkının sesine kulak verecek ve daha sonra müştereken 193 ülkedeki bütün dünya milletlerine kulak verecektir kanaatindeyim. Çok ümitvârız, yarın dünyanın rengi daha da güzel olacak ve yarın güneş yeniden üstümüze doğacaktır. Zafer İslâm’ındır...

10.04.2009

E-Posta: [email protected]




Saadet BAYRİ

Namahrem eller



“Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,

Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor.”

Diye devam eder, şair mısralarına.

Baharın ikinci ayına girmişken, zaman koşarak bazen emekleyerek geçse de işte en güzel ayların içindeyiz.

Güneş arada bir yüzünü gösterip, kaybolsa da… Mevsim bir öyle, bir böyle olsa da… Her şeye rağmen, ufak bir kıvılcım, ısıtıyor içimizi. Ilık ılık bir rüzgâr esiyor ve insan; hem üşüyor, hem değişik duyguların içinde salınıp gidiyor.

Aynı mevsim, aynı tarih memleketimin her yerinde yaşansa da, her birimiz için ayrı anlamları çağrıştırıyor. Hele içine sabır damlatılarak veriliyorsa Nisan, o zaman bahar; gurbet yâ da hasret olarak gömüyor, yapraklarını içimize.

****

Derken baharın havasına uyarak bir şeyler duymak istiyor kulaklarım.

Bahara dair, Yaratıcının esmasına dair, bu rengârenk, çeşit çeşit güzelliklere bir iltifat edilse, “şöyle içimi bir hoş etse kulağıma değen cümleler” diye geçiriyorum içimden.

Bu niyetle dinlemeye koyuluyorum, çevremdekilerin sözlerini. Kulak kabartıyorum, her nefese.

Ama nafile…

Söylenen bütün sözler havada kalıyor. Herkes kendince bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama bütün kelimelerin içi boş.

Birisi yolda gelirken gördüğü bir insan manzarasını örnek veriyor, “Aman efendim, böyle olur mu hiç?” diye ahkâm kesiyor. Bir diğeri de “Oda bir şey mi? Geçenler de birini gördüm, şaştım kaldım” diyerek, onların, çizdiği modele uymayanların, onlarla tıpatıp benzemeyenlerin suretlerini anlatıp duruyorlar.

Ve birçok kişi sessiz sessiz dinliyor bu söylenenleri. Biri çıkıp ta “Sen garantiledin değil mi arkadaşım bir yerleri? Siretin, suretinden daha mı pak ve temiz ki bu kadar rahat eleştiriyorsun?” diyemiyor…

Hayatı kapalı kapılar ardında yaşayan, günün içine hiç giremeyip, baharın tazeliğini tadamamış bu kişilerin dilindeki cümleler, yüreğime ateş olup düşüyor.

Ve bahar hiç üşütmediği kadar üşütüyor beni.

Oysa “yara yapmadan” tedavi edilmeliydi, insanın manevî yaraları. Ve bir insana şu bahar mevsiminde en iyi gelecek olan söz; kâinatı rengârenk boyayan boyacıyı anlatmak ve çıkıp bütün dağlara, çayırlara “Ey boyacı senin izini, yüzünü görüyorum.” diye haykırmaktı.

Yani şevklendirmek ve şevklenebilmekti aslolan.

Birkaç dakika önce aynı yollardan geçmiştik bu insanlarla, onlar sadece hayatın negatifliğini görmüşlerdi. “Bize de bakar mısın?” diyen hiçbir yaprağı, hiçbir çiçeği görmemiş, belki görememişti.

Zira bakmak değil, görebilmekti marifet…

Oysa farkında değiliz; çoğu zaman konuşurken açtığımız yaralar, kapatmaya çalıştığımız yaralardan daha büyük oluyor.

Ve cenneti garantilemiş olan hallerimiz ise acınacak bir duruma getiriyor her birimizi.

****

Şimdi bir ağaçlara bakıyorum, bir şekilden şekle giren bulutlara…

Ve

“Özür dilerim ey mevsim, sizi göremeyen bu gözden. Sizi dile dökemeyen bu dilden.

Size pervasızca dokunmaya çalışan bu namahrem ellerden” demekten kendimi alamıyorum.

10.04.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Obama’ya yardım



Amerika’da nöbet değişimiyle, dünyanın birçok yerinde değişimlerin art arda gelmesi elbette kaçınılmazdı. Bazen kaideli, bazen sistem dışı ve çoğu kez de gizliden başlayan yeni süreçleri zamanında takip etmek kolay olmuyor. Meselâ bizdeki “Ergenekon” vakıasının Amerika’daki ekip değişimiyle irtibatlı olduğunu söylememize bazı dostlarımız tepki gösterdiler. Amerikalı neocon ve neoliberallerin arasındaki itiş kakışı AKP’nin başarı hanesine yazmaya kalkışanlar, belki de oyunun farkına ancak varabilecekler. Demokratlar safında görünen, çizgi olarak neoconların felsefesini savunan fakat usûlde biraz daha derinden ve konjonktürel davranan bu yeni ekibin Türkiye üzerinde verdiği kavga fevkalâde önemlidir.

