|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kırkıncı yılın kutlu olsun Yeni Asya’m |
|
Kırkıncı yılın kutlu olsun Yeni Asya’m. Kırk yıldır yollardasın. Yolların taşlı, dikenli, karlı, buzlu. Ama sen, yollardan yılmadın, yıllardan yılmadın, yürümekten yılmadın, yorulmaktan yılmadın, ağlamaktan yılmadın, mücadeleden yılmadın.
Çünkü sen, elindeki hakikat bayrağını Mahşerin burçlarına dikmeye yeminlisin. Dünyanın taşı, dikeni, kar’ı, buzu da ne ki? Engel mi senin için? Sen biliyorsun ki, dünyanınkisi engel değil; sadece sevap arttırıcı cilve.
Gücünü inancından aldın. Mefkûrenden aldın. Meş’âlenden aldın. Allah yardım etti; hep yürüdün, yürüdün, yürüdün.
Soluğunu kesmek isteyenler çok oldu. Yoluna taşlar atanlar, dikenler serenler, karlar yağdıranlar, buzlar döşeyenler çok oldu. Ama sen onlara gül atıp yoluna devam etmesini bildin, onlara selâm verip başını dik tutmasını bildin, onlara zeytin dalı uzatıp eğilmemesini bildin.
Ne başı dik tutmanın hırçınlık, ne onlara zeytin dalı uzatmanın taviz vermek olmadığını dünya âleme gösterdin. Ne yolda yürümenin isyan, ne onlara gül atmanın hainlik olmadığını dünya âleme ispat ettin.
Senin ellerin hep herkese açık oldu Yeni Asya’m. Fakat seni anlamayanlar senden ellerini hep kaçırdılar. Ama olsun; önemli olanın, senin yüzünü hep herkese dönük tutman, ellerini hep herkese açık tutman değil mi zaten? Dileyen el uzatır, dileyen yüz çevirir; öyle değil mi? Bu seni artık Mahşerde mesul tutmaz ki!
Sen bayrağını Allah’ın izniyle Mahşerin burçlarına diktiğin zaman; o gün, orada, Kur’ân’ın işaret ettiği saatler geldiğinde; “Eyvah! Bu bayrak dünyada son yüz yıllarda seneler boyu nazlı nazlı, alımlı alımlı, mütevazı mütevazı dalgalanıp duran hakikat bayrağı değil mi, nur bayrağı değil mi, tebliğ bayrağı değil mi? Bize uzatılan eli neden görmedik? Bize atılan gülü neden fark edemedik? Bize verilen değeri neden anlayamadık?” diyen ve dizlerine vuran çok olacak; eminim! Allah orada kullarının yardımcısı olsun. Âmin.
Öyle ya… Kur’ân’ın şu işareti görmezden gelinebilir mi? “O gün yeryüzü de başka bir şekle girer, gökyüzü de. Sonra bütün varlıklar, Bir olan, hükmü ve kudreti her şeye yeten Allah’ın huzuruna çıkarlar.”1
Kur’ân’ın şu bildirisi unutulabilir mi? “Ve sur üflenir. Ve onlar kabirlerinden kalkıp Rablerinin huzuruna koşarlar. ‘Eyvah bize!’ derler. ‘Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı? İşte Rahman’ın vaad ettiği. Demek peygamberler doğru söylemiş!’ İşte, tek bir sesledir ki, hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler. O gün, hiç kimseye haksızlık yapılmaz. Ancak işlediklerinizin karşılığını görürsünüz.”2
Kur’ân’ın şu haberi hesaba alınmayabilir mi? “Ne zaman ki yer, müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. Ve yeryüzü bütün ağırlıklarını dışarı çıkarır. Ve insan, ‘Ne oluyor buna?’ der. O gün yeryüzü, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir. O gün insanlar yaptıklarının karşılığını görmek için hesap yerinden bölük bölük dönerler. Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa, onun mükâfatını görür. Kim zerre kadar bir kötülük yaparsa, onun cezasını görür.”3
Sen el uzatmaya devam et Yeni Asya’m. Gül uzatmaya devam et. Yüz vermeye devam et. Gül çehreni hiç asma. Karşına hangi zorluk çıkarsa çıksın; değil mi ki, kırk yıldır en zorlularını aştın, Allah sabır lütfettiği, sebat verdiği ve yardım ettiği sürece, aşamayacağın dağ, yıkamayacağın bent, geçemeyeceğin badire mi kaldı? Dünyanın badiresi değil mi? N’olacak? Yeter ki, Mahşerin badiresi olmasın!
Burada ekmeye devam et Yeni Asya’m. Mahşerde gül biçeceksin İnşallah.
Emin ol ki, Üstadın sana himmet ediyor. Peygamberin (asm) sana medet ediyor. Rabb-i Zülcelâl’in sana nazar kılıyor, seni görüyor, gözetliyor, sana yardım ediyor, avnü inayetini esirgemiyor, feyzü bereketini eksik etmiyor.
O halde kimden korkun olacak Yeni Asya’m! Yollar senin. Yıllar senin. Dağıyla, taşıyla, çamuruyla… Güller senin. Dikeniyle, acısıyla…
Yolun açık olsun Yeni Asya’m! Mahşere kadar bayrağı elinden düşürme. Bu bayrağın sahipleri ebediyet tarafında seni bekliyor. Bunu unutma.
Gerçi, şahidiz ki, sen zaten bunu hiç unutmadın. Başın bundan dik durdu hep.
Öyleyse… Doğum Günün kutlu olsun Yeni Asya’m. İnşallah akıbet senin için hayır. Yolun açık olsun.
Dipnotlar:
1- İbrahim Sûresi: 48
2- Yâsin Sûresi: 51, 52, 53, 54
3- Zilzal Sûresi: 1-8
21.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hak ve hürriyetler yolunda |
|
“İnsanların en iyisi kimdir?” Bu sorunun cevabı bir hadis-i şerifte şöyle bildirilir: “İnsanların en iyi insanlara en çok faydası dokunandır.”1
Kendini aşamamış, başkalarına faydalı olma noktasında gayrete girememiş insandan ne hayır çıkar? Hangi alanda olursa olsun, hangi makamı tutarsa tutsun, hangi işle meşgul olursa olsun, insanın değeri başkalarına yardımcı ve faydalı olabildiği ölçüde artar.
Madem insan, yeryüzünün en saygıdeğer mahlûkudur. İnsana, insanın hak ve hürriyetlerine yönelik, onların korunması ve güç kazanması için yapılan hizmet en faydalı hizmettir.
Eğer söz konusu din ve vicdan, düşünce, eğitim-öğretim hürriyeti gibi hak ve hürriyetler ve bunların ideal anlamda kullanılması için çalışmak ise bu her şeyden önce insanî ve İslâmî bir vazifedir.
Hele yönetici konumundaysanız bunları karşılamakla yükümlüsünüz. Hz. Ömer (ra), Mısır valisi Amr bin Âs’ın oğlu, bir kıptîyi haksız yere kırbaçladığında, valiye “Ey Amr! Analarından hür olarak doğan insanları hangi hakla köleleştirmeye çalışırsınız?” demekle kalmamış, suçlu olan valinin oğlunu, attığı kırbaç sayısınca kırbaçlattırmıştı. Kureyş ileri gelenlerinden Ebû Süfyan’ın ev yaptırırken derenin ağzından aldığı taşlar sebebiyle suyun mecrası değişip evlerin su altında kalma tehlikesi başgösterince halk zamanın halifesi Hz. Ömer’e şikâyet etmiş, durumu tahkik eden Hz. Ömer şikâyetlerin haklı olduğunu görünce, Ebû Süfyan’ı çağırtmış, şikâyetleri belirttikten sonra taşları bizzat onun elleriyle kaldırtmış, onun itiraz edemeyip kanuna itaatini görünce de ellerini kaldırıp Rabbine şöyle duâ etmişti: “Allah’ım, sana sonsuz hamd ü senâlar olsun. Ebû Süfyan gibi birini Ömer’e itaat ettiriyorsun.”
