|
|
Faruk ÇAKIR |
Fıtrata doğru koşar adım |
|
Hemen her gün “İslâmın fıtrat dini olduğunu” gösteren yeni haberlerle karşılaşıyoruz. İnsanoğlu, ‘fıtrat/yaradılış dini’ olan İslâmı bilmediği ve yaşamadığı için ‘kafa’sını—maalesef—o duvardan bu duvara vurmaya devam ediyor. Hangi mes’ele, “Ter-ü taze iman esasları” dışında halledilebilir ki?
İnsanlığın hakikati tasdik eden tesbitleriyle ilgili bu haberlerden birinde şöyle denilmiş: “Oxford ve Yale Üniversitesi psikologları inancın doğuştan var olduğunu ileri sürdü. Araştırmada, insanın bebekken ruh ve bedenin ayrı olduğunu fark ettiği, 7-8 yaşlarında ise çevredeki varlıkların bir güç tarafından yaratıldığına inandığı belirtildi. Prof. Paul Bloom, ‘Bu, inanç ihtiyacının kültürel değil doğal olduğunu kanıtlıyor’ dedi.” (Sabah, 10 Şubat 2009)
Bakınız, “Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anasıyla babası onu Yahudi veya Hıristiyan veyahut da mecûsî yapar” (Hadis-i Şerif, Buhari, Cenaze: 664)” tesbiti hepimizin bildiği bir gerçek değil mi? İslâm dünyası bu gerçeği asırlardan beri bilir ve yeri ve zamanı geldiğinde de ifade eder. Felsefe ile hareket eden ‘akıl’ sahipleri ise bu gerçeği daha yeni tesbit edebilmiş. Tabiî ki ‘buna da şükür’ demek lâzım.
İlla “her mes’eleyi akıl feneri ile halledeceğiz” diyenler tarihî gerçekleri ancak asırlar sonra keşfedebiliyorlar. O halde bu keşifleri yapanlara, şu ana kadar inkâr ettikleri ‘gerçekler’i bir an önce kabul etmeleri gerektiği söylense acaba tepkileri ne olur?
Aynı günkü gazetede başka bir haber de dolaylı olarak İslâmın “ter ü taze esasları”na uymak gerektiğini hatırlatıyordu. Bahsi geçen haberde özetle, çocuklarda ‘ergenlik çağı’nın 10 yaş altına düştüğü ifade edilerek Avrupa Birliği’nin de bu gelişmeler karşısında ‘veli’leri ciddî ikâz ettiği anlatılmış. (agg.)
Tıbben de büyük mahzurlar doğuran bu gelişmeler karşısında insanlık ne gibi tedbirlerle karşı koyacak? ‘Uzman’lar güya çare olarak çocukların hormonlu yiyeceklerden uzak durmasını, turfanda sebze-meyve yememesi ve her türlü kozmetikten de uzak tutulmasını tavsiye ediyormuş. Elbette bunlar da bir çaredir, ama asıl ‘çare’ nedense unutuluyor ya da unutturuluyor.
Çocukları tehdit eden bu gelişmenin en birinci sorumlusu ‘müstehcen yayınlar’dır. Ki bu konuda değerlendirme yapan uzmanlar, TV ve kontrolsiz internetin çocukları bu konuda tetiklediğine dikkat çekiyorlar. Asıl çare, çocuklarımızı ve tabiî ki kendimizi bu tuzaklara karşı koruyabilmemizdir. Her gün sayısız müstehcen görüntü ile tetiklenen çocuklar elbette erken yaşta ergenlik yaşarlar. O halde en başta müstehcen yayınları masaya yatırmak gerekecek.
İşin tuhafı, güya bu ‘tehlike’lere dikkat çeken haberleri yayınlayan gazeteler de müstehcenlikte ‘rakip’leriyle yarışıyor. Lütfen, iki yüzlü yayıncılık bir yana bırakılarak ‘gerçek tehlike’nin farkına varılsın. Türkiye ‘müstehcen yayın’ların kendisine ne kadar zarar verdiğini ne zaman anlayacak? ‘Tek başına iş başına’ gelenlerin gündeminde, ajandasında böyle bir ‘tehlike’ maddesi ve çaresi yer alıyor mu?
Almıyorsa vay halimize!
12.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Seçim ve CHP |
|
AKP 29 Mart yerel seçimlerine Erdoğan’ın “Davos resti”yle beş buçuk yıl önceki çuval olayını kullanarak, evvelce yaptığı enerji zamlarının bir kısmını geri alarak ve kömür yardımlarına beyaz eşyayı da ilâve ederek hazırlanırken muhalefet partileri ne durumda?
Anamuhalefet konumundaki CHP’den başlarsak: Bu parti bir koldan bazı AKP’li başkanları “yolsuzluk” suçlamalarıyla yıpratmaya çalışırken, diğer koldan çarşaf ve Kur’ân kursu “açılım”larıyla oy tabanını genişletmeye çabalıyor.
Gündeme bu konularla gelen CHP’nin, adayları seçildiği takdirde icraat olarak ne yapacağına dair mesajları ise kesinlikle mâkes bulmuyor.
CHP bundan önce girdiği seçimleri “Atatürkçülük, laiklik mücadelesi”nin arenaları olarak nitelemiş ve yine bu çeşit ideolojik söylemlerle girdiği 18 Nisan 1999 seçimde, tarihinde ilk kez baraja takılmak suretiyle Meclis dışında kalmıştı.
Bundan ders aldığı için mi bilinmez, bu defa farklı ve üstelik o çizgisiyle çelişen bir stratejiyi uygulamaya koymuş görünüyor. Çarşaf ve ardından Kur’ân kursu “açılım”ları bunun işareti.
Gerçi her iki “açılım”da da vazgeçilmez ilkenin “Atatürkçülük” olduğunu, “Araştırdık, rozet taktığımız çarşaflıların evlerinde Atatürk resminin asılı durduğunu tesbit ettik” ve “Mahalle evlerinde açacağımız Kur’ân kurslarında Atatürk’ü seven çocuklar yetiştireceğiz” beyanlarıyla ilân ederek, asıl maksatlarını açığa vurdular.
Ardından, CHP’li yaptıkları çarşaflıların bir kısmı aldatıldıklarını ifade ile rozetleri iade etti.
Ayrıca, rozet takmak için kucak açılan çarşaflı ve tesettürlülerin üniversiteye o kıyafetle girmeleri konusunda “Orada dur” kaydı konuldu.