Neoliberallerin ileri gelenlerinden George Soros, gazetelere Bush aleyhine ilân verdiği günlerde de yine Bush ile beraberdi. Onun Açık Toplum Enstitüleri vasıtasıyla Tiflis ve Bratislava’da George Bush’a takdim ettiği onbinlerin mahiyetini, ancak neoliberallerin düşünce olarak neconlarla birlikte olduklarını bilenler, görebildiler. Cumhuriyetçiler arasında Paul Wolfowitz ve Cheney üslûbuyla boy gösteren zihniyet, demokratlar mabeyninde Soros ve diğer neoliberaller tarafında tezahür eden zihniyetlerin en belirgin özellikleri; dinsiz, materyalist, ahlâksız ve kaosa taraf olmalarıdır.

Obama’nın Ortadoğu ve İslâm âlemine yönelik siyasetlerinin insanlık açısındaki başarısının Türkiye’deki demokratik gelişmelere bağlı olduğunu söylememiz mübalâğa olmaz, kanaatindeyiz. Cumhuriyetçilerin ortayerde bıraktığı enkaz, kaos ve düşmanlığa karşın, neoliberallerin harekete geçtiğini; “Yeni Osmanlılar Projesi” ile Erbil’de yapılan toplantılarının da bu program çerçevesinde icra edildiğini söyleyebiliriz. Neoliberallerin apar topar hükümetin eline tutuşturduğu şu projelerde, Türkiye’nin hiçbir inisiyatifinin de bulunmadığını vurgulamakta fayda görüyoruz. Turuncu devrimlerin Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’da tıkandığını elbette okuyorsunuzdur. Türkiye’nin başrolde oynayacağı bir projenin aynı zamanda neolibarellerin kurtuluşu olduğunu da unutmamak gerekiyor. 12 Eylül ve 28 Şubat askerî ihtilâllerinin oluşturduğu siyasî manzaranın yavaş yavaş normale dönmesiyle ancak harekete geçebilecek olan Obama hükümetinin yolunu, şimdilik AKP ve neolibareller tıkamışa benziyor. Amerika’nın yeni hükümeti bu tıkanıklık karşısında güçsüz kalırsa, ister istemez neoliberaller devreye gireceklerdir. Zaten şimdilik devrede bulunan bu kaosçuların ümitsizce geriye çekilmelerinin, Türkiye’nin normalleşmesine bağlı olduğunu vurgulamak istiyoruz.

Türkiye’deki yerel seçimler, durumumuzun vehametini daha da net ortaya koydu. 12 Eylül ve 28 Şubat siyasetlerini icra etmek zorunda kalan AKP’nin şarktaki gayretleri boşa çıkmıştır. Askerlerin kendilerine sundukları “Atatürk Milliyetçiliği” ülkeyi ırkçılık noktasında hiç de hoş olmayan bir pozisyona sürükledi. Türkçülük adına Orta Anadolu ve Batıda birçok şehirde ırkçıların seçimi kazanması ile alenî bir şekilde neoliberallerce organize ve finanse edilen Kürt partisinin doğudaki başarısı, Millet yerine ihtilâlcileri dinleyen AKP kadrolarına tarihî veballer yükletmiştir.

Avrupa’daki göçmenlere ve işçi olarak gelip yerleşenlere karşı kullanılan plânlarla Türkiye siyasetine müdahale eden neoliberallerin başarısı, ancak İttihad ve Terakkî komitesinin istibdadını aratmayan Kemalist istibdatla devam ettirebilinir. Osmanlıyı dağıtan o menhus ruha benzeyen bir menhus ruhun 12 Eylül ve 28 Şubat labirentleriyle milleti bunaltmaya çalıştığını da artık herkes görebilir. Milletin bunaltılması diyoruz, zira Türkiye düşmanlarının ırkçı Kürtçü parti ile yakmak istedikleri ateş, yalnızca doğuyu tehdit etmiyor. Et ile tırnak gibi birbirinde erimiş Anadolu’nun büyük şehirlerini ve hatta Batı Anadolu’yu da hedef alan bu fitne ancak ve ancak deccal, süfyan, yecüc ve mecüc kelimeleriyle izah edilebilinir. Yani hedefleri yalnızca bozma, tahrip etme ve fitne çıkarma olan bu projeleri, zararımıza olan diğer tarihî projelerle karşılaştırma şansına sahip değiliz. Avrupalıların ekonomide “çekirge sürüsüne” benzettiği bu projede çalışanların başarı hedefleri; yalnızca tahriptir. Savaşlarda ölen insanların çokluğu, yıkılan şehirlerin sayısı ve kaybolan servetin miktarı ile onlar başarılarını ölçerler. Yıkmak, bozgunculuk, öldürmek, ahlâksızlık, insanları cahil bırakmak ve savaş çıkarmak kelimeleri, sözkonusu fitnecilerin sözlüğünde müsbet mânâda kullanılırlar.