Önemli olan kanunun ayırım yapmadan genele hitap etmesi, insan hak ve hürriyetlerini korumasıdır.
Yazılı ve görüntülü medyada söz sahibi iseniz hak ve hürriyetlerin temini hususunda elinizden gelen her şeyi yapma gibi bir vazifeniz de var.
Medyanın görevi her şeyden önce fertlerin hak ve hürriyetlerini korumak, çiğnenmesini önlemek, toplumun ihtiyaçlarına cevap vermek değil midir? Basının sesi en çok o zaman çıkmalı.
İşte medya o zaman görevini yapmanın hazzına ermiş, halka faydalı olmuş olur.
Kırkıncı yılında Yeni Asya’ya bu açıdan baktığımızda gerçekten hakkın, hakikatin ve halkın gür sesi olduğunu görmekte gecikmiyoruz. Nerede, ne zaman hak ve hürriyetlere halel gelmişse, Yeni Asya kapatılma gibi riskleri de göze alarak orada sesini yükseltmiş, ezilmişin, çiğnenmişin yanında olmuştur.
Kırkıncı yılında Yeni Asya’yı tebrik ediyor, daha nice yıllara diyoruz.
Dipnot:
1- Feyzü’l-Kadir, 6: 253.
21.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Göstermelik denemeler |
|
Türkiye, mâzisi yüz elli yıla yaklaşan engin ve de zengin bir demokrasi tecrübesine sahip. Ama ne yazık ki, bu uzun sürenin yarıdan fazlasını ara ve kara rejimlerle, acı ve fecî kesintilerle geçirdik.
Osmanlılarda "meşrûtiyet" diye tâbir edilen demokrasi, uzun bir mücadele ve hazırlık devresinin ardından, ilk kez 1876'da meydân–ı zuhûra çıktı. Bu ilk tecrübe, yine muhtelif kesintilerle ancak iki–üç yıl kadar yaşayabildi. O tarihte yaşanan Osmanlı–Rus Harbi gerekçesiyle, demokrasi askıya alındı.
Türkiye'de yaşanan ikinci demokrasi denemesi, birinciden ancak otuz yıl sonra mümkün olabildi. 1908'de ilân edilen II. Meşrûtiyet ile birlikte, çok sesli, çok partili sisteme geçilmiş oldu.
Ne var ki, hak ve hakikatten ziyade şiddet ve komitacılıktan beslenen o dönemin en kuvvetli partisi olan İttihat–Terakki'nin muhalefete duyduğu tahammülsüzlük sebebiyle, hürriyet ve demokrasi neşv û nemâ bulamadı.
Kısa sürede masonların, dönmelerin, menfaat şebekelerinin, Türk olmayan Türkçülerin, Balkan ve Makedon komitacılarının arenası haline gelen İttihat–Terakki Fırkası, 31 Mart Vak'asını bahane ederek, muhalefet hareketini en vahşi bir şekilde ezmeye, hatta yok etmeye çalıştı.
Nitekim, 1909 Mayıs'ında kurulan Divân–ı Harb–i Örfî (Sıkıyönetim) Mahkemesine sevk edilen ve kırktan fazlası dârağacına gönderilen mazlûmların çoğu, anamuhalefeti temsil eden Ahrar Fırkasının mensupları ile onlara mânen istinad noktası olan İttihad–ı Muhammedî Cemiyetinin üyeleri idi.
Aynı mahkemeden idam talebiyle yargılandığı halde asılmaktan kıl payı kurtulan ve kendisiyle birlikte yaklaşık kırk kişinin kurtulmasına vesile olan Bediüzzaman Said Nursî, yukarıda nazara verdiğimiz acı gerçeği Emirdağ Lâhikası isimli eserinde daha detaylı bir şekilde ifade ediyor.
Osmanlı Ahrar Fırkasını imhaya yönelik bu fitne kasırgasından sonra, parti büyük ölçüde dağıldı. Onun bıraktığı boşluğu doldurmak fikriyle 1911'de kurulan Hürriyet ve İtilâf Fırkası ise, İttihatçılara karşı olan hemen bütün gayr–ı memnunları bünyesinde barındırmaya başladı. Nitekim, 1912'de yapılan o meşhûr "sopalı seçim"e rağmen, yine de ortaya iyi bir varlık koymaya muvaffak oldu.
Bu durum, karşılarında muhalefet istemeyen İttihatçıları adeta çılgına çevirdi. Ne yapıp ettiler ve Meclisi feshettirme yoluna gittiler. 1913 yılı başlarında çok daha şiddetli baskılar altında yenilenen Meclis'te ise Hürriyetçiler çok az sayıda mebus çıkarabildi.
Mağlubiyetle neticelenen Balkan Harbini bahane eden İttihatçılar, var olan az buçuk muhalefeti de iyiden iyiye korkutup sindirmeye yöneldiler. 11 Haziran 1913'te Sadrazam Mahmut Şevket Paşanın bir suikast sonucu öldürülmesini fırsat bilen İttihatçılar, kendilerine muhalif olarak gördükleri yüzlerce fikir ve siyaset adamını topluca Sinop Cezaevine gönderdiler.
Maznunlar, Birinci Dünya Savaşının ağır faturası altında ezilen İttihatçıların nihayet yurdu terk edip gittikleri tâ 1918 yılı sonlarına kadar, burada sürgün ve mahpus kaldılar.
İttihatçılardan beter Halkçılar
Her türlü eksik, hata ve kusuruna rağmen, içinde demokratik unsurlar barındıran I. Meşrûtiyet 2–3 yıl, II. Meşrûtiyet ise 12–13 yıl yaşadı... Başlangıcı 1923'e dayanan Cumhuriyet döneminde ise, demokrasinin daha uzun ömürlü ve eskiye nazaran çok daha sağlıklı şekilde işleyeceği, hayat bulacağı umuluyordu.
Heyhat ki, durum tam tersine oldu. 1923 yılı Ağustos'unda yenilenen Meclis'in bütün üyeleri, 9 Eylül'de kurulan Halk Fırkasına üye olmaya zorlandı.
Esasında, tek parti ve tek düşüncenin hakimiyetini isteyen dayatmacı kafa, 1 Nisan'da karar verilen seçim süreci daha başlar başlamaz bunun tedbirini almış ve seçilecek milletvekili listesini de ona göre tanzim etmişti.
Bu kafaya göre, II. Meclis'in yeni üyelerinin tamamı Lozan Antlaşmasını kayıtsız şartsız kabul edecek ve tek parti anlayışını itirazsız şekilde içine sindirmek mecburiyetinde olacak. Dolayısıyla da, bu kalıba girmeyenler tereddütsüzce tasfiye edilecek.
Nitekim, aynen öyle yapıldı. Ancak, buna rağmen yine de bazı "fireler" oldu. Alınan bütün tedbirlere rağmen, bazı "muhalif" şöhretler, yeni Meclis'e de mebus olarak girmeyi başardılar.
Haliyle, var olan farklılıklar, çeşitli vesilelerle kendini belli ediyordu.
Olsun. Zararı yok. Madem ki particilik–henüz–yasak değildi, o halde farklı görüş sahiplerinin yeni bir parti kurmasına da bir engel yoktu.