Kur’ân kursu bahsinde ise, söz konusu kursların verileceği mahalle evlerinde “talep olursa içki servisi” de yapacaklarını söylemeleri, o cenahtaki “açılım”ı da daha doğmadan öldürdü.
İçki servisi eşliğinde Kur’ân eğitimi!
Bu garabet ve çelişkilerin getirdiği “inandırıcılık” problemi sebebiyle olmalı, CHP’nin söz konusu “açılım”larının halkta, hattâ kendi tabanında ne ölçüde mâkes bulduğunu tesbit etmek için yapılan anketler, parti yönetimini pek memnun etmeyecek sonuçlar ortaya koyuyor.
Dahası, bu “açılım”lar laikçi kanat tarafından “Atatürkçülük ve laikliğe ihanet” olarak karşılanıp, giderek şiddetlenen tepkilere konu oluyor.
Böylece CHP de Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma durumuna sürükleniyor
Haddizatında CHP’nin başörtüsü ve din eğitimi konularında şimdiye kadar izleyegeldiği ve halkla barışmasının önünde en önemli engellerden birini teşkil eden katı laikçi politikayı terk edip, demokrat ve inançlara saygılı bir çizgiye yönelmesi, Türkiye’de bu konular etrafında yaşanan gerilimin aşılması açısından çok önemli.
Ki, bu “açılım”ların, “Bu sorunlar dini istismar etmeden çözülmeli” işaretlerinin verildiği Anayasa Mahkemesi kararlarından kısa bir süre sonra gündeme gelmesi, burada CHP’yi de aşan bir “derin irade”nin varlığını düşündürmekte.
CHP bu iradenin siyasetteki aracı ve sözcüsü olarak söz konusu “açılım”ları yapıyor. Ancak bunların inandırıcı olabilmesi, bahsettiğimiz çelişki ve garabetlerden arındırılmalarına bağlı.
Öte yandan, bu “açılım”lar her halükârda, din eğitiminin, Kur’ân kurslarının ve başörtüsünün gündeme geldiği her yerde irtica plağını döndürmeye başlayıp “Laiklik elden gidiyor” kampanyaları açan laikçi dayatmaların hızını kesmesi açısından olumlu neticelere vesile olabilir.
Din eğitiminin insanî bir ihtiyaç olduğunu kabul ve ikrar eden, insanlar arasında kılık kıyafete dayalı bir ayrımcılık yapılamayacağını dillendirerek başörtülülere, hattâ çarşaflılara saygıyla yaklaşan bir tavırdan, tekrar eski yasakçı ve dayatmacı laikçiliğe dönülmesi kolay olmaz.
Çünkü böyle bir ters manevra, samimiyet ve inandırıcılık kuşkularını iyiden iyiye derinleştirerek, sahibinin itibarını tamamen dibe vurdurur.
12.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Siyasetin “dinî açılımları” (3) |
|
Mahallî seçim sürecinin en hararetli tartışmalarının başında gelen CHP’nin “çarşaflıları kabulü” ve “mahalle evleri bünyesinde Kur’ân kursu açılması projesi”nin “açılım” ya da “atılım” olup olmadığı tartışmaları devam ediyor.
Tartışmaların günübirlik politik kıskançlık ve atışma alanına giren kısırdöngü kısmının pek bir kıymeti yok. Burada önemli olan, siyasetin vatandaşla arasındaki bariyerleri ortadan kaldırıcı çabaya girmesi, halka yakınlaşması, milletin değerleriyle buluşmasıdır. Elitist ve halktan kopuk politikaların milletin ortak değerlerinde buluşma ihtiyacını hissetmesidir…
Demokrasiyi yaralayan her darbe ve ara dönemde alabildiğine istimal edilen “lâik – antilâik” çatışmasıyla hâricî ve işbirlikçi darbeci dahilî ifsad şebekelerince tezgâhlanan kamplaşma ve kutuplaşma komplosunu boşa çıkarması ve gerginlikleri azaltması açısından bunun ehemmiyeti büyüktür…
CHP’NİN ÇARŞAF VE KUR’ÂN KURSU
AÇILIMI ÖNEMLİ…
Bunun içindir ki Bediüzzaman, Cumhuriyetin başından itibaren “ecnebinin politikasına âlet olmamak” ve “hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr-ü zeber eden bir zehir ve hâriçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam zemin hazırlayan” etnik ve mezhebî ayırım ve iftirak fitnesinden vatan ve milleti muhâfaza etmek için, siyaseti ve devleti sürekli ikaz eder. Siyasî partilerin ve siyasetin dine, mukaddesata ve mânevî değerlere saygı ve hizmeti esas almalarının vatan ve milletin geleceği açısındaki değerine dikkat çeker…
Bu maksatla bu konuda en çok istimal edilen “lâikliğin anlamı” üzerinde durur. Tek parti döneminden başlayarak sürekli başta Halk Partisi olmak üzere bütün siyasî partileri ve siyasetçileri ikaz eder. Cumhuriyetin “dinsizlik hesâbına imânına ve ahiretine çalışanları mes’ul edecek kânunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmesi”nden sakındırır. “Eğer ‘lâik cumhuriyet’ soruyorsanız; ben biliyorum ki, lâik mânâsı bîraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefâhetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ediyorum” izâhını yapar. (Tarihçe-i Hayat, 358)
Yine bu esaslarla, “bîtaraf ve hürriyetperver olması lazım gelen hükûmet-i Cumhuriyeyi (devleti), dinsizliğe taraftar ve entrikaları çeviren ve hükûmetin (devletin) memurlarını iğfal eden gizli menfi komitelerden tefrik edip (ayırıp) hükûmetin onlardan uzak durmasını” ister. O komitelerden tesâdüfle hükûmetin memuriyetine girenlerin ciddî dindarlara takmak için “irtica kulpu”nu kullandıklarını bildirir. “Gizli müfsidlerin vatana ve millete muzır efkârlarına” dikkat çeker. (Tarihçe-i Hayat, 212)
Ankara’ya gönderdiği mektuplarda, mahkemelerdeki savunmalarında, “hürriyetin en geniş şekli olan Cumhuriyet”in, “âsâyişi bozmak ve idareyi karıştırmak isteyenler”in dindarlar hakkında “hükûmeti (devleti) iğfal, emniyeti ve adliyeyi lüzûmsuz işgal ve şaşırttıkları”nı nazara verir.