İşte böyle bir zaman ve ortamda, Türkiye demokratlarının seferberlik ilân etmelerinden başka çare kalmıyor. Türkiye’yi sevenler, insanlığı sevenler, Türk milletini ve Anadolu’daki bütün masum halkları sevenler mutlaka demokratik tepkilerle Türkiye’yi normal mecrasına çekmek zorundalar. Onların bu gayreti, Amerika’daki demokratları da ümitlendirecektir. Zira onlar da bilyorlar ki; dünyanın, Hıristiyanlık âleminin ve İslâm âleminin barışları Türkiye’den geçiyor. Bunu AB’nin şefleri bildiği kadar, bizi Ortadoğu ağalığına dâvet eden Friedmann da biliyor. Netice olarak necon ve noeliberallerin düşmanlığı Türkiye ile sınırlı değil, Türkiye’nin dahil olmak istediği AB’ye düşmanlıkları belki daha fazla görünüyor. Çünkü neocon ve neoliberaller her türlü müsbet medeniyetlere düşmandırlar.

10.04.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ve Rasmussen skandalı…



Obama’nın manşetlerden inmeyen Türkiye ziyareti. Peygamberimize dil uzatan karikatürleri “basın özgürlüğü” olarak gören George W. Bush’un dostu Danimarka Başbakanı Anders Gogh Rasmussen’in Ankara’nın “onayı”yla NATO Genel Sekreterliğine seçilmesindeki skandallar zincirini gözardı etti.

Doğrusu daha haftalar öncesinde Başbakan Erdoğan, “Peygamberimize saygı istiyorum” diye Rasmussen’e kesinlikle karşı olduğunu söylemiş, büyük takdir görmüştü.

Ancak buna mukabil Cumhurbaşkanı Gül’ün, “bunun uluslar arası bir siyasî mesele olduğu ve dinî konularla karıştırılmaması gerektiği” açıklaması, “çatallaşma” olarak yorumlansa da, Ankara’da halka karşı bir “iyi polis - kötü polis oyunu”nun oynandığı, neticede bunun İslâm âlemine ve kamuoyuna kademe kademe sindirilerek kabul ettirilmesi taktiği olduğuna dair endişeler vermişti.

Çok geçmeden bu endişeler haklı çıktı. G-20 zirvesi sırasında “ayaküstü mini zirve”de başta “Avrupa’daki dostları” başta İtalya Başbakanı Berlusconi ve Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy olmak üzere Obama’nın markajına alınan Erdoğan, sözde “baskılar”a dayanamadı. NATO zirvesine giden Gül’ün adı geçen liderlerle temasının ardından gelen telefonla “ikna” oldu ve âlây-ı vâlâ ile ilân edip içte ve dışta büyük ilgi toplayan “ciddî çekincesi”ni geri aldı.

Böylece tıpkı “Davos’taki çıkışı” gibi bu sözünün altının doldurulmadı; bütün dünyanın gözü önünde “densiz karikatürü” savunan Rasmussen’e konulan “vize” kaldırıldı…

ANKARA “OYALANDI”

VE “ALDATILDI”

Lâkin çarpıtmalar bitmedi; bu kez Erdoğan’ın başta Obama ve Türkiye’nin AB’ye üyeliğine karşı olduğunu açıkça söyleyen Selânikli bir Yahudi olan Sarkozy olmak üzere, Avrupalı liderlerin verdiği “güvence” ile bazı sözler aldığı propagandası yapıldı. Mâlum “yandaş” ve hatta “karşıt” medyaca, Başbakan’ın direterek Danimarka’dan ve NATO’dan bazı kazanımları elde ettiği iddiaları pompalandı…

Ne var ki bunun da bir “aldatmaca” ve “oyalama”dan ibaret oduğu kısa sürede anlaşıldı. Bizzat Erdoğan’ın ifadesiyle Obama ve diğerlerinin “teminatı”yla Rasmussen’in “karikatür krizi”nden dolayı katılacağı “Medeniyetler İttifakı” toplantısında İslâm dünyasından “özür dileyeceği”, özellikle Afganistan’daki Amerikan işgaline nezaret eden NATO Genel Sekreterliği Yardımcılığına bir Türk’ün getirileceği ve Danimarka’da yayın yapan PKK’nın yayın organı Roj Tv’nin yayınlarına son verileceği ileri sürüldü…

Böylece daha Obama’nın Türkiye’de “câzibesini kullanarak Ankara’yı ikna edeceği” haberlerinin mürekkebi kurumadan ve Obama Türkiye’ye gelmeden Ankara “veto”sunu kaldırdı. Rasmussen’in NATO’nin başına getirilmesinin yolu resmen açıldı.

Oysa Türkiye’nin “veto”nu kaldırmaya acelesi yoktu, zira yeni NATO Genel Sekreterinin Ağustos başına kadar seçilme süresi vardı. Ankara, en azından verilen sözlerin yerine getirildikten sonra “onay” verebilirdi. Aksi halde “güvenceler” bir işe yaramayacaktı…

Nitekim öyle oldu. Önce Danimarka basınına yaptığı açıklamada, menhus karikatürü yine “ifâde özgürlüğü” olarak değerlendiren Rasmussen, daha başta “Özür dilemeyeceğim” dedi. Peşinden geldiği “Medeniyetler İttifakı” toplantısında da sadece “dinlere, dinî sembollere ve hassasiyetlere saygı duyduğunu” belirtmekle yetindi; tek kelime özür dilemedi.