Ne var ki, içinde eski İttihatçıların tortusunu barındıran Halkçılar, hiç de öyle düşünmüyordu. Hatta, bunlar o bozuk İttihatçılara dahi rahmet okutacak kadar baskıcı, müstebid ve farklılığa tahammülsüz bir zihniyete sahip idiler.
Nitekim, gerçeğin tam da bu merkezde olduğu, çok kısa bir süre sonra anlaşıldı. 1924'te Halk Fırkasından ayrılan ve İstiklâl Harbinin en mümtaz kahramanları olarak bilinen şahıslar, yeni bir grup oluşturarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını (TCF) kurdular.
Vay siz misiniz böyle yapan!
Halkçılar, kanlı Şeyh Said Hadisesi dahil, memleket sathında yaşanan bütün aksiliklerin, bütün sıkıntıların faturasını TCF'nin üstüne yıkarak, bu taze demokrasi filizini acımasızca biçtiler.
Anlaşıldı ki, bunların hürriyet diye bir dâvâları, demokrasi diye bir meseleleri yoktu. Farklı bir partiye olan az buçuk müsaadeleri ise, tamamiyle bir göstermelikten ibaretti.
Esasında, yaptıklarının bir göstermelikten ibaret olduğu gerçeği, 1930'daki "Serbest Fırka" denemesinde daha bâriz şekilde anlaşılmış oldu.
Düşünün ki, Fethi Okyar'a kurdurulan bu partinin ömrü altı ay bile sürmedi. Sadece mahallî seçimlerde ve sadece Ege Bölgesinde halkın bu yeni partiye göstermiş olduğu teveccüh, iktidardaki tek parti hükümetinin gözünü o derece korkuttu ki, henüz üç buçuk aylık ömrü olan Serbest Fırka'nın ipi çekildi.
Serbest Fırka—sâf halk bilmese de—esasında bir muvazaa (göstermelik, danışıklı) partisiydi. Ve öyle olduğu içindir ki, Halk Fırkasından nefret edercesine ayrılan Yahya Kemâl gibi bir entelektüel, içinden gelerek gidip bu partiye dahil olamıyordu. O, bu uzak duruşunun sebebini soranlara ise, şu karşılığı veriyordu: "Bizim Makedonyalılar sipere yatmış, kendilerine muhalif olan kadroyu bütünüyle görmek istiyor. Ben enayi miyim ki, kendi ayağımla bu tuzağa düşeyim?"
Evet, 1923–1950 yılları arasında yaşananlara hangi açıdan bakarsak bakalım, tek partici zihniyet, demokrasi taraftarı olmadığı ve zaman zaman mecbur kaldığı için bir nevi göstermelik denemelerde bulunmuştur.
21.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Risâle-i Nur’un naşir-i efkârı |
|
Nur talebelerine selâm verenler, dostluk kuranlar tutuklanıyor, mahkemelere çıkarılıyor, Risâle-i Nur’lara el konuyordu. Gazeteler bu haberleri ballandıra ballandıra ve mübalâğa ederek veriyordu. Nur talebelerinin beraatini, Risâle-i Nur’ların iade edildiği gibi meseleleri ise gündeme getirmiyorlardı.
1967’de haftalık İttihad gazetesi çıkarılmıştı. 1970’lerde günlük gazete ihtiyacını en iyi kavrayanlardan birisi de Zübeyir Gündüzalp’ti. “Lahana yaprağı kadar da olsa!”, ehl-i imana, Risâle-i Nur’a, Nur talebelerine yapılan haksız hücumlara cevap vermek, cemaat arası geniş çaplı bir haberleşme, yani lâhika olması için Yeni Asya’nın günlük olarak çıkmasına önayak oldu.
Gündüzalp, Mehmet Kutlular’ı da yönetici olarak başına getirdi. Kabiliyetli kardeşleri de gazeteye yönlendiri-yordu. Bunlardan birisi dershanede kalan ve vakıf olarak hizmetini devam ettirmek isteyen Selahaddin Şafak idi. Zübeyir Ağabey, bir keresinde Şafak’a “Kutlular ve Fırıncı Ağabeyler gazeteye gitmeni, orada istihdam olmanı istiyorlar, ne dersin?” diye sormuş, o da “Siz ne derseniz...” deyince Zübeyir Ağabey:
“Kardeşim, gazetede büyük bir hizmet var. Sen de bu işi yapabilirsin. Bizim orada kendi adamımız yok. Sen şimdi git, kaydını Gazetecilik Yüksek Okulu’na yaptır ve gazetede çalışmaya başla. Bu ağabeylerimize yardımcı ol. Allah yardımcın olsun”1 demişti.
Yeni Asya kâra yönelik bir yayın organı değil; hizmet vasıtasıydı. Yayın politikasını da bu düşünce üzerine oturtmuştu. Günümüzde bu yapı gazetelerin, holdinglerin bir yan kuruluşu, halkla ilişkiler fonksiyonunu ifade eden bölümleri hâline gelmiştir.2
Arkasında, değil holding, büyük bir şirket, küçük bir ticarî işletme dahi yok. Sırf okuyucularının himmet ve gayreti ile ayakta. Zındıka ve komite istibdadıyla birleşerek demokrasiyi kesintiye uğratan 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinin suratlarına kırbaç gibi inen Yeni Asya’nın ne devletten, ne devlete sırtını dayamış özel ve tüzel kişilerden, ne hariçten ve ne de dahilden bir tek kuruş almaması, onun Risâle-i Nur’a ve Bediüzzaman’a sadakatinin bir göstergesi değil mi?
“Şimdi, binler tahribatçıya mukabil, Risâle-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve tesiratı pek harikadır. Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mû’cizevârî muvaffakiyet ve fütuhat görülecekti.”3
Yeni Asya, tarihi boyunca çok badireler atlattı; inkırazlara, kapatmalara, toplatmalara, darbelere maruz kaldı; kadroları dağıtıldı, gücü zayıflatıldı. Yeni Asya olarak başladı, kapatıldı Yeni Nesil oldu, kapatıldı Tasvir oldu, kapatıldı tekrar Yeni Asya olarak çıkmaya karar verdi…
Zira Yeni Asya, müstebit sistem ve rejimle, deccalizmle savaşmaktadır. Tabuların yıkılmasında büyük hizmetleri olan Yeni Asya, asla insan hak ve hürriyetlerinden, inandığı değerlerden taviz veremez. Çünkü, sebeb-i vücuduna aykırıdır. Onun vazifesi, deccalizmle, ifsat komiteleriyle, müstebitlerle mücadele etmektir.
İstikrarlı bir çizgide, zikzaklar çizmeden, baskı ve inkırazlara aldırmadan, gerçekleri olduğu gibi ifade ederek tabular üzerine gittiği ehl-i insaf herkes tarafından takdir ediliyor.
Dipnotlar:
1- İbrahim Kaygusuz, Nurun Sadık Kahramanı/Zübeyir Gündüzalp, s. 365.; 2- Dr. Vedat Demir, Yeni Asya, Osman Gökmen, 24 Temmuz.; 3- Kastamonu Lâhikası, s. 110-111.
21.02.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
40. yıl muhasebesi |
|
ASRI DOĞRU OKUMAK
Bu yazıyı yine bir sabah namazı sonrasında kaleme alıyorum. 40. yıl için hiç değilse kendi içinde olduğum düşüncelerimi ve muhasebe biçimimi siz kahraman okuyucularımızla paylaşmak istedim.