İşte siyasetin sözkonusu “çarşaf ve Kur’ân kursu açılımı” bu açıdan önemli bir gelişme. Bu gelişmeye arka çıkan ve Baykal’a, “Sayın Genel Başbakan’a dik durmasını tavsiye ederim” diyen Başbakan Erdoğan’ın seçim yaklaştıkça “CHP çarşafa dolandı” türü politik söylemlere yönelmesi, bundandır ki itici gelmekte. Baştan beri yasadışı dayatılan başörtüsü yasağını kaldırmak için “geniş toplumsal uzlaşma” adına “CHP’nin mutâbakatını” arayan Başbakan’ın, tam da CHP’nin “çarşaf” ve “Kur’ân kursları”yla milletin değerleriyle barışmaya yanaşma irâdesini açıkladığı bir süreçte, yeniden meseleyi “samimiyet sorgulaması”na tabi tutması, kimi çarşaflıların “rozet iâdesi”nden hareketle “İnsan samimi olmayınca çarşaflıyor; millet de bunları çarşafa doluyor” türü incitici siyasî tevillere sapması, doğrusu hiç de yakışık almıyor.
Başta dinî bir vecîbe olan başörtüsü özgürlüğü olmak üzere, halkın dinini, dininin temel kitabını öğrenmesi ve din dersleri gibi hizmetler için altı yıl boyunca “CHP’nin oluru”nu gerekli gören Erdoğan’ın, gelinen noktada hangi vesileyle olursa olsun bu gerçeğe yaklaşmasını “Hani dini siyasete âlet etmeyecektiniz!” türü yüklenmelerle karşı çıkmasının hiçbir maslahatı yok…
SİYASETİN MİLLETLE BÜTÜNLEŞMESİNE
KUVVET VERİLMELİ…
Başbakan’ın ve bütün partilerin bu konuda CHP’nin geldiği merhâleye destek vermeleri, meseleyi “siyasî inhisarcılık” cenderesinin ve “oy avcılığı” hesaplarının üstünde tutup ülkenin geleceği açısından olumlu yorumlayıp cesâretlendirmeleri, siyasî sorumluluğun icâbıdır. Başka birçok konu siyasî rekabet ve tartışma alanı olabilir. Ama partilerin milletin temel değerlerine, inanç ve mâneviyatına hizmet ve saygıları her halûkârda bu kavganın dışında tutulmalıdır…
Burada kapsamlı bir değerlendirme şarttır. Yapılacak olan zaten iç ve dış “lâikçiler” tarafından topa tutulan bu siyasî irâdeye yardımcı olmak, sözkonusu mihrakların tekrar tekrar “lâiklik”, “ilke ve inkılâplar” bahanesiyle yaptıkları saldırıları püskürtmektir. Siyasî partiler elbette milletin takdirini kazanmakla yükümlüdürler. Halka rağmenci ve halkta kopuk siyasetin başarılı olması mümkün değildir. Türkiye’nin bütünleşmesi, toplumun karşılıklı tahriklerle kamplaşma ve kutuplaşmadan kurtarılmasının yolu budur.
Siyasî partilerin muhâfazakârlaşan toplumun gözüne girmeleri için yıllardır izledikleri antidemokratik yanlış ve esassız politikaları terk etmelerini, “Ama bir zamanlar böyle değildiniz!” benzeri târizlerle, basit siyasî hesaplarla akamete uğratılmamalıdır. Türkiye’yi bölmeyen, parçalamayan, ülkenin üstüne duvarlar açmayan, siyasî rakiplerini karalamayan ve milletin inançlarına hizmeti esas alan siyasî söylem ve irâdeye kuvvet verilmelidir. CHP dahil bu ülkenin bütün siyasî partilerinin milletin değerleriyle barışık olmasının bir gereklilik olduğu hususu hatırdan çıkarılmamalıdır. CHP “redd-i mirâs” gibi tartışmaların çıkmazına sokulmamalıdır…
Bütün demokrasilerde olduğu gibi siyasetin milletin maddî ihtiyaçlarına olduğu gibi ancak dine hizmeti ve saygıyı yüklenen gerçek konumuna dönmesine herkes yardımcı olmalıdır…
12.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Doğudan batıya yöneliş modeli |
|
Çağımızda herşeye bir model aranıyor, biçiliyor ve sunuluyor. Tarihî ve insanî bir vak’a olan doğudan batıya yönelişin de bir modeli vardır elbette. Aslında bu yönelişin çok boyutları, çok sebepleri ve çok hedefleri olduğu gibi, çok modelleri de vardır. Ama ben öyle her modelden bahsetmiyorum. Hakikaten olması gereken, hakikaten insanî olan, hakikaten Kur’ânî olan ve o nisbette İlâhî olan modelden söz ediyorum. Batıyı “bâtıl” olmaktan kurtarmaya yönelik bir hedef, olsa olsa İlâhî olur, Kur’ânî olur.
Batıya yönelişin şeklini ve en güzel modelini ortaya koyabilmek için insanlık tarihini, peygamberler tarihini, İslâm tarihini iyi okumak lâzım. Ahirzaman Peygamberinin (a.s.m.), Kıbrıs’a ve İstanbul’a nazar atfetmesinde büyük hikmetler vardır. “İstanbul mutlaka fethedilecektir” müjdesinin gerçekleşmesinde hem istikbale, hem batıya yönelik mesajları vardır. Sahabe-i Kiramın Kıbrıs ve İstanbul aşkı ve bundaki sırlar hâlâ anlaşılmaya muhtaçtır. Zülkarneyn Hazretlerinin seyahatinin doğudan batıya olması da çok manidar değil midir? İşte Kehf Sûresinden mealen:
“Hakikaten Biz, onu yeryüzünde büyük bir kudret sahibi kıldık ve ona, (muhtaç olduğu) şeyden bir sebep (bir yol) verdik. O da batıya doğru bir yol tuttu. Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca, onu (güneşi) kara bir balçıkta batar buldu.”
Bundan da anlaşılıyor ki, batıya yöneliş sebepsiz ve tesadüfî değildir. İlâhî çok sırlar ve hikmetler vardır. Hem dünyamızı aydınlatan ve ısıtan güneşin seyri de doğudan batıya değil midir?