Daha sonra Başbakan Erdoğan’ın bulunduğu basın toplantısında da bu tavrını sürdürdü. Rasmussen, her iki toplantıda da gece yarısı kaldığı otelde merdivenlerden düşmesi sonucu kırılan kolunun bandajlı olmasından dolayı katılımcılardan “özür” diledi, fakat “karikatür rezâleti”ne hiç değinmedi, en ufak bir “özür” ya da “gönül alma” beyânında bulunmadı…

“RASMUSSEN İTİRAZI” FOS ÇIKTI…

Rasmussen’in ve NATO’nun Obama ve Sarkozy’in “güvencesi”yle verdiği diğer sözleri ne derece tutup tutmayacağı bilinmiyor. Ancak, “Danimarkalı kovboy” olarak bilinen Rasmussen’in daha ilk günde, Danimarka’daki Roj Tv için, “Eğer PKK’nın propagandası yaptığına dair deliller bulunsa bakacağız” demesi, bu husustaki “gönülsüzlüğünü” ele veriyor.

Rasmussen skandalı, gerçekten AKP siyasî iktidarının haklı “itiraz” ve “vize”sini uluslar arası katakullilerle ucuz politika ve pazarlıklara fedâ ettiğinin son örneği oldu…

Peki siyasî iktidar neden buna tevessül ediyor ya da hep bu durumlara düşüyor?

10.04.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

“Tarihî ziyaret”in ardından…



Pazar günü gece saatlerde gelip Salı öğleden sonra Türkiye’den ayrılan ABD’nin yeni Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın gezisi için “tarihî” ifadesini kullanmak yerinde olur. İlk resmî ziyaretini Türkiye’ye yapmasının yanında, temaslarında verdiği mesajlar itibariyle de tarihî oldu.

Obama’nın Türkiye ziyareti tartışılmaya, irdelenmeye devam ediyor. Ziyaretin magazin boyutu televizyonlarda daha çok yer bulmasına rağmen Obama, Türkiye ziyaretinde 8 yıllık Bush yönetiminin açtığı yaraları kapatma çabası içinde olduğu açıkça görüldü. Türkiye’nin üyeliği konusunda AB’ye net mesaj vermesi gezinin önemli adımlarından. Gezinin bir önemli mesajı da yeni seçimden çıkan Türkiye’nin bütün kesimlerine verilmek istenen mesajdı. Obama bu mesajı da Meclis’te grubu bulunan partilerin genel başkanlarını ziyaret ederek vermiş oldu. Çünkü, bundan önceki iki başkan da muhalefetle görüşmemişti.

Türkiye-ABD ilişkileri 1 Mart 2003 tarihinde TBMM’deki tezkere oylamasının “reddedilmesi” büyük krize sebep olmuştu. Bundan dört ay sonra 4 Temmuz 2003’teki Türk askerlerin kafasına çuval geçirilmesi iki ülke arasındaki ilişkileri iyice kötüleştirmişti. Obama’nın ziyaretinin asıl maksadı bu ilişkileri “yumuşatmak” ya da ilişkileri daha da ilerletmek olarak özetlenebilir.

Obama’nın gezisinin buna benzer birçok mesajı olmasına rağmen, Cumhurbaşkanlığında kendisine ikram edilen vişneli yaprak sarması, nevzine, tavada pişirilmiş logosa varıncaya kadar, İstanbul Ayasofya Camiinin bahçesindeki kedi sevmesinden, Meclis’te stenograflarla tokalaşmasına, kadar birçok olay “gezinin mesajı”ndan daha çok ön plâna çıkarıldı. Daha yeni yeni verilmek istenen mesajların arka plânları konuşulmaya başlandı. Şimdi vermek istediği asıl mesajlar, aslında neler anlatmak istediği konuşuluyor. Meselâ, gerek Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, gerekse de Başbakan Tayyip Erdoğan ile yaptığı özel görüşmelerde neler konuşulduğuna dair henüz bilgiler sızmadı. Irak’tan asker çekme gibi konular gündeme geldi mi? Bu ve benzerî soruların cevapları henüz belli değil.

Gelmeden haftalar önce “İslâm dünyasına Türkiye’den mesaj vermeyecek” denmesine rağmen Obama’nın, Meclis’te konuşurken, “Bana ‘Türkiye’ye bir mesaj vermek için mi gidiyorsunuz’ diye soruldu. Buna cevabım çok kolay; (Türkçe) ‘evet’...” diyerek cevabı vermiş oldu. Özellikle 21 ay sonra Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının da 21 ay sonra genel kurula katılmasıyla gerçekleşen Meclis konuşmasında önemli mesajlar verdi.

ABD’nin “İslâm’la savaşta değildir, olmamıştır, olmayacaktır” derken, Müslüman dünyasıyla olan ortaklıklarının kritik öneme sahip olduğunu söylerken peşinden, “ABD, Müslüman insanlar tarafından zenginleşti. Pek çok ABD ailesinde Müslümanlar var. Bunu çok iyi biliyorum. Çünkü ben de bunlardan biriyim” demesi hayli yankı buldu. Bunları söylerken Müslüman ülkeler olan Irak, Afganistan ve Filistin de yaşananlar malûm olduğuna göre vermek istediği mesaj sadece İslâm dünyasına mıydı?