Hepimiz aynı yolun yolcularıyız. Onun için yok birbirimizden çok farkımız. Herkeste bir miktar ihlas, bir miktar samimiyet, bir miktar hizmet, bir miktar fedakarlık, bir miktar sadakat, bir miktar da bu hakikatlerin zıddı olan hastalıklar mevcut. Zaten ben bu hastalıklardan âriyim demek bir hastalık. İçinde olduğumuz asrın bir hassasıdır ki, insanı manen hasta ediyor.
Aklımız, kalbimiz, vicdanımız varolduğu halde; doğrunun nedir, yanlışın nedir, günahın nedir, haramların nedir bildiğimiz halde; çoğu kez de bilerek ve isteyerek haramı helale, yanlışı doğruya, dünyeviyi uhreviye gelecekteki, cennetteki kazanacaklarını göremeyen ‘kör hissiyat’ın; akıl, kalp ve vicdanımızı susturması sonucu nefse, şeytana ve vehme yenik düşüyoruz.
Dış dünyanın dünyamıza hücum eden ittifak etmiş düşmanları yanında, içimizdeki ittifak etmiş (nefis, şeytan ve vehimler) düşmanlara karşı kişinin tek başıyla mücadele etmesi mümkün değildir. Bu mücadele ancak cemaatle ve şahs-ı manevi ile olan bir mücadele olacaktır ki, ‘zaman cemaat zamanıdır’ hükmü bunu bize ders veriyor. İç ve dış düşmanlarımızla mücadele etmek için cemaat olmak lazım olduğu gibi, hayırlı, güzel hizmetler etmek için de yine cemaat olmak lazımdır.
Evet, hepimiz için geçerlidir ki, bu asır elması elmas bildiği halde, camı ona tercih ettiren bir asırdır. Bu asır, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslama da bilerek, severek tercih ettirdi. Ve bu durum adeta dünyayı dine tercih rejimi olarak devletlerde hüküm sürmeye başladı. Kastamonu Lahikası, s. 78
Böyle hasta ve gaddar ve bedbaht asrın bela ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı Risale-i Nur’dur. Onun için nur talebelerinin birbirini gözetmeleri, birbirinin üzerinde titremelerinin, nesebi kardeşlikten daha ileri olan iman kardeşliğini pekiştirmelerinin asır açısından zorunluluğu apaçıktır.
Bir iman kardeşimizin, günaha bulaşması, huzursuzluk içerisine düşmesi, sıkıntıya girmesi, iman hizmetinde, Kur’an hizmetinde geri kalması, bizi harekete geçirecek en büyük amil olmalıdır. Çünkü iman hizmeti kendisine de başkasına da faydası olan bir hizmettir. İslamiyet, insaniyet için çalışanları, kendi terakkisi için çalışanlardan daha üstün tutmaktadır.
ÇALIŞMAYANLARIN YERİNE DE ÇALIŞMAK
Kastamonu Lahikası, 41. sayfada Bediüzzaman, hizmet edebilmenin maddi ve manevi şartlarından bahsetmektedir.
“Nasıl ki maddi hava fena ise, fena tesir ediyor; manevi hava da bozulsa, herkesin, istidadına göre bir sıkıntı verir. Şuhur-u selase ve muharremede alem-i İslamın manevi havası umum ehl-i imanın ahiret kazancına ve ticaretine ciddi teveccühleri ve himmetleri ve tenvirleri o havayı safileştiriyor, güzelleştiriyor, müthiş arızalara ve fırtınalara mukabele ediyor. Herkes o sayede ve sayesinde derecesine göre istifade ediyor. Fakat, o şuhur-u mübareke gittikten sonra, adeta, o ahiret ticaretinin meşheri ve pazarı değiştiği gibi, dünya sergisi açılmaya başlıyor. Ekser himmetler, bir derece vaziyeti değişiyor. Havayı tesmim eden buharat-ı muzahrefe o manevi havayı bozar. Herkes derecesine göre ondan etkilenir.”
Burada insanların maddi ve manevi havadan nasıl olumlu veya olumsuz etkilenebildikleri açıklıkla ifade edilmiş. Kur’an ikliminin hakim olduğu ortamlarda insanların maddi ve manevi hastalıkları adeta şifa buluyor.
İman ve Kur’an hizmeti olan Risale-i Nur hareketi de, onunla maddi ve manevi ilgilenme oranında güzel niyetlerle insanların maddi ve manevi hastalanmalarına mani teşkil edecektir.
Yoksa risale-i nurla meşgul olmayanlarda manevi havanın bozukluğundan, maddi ve umumi bir sıkıntı hastalığı (K.L., s.193) hayatı yaşanmaz hale getirecektir. Bediüzzaman’ın ilgili yerdeki ifadesiyle, “Bizim her derdimize ilaç olan Risale-i Nur ile meşgul olanlarda, o sıkıntı hastalığı ya yok veya pek azdır.”
Benim bu yazı çerçevesinde sizlerle ‘40. Yıl muhasebesi’ adı altında paylaşmayı arzu ettiği bölüm ise, bana göre çok daha dikkat çekici ve kalıcı bir çözüm önerisidir.
“Bu havanın zararından kurtulmak çaresi, Risale-i Nur’un gözüyle bakmak ve ne kadar müşkülat ziyadeleşse, kutsi vazife itibariyle daha ziyade ciddiyet ve şevkle hareket etmektir. Çünkü başkaların füturu ve çekilmesi, ehl-i himmetin şevkini, gayretini ziyadeleştirmeye sebeptir. Zira, gidenlerin vazifelerini de bir derece yapmaya kendini mecbur bilir ve bilmelidirler.” K.L., s. 41
Şahs-ı manevinin lisanı olan gazetemiz ve neşriyatlarımız, 40 yıldır en sıkıntılı zamanlarda, daralan ruhlara ve yaralanan kalplere, nurlardan huzur serpmiştir.
Risale-i Nurun sesi olan Yeni Asya Gazetemizin sesini, daha gür ve daha geniş alanlarda duymak ve duyurabilmek temennisiyle, daha nice 40 yıllara…
21.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
40 yıllık çınar |
|
Kırkıncı yılın kutlu olsun Yeni Asya’m.Her 21 Şubat, Yeni Asya için yeni bir heyecan dalgasının kıyıya vurduğu gün olarak kayıtlara geçiyor. 21 Şubat 1970 de yola çıkan bu kervan, her türlü manilere rağmen şükür ki bu günlere gelebilmiştir. Okuyucularından aldığı destekle de, daha nice 40 yıllar yayın hayatını devam ettirecektir İnşallah.
Yeni Asya, hakikaten farklı bir gazetedir. Belki de sadece gazete değildir. Yeni Asya hem bir okul, hem bir eğitim yuvası, hem bir öncüdür. Bu sözlerimiz, Yeni Asya okuyucularına Yeni Asya propagandası olarak algılanmamalı. Çünkü bu tesbitler, bizatihi yaşanan gerçekleri hatırlatmaktan bile uzaktır.
Bir süredir Yeni Asya'nın 40 yıllık okuyucularının duygu ve düşünceleri gazetemizde yer alıyor. Muhtemelen önümüzdeki günlerde de bu yazılar ve şiirler sayfalarımızı süsleyecek. İhtimaldir ki bu coşku, aralıklarla da olsa önümüzdeki yıl dönümüne kadar sürebilir. Biz hasbelkader Yeni Asya da mesai sarfeden bir kişi olarak, Yeni Asya'nın 40 yıllık okuyucusu değiliz, çünkü buna yaşımız müsait değil. Ancak maal iftihar söyleyebiliriz ki bu mesaimiz başlangıçta okuyucu olarak başlamış ve ilerleyen dönemde fiilî çalışmamız nasip olmuştur. 40 yıllık okuyucuların yazılarını ve şiirlerini okuyunca Yeni Asya'nın nasıl bir ihtiyaca cevap vermek için yayın hayatına atıldığını anlamak daha da kolaylaşıyor.