«««
Bugün ne gariptir ki, teknoloji, medeniyet ve yükselişten söz açılınca ilk akla gelen Batı oluyor. Batı deyince de Amerika ve Avrupa zihinlerde şimşek gibi çakıyor. Aslında Batıyı Batı yapan, dünyanın her yönünden ona olan yönelişlerdir. Batı ancak dünyanın kuzeyiyle, güneyiyle ve doğusuyla ayaktadır ve yükseliştedir. Bütün yönlerin Batıda hakkı vardır. Herşeyden önce “göz” hakkı vardır. Batı, kendisini bu “göz” değmesinden, bu nazardan korumalıdır. Bu da ancak dünyanın diğer yönlerine olan borcunu ödemekle, yani oralara kucak açmakla, oralardaki sefaleti ve ezilmişliği bertaraf etmeye çalışmakla kendisini hem kul nazarında, hem de Allah nazarında emniyete almış olur. Yoksa kendi âlemine dalıp gökdelenler dikmekle, sefahathaneler açmakla meşgul olursa, başı belâdan berî kalmaz. Can yüklü 11 Eylül uçaklarının, gökdelenlerin sinesine saplanarak, canhıraş feryatlar attırması geride kalsa bile, tsunamiler, kasırgalar, yangınlar ve daha nice belâlar Batının başından eksik olmaz. Öyleyse Batı, aklını başına almak zorundadır.
«««
Batıdaki yükselişin bir sebebi de, onun coğrafî, jeolojik ve fizikî yapısında aranmalıdır. Dağlık, dere, tepe, ormanlık, engebeli, serin ve yağışlı oluşunun, insanlar üzerinde de etkisi olmuştur. İnsanları soğukkanlı ve muhakemelidir. Herşeyin üstüne balıklama atılmazlar. Geç alırlar, geç de bırakırlar. Dış tehditlere karşı her zaman uyanık ve tedbirlidirler. Baksanıza, yarım asra yakındır iş güç sevdasına Batıya yerleşen Müslümanlar, hâlâ kendilerini Batı insanına anlatamamışlar, hâlâ Batılılar onlara ve dolayısıyla İslâma çekinceli bakıyorlar.
Esasen, İslâmı birçok yönleriyle “anlaşılmaz” yapanlar, ne yazık ki yine Müslümanların ta kendileridir. Pakistan’ın şanlı İkbal’i boşuna dememiştir:
“Kaç bu Müslümandan, sığın İslâma!”
Ya büyük şairimiz Mehmed Akif’e, “Müslümanlık, bilmem, ama galiba göklerdedir” dedirten âmil nedir? Hele onun, “Doğrudan doğruya Kur’ân’-dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı” şeklindeki temennisi ve duası kabul olmuş gibi, bu hakikat Risale-i Nurlarla tam tahakkuk etmiştir. Eğer biz Müslümanlar, doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu çağın ve çağların idrakine sunmak istiyorsak; Kur’ân’dan ilhamen gelen bu hakikatlere ciddiyetle yönelmeliyiz. Belki o zaman İslâmı ve Kur’ân’ı şanına lâyık mânâsıyla idrak eder ve yaşantımızla yansıtabiliriz.
Haa, doğudan batıya yöneliş “model”i mi demiştik? Çok sade ve basit bir modeldir bu. Güneş gibi olmalıyız. Aydınlatarak ve ısıtarak. Nasıl mı? İşte Bediüzzaman’dan bir cümle:
“Medenîlere galebe çalmak, ikna iledir. Söz anlamayan vahşîler gibi icbar (zorlama) ile değildir.”
12.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Önce bakmışız pencerelerimizden birbirimize... Hiç tanımadan tanımaya da çalışmadan. Günler geçmiş ardından fark etmemişiz. Birbirimize âşık olmuşuz: Bana sorsan aşk değil başka bir şey bu. Sana kalsa aşktan da öte bir duygu… Sonra bir gün sizinkiler gelmiş ellerinde çiçeklerle kapımıza. Kız istemekmiş maksatları. “Hayırlı iş” deyip girmişler içeriye. Benim ellerim titremiş kahve getirirken… Sen içememişsin, bana bakmaktan.
Sonra olan olmuş işte “Allahın emri peygamberin kavli…” demiş baban anneme. Benim babam çok önceden bırakıp gitmiş beni. Annem hep “ne adamdı” deyip durmuş yıllar yılı. Ben de hiç tanımadığım bir resme bakıp bakıp ağlamışım. En çok okul zamanları babam olsun istemişim. Bütün arkadaşların babası gelirmiş veli toplantısına, benim annem belirirdi okul kapısında.
Derken “şimdi de son görevini yapıyormuş bana karşı” öyle diyor çay içerken sana.
Sen-ben bir de çocuklarımız için küçük bir ev tutacakmışız. Böyle başlamış hayallerimiz. Benim etekleri çok kabarık bir gelinliğim, senin simsiyah bir damatlığın olacakmış.
Derken küçük bir ev tutmuşuz pembe panjurlu değil ama küçük bir evmiş bu. Kapısının önünde bahçesi yokmuş, ama pencere kenarlarına saksılar koymuşuz. Sen maviye boyamışsın duvarlarını, biraz uçuk mavi oldu deyip gülmüşüz. Evimiz küçükmüş, ama bizim yüreğimiz büyük olduğundan, hiç küçük görmemişiz. Arada kendimizi Türk filminde gibi görmüşüz. Sen filmin fakir çocuğu, ben havalı zengin kızı olmuşum. Söyleşip gülmüşüz, iki odalı evimizin salonunda.
Ben akşama kadar evi temizlermişim, senin sevdiğin yemekleri yaparmışım. Sonrada oturup pencerenin kenarına yola bakar bakar seni beklermişim. Geleceğin saat hep belli olurmuş ta, ben sabırsızlık eder hep önceden otururmuşum. Sen bilirmişsin perdenin ardında olduğumu, köşedeki fırından ekmek alırken hep yüzünde bir tebessüm olurmuş. Fırıncı Hasan amca her seferinde sorarmış: ”damat bey oğlum yine gülüyor yüzün” Sen susarmışsın… Kimse anlamazmış sokağa girince yüzündeki bu tebessümünü… İkimiz bilirmişiz bu mutluluğu.
Sen balıkçıymışsın. Her gün balık tutar, satarmışsın. Akşam da elinde bir poşet eve gelirmişsin. Gelirken kediler takılır peşine, onara dağıtıp balıkları boş poşetle girermişsin içeriye. .