25 dakikalık konuşmaya birçok önemli konuyu sığdıran Obama’nın “ılımlı İslâm” gibi garip tanımlama yerine “model ortaklıktan” bahsetmesi yeni bir durum… Bundan neyi kastettiğini, “Türkiye ve ABD’nin bir model ortaklık oluşturmasıyla mümkün olabilir. Söz konusu modelde, baskın olarak Hıristiyan olan bir ulusla, çoğunluğu Müslüman olan bir ulus bir araya gelecek ve Türkiye-ABD ile birlikte modern bir camia oluşturabilecek. Bu güvenli, saygın, refah içerisinde görülür ama engellenebilir kültürler arası gerilimin olmadığı bir model olacak” diye açıklamış olsa da bu ortaklığın nasıl olacağı ve şartlarının ne olduğu belli değil.

Türkiye’den ABD’ye gittiği söylenirken, sürpriz bir şekilde Irak’a gitmesinin altında neler olabileceği, Azerbaycan’ı küstürmek pahasına Ermenistan’la sınır kapılarının açılmasını istemesinin altında yatanlar konuşulmaya başlandı.

Başkan olarak ilk ziyaretini Türkiye’ye yapan Obama’nın hem dünyaya hem de Türkiye’ye mesajları oldu. Laik demokrasi vurgusu, AB üyeliğine tam destek, model ortaklık, ruhban okulunun açılması, Ermenistan-Türkiye sınır kapısının açılması, PKK için iki ülkenin işbirliği yapması gibi konular Türkiye’nin önüne konuldu. Obama’nın ziyaretinin ardından hem Türkiye, hem de ABD politikalarında ne gibi değişiklik meydana getirecek bekleyip göreceğiz.

10.04.2009

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

Amerikalı Müslümanlar umutlu



Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın bir Müslüman ülkeye yaptığı ilk ziyaretinde, İslâm dünyasına Ankara’da ve İstanbul’da vermiş olduğu mesajlar kendi ülkesindeki Müslümanlar ve dünya genelinde de olumlu yankılar oluşturdu.

Obama, TBMM’de yaptığı konuşmasında, özellikle bir mesaj verme niyetinde olduğunu açıkça dile getirdi. Tam da bu sebeple söylemiş oldukları daha da bir önem kazandı. Zira, Obama’nın buradaki ve ziyareti genelindeki sözleri ABD’nin bundan böyleki Orta Doğu politikasında ve İslâm dünyası ile olan ilişkilerinde yeni kriterlerinin şifrelerini içeriyordu.

Bush gibi bir başkanın hemen ardından göreve gelmiş olmanın Obama için büyük bir şans ve fırsat olduğu her zaman söyleniyordu. Bu durum, İslâm dünyası ile olan ilişkilerde iki kat daha fazla Obama’ya yaradı denilebilir. Zira George W. Bush, İslâm dünyasıyla adeta bir savaş halindeydi. Hal böyle olunca Obama’nın olumlu mesajlara daha büyük bir tesir oluşturdu ve umutların artmasına sebep oldu.

Obama açıkça “İslâm dünyası ile savaşta olmayacağını” belirtti. Esasında Bush da hiç bir zaman İslâm dünyası ile bir savaşta olacaklarını söylemiyordu. Onun deyimiyle yaptığı şey “terörle savaştı”. Ancak herkes bunun esasında terörle değil İslâm ile bir savaş olduğunu icraatlerinden anladı. Bush, İslâm’ı olduğu gibi kabullenmek yerine, bir kısmının marjinalleşmesine yol açıp ve bunu düşman ilân edip, kendince yeni bir İslâm inşa etmeye kalkışmıştı. Bunun adına da “ılımlı İslâm” demişti. Obama’nın dün Bush döneminde kullanılan bu türden hiçbir terimi ağzına dahi almaması oldukça dikkat çekicidir.

Obama, Bush’tan farklı olarak şunları demektedir: “Lütfen şunu açık ve net bir şekilde belirtmeme izin veriniz. Amerika Birleşik Devletleri İslâm dünyasıyla bir savaşta değildir ve asla ama asla olmayacaktır...” ... “Dikkatlice dinleyeceğiz, yanlış anlamaları düzelteceğiz ve ortak bir nokta arayacağız. Aynı fikirleri paylaşmasak bile saygılı olacağız.”...

İşte bu ve buna benzer mesajları, Obama’nın İslâm dünyası olan ilişkilerinde ABD’yi yeni bir döneme hazırladığının göstergeleri sayılabilir. Nitekim, İslâm dünyasında da bu mesajlar olumlu karşılandı. Amerika’daki Müslümanlar da durumdan memnun. Amerika’daki Müslümanları temsil eden en yetkin kurumlardan biri olan Amerikan İslâm İlişkileri Konseyi (CAIR)’nin Yönetim Kurulu Üyesi Nihad Awad, “Son sekiz yıldır ciddî bir şekilde zarar gören İslâm dünyası ile ilişkilerin düzeltilmesi ve restore edilmesi adına bu mesajlar oldukça ehemmiyetlidir. Biz Başkan Obama’nın bu konuda oldukça samimî ve ciddî olduğuna inanıyoruz. Onun bu çabalarını takdir ediyoruz.” diyor.