Yeni Asya, hakikaten hem bir ihtiyacı karşılamak ve hem de ilklere imza atmak için yayın hayatına başlamıştır. Gençlerimizin ekserisi eski günleri hatırlamayabilir. Şu anda bile kartel medyasından şikâyetçi olunduğuna göre, bir de yalan-yanlış haber yazanların meydanı tamamen boş bulduğu günleri düşünelim... Sırf kitap okuduğu için baskına uğrayan, tutuklanan ve her türlü zulme maruz kalan insanların bir de mürteci diye yaftalanmasını ve yargısız infaza tabi tutulduğunu hatırlamaya çalışalım... İşte böyle bir dönemde ve acil bir ihtiyaca binaen Yeni Asya yayın hayatına başlamıştır. 1970'de atılan bu mütevazı adım, okuyucularının duâ ve desteğiyle; sarsılmadan ve kırılmadan bu günlere gelmişse buna sadece hamd etmek ve şükretmek gerek.
40 yıl, bir bakıma çok kısa, bir bakıma da çok uzun bir süre. İnsan ömrü bakımından belki kısa görülebilir, ama Türkiye şartlarında yayın yapan bir gazete için hiç de hafife alınabilecek bir süre değil. Yeni Asya, en zor şartlarda, bir bakıma da camiada yalnız başına bu yola çıkmış. Bu öncü kuvvet oluşu sebebiyle de bütün zorlukları göğüslemiş. Yeri gelmiş ihtilâlcilerin hışmına uğramış, yeri gelmiş haksız gere kapatılmış ama şükür ki bu güne kadar susturulamamış. Susturulamamış, çünkü hem doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğ ortaya koymak ve hem de Vatan sathını bir mektep yapmak için yola çıkmıştır. Bir hedefi ve gayesi olduğundan, karşılaştığı fırtınalara karşı koymuş, direnmiş ve yılmamıştır.
Asıl ve önemli sermayesi okuyucuları olduğu için de; her zaman onların sesine tercüman olmuş, onları dinlemiş, onlara kulak vermiştir. Elbette tamamlayamadığı hizmetleri de olmuştur. Yeni Asya İnşallah bundan sonra da, medya dünyasının mihenk taşı olma idealiyle yayın yapacak ve hakkın hatırını âlî tutmayı sürdürecektir.
Bunun için de okuyucularımızın hasbî duâsına muhtaç olduğumuzun farkındayız...
21.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Bediüzzaman’ın “matbuat lisânı” ve Yeni Asya… |
|
Bediüzzaman, “matbuat lisanı”yla konuşmaya hayatının ilk devresinden başlar.
İstanbul’u işgal eden İngilizlerin şeytanî plânlarla, gemiler dolusu içki fıçılarını getirtip cemiyeti bozmak; gençliği vatan ve milletin istiklâliyeti mefkûresinden caydırmak ve İslâm ahlâkından uzaklaştırıp, bunalım, sefâhet ve sefâlet içinde işgale boyun eğdirmek maksadıyla tezgâhladıkları tuzaklara karşı bir taraftan “Hilâl-i Ahder (Yeşilay) Cemiyeti”nin kurucuları arasında yer alır; diğer taraftan yayın yoluyla mânevî tahribata karşı mânevî tâmirat yapar.
Anadolu’nun dört bir yanının ecnebiler tarafından istilâ edildiği sırada işgalci zâlimlerin yüzlerine tükürürcesine entrikalara, müstemlekeciliğe mukabil, başta gizlice neşredip el altından dağıttığı “Hutuvât-ı Sitte (Şeytanın altı aldatması)” eseri olmak üzere, selâtin camilerindeki irşadın yanı sıra “matbuat lisânı”yla İslâmın izzet ve haysiyetini yazılarıyla kahramanca savunur. Gazetelerde makaleler yazar, eserler neşreder.
İşgal esnasında, “Neden bu kadar İngilizden nefret ediyorsun, müsalâhasını (barışmasını) da istemiyorsun?” sualine verdiği cevapta, “Sebep bir değil, bindir… Bana en ziyâde şedit (şiddetli-ağır) görünen, mânen ahlâkımızda vurduğu darbedir. Çekirdek halinde olan secâya-i seyyieyi (kötü huyları) içimizde inkişâf ettirdi. Hayatın yarası iltiyam bulur (iyileşir); izzet-i İslâmiye, nâmus-u millînin yarası pek derindir” diye maddî işgal ve tahribattan ziyâde mânevî ve fikrî istilâya dikkat çeker. (Tuluât, 64)
Bunu “alçak siyaset” olarak nitelendirir; “fenâlık ve ahlâk-ı seyyie (kötü ahlâk), siyasetine vasıta olduğu için, her yerde ahlâk-ı seyyieyi himâye ederek teşçi’ eder (cür’etlendirir)” diye takbih eder. “Mümeyyiz vasfı, fitnekârlık, ihtilâftan istifade, menfaat yolunda her alçaklığı irtikâb etmek (işlemek), yalancılık, tahripkârlık, hâriçte menfilik” diye târif ettiği bu “alçak siyaset”e karşı, neşriyatla fikrî mücâhedeyi hayatı boyunca sürdürür…
TESİRLİ BİR HİZMET VASITASI
Osmanlının son döneminde, “İslâm ahlâkını sarsan”, “efkâr-ı ammeyi (kamuoyunu) perişan eden” ve “ictimâiyatı (sosyal ve siyasî hayatı) teşviş edip” saptıran tezvirâta karşı, “Ben de gazetelerde onları reddeden makaleler neşrettim” diyen Bediüzzaman, “matbuat lisânı”yla konuşmanın önemini bildirir.
Derviş Vahdeti’nin “Volkan”ından Ahmet Cevdet Bey’in “İkdam”ına, 31 Mart maktulu Hasan Fehmi Bey’in “Serbestî”sinden Mizâncı Murat Bey’in “Mizân”ına, Hersekli Ahmet Şerif’in “Şark ve Kürdistan”ından Hüseyin Cahid Bey’in “Tanin”ine kadar devrin aydınlarınca okunan prestijli gazetelerinde yazar.
Bu meyanda siyasî ve aktüel fikrî tartışmalara katılır; ilmî ve ictimaî konuları büyük bir vukufiyetle kaleme alır.
Sultan Abdülhamid’e hitaben yazdığı makalelerde cehâlet, zarûret ve ihtilâfa karşı ittifak için san’at (sanayi) ve eğitimin ehemmiyetini hatırlatır. Şark meselesinin halli için mutlaka din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı üniversitenin kurulmasını önerir.
Derviş Vahdeti’yi kendi gazetesinde “dinde hassas, muhâkeme-i akliyede noksan” olarak ikaz eder. İstanbul’u Avrupa’ya, Anadolu’yu İstanbul’a fasit kıyasla içine düştüğü hatalı mukayeseden sakındırır. “Volkan gibi cerâid-i diniye (dinî gazeteler) ile nesâyih-i dîniyeyi (dinî nasihatleri) mütehassis ve müteheyyic (hisli ve heyecanlı) vicdanlara yağdırmak istiyoruz” beyânında bulunur.
İttihatçı Hüseyin Cahid Yalçın benzeri İslâmda Hıristiyanlıktakine benzer “dinde reform” taraftarlarına ve laisizmi savunanlara, İslâmiyetin Hıristiyanlığa benzemediğini, İslâmda ruhban değil, yalnız mürşidler olduğunu belirtir. “Laiklik” ve “dinde reform”un “ithal emtia (ticaret malları)” olduğunu bildirir.