Arada para biriktirirmişiz. Üç şuradan, beş buradan arttırmışız. Çocuklarımız olacakmış ve bu paralar o zaman çok işe yarayacakmış. Hatta belki daha çok olursa, daha geniş bir eve çıkarmışız. Ben “Büyük evin masrafı çok olur” der, sen “Tasalanma! Hepsi olur” diye beni teselli edermişsin.
Arada gezmeye götürürmüşsün beni. Arka sokakta ki parka gidermişiz hep, ama ben ilk defa geliyor gibi sevinirmişim. Simit alırmışsın bana, saatlerce konuşur kuşların sesini dinlermişiz. Sonra çocuklara bakıp bakıp dualar edermişiz. Yan yana olmaktan başka derdimiz yokmuş.
Bunu ikimizden başkası bilmezmiş. Arada komşular gelirmiş evimize. “Pek eşyanız yokmuş” diye şaşırınca. Sen hemen bana bakarmışsın, ben gülermişim. O sevinci ve mutluluğu görünce gülümser şükredermişsin. “Eşyadan daha büyük hazinelerimiz var” der, herkesi merak içinde bırakırmışsın.
Çok şey isteyenleri görünce hep şaşıp kalmışız. Biz çoktan öğrenmişiz eşyanın mutluluk getirmediğini. Mutluluğun çok farklı olduğunu. Ama anlatamamışız başka kimseye Fazla paramız yokmuş ya bu sebeple kimse sözümüze bakmıyormuş.
Arada yeni evlenenleri görüp, dua edermişiz. “Allah evlenene yardım eder” der, üzerine “İnşaallah başkaları için evlenmezler” diye söylenirmişiz.
Elimizden geldiği kadar, aza kanat edermişiz. Çok şey isteyenlere üzülür, mutluluğumuzun sırrını anlatmaya kalkışınca da bize inanamazlarmış.
Hayal bu! Diye gülüp geçermişiz.
12.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Cennette en büyük mükâfat |
|
Herşeyin zıddıyla bilindiği bir dünyada karanlık olmasaydı ışığın, acı olmasıydı tatlının, hastalık olmasaydı sağlığın, kötü olmasıydı iyinin kıymetini bilemezdik. Bunun gibi Cehennem olmasaydı Cennetin lezzeti de tam anlaşılmazdı.
Onun için de Allah daha dünyadayken kötülüklerin içinde Cehennemvârî sıkıntı, acı ve ıztırabı gösterirken iyiliklerinin içine de Cennet lezzetine benzer peşin bir huzur ve mutluluk koymuş. Kabirde de Cehennemliklere Cenneti, Cennetliklere de Cehennemi gösterir. Tâ ki Cehennemin ne kadar dehşetli bir yer olduğu görülsün; Cennetin de değeri ve önemi daha iyi anlaşılsın. Hadis-i şeriften öğrendiğimize göre ölen kişi kabirdeyken sabah akşam Cennetlikse Cehenneme, Cehennemlikse Cennete girseydi bulunacağı yer gösterilir ve kendisine, “Kıyamet Günü Allah seni yeniden diriltinceye kadar kalacağın yer burasıdır” denilir.1
Sonra mü’minlerin Sırattan Cennete gidişte Cehennem üzerine kurulan Sırat köprüsünden geçerken Cehennemi bütün dehşetiyle görmeleri de girecekleri Cennetin zevkini tam alabilmeleri için değil midir? Daha öte Buhârî’de de yer aldığı gibi Cenâb-ı Hak Cehenneme giren herkese hasretini arttırması için dünyada iyilik yapsaydı Cennette nasıl bir yere gireceğini gösterir.2 Uzaktan Cennetliklerle Cehennemliklerin birbirlerini görerek sohbet etmeleri de birinin hasretini, diğerinin de şükrünü arttırır.
Cenâb-ı Hak kullarına ihsan ettiği nimetleri daha da arttırır Cennette. Verdiği nimetlerden memnun olup olmadıklarını sorar, onlar da son derece memnun olduklarını söylerler, Cenâb-ı Hak da bunun üzerine, “Size bundan daha üstün birşey vereyim mi?” diye sorar.
“Ya Rabbi, hangi şey bundan üstün olabilir ki?” der Cennetlikler.
Cenâb-ı Hak da, “Size rızamı, hoşnutluğumu bahşediyorum. Artık size gazabım dokunmayacaktır”3 buyurur.
Bir âyette de bu gerçeğe şöyle dikkat çekilir: “Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara Allah ebedî olarak kalmak üzere, altından ırmaklar akan Cennetler ve Adn Cennetlerinde güzel meskenler vaad etmiştir. Allah’ın rızası ise en büyük mükâfattır. En büyük kurtuluş da işte budur.”4
Allah’ın rızasını kazanmak, gazabından uzak kalmak ne kadar büyük bir mertebe!
Dipnotlar:
1- Buhârî, Rikak: 2; Müslim, Cennet: 65; İbni Mace, Zühd: 32.
2- Buhârî, Rikak: 51.
3- Buhârî, Rikak: 51; Müslim, Cennet: 9; Tirmizî, Cennet: 18. Tevbe Suresi:
4- Tevbe Sûresi: 72.
12.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Meşrûtiyet seçimleri |
|
Yerli ve yabancı kaynakların bir çoğunda Yeni Osmanlıların 1902'de Paris'te yapmış oldukları zirve toplantısından "Jön Türklerin I. Kongresi" şeklinde bahsedilmesine rağmen, toplantıya başkanlık eden Prens Sabahaddin Bey gibi zâtların nazarında bu içtimaın ismi "Ahrar–ı Osmaniye Kongresi"dir.
Dolayısıyla, Mizancı Murad gibi Prens Sabahaddin Bey de bu "Ahrar–ı Osmaniye" isim ve mânâsına tâ başından beri sâdık kalmış ve hiçbir zaman da bundan vazgeçmemişlerdir.
Nitekim, İttihatçılarla yollarını ayırdıktan sonra bile, yine aynı ismi kullanmış ve hatta 14 Eylül 1908’de kurmuş oldukları partinin ismini de "Ahrar–ı Osmaniye Fırkası" şeklinde kabul ve ilân etmişlerdir.