Bu mesajların Amerika’daki Müslümanlar arasındaki yankıları oldukça pozitif. Ancak Amerikalı Müslümanlar, İslâm dünyasına verilen bu mesajların yerelde de uygulamalarla desteklenmesi gerektiğini düşünüyorlar. Bu konuda bir demeç veren Müslüman Amerikan Topluluğu Yönetim Kurulu Üyesi İmam Mehdi Bray, ABD’nin İslâm ile asıl iyi ilişkilerine kendi evinden başlaması gerektiğini düşünüyor. Bu kapsamda Amerika’daki Müslümanlar, artık FBI tarafından camilere ve İslâmî lokal ve dernek binalarına tecessüs amacıyla ajanlar gönderilmemesi, camilerin sıkı gözetim altında tutulmaması ve İslâmî organizasyonların “tehlikeli ve illegal”miş gibi değerlendirilmemesi gibi adımların atılmasını umuyorlar.

Bu bakımdan, Obama’nın Türkiye’den verdiği mesajlar İslâm ülkelerinde olduğu kadar, kendi ülkesinde yaşayan ve artık azınlık olarak anılmayacak kadar kalabalıklaşan Amerikalı Müslüman topluluk tarafından da dikkatle izleniyor.

10.04.2009

E-Posta: [email protected]




H. İbrahim CAN

Ruhban okulu açılacak mı?



Obama’nın TBMM’deki konuşmasında, Heybeliada Ruhban Okulu’ndan söz ederken Heybeliada yerine adanın Yunanca adı olan “Halki”yi kullanması dikkatlerden kaçtı. Bu isimlendirme aslında Patrikhane’nin Türkiye dışında her yerde kullandığı “Konstantinopolis Ekümenik Patrikhanesi” ünvanıyla uyumlu. Patrikhane İstanbul’a ısrarla Konstantinopolis derken, Patrik Bartholomeos seyahatlerini ‘sarı zemin üzerine siyah renkli çift başlı Bizans Kartalı” yerleştirilmiş Yunan Devletince tahsis edilen uçaklarla gerçekleştiriyor. Çoğu yerde Bizans bayrağı Patrikhane’nin meşrû sembolü gibi kullanılıyor. Bu arada Amerika’da yaşayan 3 milyon Ortodoks Rum, Amerikan yönetimi üzerinde baskı yaparak Patrikhane’nin “Vatikanlaştırılması”na yönelik bu girişimin desteklenmesini sağlıyor. Buna gerekçe olarak da Patrik’in dünyadaki bütün Ortodoksların manevî lideri olması gösteriliyor.

Rum Ortodoks Patrikhanesi ekümenik hale getirilirken, Heybeliada Ruhban Okulu da bu yapıya uygun olarak, Ortodoks dünyasına din adamı yetiştiren bir okul olarak açılmak istenilmektedir. Buna da Lozan Antlaşmasının 40. maddesi dayanak gösteriliyor.

Lozan Antlaşmasının 40. maddesine göre: “Gayrimüslim azınlıklara mensup olan Türk tebaası hukuken ve fiilen diğer Türk tebaaya uygulanan aynı muamele ve aynı teminattan yararlanacaklar ve bilhassa, masrafları kendilerine ait olmak üzere her türlü hayır kurumu, dinî kurum veya sosyal kurum, her türlü mektep ve diğer eğitim ve öğretim müessesesi kurma, yönetme ve denetleme ve buralarda kendi lisanlarını serbestçe kullanma ve dinî ayinlerine serbestçe icra etmek hususlarında eşit hakka sahip olacaklardır”.

Buradan görüleceği üzere;

1- Sözkonusu okul yalnızca Türk vatandaşı olan Ortodoksların din adamı ihtiyaçlarını karşılamak için açılabilir.

2- Türk vatandaşı olan azınlıklar eğitim kurumu açma konusunda Türk tebaa ile eşit hakka sahiptir.

Bu iki kısıtlama; okulun “Ekümeniklik” iddiasındaki Patrikhanenin bu yapısına uygun olarak uluslar arası bir eğitim kurumu olmasını engellediği gibi, Türk vatandaşlarının eğitim kurumu açmada uyduğu yasal düzenlemelere tabi olduğunu göstermektedir.

Konunun mevzuat kısmına girmek istemiyoruz. Ancak Patrikhane’ye bağlı bir okul açılmasının yasal olarak mümkün olmadığını ifade etmekle yetiniyoruz.