Bediüzzaman, adem-i merkeziyetçiliği ileri süren Prens Sabahaddin Bey’in “su-i telâkki olunan (yanlış anlaşılan) güzel fikrine cevabı” yine dönemin gazetelerinde yayınlar.
Ermeni heyeti reisi Boğos Nubar ile Şerif Paşa’nın Fransa’da Ermenilerle Müslüman Kürtleri Osmanlıya karşı kışkırtma oyununa karşı, yine gazete lisanıyla cevap verir. Daha o zamandan “Şarkî Anadoludaki iftirak âmâline (emellerine)” karşı basın yoluyla devleti ve milleti aydınlatır. Siyasetin “hava-i gıll-û gış”ı olan gizli kin ve kötü niyetlerle kirlenmiş müzevirlik ve koğuculuk dolu yalan ve dolan propagandasına karşı durur.
Devamında “Ehl-i Sünnet”, “Büyük Doğu”, “Sebilürreşad”, “Büyük Cihad” gibi gazete ve mecmuaların neşriyatını destekleyip “dost” bilir. Milletin fikrî olgunluğa erişmesi ve doğru karar vermesi için “matbuat”ın mühim bir irşad ve tesirli bir hizmet vasıtası olduğunu anlatır. Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatına ve Nur talebelerine dair haber, tahlil ve müdafaalara yer vermeleri oranında “vatan, milletin ve İslâmiyet” adına ilgilenir…
YENİ ASYA DEVAM EDECEK
Bunun içindir ki 1960 kanlı darbesi sonrası evvela 11 sayısının 10’u sıkıyönetimce toplanan “Zülfikâr” gazetesi, “matbuat lisânı”yla korkusuz ve kahramanca hizmeti başlatır. Ardından “Uhuvvet” ismiyle dürüst ve dâvâsına sahip çıkan öncü “matbuat hizmetleri”ni ifâ eder.
Peşinden Bediüzzaman’ın talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’ın gayretiyle 24 Ekim 1967’de haftalık çıkan “İttihad”, canlı ve güçlü manşetleriyle, dolgun muhtevasıyla büyük bir teveccühe mazhar olur. Demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri, din eğitimi ve öğretimini, inanç ve ibadet hürriyetini savunmayı şiâr edinen günlük gazete Yeni Asya’ya zemin hazırlanır.
Ve 21 Şubat 1970’te “Yeni Asya” doğar. 40 yıllık mücadelesinde çeşitli baskılara, engellere, sadmelere mâruz kalır. Darbelerle, yasaklarla karşı karşıya bırakılır. Demokrasiyi katleden 12 Eylül darbesi döneminde 470 gün kapatılır; bir ara “Yeni Nesil”, “Tasvir” ve “Hür Yurt” adıyla çıkar. Kolu kanadı kırılır, ama azminden birşey kaybetmez. 28 Şubat “postmodern darbe” sürecinde onlarca dâvâ açılır ve yazarları yargılanır.
Ortalığı karıştıran ve gerçekleri tersyüz eden “mücriflik”le, fikirleri müşevveş ve saptırıcı hale getiren, toplumun sosyal dengesini, siyasî zemini ve âhengi bozup milleti istikâmetten ayırarak inhiraf uçurumuna itenlere karşı fikrî istikametinde ilerler. Şaşmaz, şaşırtmaz; sapmaz, saptırtmaz; günübirlik siyasî ve dünyevî menfaatlere kapılmaz…
Milletin hakkını ve hukukunu çiğneyenlere, büyük bir dirençle karşı koyar. Merhum Mustafa Polat’ın ilk sayısında “hüküm” başlıklı başyazısındaki, “Yeni Asya bu inanç içerisinde devam edecek; hakkı müdafaa etmek esastır; bundan asla vazgeçmeyeceğiz” taahhüdüne sâdık kalır. “Rahmet-i İlâhiyeden ümidimizi kesmeyeceğiz. ‘Haklı şûra, ihlâs ve tesânüdü netice verdiğinden’ dâima istişâre yolunu seçecek, samimiyeti, birlik ve beraberliği telkin edeceğiz. El ve gönül birliği, kalp ve kafa birliği içerisinde meselelerimizi halledeceğiz ki Yeni Asya, kötülüğe, heva ve hevese galebe edebilsin” tavsiyesine ciddiyetle bağlı kalır…
Kısacası vefâtından sonra da Bediüzzaman “matbuat lisânı”yla konuşmaya devam eder...
Ve tertemiz hizmet mâzisi, şerefli mücâdelesi, istikbâle ümitle bakan ve hakkın hatırını üstün tutup hiçbir hatıra feda etmeyen, hiçbir haricî ve dahilî tesir ve kandırışa kanmayan, ifsad şebekelerinin oyununa gelmeyen, milletin müşterek umumî kalbinden tarafsızca çıkan kanaati sergileyen yayınlarıyla, çetin, çileli hizmet yolunda “bu inanç içinde” devam edecektir; İnşaallah…
21.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
13 bin 994 |
|
Bugün gazetemizin 40. kuruluş yıl dönümünü kutluyoruz. Yeni Asya bugün itibariyle tam 13 bin 994 nüshaya ulaştı. Cenâb-ı Hak, hizmet dolu daha nice yıllara ulaşmamızı nasip etsin. (amin)
Kur’ân’ın bu çağa mesajını aktarmayı görev edinerek yayın hayatına 21 Şubat 1970’te başlayan Yeni Asya, Bediüzzaman Said Nursî’nin telif ettiği Risâle-i Nur’lardaki hakikatları dünya gündemine getirmeyi vazife edinmiş, yayın yoluyla bütün insanlığın istifadesine sunmuş, sunmaya da devam edecektir.
Okuyucunun sahibi olduğu ve bütün gücünü okuyucudan alan tek gazetedir. Arkasında holdingler, iş adamları, sponsorlar ya da başka olmamıştır, olmayacaktır.
40 senelik yayın hayatında her zaman mazlûmun yanında, zâlimin karşısında olmuş, insan hak ve hürriyetlerinin herkes için olmasını savunmuştur. Demokrasinin kâmil mânâda yerleşmesi için mücadele vermiş, bu gerçekleşene kadar da bu yolda yayınlanmaya devam edecektir.
Kurulduğu günden beri büyük sıkıntılar çekmiştir. Tıpkı görüşlerini dünyaya duyurmaya çalıştığı Bediüzzaman gibi… Sadece bir ihtilâl döneminde 470 gün kapatılmış, ama dâvâsından asla tâviz vermemiştir. İhtilâl dönemlerinde ya da ara dönemlerde yazarlarına dâvâlar açılmış, hapislere atılmıştır. Ama haklı dâvâsından zerre miktar geri durmamış, hak bildiği yolda “tavizsiz istikrar çizgisi”ni devam ettirmiştir.
Ertesi günkü gazete hazırlanırken, “İktidar, asker, derin güçler ne der” diye düşünmeden bildiğini en doğru şekilde aktarmayı düstûr edinmiştir.
Yayın hayatına başladığı günden bu yana hep milletin değerlerine saygı duymuş, zamanımızın en çok ihtiyaç duyulan “aile gazetesi” olmuştur.
Bediüzzaman’ın “Ümitvâr olunuz; Şu istikbâl inkilâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır” sözünü her gün logosunun üstünde yayınlayarak ümitsizliği değil, ümitli olunmayı vurgulamıştır.
Mesajlarını verirken, kişilik haklarına saygıyı ön planda tutmuş, hakaret içermeyen, fanatikliğe meydan vermeyen bir yayın politikası ile saygın bir yere sahip olmuştur.