İşte bu Ahrar, Namık Kemâl'in tâbiriyle "Namert korkulardan sıyrılan ve bir heyecân–ı âteşîn kesilerek beşeriyet âleminde güneş gibi parlayan hürriyet hakikati"nin bir bakıma yeniden doğuşudur.
(Ara notu: Üstad Bediüzzaman, 1950'de iktidara gelen Demokratlar'ı kast ederek aynen şunu söyler: "Ahrar Fırkası, yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı."—Beyanat ve Tenvirler, s. 202; 1970 yılı baskısında ise, s. 11—Demek ki, Ahrar ve Demokrat'ı, birbirinin devamı ve aynı kökten gelen, aynı misyona bağlı partiler mânâsında anlamak gerekir.)
1908 ve 1912 yıllarında yapılan seçimlere de aynı isimle katılan Ahrar Fırkası, İttihatçı komitacıların şiddetli baskısı sebebiyle, ne yazık ki Meclis'te yeterli bir varlık gösteremedi.
1912 yılı seçimlerinin hemen her yönüyle şaibeli olduğunda, tarihçilerin çoğu hemfikirdir. "Sopalı seçim", yahut "dayaklı seçim" diye de kayıtlara geçen ve birkaç kez tekerrür etme mecburiyeti hasıl olan bu tarihlerdeki (1912–14) seçimler, peşpeşe patlak veren İtalyan, Balkan ve Harb–i Umumî gailesinin de eklenmesiyle, esasında seçim olmaktan çıkmış, İttihatçıların bir nevi oyun arenasına dönüşmüştür. Komitacılar, seçime katılan hemen hiçbir partiye hayat hakkı tanımamış; bu sebeple, memeleket tek parti diktatoryasına mahkûm edilmiştir.
1908'de yapılan ilk seçimlere dönecek olursak, bu dönemde sadece iki partinin öne çıktığını ve seçimlere iştirak ettiğini görmekteyiz: İttihad ve Terakki Fırkası ile Ahrar–ı Osmaniye Fırkası.
Ahrarların İstanbul dışındaki bölgelerde katılma imkânını bulamadığı bu seçimi İttihatçı adaylar kazanır. Ne var ki, Meclis'in 17 Aralık'ta açılmasıyla birlikte, birçok mebus İttihatçılardan ayrılarak Ahrar tarafına geçer. Böylelikle Ahrar, Meclis'te ana ve yegâne muhalefet partisi vasfını kazanır.
Hükümet ve devlet merkezi olan İstanbul'a geldikten sonra İttihatçıların komitacılık çehresiyle tanışan şahsiyetli ve kapasiteli mebusların Ahrar tarafına geçmesine paralel olarak, dönemin etkili gazeteler de İttihatçılara cephe alır; dolayısıyla Ahrar Fırkasını desteklemeye yönelir. Bu gazetelerin belli başlı olanları şunlar: Mîzân, İkdam, Sabah, Serbestî, Yeni Gazete, Sadâ–yı Millet ve Servet–i Fünûn.
Bu durum karşısında adeta çılgına dönen İttihatçılar ise, en güçlü oldukları komitacılık faaliyetleriyle iş görmeye koyulurlar: Başta Serbestî gazetesi başyazarı Hasan Fehmi Bey olmak üzere, Ahrar'a destek veren diğer gazetelerin yazarları da birer birer vurularak katledilir.
Derken, 13 Nisan 1909'da mahiyeti hâlâ tam aydınlatılamayan meş'um "31 Mart Vak'ası" patlak verir. İttihatçılar, bu fırsatı hiç kaçırmaz. El altından derhal bir organizasyon yürütülür ve bu dehşetli sosyal kriz, kelimenin tam anlamıyla bir fırsatçılığa dönüştürülmeye çalışılır.
Selanik'te bulunan Üçüncü Ordu'yu İstanbul'daki kanlı arenadan haberdar eden İttihatçılar ve onların arkasındaki karanlık mihraklar, ele geçirmiş oldukları "31 Mart Vak'ası" kozunu artık gönüllerince ve tepe tepe kullanacaklardır.
Nitekim, öyle de yaptılar. Selanik'li dönmelerin başını çektiği bu orduya, Balkan komitacıları ile Makedonya'daki Rum ve Bulgar çetecileri de dahil ederek "Hareket Ordusu" nâmı verildi. Selanik'ten İstanbul'a doğru trenlerle sevk edilen bu derme çatma ordunun hemen bütün efradının bildiği bir tek şey vardı: Vurmak, kırmak, öldürmek ve yağmalamak...
İstanbul'daki Avcı Taburlarıyla, bu orduya karşı konulabilirdi. Ancak, bunu da Sultan Abdülhamid istemedi. "Kardeşi kardeşe kırdırtmam" dedi.
Ne var ki, ihanet planı son derece gizli çok da dehşetliydi. İstanbul'u kademeli şekilde ve neticede bütünüyle ele geçiren bu ordu, önce sıkıyönetimi ilân ettirdi, ardından Meclis Başkanı Talat Beyin de oluruyla fırsat bu fırsat diyerek Sultan Abdülhamid'i tahttan indirdi. Dahası, Yıldız Sarayını bile çapul ve yağma ettirerek, esasında nasıl bir karaktere sahip olduğunu gözler önüne sermiş oldu.
Hemen ardından tutuklamalar başladı. Hedefte İttihad–ı Muhammedî Cemiyeti ile Ahrar Fırkasının mensupları vardı.
Bunların içinde idamı istenenler, önceden tesbit edilmiş ve yaklaşık seksen kişilik bir liste mahkeme başkanlığına sunulmuştu... İdamı istenenler arasında İttihad–ı Muhammedî mensubu ve Ahrarların dostu olan Üstad Bediüzzaman da vardı. Ondan önce on altı kişi yargılanmış ve istisnasız tamamı idama mahkûm edilmişti. İlâhî inayet ve mahkemede yapmış olduğu desitânî müdafaa sayesinde beraat ederek kurtuldu. Ayrıca, kendisiyle birlikte 30–40 kişinin daha kurtulmasına vesile oldu.
Bununla beraber, rejimin ismi Meşrutî Monarşi olmasına rağmen, uygulama ise tam anlamıyla "şiddetli istibdat" şeklinde hükümfermâ idi.
Meşrûtiyetin mânâ ve mahiyetinden uzaklaşan İttihat–Terakki hükümetleri, bu tarihten sonra baskıcı politikaları daha da şiddetlendirerek, hem dahilde, hem de hariçte helâket ve felâket fırtınalarının kopmasına bir bakıma sebebiyet verdiler.