Yunanistan, Batı Trakya’da benzeri faaliyetlere izin vermezken, Atina’da 20.000 Müslüman yaşamasına rağmen, şehir merkezinde bir cami bulunmazken, Türkiye’ye bu konuda sürekli baskı yapılmasının ardında din adamı yetiştirme arzusu dışında başka niyetler bulunduğu kuşkusuz. Çünkü en iyimser ihtimalle 4.000 Ortodoks’un yaşadığı Türkiye’de kiliselerde yetiştirilen din adamları ihtiyacı karşılamaya yetebilir.

Hükümetin bu konuda olumlu bir adım atmadan önce, konunun bütün yönlerini ayrıntılı olarak değerlendirmesi, özellikle ekümeniklik ve mütekabiliyet şartlarını mutlaka araması gerekir. Konunun yalnızca din ve vicdan özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceği, Batı Trakya’daki Türklerin durumu ve ekümeniklik iddialarıyla ilişkisinin mutlaka araştırılması gerektiği unutulmamalıdır.

10.04.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Mescidler, otelleri bozar mı?



Namaz kılanlar için ‘yeryüzü bir mescid’ olmakla birlikte, halka açık mekânlarda da mescidlere ihtiyaç duyuluyor. Mescidlerin olması gereken yerlerin başında da büyük alış veriş merkezleri, oteller, istasyonlar ve benzeri yerler sayılabilir.

Bazı alış veriş yerlerinde ihtiyacı karşılayacak şekilde mescidler olduğu halde, bazılarında ısrarla mescid açılmıyor. Misal vermek gerekirse, İstanbul Ümraniye’de binlerce kişiye hizmet veren Carrefour’da mescid açılmıyor. Alış veriş merkezinin yöneticilerinden yazılı ve sözlü taleplere rağmen bu konuda bir adım atılmıyor. Bahanelerine göre, ‘Konseptlerinde mescid yokmuş’ bu sebeple açmıyorlarmış. Peki, o devasa alış veriş merkezine gelen ve vakti geldiğinde namazını eda etmek isteyen ‘müşteri’lerin bu ihtiyacı nasıl karşılanacak?

En büyük sıkıntılardan biri de “5 yıldızlı otel”lerde yaşanıyor. Ramazan aylarında bir odayı mescid haline getiren bu oteller, Ramazan sonrasında da devam eden bu ihtiyacı ısrarla görmezden geliyorlar. Mescidsiz otellerde yapılan toplantılarda, ilgililere bu ihtiyaç ulaştırılınca da sağolsunlar; “Yakındaki camide kılabilirsiniz ya da kazaya bırakabilirsiniz” diye fetva da veriyorlar.

Şükür ki, geçmiş yıllara nisbetle mescid açılan alış veriş merkezlerinin sayısı arttı. Fakat 5 yıldızlı oteller yanlıştaki ısrarını sürdürüyor. İstanbul’da faaliyet gösteren 5 yıldızlı otellerden -bilebildiğimiz kadarıyla- sadece birinde mescid bulunuyor. Okmeydanı’ndaki Cevahir Otel bu ihtiyacı düşünmüş ve güzel bir mescid hizmete açmış. Bu vesile ile onları tebrik ediyor ve diğer 5 yıldızlı otellere de örnek olmasını diliyoruz.

Geçen gün, eskiden beri hizmet veren 5 yıldızlı bir otel, yenilenerek müşterileriyle buluştu. Ataköy’deki bu otel her şeyini yenilemiş, ama bu yenilik esnasında yine ‘mescid’e yer kalmamış. Otel yöneticileri, “Talep gelmesi halinde boş odalarımızı bunun için açabiliriz” diyorlar. Lütfediyorlar, ama bu yeterli mi?

Şunu anlamakta zorlanıyoruz: Yıldızı kaç olursa olsun, herhangi bir otelde, sürekli açık olan bir ‘mescid’in bulunması o otele zarar mı verir? Müşterileri mi tepki gösterir, yoksa ‘irtica’ mı hortlar?

Türkiye’de faaliyette bulunan herhangi bir otelde mescid olmaması, kanaatimizce o otel için ‘ayıp’ olarak yeter. Bütün hizmetleri “5 yıldızlı” olsa bile, bu eksiklik o yıldızları söndürür. Otelden ve otelcilikten maksat; müşterilerin ihtiyaçlarını karşılamak ise, mescid niçin bir ihtiyaç olarak görülmez? Otele konaklamak için gelen ya da herhangi bir toplantıya katılan ‘müşteri’nin bu ihtiyacını karşılamak otel yöneticilerinin görevi değil mi?

Yıldızlı ya da yıldızsız faaliyet gösteren otel ve benzeri ‘kamuya açık toplu mekânlar’da mutlak surette mescid bulunmalıdır. Bu ihtiyacın karşılanması için başta Diyanet İşleri Başkanlığı’na ve sivil toplum kuruluşlarına iş düşüyor. Bugünden tezi yok, bu konuda ciddî çalışmalar ve kampanyalar açılmalı, otel ve benzeri işletme sahipleri cesaretlendirilmelidir.

Herkes bilsin ki, her otele bir değil ‘iki mescid’ açılmasını istiyoruz. Bazıları rahatsız olsa da, bu mescidler açılana kadar konuyu gündemde tutmayı sürdüreceğiz İnşallah.