* * *
Bunlar gazetemizle ilgili düşüncelerimiz. Bir de değişik zamanlarda konuştuğumuz, gerek siyasetçiler, gerek sivil toplum kuruluşları temsilcilerinin “Yeni Asya’yı nasıl gördükleri”yle ilgili bazı görüşleri aktaralım.
“Özgürlükçü, demokrat, insan hak ve hürriyetlerine değer verir.
Demokratikleşme yolundaki ısrarlı takibini sürdürür.
İfâde ve inanç özgürlüğünü tereddütsüz savunur.
İnandıklarını haykırmaktan geri durmaz.
İlkelidir.
Sağduyulu ve objektif habercilik yapar.
AB sürecine destek verir.
İslâm’ın doğru yorumlanmasına büyük katkı sağlar.
Mânevî değerlere bağlıdır.
Doğrunun gür sesi olmuştur.
İnsan haklarını her zaman savunmuştur.
Tiraj kaygısı gütmeden, provokatif haberlere tenezzül etmeden, sağduyulu ve çözüme katkı yaklaşımıyla yayın hayatını kararlı bir şekilde sürdürmektedir.
Çok önemli bir misyon gazetesidir.
Popülizme sapmadan yıllardır ilkeli bir mücadeleyi yürütüyor. Dik duruşu örnek alınmalı…”
* * *
NOT: Siz bu yazıyı okuduğunuz saatlerde 21 bin adet “Manşetlerle vicdanın ve sağduyunun sesi” broşürü Ankara’da sokak sokak dağıtılmış olacaktır. Yeni Asya’nın 40 yıllık serencamını anlatan bu broşürün dağıtımında emeği geçen başta Ankara Neşriyat Komisyonu üyeleri olmak üzere, Seyfettin, Abdussamed, Ahmet, Onur, Ömer Faruk, Cihan, Ümit, Mahmut, Muhittin, Arafat ve ismini burada sayamayacağımız yüzlerce kardeşimize teşekkürlerimizi sunarken, hizmetlerinde muvaffakiyetler diliyoruz.
Hizmet dolu daha nice yıllara…
21.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Umut YAVUZ |
Dünyanın en hızlı yayılan dini |
|
Daha önceki yazımızda İslâmiyet’in dünyada ve özellikle Avrupa’da hızlı bir şekilde yayıldığını söylemiş ve bunun bazı Avrupalıları haliyle rahatsız ettiğini belirtmiştik. Evet genelde her dinden ve görüşten insan İslâmiyet’i bir vesileyle tanıdıktan ve hakkında detaylı bilgi edindikten sonra bu dine tereddütsüz bir şekilde giriyor.
Geçtiğimiz gün Hz. Mevlânâ’dan etkilenerek İslâmiyet’i seçen 7 kişinin bu seçimleriyle ilgili bir belgesel film hazırlandığını okuduk Yeni Asya sütunlarında. Evet insanlar Mevlânâ ve Bediüzzaman gibi büyük İslâm âlimlerinin fikir ve görüşleri vesilesiyle İslâmiyet’in hakikatleriyle buluşuyor ve İslâm ile şeferleniyor.
Dünya kamuoyunda İslâmiyet her daim dünyanın en hızlı yayılan dini olarak bilinir.
Evet dünya medyasının İslâmiyet ile ilgili yaptığı haberlerde genelde dünyanın “en hızlı yayılan dini” (the fastest growing religion) tanımlaması kullanılır.
Dünyanın her yerinden gelen haberler de bu hakikati teyid eder mahiyette. Gazetemizde zaman zaman bu türden haberlere yer verildiğini görmüşsünüzdür. Batı dünyasında da bu konu sıklıkla tartışılır. Bazı İslâm karşıtları bu ibareyi yanlış bularak, Hıristiyanlığın İslâmiyet’ten daha hızlı yayılan ve daha yaygın bir din olduğu konusunda ısrarcı. Öncelikle şunu söylemek gerekiyor ki, dinimiz her zaman kemiyeti değil keyfiyeti önceleyen ve keyfiyete ehemmiyet veren bir dindir. Ancak Peygamber Efendimiz de sahih hadis-i şeriflerinde “Ben sizin çokluğunuzla övüneceğim” diyerek, Müslümanların özellikle ahirzamanda sayıca çokluğunun önemine de işarette bulunmuştur.
Bu konuda çeşitli araştırmalar yaparken bir takım istatistiklerle karşılaştım. Öncelikle şunu söylemem lâzım bu mevzuda çok ciddî ve kapsamlı istatistikler ne yazık ki tutulmuyor. Genelde aşağı-yukarı rakamlar, tahminler ve öngörüler ağırlıkta. Aslında dinî tercihler, kalbî ve şahsî bir mesele olması itibariyle istatistik bilimi açısından dezavantajlı bir konu. Gerçi herkes sorulduğu zaman dinî inancını dile getirir ancak bu konuda kesin, güvenilir rakamlar ortaya koyan kapsamlı bir istatistik tutulmamış.
Böyle bir araştırma yaparken çok çeşitli rakamlarla karşılaştım tabiî. Bunların ekseriyeti İslâmiyet’in dünyada ciddî mânâda bir yayılım gösterdiğini ortaya koyuyor. Ancak burada enteresan bazı meseleler öne çıkıyor. Bunlardan en ilginci dünyada genelde İslâmiyet’i tercih eden, diğer deyişle ihtida edenlerin çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor. Bu durum İslâm karşıtı olanlar tarafından “Bu insanlar Müslüman erkeklerle evlendikleri için bu dini tercih ediyorlar” bahanesiyle hafife alınmak isteniyor. Esasında istatistiki olarak bu doğrudur. Yani ihtida edenlerin ekseriyeti kadınlardır ve bunların ekseriyeti Müslüman erkeklerle evlendikten sonra ihtida etmektedir. Ancak burada daha esaslı bir hakikat var diye düşünüyorum. Zira bu kadınların çoğunluğu “Müslüman erkeklerin eşlerine karşı daha şefkatli ve adil oldukları için” bu evlilikleri tercih ettiklerini ve İslâmiyet’i de “severek, bilerek ve isteyerek” seçtiklerini belirtiyor. Bu durumu ehemmiyetli kılan nokta ise şu: Batılı ve yerli bazı İslâm düşmanları genelde İslâmiyet’i “kadın hakları konusunda” sert bir şekilde eleştirir. Ancak Müslümanlarla evlenen bu gayri müslim kadınlar bunun tam tersini düşünüyor ve sırf bu sebeple Müslümanlarla evlenmeyi tercih ederek İslâmiyet’i de hayatlarına bu şekilde kabul ediyor. Bu da İslâmiyet’in kadın hakları konusunda haksız iddia ve ithamlara maruz kaldığının bir göstergesi aslında.
Evet bu konuda yaptığımız araştırma sırasında David A. Barrett tarafından 2001 yılında yayınlanan “World Christian Encyclopedia” (Dünya Hıristiyan Ansiklopedisi) adlı bir ansiklopedi çalışmasıyla karşılaştık. Adından da anlaşılabileceği gibi bu eserin esas hazırlanış amacı Hıristiyanlık dininin dünyanın en yaygın ve hızlı yayılan dini olduğu konusunda tezleri desteklemek. Ancak burada İslâmiyet’in yaygınlığı ve yayılma hızı konusunda da rakamlara yer verilmiş. Şimdi buradan çarpıcı bazı rakamlar aktarmak istiyorum. Zira madem bu kaynak, konuya karşı taraftan bakıyor ve Hıristiyan tarafgirliğiyle konuyu ele alıyor, o halde İslâmiyet ile ilgili verdiği rakamlar gerçeği “en minimum-asgarî haliyle” gösteriyor olabilir.
Evet sözkonusu kaynakta 1990-2000 yılları arasındaki 10 yıllık dilimde dünya genelinde toplam 204 ülkede dünyamıza toplam 22.588.676 yeni Müslüman’ın katıldığı belirtiliyor. Bunların 21.723.118 tanesi tabiî yollardan yani aileden Müslüman olanlar... Yine bu 10 yıllık süreçte 865.558 kişi ise ihtida ederek İslâmiyetle şerefleniyor. Bu katılımlarla birlikte dünya genelinde 2000 yılı itibariyle toplam 1.188.242.789 Müslüman yaşadığı görülüyor. Bu ise 2000 yılında belirlenen 6.055.049.000’lik toplam dünya nüfusunun yüzde 19.6’sını oluşturuyor. Neredeyse yüzde 20... Yani Bediüzzaman’ın tabiriyle yaklaşık olarak hums-u beşer (insanlığın beşte biri) İslâmiyet’le şereflenmiş oluyor...
Aynı kaynakta 2025 ve 2050 ile ilgili bazı projeksiyonlar da yer alıyor. Buna göre 2025 yılında Müslümanların toplam sayısının 1.784.875.653’e (yani dünya nüfusunun yüzde 22.8’ine) yükseleceği tahmin ediliyor. 2050 yılında ise bu rakam 2 milyarın üstüne çıkarak 2.229.281.610’a (yani dünya nüfusunun yüzde 25’ine) yükseliyor. Yani o zaman Müslümanlar artık hums-u beşer değil rub’u-beşer yani dünya nüfusunun dörtte biri, yahut çeyreği olacak... Tabiî bu olağan şartlarda gerçekleşmesi beklenen rakamlar... Ahirzamanda yaşadığımızı da göz önüne alırsak geleceğin bizlere neler getireceği, ne müjdeler sakladığı malûmumuz değil... Kimbilir belki de Kur’ânî ifadeyle söyleyecek olursak insanlık İslâmiyet’e “fevc fevc” akın edecektir.
İşte o zaman sûrenin (Nasr Sûresi) devamında söylenildiği gibi İnşallah bizler de “hamd ile tesbih ve istiğfar edenler” safında yerimizi almış oluruz...
NOT: Sözkonusu kaynakta daha bir çok istatistikî bilgi yer alıyor. Bunları da yeri geldikçe bu sütunlardan paylaşacağız. Bu vesileyle gazetemizin 40. yılını bütün kalbimizle tebrik ederiz.
21.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
40 yaşın olgunluğu |
|
Bundan beş yıl önce 35. yılımıza girerken yazılan yazılarda şairin 35 yaşı “yolun yarısı” olarak niteleyen mısraına atıfta bulunulmuş; ama bu yorumun, kıyamete, hattâ ondan da ötesine uzanan ölümsüz bir misyona hizmet için yola çıkan Yeni Asya açısından geçerli olmadığına vurgu yapılmıştı.
Şimdi 40. yıla geldik. Bu çok özel yaş için söylenecek şeylerin başında, insan ömründeki olgunluk dönemini ifade ediyor olması gelmekte.
Bu durumun Yeni Asya için taşıdığı anlama bakarsak, şunu söylemek her halde yanlış olmaz:
Üstadın 60 sene kadar önce dile getirdiği “Risale-i Nur’u matbuat lisanıyla konuşturma” idealinin günlük gazete alanındaki tahakkuku olma fikriyle yola çıkan Yeni Asya da, fikirlerini ifade etme noktasında olgunluk dönemini yaşamakta.
Sür’atle değişen hadiseleri değerlendirirken esas aldığı değişmez ölçü ve sabitelerin sağlamlığı, bunda belirleyici rolü olan en önemli faktör.
Yeni Asya temel meselelerde 39 yıl önce hangi duruşu ortaya koyduysa bugün de aynı yerde.
Son derece cazip ve çekici görünen moda akımlar, gelip geçici rüzgârlar, yanıltıcı telkin ve üflemeler, bu tavrı hiçbir zaman değiştiremedi.
Çünkü Yeni Asya’nın esas aldığı temel ölçülerin kaynağı, Kur’ân’ın bu çağa dersi ve mesajı olarak telif edilen Risale-i Nur’daki prensiplerdi.
Ve İlâhî bir istihdamla bu eserlerin müellifi olarak tavzif edilen Bediüzzaman, mealen “Makalelerimdeki hakikatlerde son derece ısrarlıyım. Şayet mazi tarafından, Asr-ı Saadet mahkemesinden celbolunsam, neşrettiğim hakikatleri aynen ibraz ederim. Olsa olsa zamanın gereğine uygun bir elbise giydiririm. Müstakbel tarafından, üç yüz sene sonraki tenkitçi âkiller mahkemesinden celbolunsam, yine bu hakikatleri, zaman içinde çatlayan bazı yerlerini yamalayıp, taze olarak orada da gösteririm” derken bu ölçü ve prensiplerin sağlamlığını ifade ediyordu.
İşte Yeni Asya’nın iman temeline bina ettiği hürriyet anlayışı; hukuk ve demokrasiye sahip çıkarken ihtilâl, baskı ve dayatmalara boyun eğip teslim olmaması; “Hakkın azı çoğu, küçüğü büyüğü olmaz” diyerek, kime yapılırsa yapılsın, bütün haksızlıklara karşı çıkması; hak mücadelesinin de haklı yollardan, müsbet hareket düsturuna bağlı kalınarak yürütülmesi; dinin tekelci yaklaşımlara hapsedilemeyeceğine ve siyasete malzeme yapılamayacağına inanması; devlet-siyaset-din ilişkisinde ve laiklik bahsinde bugünün evrensel kabul görmüş anlayışınca da benimsenebilecek bir denge formülünü savunması; iman eksenli bir din eğitiminin devlet zorlaması olmadan yaygınlaştırılmasından yana olması; İslâmı terörle özdeşleştirme çarpıtmasını “manevî cihad” kavramıyla çürütmesi; İslâm kardeşliğine vurgu yaparken, Müslüman-Hıristiyan işbirliğinin gerekliliğine de dikkat çekmesi ve Türkiye’nin AB üyeliğine destek vermesi... bu ölçülere dayalı orijinal yaklaşım ve tezahürlere verilebilecek örneklerden yalnızca birkaçı.
Ve Yeni Asya 40. yılına girerken, bu fikirleri giderek daha da olgunlaşan bir üslûpla işliyor.
İnanıyoruz ki, Yeni Asya’nın bu ölçü ve fikirlere dayalı orijinal kimliği ve farkı fark edilip anlaşıldığı ölçüde, Türkiye’de ve dünyada yaşanan gerilim ve kaosları sona erdirecek sağlıklı ve sağlam bir uzlaşma adresinin varlığı da görülmüş olacak.
Çünkü söz konusu çatışmalar hep bu ölçü ve fikirlerle çelişen yaklaşımlardan kaynaklanıyor, besleniyor ve dallanıp budaklanıyor.
Temennîmiz, 40. yılla girilen yeni dönemin, böyle bir fark edişe katkı sağlayacak gelişmeleri beraberinde getirmesi. Tabiî, bunun için bize de çok önemli görev ve sorumluluklar düşüyor.
Meselemizi daha farklı bir şuur ve hassasiyetle sahiplenerek, geçmişin tecrübelerinden doğru dersler çıkararak geleceğe yönelmek ve Risale-i Nur’daki Kur’ânî ölçülere göre işleyen bir meşveret ve şahs-ı manevî sisteminin yanıltmaz rehberliğinde yürümek, bunların başında geliyor...
21.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|