1918 yılı sonlarına gelindiğinde, İttihatçılar, Osmanlı Devleti gibi kendi iktidarlarının da sonunu getirmiş oldular.
Onların bir kısmı kaçtı gitti; içlerinde izzet ve şeref sahibi Enver Paşa gibi şahsiyetler de vardı. Geriye kalan İttihatçı artıkları ise, Cumhuriyet hükümetlerinin kurulmasıyla birlikte, yeni ve eskisinden çok daha dehşetli, hatta mutlak mânâda bir dikta rejimini tesis etmeye koyuldular.
Kaynaklar: Bu karanlık döneme bir nebze de olsa ışık tutmaya yarayacak birkaç kaynak ismini şu şekilde zikredebiliriz: 1) Bernard Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Ankara 1984; 2) Reşat Ekrem Koçu, Türkiye'de Seçimin Tarihi, Tarih Dünyası Dergisi, İstanbul 1950; 3–4) İ. Hami Danişmend, 31 Mart Vak'ası ile İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi; 5) T. Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasi Partiler, İstanbul 1984.
12.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bediüzzaman neden demokratları destekler? |
|
Bediüzzaman Said Nursî’nin partilere yaklaşımı ve ahrarları (hürriyetçileri), demokratları desteklemesi dünya hesabına, maddî çıkar adına ve konjonktürel değildir. Prensip bazındadır (ilkeseldir). O, siyasete de, partilere de “iman, Kur’ân, vatan” zaviyesinden yaklaşır:
“Kalbe ihtar edilen mühim bir içtimâî hakikat!” başlığı altında, “Bu vatanda şimdilik dört parti var” diyerek partileri tasnif eder; özelliklerini sıralar. Aslında bu mektubu yazdığı 1954’lerde, dört değil, daha fazla parti vardır. Ancak, o, siyasî tarih boyunca devam edegelen ana akımları, temel şablonları sıralar. Diğerleri bunların türevleridir.
Hürriyetperver, haklara saygılı olan, asla baskıcı zihniyeti destekleyemez.
Öte yandan şeytanî bir vasıf olan, “asabiyet-i milliye ve cahiliyye” olarak da tavsif edilen ırkçılık, “üstünlük” düşüncesine dayandığından ve başkalarını yutmakla beslendiğinden asla desteklenemez.
Dindarların iktidar olmaya çalışmasına gelince… Değil partiler, cemaat ve tarikatler bile dini temsil edemez. Din adına kimse hareket edemez. Din yaşanır, Kur’ân’a, İslâmiyete ayna olunur; öteye beriye çekilmez, âlet edilmez. Siyaset arenasına dini sokan, onu kendi emellerine âlet eden, din adına hareket eden zihniyet de asla tasvip edilemez.
Nitekim, son 40 yıldır Nur talebeleri bu üç zihniyete karşı dirayetli bir mücadele vermiştir. İsabetlilikleri ve haklılıkları da bugün ayan-beyan ortadadır.
Ahrarlar / hürriyetçiler / demokratlara gelince: Kâinatın Yaratıcısı, Sahibi, İdare Edicisi bizi imtihan için dünyaya göndermiş ve hür irade vermiştir. Yani, bu dünya, “hürriyet” üzerine kurulmuştur. Peygamber bile sadece tebliğ eder, zorlayamaz, bu konuda herhangi bir imtiyazı yoktur.
Kur’ân’ın getirdiği hürriyet, Cenâb-ı Hakk’ın Rahman, Rahîm isimlerinin bir ihsanıdır ve imânın bir özelliğidir.1 Asr-ı Saadet’te görüldüğü gibi, iman ne kadar mükemmel olursa, hürriyet de o derece parlar.2 “İnsana karşı hürriyet, Allah’a karşı kulluğu netice verir...”3
İşte, bu hakikatlerin siyasete yansıması, ahrarları / hürriyetçileri / demokratları desteklemek şeklinde olmalıdır.
Nitekim, bunlara binâendir ki Bediüzzaman, vazifemiz siyaseti dine âlet ve dost yapmak;4 demokratlara mânen, maddeten yardımcı,5 bir dayanak noktası6 ve müttefik7 olmaktır, diyerek siyasî duruşumuzun temellerini çizer. Bunu da bizzat oy kullanarak fiilen ve sözlü olarak ilân eder. Dolayısıyla, Kur’ân, vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders verir.8
Müstebit rejimin, derin devletin ve dış etkenlerin de—bilhassa Avrupa ve ABD’nin—üfürmesiyle medyanın şaşırtmacası sonucu zihinlerin iğdiş edilmesiyle meydana gelen kafa karışıklığı ve bulanıklık, kimin ahrar / hürriyetçi /demokrat olup, kimin olmadığıdır.
Sonraki yazımızda da, meselenin bu boyutunu ele almaya çalışalım.
Dipnotlar: 1-Hutbe-i Şâmiye, s. 67.; 2-Münâzarât, s. 59.; 3-A.g.e., 58-59.; 4-Beyanat ve Tenvirler, s. 198.; 5-A.g.e, s. 200.; 6-A.g.e, s. 202.; 7-A.g.e, s. 201.; 8-Emirdağ Lâhikası, s. 422.
NOT: Aziz Özbey’in annesi Rahime Özbey; İsmail ve Necat Şen’in babaları, Ramazan Çakır ve Hüseyin Çakır’ın dayıları Hacı Reşat Şen Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Merhume ve merhuma Cenab-ı Hak'tan rahmet, mağfiret, akraba ve dostlarına sabır-ı cemil niyaz ederim.
12.02.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
“Ehl-i Kitab’ın kestiği” meselesi |
|
Venezuella Caracas’tan Servet Küçükyavuz: “Ben Venezuella’da yaşayan bir Müslüman’ım. Bilmek istediğim konu, burada Müslüman kasap bulmak çok zor. Yani hep Hıristiyan kasapları var. Acaba onlardan alacağım et ve tavuk caiz midir? Şimdiden Allah sizden razı olsun.”
Kendilerine Ehl-i Kitab denilen Yahudi ve Hıristiyanların yiyeceklerinin Müslümanlara helâl kılındığını şu âyet beyan ediyor: “Bu gün size temiz olanlar helâl kılındı. Kitap verilenlerin yiyeceği size helâl; sizin yiyeceğiniz de onlara helâl kılındı.”1
Bu âyette öncelik temiz olanlara verildiğine göre, domuz eti, kan, leş, şarap... vs. Kur’ân’ın ismen haram kıldığı yiyecek ve içeceklerin dışında Ehl-i Kitab’ın yiyecekleri Müslümanlara helâldir. Ehl-i Kitab’ın dışlanmaması, mümkünse Müslümanlarla yakınlaşma fırsatlarının kollanarak tebliğ kapısının açık bırakılması bu teşrînin hikmetlerinden yalnız birkaçı olabilir.
Ehl-i Kitab’ın kestiğinin yenmesi meselesine gelince; bu konuda âlimler bazı ölçüler koymuşlar. Bunlardan birisi, kesimi yapanın keserken Allah’ın adını anmasıdır. Ancak, kesenin Ehl-i Kitab olduğu nazara alındığında, kesimde Allah’ın adının anılıp anılmadığının bilinmesinde zorluk vardır. Bu bakımdan İslâm Fukahâsı, Ehl-i Kitab kesimlerinde Allah’tan başkasının adının anılmadığının bilinmesini, kesimin helâl olmasında yeterli görmüşlerdir. Meselâ, bir Hıristiyan’ın açıktan “İsa”nın veya “Mesih”in adıyla ya da “üçünün üçüncüsünün” adıyla kestiği bilinen hayvan ittifakla yenmez. Ancak keserken ne söylediği bilinmeyen bir Hıristiyan’ın kestiği yenilir. Bu durumda Allah’ın adını anmış olabileceği şeklinde hüsn-ü zan gösterilir; kendisi Allah’ın adıyla alır ve yer.2 Kesimde ne söylediği işitilmeyen bir Müslüman’ın kestiği de, hüsn-ü zan mümkünse yenir.
Tarih sürecinde Hıristiyanlar, Yahûdîlere nazaran daha çok şirk içinde bulundular; Hazret-i Îsa’ya (as) ve Cibrîl-i Emîn’e Ulûhiyet izâfe ettiler, tevhid dinine teslis inancını karıştırdılar. Geçmişte Hıristiyanların aynı zamanda “müşrik” olduğu da dikkate alındığından, kesimde teslis inancına dayalı bir deyim kullanıp kullanmadığına bakılıyor idi; açıktan kullandığı bilinmiyor ise, yani kesim esnasında açıktan Allah’ın adı yerine İsa’nın adını andığı bilinmiyor ise, âyetin hükmü açık ve bağlayıcı olduğundan, hüsn-ü zan yapılarak kestiği helâl sayılıyordu.
Ancak günümüzde genel itibariyle Hıristiyanların teslis inancını sorguladıkları, daha çok tevhid inancına doğru bir yaklaşma gösterdikleri ve en azından Allah’ın “bir” olduğuna genel çerçevede inandıkları bilinmektedir. Bu bakımdan günümüz Hıristiyanlarının kestiğinin helâl olduğuna hükmetmek hususunda, eskiye nazaran daha haklı konumda olduğumuz söylenebilir. Bu durumda Hıristiyanların yaptıkları kesimler için, genel ölçümüzle; Allah’tan başka birisi adına kesildiğini açıkça bilmediğimiz hayvanların, hüsn-ü zan gösterilerek yenilmesi helâldir diyebiliriz.
İslâm Fukahâsının Ehl-i Kitab’ın kestiğinin helâl sayılması için koyduğu kriterlerden birisi de, boğazlama şekli ile ilgilidir. Ehl-i Kitab, hayvanı Müslümanların usûlüyle kesmiş olmalıdır, yani keskin bir âletle boğazını keserek kanını akıtmış olmalıdır. Bayıltılan hayvanların, boğazı kesilerek ölmeden kanı akıtılıyor ise, yenilmesi kerâhetle beraber câizdir.
Mâlikîlerden bir grup âlim, Ehl-i Kitab kesiminin bize helâl olması için, kesimin kendi dinî kurallarına göre yapılmasını yeterli bulmuşlardır. Meselâ, Mâlikî âlimlerden Kâdı İbn-i Arabî yukarıdaki âyeti şöyle tefsir ediyor: “Avın ve ehl-i Kitab’ın yiyeceklerinin, Allah’ın helâl kıldığı temiz yiyeceklerden olduğuna bu âyet delildir. Allah Teâlâ zihinlere gelen şüpheleri ve vesveseli düşünceleri silmek için bunu tekrarlamıştır. ‘Tavuğun boynunu bükerek onu öldüren, sonra da pişiren Hıristiyan ise bu yenir mi, veya yiyecek olarak bu ondan alınır mı?’ diye bana sordular. Şöyle dedim: 'Yenir. Çünkü bu onların papazlarının ve din adamlarının yiyeceğidir. Bu bize göre helâl bir boğazlama şekli değilse bile; Allah onların yiyeceklerini bize mutlak olarak helâl kılmıştır. Allah’ın haramdır dedikleri dışında; dinlerine göre helâl bildikleri şeyler bize de helâldir.'3
Nitekim Hazret-i Âişe (ra) bildirmiştir ki: “Bazı kimseler: ‘Yâ Resûlallah! Bir takım insanlar bize kesilmiş et getirmektedirler. Hayvan boğazlanırken üzerinde Allah’ın isminin anılıp anılmadığını bilmiyoruz. Bu duruma ne buyurursunuz?’ diye sordular.
“Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm): ‘Bismillah deyiniz ve yiyiniz’ buyurdu. Et getirenler yeni Müslüman olmuşlardı.”4
Burada biz genel bir çerçeve çizecek olursak; mümkünse, Müslümanların kesim şartlarına riâyet ettiğini bildiğimiz iş yerlerinden et almakta fayda var. Bu mümkün olmadığında; üzerinde Allah’ın adı anılarak veya en azından Allah’tan başka birisi adına kesilmemiş olduğunu bildiğimiz, Ehl-i Kitab’ın kendi dinî kurallarına göre boğazlayıp kanını akıtarak kestiği hayvanların etlerini yemek caizdir.
Dipnotlar:
1- Mâide Sûresi, 5/5
2- F. Hindiyye, 11/438
3- İbnu’l Arabî, Ahkâm’ul-Kur’ân, II/556
4- Buhârî, Tevhîd, 13; İbn-i Mâce, Zebâih, 3174
12.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|