10.04.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İç gündeme dönüş



Ergenekon’da ikinci iddiamamenin açıklanması, BBP lideri Yazıcıoğlu ile arkadaşlarının esrarengiz bir helikopter kazasında vefatı, birkaç gün sonra yapılan yerel seçimler, NATO zirvesindeki Rasmussen krizi ve onun perdelemesiyle Fransa’nın sessiz sedasız ittifakın askerî kanadına geri dönüşü, Obama’nın, yankıları hâlâ devam eden Türkiye ziyareti gibi birbirini izleyen ve biri diğerini gölgede bırakan yoğun gündemleri geride bıraktık.

Bir kez daha kendi gerçeklerimize döndük.

Yine gündemi başka taraflara kaydırıp meşgul edecek olağanüstü gelişmeler yaşanmadığı takdirde, artık bu gerçeklere yoğunlaşabileceğiz.

İşte reel gündemimizden bazı başlıklar:

* Yerel seçimleri yapalı iki haftaya yakın bir süre geçti, ama bazı yerlerde itirazlar hâlâ sonuca bağlanmadığı, hattâ Adana’da benzeri görülmemiş bir şekilde konu savcılığa intikal ettiği için sonuçlar resmen açıklanabilmiş değil. Bir başka tuhaflık, Ankara’da bir ilçe sandık kurulu başkanının, seçime katılan bir muhtar adayından rüşvet aldığı iddiasıyla gözaltına alınması.

Ne dersiniz; seçim öncesi çıkarılan kimlik numarası eziyeti ve sandık kurullarına getirilen başörtüsü yasağı mağdurlarının âhı mı tuttu?

* Giderek derinleşen ve hâlâ dip noktayı görmediği belirtilen krizin vurduğu ekonomideki olumsuz göstergeler, alarm zillerini çaldıracak düzeylerde seyrediyor. Sanayi üretimindeki Şubat ayı rakamlarının dörtte bire yakın bir gerilemeyi haber vermesi, küçülme sürecinin endişe verici boyutlarda devam ettiğini göstermekte.

Üretim ve istihdamdaki azalmaya paralel olarak işsizlikteki artış, toplumsal huzursuzluk ve tedirginliği çok daha ileri noktalara taşıyabilir.

Anlaşılan o ki, son günlerde piyasalarda, G-8 zirvesinde zenginler kulübünün IMF’ye 1.1 trilyon dolar aktarma kararı, hükümetin IMF ile anlaşma sinyalleri vermesi ve seçim öncesi açıklanan, bazı sektörlerde kısmî vergi indirimlerine dayalı tedbir paketleri ile açıklanan “iyileşme” sinyalleri, kalıcı bir iyileşmeden ziyade yine konjonktürel dalgalanmaların bir neticesiymiş.

Buna karşılık temel göstergeler, krizin daha derin boyutlar kazanarak sürdüğüne işaret ediyor: Sanayi üretimi, kapasite kullanımı ve ihracattaki düşüş ve işsizlik oranlarındaki artış gibi.

On milyonlarca kişiyi kapsayan dar ve sabit gelirlilerin, ücretlilerin, emeklilerin, esnafın, işçilerin, köylülerin durumları ise zaten belli. O cenahta herhangi bir iyileşme ve ferahlama yok, kötüye gidiş ise katmerlenerek devam ediyor.

İşin ilginç tarafı, üretimde, ticarette, alış verişte yaşanan küçülme ve durgunluğa rağmen tüketici enflasyonunun düşmemekte direnmesi.

Ve yine bir başka çarpıklık, mevduat faizlerindeki düşüşten istifadeyle topladıkları paraları kat kat arttıran bankaların, verdikleri krediler için iki kat fazla faiz uygulayarak, kriz ortamında bile yüzde 50’yi aşan fâhiş kârlar elde etmeleri.

Krizin teğet geçeceği, en az bizim etkileneceğimiz iddiasını sürdüren hükümetin bunun için gösterdiği başlıca dayanaklardan biri, artık bankaların sağlıklı ve sağlam bir yapıya kavuşturulduğu. Ama reel sektörün sorunlarına kayıtsız ve duyarsız kalıp, tersine oradaki sıkıntıları istismar ederek faiz vurgunuyla semirmeye devam eden bir bankacılık ne ölçüde sağlıklı olabilir?

* Ergenekon’da ise dikkatleri çeken son gelişme, GATA’ya sevk edilen Levent Ersöz’ün sağlık durumuna ilişkin çelişkili haberler. Önce “et yiyen bakteri”nin pençesine düşüp hayatî tehlikeyle yoğun bakıma alındığı belirtilen Ersöz için “depresyon” gerekçesiyle yine tahliye talebinde bulunuldu, sonra ozon tedavisiyle düzelmeye başladığı açıklandı. Son durum bilinmiyor.

* Esrarengiz Yazıcıoğlu kazasının pilot hatasına bağlanarak kapatılıp kapatılmayacağı ve söz verilen anayasa değişikliklerinin gündeme gelip gelmeyeceği ve gelirse olumlu sonuca ulaşıp ulaşmayacağı da önümüzdeki günlerin konuları.

10.04.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis