"Gerçekten" haber verir 12 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hakan YALMAN

İttihat arayışı ve İcba



M

anevî hizmet ve değerlerimizi insanlığa ulaştırma duâmızın organize olma duâsı ICBA (Intercultural Bridge Association) Kültürlerarası Köprü Derneği şeklinde isim buldu. Bu dernek nur hakikatlerini dünyaya ulaştırmak isteyen yapımızın organize arayışına bir cevap olmak istidadında. Her düzeyde diyaloglar, talebe değişimleri ve külliyatın her dilde insanlığa ulaşması gibi bir dizi faaliyetin planlanacağı merkez olmaya talip. Bu anlamda samimî bir arayış içinde olan üyeleri ile hedefler belirliyor ve bir kıpırdanış şeklinde faaliyetlerini planlarken bütün Yeni Asya camiasını ve İslâm âlemini fahri üyeleri olarak kabul ediyor. Bu anlamda derneğin birinci sırada yer alan aidatı ve güç kaynağı samimî ve gönülden gelen duâlar. Bu duâlarla dernek en dar daireden insanlık âlemine uzanan bir ittifak ve ittihat arayışı içinde olacak.

Son günlerde dünya genelinde yaşanan olaylar artık değerler etrafında bütünleşmemiz gerektiğini ve ortak geleceğimiz açısından refah, huzur, birlikte yaşayabileceğimiz kadar medeniyetin hakim olması hangi din, ırk ve sosyal tabakadan olursa olsun insan olan herkesin hakkına saygı ve insanlığın kılık-kıyafet ayrımına feda edilmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Milletin ve meclisinin iradesi bu yönde tecelli etmiştir. İşin güzel yanı dünya genelinin bu değerler ve kurallar etrafında halka olan iradeye destek olması ve bu anlamda dini bir siyaset aracı olmaktan çıkarıp haçlı zihniyeti ile değil, insanlık merkezli tepkiler sergilemesidir.

Dinî yaşantısından dolayı herhangi bir ferdin karşısında olmak, artık dünyanın geldiği noktada zihnen çok geri olmak ve ırkçılığa benzer ilkel insan reflekslerinden kurtulamamak anlamına gelmektedir ve gerçek anlamı ile irticadır. Artık aydın insan kendi gibi düşünenlerin olduğu bir dünya değil, her düşünce ve inancın tam serbestiyet içinde yaşanabildiği bir dünya hedeflemektedir. Bu medenî yaklaşımın gerisinde kalan zihniyet çok güçlü gelen insanlık rüzgârı önünde savrulmaya ve yok olmaya mahkûm olacaktır.

‘Muasır medeniyet seviyesi’nden dem vuranlar şu an dünya insanlığının yakaladığı ve tarafgirlikleri, milliyetleri ve inançları ahenk içinde bir arada bulundurma potansiyelinde ve merkeze insanlığı, insanı koyan medenî seviyenin gerisinde kalmak riski ile yüz yüzedirler. Bu durumda mahalle baskısı gibi tanımlarla dinî hassasiyeti olanlara karşı çıkmak aslında medeniyetten uzaklaşmaktır. Belki de gerçek medeniyet her türlü farklılığa açık olmak ve bunların hürriyetine en az ferdî hürriyeti kadar sahip çıkmaktır.

Risâle-i Nur’un nuranî hakikatleri önümüzdeki asırda insanlığın tevhid modeli için önemli bir rol üstleneceğe benzer. Tevhide susamış bu gönüller insanlık ortak paydasında buluşacak ve şu dar dünyayı kendilerine iyice dar etmeyeceklerdir. Bu tablo aslında insanları huzur ve barış içinde bir araya getirmek isteyenlere bir çıkış yolu sunmaktadır. Dünyanın çıkış yolu bu olmalıdır.

17 Ağustos depreminin bölgelerinde, hanelerinde ve gönüllerinde açtığı derin yaralara rağmen tamamen toparlanmış ve ilçelerini yeniden imar etmiş insanlar gibi Gazze insanları da manen sapasağlam bir çıkış noktasına ulaşmaktadır. Birlikte çalıştığımız Filistin’li doktor kardeşim Dr. Selahattin ELFARRA Gazze’deki ağabeyi ile görüştüğünü ve ağabeyinin: ‘Doğal gazımız, suyumuz yok, ama Ankara’dan daha fazla yiyeceğimiz var. Biz iyiyiz Elhamdülillah. Bizi merak etmeyin’ dediğini nakletti. Elbette yaşananlar hafif buruklukla zihinlerine kazınmış olmalıydı. Ancak bu ağır psikolojik travmadan ruhen ve manen çok güçlenmiş olarak çıktıklarının işaretleri de ifadelerine yansımış müthiş şevkten okunuyordu. Bu tablonun aslında bütün dünyaya ulaştırılması ve mahalle baskısı gibi garabetlerin ülke gündeminden çıkması için örnek bir model olarak yaygınlaştırılması düşünülmeli. Bu anlayışta müthiş bir tevekkül ve en ağır travmalardan birlik ruhu ile çok başarılı çıkabilme potansiyeli var. Psikolog, psikiyatrist ve sosyologlar bu şartlarda manen dağılmamış insan modelini incelemeli bunun alt yapısını oluşturan manevî damarları keşfedip bütün dünyaya mal etmelidirler.

Ülkemizde dönüm noktası anlamına gelecek tarihî günler yaşanmaktadır. Artık kavgaları ve gereksiz suçlamaları bir tarafa bırakıp dünya insanlığının selâmeti için birleşmek ve dayanışmak zamanıdır. Bunun en uygulanabilir şeklî hukukun ve kanunların hakim olmasıdır. ‘Kanunlar bana yaradığı sürece uygulansın aksi takdirde suyumu bulandırıyorsun muamelesi yaparım’ şeklindeki bedevî ve vahşi yaklaşımların dünyadaki ömrü bitmek üzeredir. Zaman vahşet ve bedeviyet zamanı değil, insanlık ve medeniyet zamanıdır. Şu zamanlar dünyamızın bu anlamda bir imtihandan geçtiği zamanlardır. Rabbimizden azametli ve bahtsız ümmetimizin talihinin açıldığı günler olması ve istikbal inkılâbatı içinde ortaya çıkacak en yüksek gür sedanın insanlığa duyurulacağı bir basamak olmasını niyaz ediyorum. Gelişmeler nasıl olursa olsun neticede hak galip olacaktır.

12.01.2009

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Filistin üzülmesin!



Nefret kızgınlıktır. Nefret haksızlığa karşı bir uyanmaya sebep olursa güzeldir. İnsanlar gücüyle engelleyemediği haksızlıkların müsebbiplerini, nefret duygularıyla, zayıfların hakkını vahşi zalimlerden alacak olan Yüce Yaratıcıya havâle ederler. Mazlûmların son melcei, Kâinat Yaratıcısıdır. O Rabb-i Rahîm ki, adaletiyle en ince ayrıntısına kadar mazlûmların hakkını zalimlerden alacaktır.

Filistin de, Filistinli de üzülmesin. Filistin için üzülenler de Cehennemi hatırlayınca “Zalimler için yaşasın Cehennem” diyerek sevinsinler. Olan zalimlere oluyor. Baht gidiyor, vicdan kayboluyor ve insanlık ölüyor zalimler ülkesinde. Dünya da onları sevmeyecek, mahlûkat da onları Rabb-ı Rahîme şikâyet edecektir.

Bombaların düştüğü topraklar, mazlûm kanlarıyla boyanan duvarlar, sağa sola uçuşan taşlar, huzurları kaçan kuşlar, top gürültüsüne aşina olmayan ağaçlar ve o masum çocuklar hepsi zalimlerin tepesine üşüşecek, onlardan haklarını talep edeceklerdir. Zalim ise müflis olacak, haklarını gasp ettiği mahlûkata hiçbir bedel ödeyemeyecek ve nihayet Cehennemin kızgın alevleri devreye girecektir.

Üzülmeyin ey güzel insanlar! Ağlamayın ey insan olan insanlar! Kaybeden zalimler olacak, kazananlar ise mazlûmlar olacaktır. Ama siz yine de sessiz kalmayın zulme. Sakın ola ki meyletmeyin zalime. Sesiniz çıktığı kadar onlara “Kahrolun” deyin. Elinizi açın duâ edin, gücünüz yeterse onları men edin vahşiliklerden. Hiçbir şey yapamazsanız bile Allah için nefret edin o kahrolası zalimlerden.

Mazlûm kardeşlerinizi yalnız bırakmayın ey zalimlerin düşmanları! Yardım için elinizden geleni yapın. Onlara elinizi uzatın, onlar için Dergâh-ı İlâhiyeye duâlarınızı gönderin. En azından onları şehadete götüren kanlarını silin, duâlarla onları ebedî mekânlarına gönderin. Sakın onlara “ölü” demeyin. Çünkü şehitler ölmez. Onlar semâlarımızda uçuyorlar, onlar zalimlerin acı hallerine gülüyorlar.

Rabbimizin yüce adaletini insanlara anlatan ve en güzel bir şekilde hayatına geçiren Allah’ın yüce Habibi Peygamber Efendimiz Aleyhisselatü Vesselâm bir çok hadisiyle İlâhî adaleti bize hatırlatmıştır. Zalimlerin hem bu dünyada, hem de ahirette yaptıklarının karşılığını göreceğini o yüce Resûl’den öğreniyoruz. Evet bütün büyük günahların cezası “Mahkeme-i Kübrâ”ya bırakılırken, zalimlerin cezası dünyada da verilmekte, mazlûmların âhına derhal cevap verilmektedir Âdil-i Hakim tarafından...

Zalimlerin hakkından en etkili bir şekilde Kâinatın Sahibi gelecektir. Onun mahlûkatına yapılan haksızlıkları o affetmemekte, “Kul hakkıyla huzuruma gelmeyin” demektedir. Ama gözleri kan bürünmüş zalimler geleceği düşünmemekte, kan ile beslenen vampirler gibi mazlûmlara saldırmaktadırlar.

Mazlûmların vahşilerce katledildiği ülke olan Filistin sevinsin, mazlûmların cesetlerine yatak olan bütün mekânlar sevinsin. Çünkü şehit kanlarıyla sulanmaktadırlar. O şehitler ki, ölümlerin en güzeliyle bu dünyadan ayrılmaktadırlar. O ölümler ki, onlara insanlık için en yüce olan mertebeyi kazandırmaktadır. Onlar şehit oldukları için bugün sevinmektedirler. Yarınlar da onların olacaktır. Zalimlerin Cehennem ateşinde yandıklarını görünce de sevineceklerdir.

Ey Rabbim! bizim intikamımızı zalimlerden almakla bizi sevindir. Bu dünyada insanların, hayvanların, nebâtâtın huzurunu kaçıran zalimleri her iki dünyada da rezil ve rüsvay eyle. Seni seven, Habibinin (asm) yolunu seven, mazlûmları seven, güzellikleri isteyen, hiçbir canlının huzuruna kastetmeyen kullarının günahlarını affet, onları Cennetinle mükâfatlandır. Ya Rabbi! Ehl-i imanı zâlimlerle birlikte haşretme. Ey Rabb-i Rahimim, bizlere hem dünyada, hem de ahirette güzellikler nasip et. Ey Kadir-i Külli şey, Ey Rahmanürrahim biz aciz kullarını Cemâlinle müşerref kıl... Bizleri ebedî hayatın saadetinden mahrum bırakmak isteyen nefsimiz ve şeytanlara karşı muzaffer kıl Allah’ım...

12.01.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hayatın yirmi dokuz hassası



A. Z. Rumuzlu okuyucumuz: “Onuncu Sözde Zeylin İkinci Parçasının Birinci Makamında ‘hayatın yirmi dokuz hassası’ tabiri var. Bu ne demektir?”

Bedîüzzaman Hazretleri, “Allah’ın rahmet eserlerine bir bak: Yer yüzünü, ölümünün ardından nasıl hayatlandırıyor! Şüphesiz O, ölülere de böylece hayat verecektir. O, her şeye Kadirdir”1 âyetinin bir tefsîri sadedinde Hayy ismini incelediği Otuzuncu Lem’a’nın Beşinci Nüktesinde hayatın ve mahiyetinin ne olduğunu yirmi dokuz maddede bildirir. Hayy ve Muhyî isimlerinin mühim bir tecellîsi olan hayatın yirmi dokuz önemli özelliğini, anladığımız kadarıyla kendi ifadelerimizle buraya alalım:

1- Hayat; bu kâinâtın en ehemmiyetli gâyesidir.

2- Hayat; bu kâinâtın en büyük netîcesidir.

3- Hayat; bu kâinâtın en parlak nûrudur.

4- Hayat; bu kâinâtın en lâtif ve en hoş özüdür, mayasıdır, hamurudur.

5- Hayat; bu kâinâtın gâyet süzülmüş bir çekirdeğidir.

6- Hayat; bu kâinâtın en mükemmel meyvesidir.

7- Hayat; bu kâinâtı olgunlaştıran en hârika mekanizmadır.

8- Hayat; bu kâinâtı güzelleştiren en güzel yüzdür.

9- Hayat; bu kâinâtın en güzel süsüdür.

10- Hayat; bu kâinâtın unsurlarını birleştiren bir sırdır.

11- Hayat; bu kâinâtın birim ve parçalarının birlik bağıdır.

12- Hayat; bu kâinâtın mükemmel oluşunun kaynağıdır.

13- Hayat; san’at ve mâhiyetçe bu kâinâtın en hârika bir rûh sahibi sırrıdır.

14- Hayat; bu kâinâtın; en küçük bir mahlûku, bir kâinât hükmüne getiren mû'cizeli bir hakîkatidir.

15- Hayat; bu kâinâtın özünü ve özetini her küçük mahlûkta toplayan bir kudret mû'cizesidir.

16- Hayat; en küçük bir mikro-parçayı en büyük bir kütle kadar büyük kılan, en küçük bir canlıyı bir âlem hükmüne getiren ve sevk ve idâre cihetinde kâinâtı bölünmesi ve ortaklığı kabul etmez bir bütün haline getiren fevkalâde hârika bir İlâhî san'attır.

17- Hayat; bu kâinâtın mâhiyetleri ve parçaları içinde Hayy ve Kayyûm olan Allah’ın varlığını, birliğini ve Allah’ın birlik tecellîlerini gösteren işâretlerin en parlağı, en keskini, en kesini ve en mükemmelidir.

18- Hayat; Allah’ın san’at eserlerinin hem en gizlisi, hem en görüneni; hem en kıymetlisi, hem en ucuzu; hem en nezîhi, hem en parlağı ve en mânâlısıdır.

19- Hayat; sâir varlıkları kendine hizmet ettiren nazlı, nâzik ve nezîh bir Rahmet cilvesidir.

20- Hayat; Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının gâyet geniş bir tecellî alanıdır.

21- Hayat; Rahmân, Rezzâk, Rahîm, Kerîm, Hakîm gibi çok isimlerin cilvelerini kendinde toplayan; rızık, hikmet, inâyet, rahmet gibi çok hakîkatleri kendine tâbi eden ve görmek, işitmek ve hissetmek gibi bütün duyguların kaynağı olan Allah’ın eşsiz bir hilkatidir.

22- Hayat; bu kâinâtın tasfiye ve temizlik yapan, terakkî veren ve nurlandıran büyük tezgâh makinesidir. Öyle ki, milyarlarca zerreye ve hücreye yuva olan her canlı vücut, o zerrelerin vazife yapmaları, yaratılış tâlimat ve emirlerini yerine getirmeleri ve böylece nurlanmaları için bir okul, bir kışla ve bir misâfirhane hükmündedir. Hayy ve Muhyî olan Cenâb-ı Allah hayat makinesi vasıtasıyla, bu karanlıklı, fânî ve süflî olan dünya âlemini lâtifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nev'î bekâ veriyor ve böylece bâkî bir âleme gitmeye hazırlıyor.

23- Hayat; iki yüzü, yani mülk ve melekût yüzleri, yani dış ve iç yüzleri parlak, kirsiz, noksansız ve ulvî olan, perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya Allah’ın kudret elinden çıkan bir müstesnâ mahlûktur.

24- Hayat; altı îmân rüknüne birden bakan ve ispat eden bir yüksek hakîkattir.

25- Hayat; Allah’ın varlığını ve benzersiz ve ezelî hayatını gösteren bir yüksek bürhandır.

26- Hayat; âhiret yurdunu ve âhiret yurdundaki bâkî hayatı tam bildiren bir büyük delildir.

27- Hayat; meleklerin hayatlarından haber veren bir nûrânî hakîkattir.

28- Hayat; peygamberlerin hayatlarına, kitapların hayatı anlamlandırmalarına, Allah’ın kader ve kazâ ile hayatı yönlendirmesine pek kuvvetli bakan ve bildiren bir mânevî göstergedir.

29- Hayat; bu kâinâtın en mühim bir İlâhî maksadı olan şükür, ibâdet, hamd ve muhabbeti netice veren bir büyük sırdır.2

Üstad Hazretleri hayatın bu yirmi dokuz hassasını ifâde ettikten sonra böyle yüksek meyveleri bulunan hayatın Allah’ın Hayy ve Muhyî isimleri için yüksek bir bürhan teşkil ettiğini bildirmiş; hayatın gâyesini, “rahatça yaşamak, gafletle lezzetlenmek ve heveskârâne nimetlenmek” olarak görenlerin hayat nimetine, şuur hediyesine ve akıl ihsânına karşı dehşetli bir nankörlük içinde bulunduklarını beyan etmiştir.3

Cenâb-ı Hak cümlemize hayatı anlamayı ve hayat için Allah’a şükretmeyi nasip ve müyesser kılsın. Âmîn.

Dipnotlar:

1- Rûm Sûresi: 50

2- Lem’alar, s. 510-512

3- A.g.e., s. 512

12.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah’ın müştak olduğu insanlar



Allah’ın bir kısım sevgili, dost kulları vardır. Allah’a müştak olan insanlardır bunlar. Bir insan için düşünülebilecek en büyük mutluluktur bu. Allah’ın sevgisini kazanmak kadar üstün bir mertebe büyük bir şeref düşünülebilir mi?

Peki, Allah’ın sevgisi nasıl kazanılır?

Şüphesiz emirlerini tutarak, yasaklarından kaçınarak, Sünnet-i Seniyyeye dört elle sarılarak. Kısacası Allah’ın ve Resûlünün (a.s.m.) istediği tarzda yaşayarak, iyi bir kul olarak.

Bu iyi kullar hem Allah’ın sevgili kullarıdır, hem de Allah’ın himayesi altındadır. Bir âyette, Allah’ın iyi kimseleri koruyacağı açıkça bildirilir: “Allah iyi kullarını himaye eder.”1

Bir kudsî hadisinde Cenâb-ı Hakkın, “Onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum,” yani organ ve kabiliyetlerini Benim rızam yolunda kullanan kullar diye nitelediği bu kimseler Allah katında o kadar makbul ve değerlidirler ki Cenâb-ı Hak, “Ne isterse muhakkak onları kendisine ihsan ederim. Bana sığınmak istediğinde de onu korurum” buyurduğu kullardır bu kullar. “Onlara düşmanlık edenlere, savaş açarım”2 buyuracak kadar değer verir onlara.

Yine aynı hadis-i kudsîde dikkat çekildiği gibi bu kulların en önemli özellikleri farzlarında kusur etmemeleri, nafilelerle de Allah’a manen yaklaşmaya çalışmalarıdır. Diğer bir özellikleri de herkesin gaflet uykusuna daldıkları bir zamanda kalkıp teheccüd namazı kılmaları, Rablerine yalvarıp yakarmalarıdır.

Buharî şarihi Kastalanî’nin seleften isim vermeden naklettiği şöyle önemli bir rivayet var: “Allah ihlâslı kullarını şöyle ilham eder: ‘Benim, Bana kullukta bulunan bir kısım kullarım vardır ki Ben onları severim. Onlar Bana iştiyak içerisindedirler. Ben de onlara müştakımdır. Onlar beni zikrettiklerinde Ben de onları mağfiret ederim. Ey mü’min kulum, sen de onların izinde gidersen seni de severim. Mü’min kul sorar:

“‘Bu sevgili kullarının alâmetleri nedir, ya Rabbi?’

“Bu sadık kullarım kuşların yuvalarına kavuşma iştiyakı içinde oldukları gibi geceyi beklerler. Karanlık iyice çökünce Dergâh-ı Ulûhiyetime durur, secdeye kapanırlar. Bana Kendi kelâmımla yalvarır yakarır, verdiğim nimetlere şükrederler. Onlara ilk bağış olarak kalplerine zülâl-i rahmetimden serper, onları tanıdığım tarzda kesinlikle feyzlendiririm.”3

Ne büyük şeref, ne büyük nimet ve mutluluk değil mi?

Dipnotlar:

1. A’raf Sûresi: 196.

2. Buharî, Rikak: 38.

3. Kastalânî, İrşadü’s-Sarî şerh-i Sahihi’l-Buharî, 2:74.

12.01.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Genelkurmay'da ilk devir–teslim



Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tarihindeki ilklerden biri de 12 Ocak 1944'te yaşandı. O gün, 55 yıllık asker ve 22 yıldır aralıksız şekilde Genelkurmay Başkanlığı görevini yürüten Fevzi Paşa "yaş haddinden" emekliye sevk edildiği için, makamını halefi Kâzım Orbay'a devretti.

Dolayısıyla, TC Genelkurmay Başkanlığı makamı dairesinde, ilk kez bir devir–teslim hadisesi yaşanmış oldu.

1922'den beri bu makamda bulunan ve bunca yıl memlekette yaşanan direnişleri (isyan vak'aları, rejime yahut inkılâplara muhalefet teşebbüsleri) başında bulunduğu askerin müdahalesiyle bastıran Fevzi Paşanın, esasında ne M. Kemal'e, ne de İsmet Paşaya herhangi bir muhalefeti vardı. Tam bir itaatle onlara bağlılığını ispat etmişti.

Meselâ, M. Kemal'in imza attığı inkılâplardan hiçbirine karşı gelmediği gibi, bunların tatbikata konulması safhasında da askerin gücünü sonuna kadar kullanmaktan çekinmedi.

Dahası, M. Kemal'e olan bağlılığı o derece ileri idi ki, meselâ şu meşhûr "Şapka Kànunu" daha çıkmadan evvel kendisi ikna edilmiş ve başına şapka geçirmeyi kabul etmişti.

Aynı itaatkâr Fevzi Paşa, M. Kemal'in ölümünden bir sonraki gün ise, bu kez ağırlığını M. Kemal'in bir yıl önce dışlamış olduğu İsmet'ten yana koyar. Meclis'in etrafını silâhlı askerler ile çevirir ve mebuslar tarafından İsmet Paşanın ikinci cumhurbaşkanı olmasını "zor"la temin eder.

Bu iki paşa arasındaki samimiyet ve muhabbet, dört–beş yıl kadar daha devam eder.

Aralarında başgösteren zıtlaşma ise, işte bu tarihte, yani 1944'te başlar.

22 yıllık Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, bir türlü emekli olmak ve bu makamdan ayrılmak istemez.

Ne var ki, İsmet Paşa kararlıdır. Üstelik, cenâh–ı askeriye, komutanları olan Fevzi Paşadan ziyade onun söylediklerine itibar etmektedir.

Çaresiz kalan ve kendisi için bir tek çıkış yolu bulamayan Fevzi Paşa, ister istemez emekli olmayı kabul eder.

Artık, yeni Genelkurmay Başkanı Org. Kâzım Orbay'dır.

Hareket Ordusundan (1909)

27 Mayıs Darbesine (1960)

12 Ocak 1944'te ikinci Genelkurmay Başkanı olan Kâzım Orbay, uzun müddet kalmayı düşündüğü bu makamda ancak iki buçuk sene kadar durabildi. Oğlunun işlemiş olduğu bir cinayet hadisesinin sonradan ayyuka çıkması ve aynı hadiseyle bağlantılı olarak Ankara Valisi Tandoğan'ın intihar etmesi üzerine, o da bu makamdan istifa etmek mecburiyetinde kaldı.

En aktif görevi

1887 İzmir doğumlu olan Kàzım Paşanın askeriyedeki en aktif görevi, Nisan 1909'da Selanik'te toplanan Hareket Ordusuna katılmasıyla başlar.

Padişahın devrilmesi, sıkıyönetimin ilân edilmesi, ülke yönetimine elkonulması ve sayısız mâsumun idam edilmesiyle neticelenen bu hareketin içinde bulunan Kâzım Paşa, uzun yıllar sonra yine benzer bir askerî hareketin içinde rol alarak kendini gösterir.

1937'deki Dersim Harekâtında da bulunan paşanın, 1944'te Genelkurmay Başkanlığından istifa etmesine rağmen, askeriyedeki etkinliği devam eder. Meselâ, Yüksek Askerî Şûrâ üyesi olur ve 1950'ye kadar da bu vazifede kaldıktan sonra emekli olur.

Ne var ki, emekli olduktan sonra da, boş durmaz ve yeni fırsatları kollamaya başlar. En uygun fırsatı ise, 1960'ta yapılan askerî darbe esnasında yakalar.

Nitekim, 27 Mayıs Darbecilerinin kanlı darbeden sonra teşkil etmiş olduğu Temsilciler Meclisinde aktif görev alır. Yani, şansı yaver gider ve bir kez daha ülkenin mukadderatına hükmetmeye çalışır.

Onun üyelik süresinin 9 Ocak 1961 ile 26 Ekim 1961 tarihleri arasında olduğunu, gazetelerin arşiv bilgilerinden öğreniyoruz.

* * *

Fevzi Paşa, Millet Partisinin Fahrî Başkanlığını yürüttüğü esnada, tarih olarak da 10 Nisan 1950'de öldü.

Onun halefi olan Kâzım Orbay ise, 3 Haziran 1964'de öldü.

12.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bu çağrı kime ve neye hizmet eder?



Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrünnisa Gül, Kanal D’de, kadınlara evlerinden dışarı çıkarak sosyal hayata katılmaları çağrısı yaptı. (Şeffaf Oda / 04.01.2009)

Zahire bakılırsa, bu hayırlı bir çağrı gibi görünüyor. Ama, madalyonun öbür yüzü öyle mi? Ayrıca, zaten evini terk edip sokağa fırlayan kadınlar teşvik edilmeye muhtaç mı? Ekonomik ve sosyal hayatın çarklarında bunalan kadınlar, eve dönüş hasreti çekiyor ve bunu da sık sık dile getiriyorlar! Üstelik meşhur iş kadınları, aktrisleri, modelistleri bile…

Kadim bir arkadaşım ve hizmetdaşım anlattı: Seçim zamanı, gece saat ikide hanımla bir sohbetten dönüyoruz. Yolda yalnız başına giden başörtülü bir bayanı gördük. Hanım, onu dâvet etti. Biner binmez AKP’yi desteklediğimizi düşünerek anlatmaya başladı: “15 gündür uyku uyumuyorum. Gece yarılarına kadar ev ev dolaşıp partimizi iktidar yapmak için çalışıyoruz. Bütün arkadaşlarımız aynı gayret içinde!..”

Dehşete düşmemek mümkün değil! Peki, İslâm’a hizmet diye başörtülü hanımefendileri ve beyleri iktidara taşındı. Dindar insanlar hesabına bir parça ilerleme var mı? İyileştirme var mı? Başörtülü Böhürler’in ifadesiyle, dindarlık artmadı, bilâkis geriledi! Şu halde, siyaset ve parti için harcanan meblâğların, enerjinin, yapılan çalışmaların onda biri iman-Kur’ân hakikatlerinin ev ev değil, mahalle mahalle anlatılması için olsaydı 7 senede Türkiye’nin rengi değişmez miydi?

Şimdi soralım: Hiçbir netice alınmadığı görülmesine rağmen kadınları tekrar tekrar evden çıkmaya, sokağa çağırmaya gerek var mı? Zaten sokağa döktü menfaat üzerine dönen canavar siyaset! Acaba Hayrünnisa Hanım, kadınları sokağa çağırır ve teşvik ederken, kim adına, hangi düşünce hesâbına hareket ettiğinin farkında mı? Takip edelim: “Mim’siz medeniyet, tâife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer’-i İslâm onları Rahmeten dâvet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada; rahatları evlerde, hayat-ı âilede. Temizlik zînetleri;

Haşmetleri hüsn-ü hulk, lûtuf ve cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbâb-ı ifsad, demir sebat kararı lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvânda güzel karı girdikçe, riyâ ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları. Yatmış olan hevesât birdenbire uyanır. Tâife-i nisâda serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birden bire inkişafı.” (Sözler, s. 668)

Açalım bir nebze: Alçak medeniyet, kadınlar taifesini yuvalarından uçurmuş; onlara olan saygıyı kırmış; dünyevî zevkler için ucuz bir ticarî mal, sermaye yapmış. İslâm Şeriatı (hukuku), onlara acıyarak ve şefkat ederek yuvalarına dâvet eder. Saygınlıkları, rahatları, hayatları evdedir. Süsleri, zinetleri temizliktir. Yücelikleri güzel ahlâk; nezaket, nezahet, letafetleri, güzellikleri günahsızlıkta. Olgunlaşmaları, mükemmelleşmeleri şefkatleridir. Eğlenceleri ise, çocuklarıdır. Bunca bozguncu, saptırıcı sebep varken, onlara demir gibi sebat lâzımdır, ki, dayanabilsinler. Dostlar meclisine güzel bir kadın girdikçe, riya ile rekabet, haset, kıskançlık ile yalnız kendini, zevkini düşünme duyguları depreşir; yatmış olan nefsî, hayvanî arzular uyanır. Kadınlar tayfasında serbestliğin artması; insanlıkta kötü ahlâkın da inkişaf etmesi demektir. (Bunların doğuracağı yaralama, cinayet, iş kayıpları, aile faciaları ve sosyal çalkantıları hesap etmek mümkün mü?)

Kadınları siyaset labirentlerine çekmek yetmemiş gibi, şimdi de, sokaklara çekmek, o nazik nazenin varlıkları perişan etmek, hem de insanlığın ifsatına kapı açmak; iyilik zannıyla fenalık yapmak değil mi?

12.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Faruk ÇAKIR

Fıtrata bir adım daha



Gelişen hadiseler, insanlığın adım adım ‘fıtrat dini’ne doğru yöneldiğini gösteriyor. ‘Akıl feneri’ ile yol bulmaya çalışanlar, gittikleri yolun çıkmaz sokak olduğunu geç de olsa fark ediyorlar. Nitekim, yakın zamana kadar ‘evlilik dışı ilişkiler’ gibi ‘kötü’ şeyleri teşvik eden ‘medenî ülkeler’ artık bu yanlışlardan vazgeçmenin yollarını arıyorlar.

Gazetelerde yer alan bazı ‘yeni’ haberler ve gelişmeler bu gidişin hızlandığını gösteriyor. Bir habere göre, Avustralyalılar,—çok af edersiniz— plajlarda ‘üstsüz güneşlenmeye’ karşı savaş açmışlar. Şu sıralar yaz mevsimini yaşayan Avustralya’nın ‘New South Wales’ eyaletinde bir milletvekili, kadınların üstsüz güneşlenmesinin yasaklanmasını öngören bir kanun teklifi hazırlayıp meclise sunmuş.

Tabiî ki bu teklif yeni bir tartışma başlatmış, ama “Nasıl olur da böyle bir teklif sunulur? Bu kabul edilirse Avustralya ‘geri’ye gider, çağdaşlık sona erer, mürtecilik alır başını gider” demiş. Habere göre, aynı zamanda Hıristiyan din adamı olan, muhafazakâr milletvekili Papaz Fred Nile’ın ülkenin en büyük şehri Sidney’in yer aldığı New South Wales eyaletinin plajlarında çıplak güneşlenmeyle ilgili yasayı daha sıkı hale getirecek teklifi, kilit politikacılardan da destek bulmuş. (Milliyet, 31 Aralık 2008)

Merkez-sol hükümetin milletvekillerinden Paul Gibson da Daily Telegraph gazetesine yaptığı açıklamada, yaz tatili sırasında ailelerin plajlarda ‘üstsüz kadınlar’ı istemediklerini söylemiş. Bakınız, ‘solcu’ milletvekili, ama ‘doğru’ teklife destek vermiş. Bu arada, teklifi gündeme getiren milletvekilinin kimliğine de dikkat: Papaz milletvekili!

“Dünyanın bir ucu” olan Avustralya’da böyle güzel gelişmeler oluyor da diğer ucunda farklı bir şey mi oluyor? Hayır, diğer uç Norveç’te de insanlar ‘fıtrat dini’nin gereğini yerine getirmek için yeni adımlar atıyorlar. Konuyla ilgili haberin başlığı şöyle: “Norveç hükümeti, İsveç’i örnek olarak, fuhuşa yasak getiriyor.”

Ayrıntılarda da şöyle denilmiş: “1 Ocak 2009 tarihinden itibaren Norveç’te para karşılığı bir kadınla birlikte olan erkeğe, 6 aydan bir yıla kadar hapis ve para cezası verilebilecek. 106 yıldır fuhuşun serbest olduğu Norveç, kararında, 1999’da fahişelik ve fuhuşu yasaklayan İsveç’i örnek aldı. Ülke içinde fuhuş yasaklanırken, yurt dışında fuhuşa karışan Norveçliler de aynı şekilde cezalandırılabilecek.” (Yeni Asya, 31 Aralık 2008)

Aynı habere göre, Norveç hükümeti kadınları bu felâketten korumak için yaklaşık 1 milyon Euro kaynak ayırmış.

Sadece bu iki haber bile insanlığın ‘fıtrat dini İslâm’a yöneldiğini görmek için yeter. Ama insanlığın doğruyu tercih edişiyle ilgili haberler ve gelişmeler sadece bu haberlerle sınırlı değil. Hemen her gün bu ve benzeri konularda insanlığın hakka ve doğruya teveccüh ettiğini gösteren gelişmeler yaşanıyor.

Bütün dünya; adını koysa da koymasa da ‘fıtrat dini İslâm’a doğru ilerlerken Türkiye’nin kısır çekişmelerle ‘kavga’ etmesi mümkün müdür? Bütün insanlık “Doğru İslâma ve İslâmiyete lâyık doğruluğa” muhtaçtır. Başka niyetlerle de olsa atılan bu adımlar, neticede İslâm dininin ‘fıtrat dini’ olduğunu bir kere daha göstermiş olmuyor mu?

“Zina”nın ve “müstehcenliğin” insanlığın baş düşmanı ilân edilmesi boşuna değil, vesselâm.

12.01.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Demokrat Partinin seyir defteri (4)



Demokrat Parti’yi demokratik yollarla devre dışı bıraktıramayan ve Halk Partisi ile Millet Partisini milletin irâdesiyle iktidara getiremeyen mihraklar, demokrasiyi tahrip eden ve Türkiye’nin maddî ve mânevî kalkınmasının önüne takoz koyup barış ve huzuru bozan tahriklere devam ettiler.

1955’in 6-7 Eylül olayları bunlardan biri idi. “Atatürk’ün Selânik’te doğduğu eve bomba atıldı” şâyiasıyla İstanbul ve İzmir’de Rum azınlığa yönelik yağma ve teröre varan olaylar çıkarıldı, kargaşa meydana getirildi. Maksat, Türkiye’yi anarşi ve kaosa itmek ve Demokrat Parti iktidarını acziyetle itham ederek iktidardan etmekti.

Belli ki olaylar, ecnebi istihbarat servislerinin demokrasiye ve meşrû iktidara bir komplosuydu. Ancak Demokrat iktidarın dirâyetiyle Türkiye kısa zamanda kendini toparladı. İç ve dış mihraklar bunu başaramadılar. Olaylardan sonra 5104 kişi tutuklandı, vatandaşların zararları tazmin edildi.

Bütün engellemelere rağmen iktisadî kalkınma hamlesi sürdü. Bu süreçte İzmit Petrol Rafinerisinin temeli atıldı. Soma Termik Santralı ve Kemer Barajı ve Hidroelektrik santralleri açıldı. Ülke şantiye yerine döndü, yüzlerce fabrika üretime başladı.

LONDRA VE ZÜRİH ANTLAŞMALARIYLA

KIBRIS’TA GARANTÖRLÜK…

Fakat Türkiye’nin büyümesini, dünyada ve bölgede lider konumuna gelip ilerlemesini istemeyen dahilî ve hâricî merkezler, tek parti özlemi içindeki basını ve demokrasi dışı odakları kışkırttılar. Demokrat Parti’nin önüne her türlü bâdireyi çıkardılar.

Tâbirlerince “Menderes’i ipe götüren” tertiplerle senaryolar sahnelendi. Demokrat Parti’yi zaafa uğratmak için peşpeşe kurulan muvazaa partilere prim verildi. Halk Partisi’nin işini kolaylaştıran Hürriyet Partisi, Cumhuriyetçi Millet Partisi ve benzerleri parlatılmaya çalışıldı.

Ne var ki bütün bunlara rağmen 1957 genel seçimlerini de DP 424 milletvekiliyle kazandı. CHP 173, CMP 4, HP 4 ve 2 bağımsız milletvekiliyle kaldı…

Kaderin bir cilvesi olarak, tıpkı 12 Eylül’de Genelkurmay Başkanı yaptığı Org. Evren’in darbeyle Adalet Partisi hükümetini devirmesi gibi, DP hükûmeti de daha sonra Yassıada’da yargılanan Orgeneral Rüştü Erdelhun’u Genelkurmay Başkanı yaparken, 1960 ihtilâliyle kendisini atayan hükümeti devirecek Org. Cemal Gürsel’i Kara Kuvvetleri Komutanlığına getirdi. Bu arada Demokrat Parti hükümetinin 1956’da Kıbrıs konusunda İngilizlerle başlattığı görüşmeler devam etti. Adada Müslüman halkı korumak için Türk Mukâvemet Teşkilâtı kuruldu.

Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Kıbrıs’ı işgalci İngiliz’in elinden almaya kararlıydı. Önce 11 Şubat 1959’da Türkiye ile Yunanistan arasında “Zürih Anlaşması” imzalandı. Ardından 17 Şubat’ta İngiliz-Türk-Yunan görüşmeleri için İngiltere’ye giden Başbakan Menderes’i ve Türk heyetini götüren uçak Gatwick Havaalanı yakınlarında düşüp parçalandı. Menderes’in kurtulduğu kazada on dört kişi öldü.

19 Şubat’ta Menderes yaralı olarak kaldığı Londra Kliniğinde “Londra Antlaşması”nı imzalandı. İngiliz egemenliğinin bir yıl içinde kurulacak Kıbrıs Cumhuriyetine devredilmesi kararı alındı ve Türkiye’nin tezi başarıldı; Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu.

Kısacası Merhum Menderes ve Zorlu, Londra ve Zürih antlaşmalarıyla Türkiye’ye “garantörlük” hakkını kazandırarak Kıbrıs’ı İngiltere’nin kursağından çekip aldı…

“HALKÇILAR, IRKÇILIĞI ELDE EDİP…”

Türkiye demokraside, özgürlüklerde, ekonomide ve beynelmilel zeminlerde ciddî kazanımlar elde ediyordu. Ankara dış politikada başarı üzerine başarıya imza atıyordu.

Bu süreçte Türkiye, Avrupa Birliği’nin temelini teşkil eden Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adaylığı için resmen başvurdu.

Ankara Bağdat Paktı’nın merkezi oldu. Bağdat Paktı’nın adı Merkezî Anlaşma Teşkilâtına (CENTO) çevrildi. Lâkin Türkiye’nin önünü kesmek için içte gerginlik ve iç çatışmayı çıkaracak provokasyonlar bir bir devreye sokuldu. Kıbrıs yine karıştırılmak istendi. Kıbrıs’ta zulüm ve terör eylemleri yeniden başladı…

Başbakan Menderes’in Balıkesir’deki konuşmasına, “Sehpalar kurulursa nasıl işleyeceğini kimse bilmez” cevabını veren CHP Genel Başkanı İnönü’nün her gittiği yerde hâdiseler çıktı. Binlerce vatandaşın tepkisinin inadına İnönü Anadolu şehirlerini gezdi. “CHP otobüsü” taşlı saldırılara uğradı.

Tahrikler daha da arttırıldı. Uşak’ta, Denizli’de, İstanbul’da İnönü’yü protesto eden olaylar çıktı. Kışkırtıcı yayınlarda bulunan bazı gazete ve mecmuaların yayını durduruldu. Bazı subayların “isyan kışkırtıcılığı yapmak” ve “fesat çıkarmak” suçlarından tutuklandıkları açıklandı.

Uyarılar etkili olmuyor; Türkiye göz göre göre kargaşaya sürüklenmek isteniyordu. Halk Partisi’nin tahriklerine ne yazık ki Millet Partisi’nin türevleri de destek veriyordu.

Kısacası Demokratlara hitaben yazdığı mektupta “ehemmiyetli bir mesele-i vataniye”yi haber veren Bediüzzaman’ın, “Yoksa sizin yapmadığınız, eskiden beri cinâyetleri nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip, Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlûp etmeye bir ihtimâl-i kavî hissettim ve İslâmiyet nâmına telâş ediyorum” ikazın mânâsı tecellî ediyordu… (Emirdağ Lâhikası, 386-887)

12.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

İnsanı kim koruyacak?



Elbette ki Allah… Hafîzimiz elbette ki Allah´tır. Bu makaledeki muradımız; insanı evvelâ kendi kötülüğünden ve daha sonra sair insanların tahriplerinden korumaktır. Tahrip yalnızca savaş, zulüm ve adaletsizliklerle meydana gelmez. Tarih, insanın insanı veya kendi nefsini manipule etmesinden de meydana gelir.

Geçen asırda ve asrımızda sıklıkla duyduğumuz kelimelerin başında “çevre,” “ekoloji”, “tabiatı koruma” ve “iklim” kelimeleri gelir. Bu istikamette global dernekler kurulmuş, organizasyonlarla küresel konferanslar düzenlenmiş ve düzenleniyor. Ormanlar başta olmak üzere; hayvanları, denizleri, bitkileri ve hattâ kadınları koruma dernekleriyle zamanımızın insanı birşeylerin korunmasının gereğine inanarak didiniyor, çırpınıyor.

Son zamanlarda bu istikamette korunması mutlak gereken bir unsurun “tropikal ormanlar” olduğu sıklıkla vurgulanıyor. Kendi menfaati için dünyanın hayatını tehlikeye atan harîs ve zalim zihniyetlerin dünyamıza verdiği zararlar karşısında, bu hareketlere katılmamak ve desteklememek elde değil. Bu mevzu çerçevesinde Avrupa medyasında başlayan bir tartışmayı sizinle paylaşmak istiyorum.

Papa XVI. Benedikt Roma'daki sene sonu konuşmasında; tropikal ormanların korunması kadar insanın da korunmasının şart olduğunu ifade etti. Eşcinselliğin bir sapıklık, kaidedışılılık ve hastalık olduğunu vurgulayan Ratzinger, bu tür ahlâksızlıkla Allah'ın bir mükemmel san'atı olan insanın tahrip edildiğini, insanı koruma altına almanın kilisenin görevleri arasında olduğunu gazetecilere anlattı. Bilhassa Allah'ın kadın ve erkeği hangi rollerde yarattığının mânâsı üzerinde dururken, insanları fıtratın sesini dinlemeye dâvet etti.

Papa'nın bu beyanları üzerine Avrupa'nın dinsiz ve sefih yüzündeki hayat biçimini tesbit eden çevreler ayağa kalktı. Bazıları söz konusu beyanlardan hakaret, bazıları ayrımcılık, diğerleri gericilik ve bir kısmı da çağdışılık çıkararak Katolik kilisesine hücûm etmeye kalkıştıysalar da, elle tutulur bir tesirde bulunamadılar. Üniversiteden gelen, gençliğinde dinsizlikte dehşetli Frankfurt Mektebiyle mütemadiyen fikrî mücâdelelerde bulunan, Katolik Hıristiyanlık başta olmak üzere bütün semavî dinlere ve insanlığa hücumun şimal cereyânından çıktığını bilen Ratzinger karşısında, modern bolşeviklerin işleri hayli zor görünüyor.

“İnsanı Koruma” tartışması Risâle-i Nurları okuyanlara “nesh-i insaniyet” kelimesini hatırlatabilir. Sefih, mütemerrid, dinsiz Avrupa feylesoflarını, Kur´ân´dan çıkardığı delillerle zelil hale düşüren Bediüzzaman Hazretleri, yirminci asrın henüz başında dinsiz felsefenin bu dehşetli projesinden haberdardır. İnsanı bozma, insanı tahrip etme; bedenen ve ceseden tahribin yanında; ruhen, fikren ve mahiyet olarak da tahrip etmenin, bir proje halinde Avrupa'da icraya konulmakta olduğunu bildiğindendir ki, “Muhatabım Ziya Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır” diyor.

Yazımızın çerçevesi, tahribin mahiyetini teşrihe müsait olmadığından, bu konuyu mütehassıs ilgililerine bırakıyoruz. Nesh-i insaniyet tehlikesini Katolik kilisesinden tam yüz sene önce ifáde etmiş Said Nursî Hazretlerinin eserlerinde, insanın nasıl korunabileceği de detaylıca izah edilmektedir.

Önemli olan, hastalığın teşhis edilmiş olmasıdır. Hıristiyanlık âleminin ehl-i mektep olan hakperest Avrupalı âlimlerinin üslúbuyla problemlere yanaşması, Müslümanlara da ümit veriyor. Dinsizliğin, sefahetin, zulmün ve ahlâksızlığın çirkin ve acı neticelerinden hareketle de olsa bu teşhis, yine de İnşaallah insanlığın korunmasına yarar sağlayacaktır.

Hıristiyanlığın elinde olmayan Şeriat-ı Ahmediyedeki sağlam prensiplerin, Müslümanlarca yeni bir üslûpla insanlığa sunulmasının âciliyeti ortada. Ümit ederiz ki, Diyanet’imiz, İslâm ahlâkıyla ilgilenen ulemamız, dinî cemaatlerimiz ve üniversitelerimiz XVI. Benedikt'in seslendirmeye çalıştığı insanî fikirlere İslâmî ölçülerle destek verirler.

Çevreyi, hayvanları, tabiatı, suları ve yeraltı zenginliklerini insanın şerrinden korumak daha kolay olabilir. İnsanı insanın şerrinden veya iğfal edilmiş insanı kendi şerrinden korumak hayli zor görünüyor. Zekâvetiyle gelişen teknolojiyi de insanlar, “insanı tahrip” istikametinde kullanmaya başlamışsa, Papa'nın insanlığı ikaz ettiği noktaların ne denli hayatî oldukları kendiliğinden ortaya çıkıyor. Günah ortamını mübah, yalnızca bazı fiilleri günah sayan kilise, kendi prensipleriyle bu tahribi önleyemez. Hz. Muhammed'in (a.s.m.) insanlığa hediye ettiği “prensipli yaşama biçimini” öğrenmeden modern bolşeviklerle mücadele çok zor görünüyor.

İnsaniyeti koruma ve kurtarma yolunda şartlar tarafları mecbur etmeden, Müslümanlarla Hıristiyanlar ve hattâ Yahudiler âcilen işbirliğine gitmelidirler. Yarınlar çok geç olabilir…

12.01.2009

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

40. yıla doğru



Hatırlanacağı gibi, geçen haftaki yazımızda okuyucularımıza 40. yılımız için düşündüğümüz çalışmalar hakkında kısaca bilgi vermiş ve konuyla ilgili olarak sizlerin de görüş ve tekliflerinizle bu çalışmalara katkıda bulunmanızı istemiştik.

Malatya’dan Osman Yıldırım’ın mektubu, tam olarak bu çağrıya cevap niteliğinde olmasa da, Yeni Asya’nın temel çizgisini ve hizmetini nazara veren bir katkı olarak elimize ulaştı.

Bütün okuyucularımızla paylaşıyoruz:

***

Yeni Asya, 21 Şubat 1970’ten günümüze kadar kendi alanında benzeri bulunmayan ve büyük bir boşluğu dolduran bir gazete. Ona gazete demekten öte, çok ulvî ve kudsî bir dâvânın nâşir-i efkârı konumundaki bir yayın organı demek daha doğru bir tanım olur.

Yeni Asya’nın yayın hayatına başlaması bir ihtiyaçtan doğmuştur.

Yeni Asya ulvî ve kudsî görevini ifa ederken kendisini hiçbir zaman dikensiz gül bahçesinde hissetmemiş ve böyle bir beklenti içinde de olmamıştır. Zaman olmuş, muarızları ona çamur atmaya çalışmış; zaman olmuş, dost bildiği çevrelerce çelmelenmek istenmiş; iftira ve karalamalara bile maruz kalmıştır.

Asrımızın müceddidi Bediüzzaman “Hayırlı işlerin çok muzır manileri olur” diyor. Yeni Asya da üstlenmiş olduğu kudsî dâvânın müdafiiliğini yaparken önüne çok muzır maniler çıkmış ve çıkmaya devam ediyor.

Yeni Asya şehir, bölge, ülke ölçeğinde değil, dünya, hatta kâinat ölçeğinde düşünmekte ve olayları bu bakış açısıyla yorumlamaktadır.

Bilhassa din gibi bütün kâinatın üzerinde bir konumda bulunan mukaddes bir değerin, “dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan” anlayışlar tarafından bilerek ya da bilmeyerek siyaset veya ticarete alet edilmesine karşı çıkmış, dinin dünyevî hedefler şöyle dursun, uhrevî amaçlara bile alet edilemeyeceğini savunmuştur.

Bunu yaparken, dinin siyasete alet edilmesinin en çok dine ve dindarlara zarar vereceği uyarısında bulunmuş ve bu kararlı duruşunun haklılığı, hadiselerle de ispatlanmıştır.

Yeni Asya’nın üzerinde durduğu önemli meselelerden biri de insan hak ve özgürlükleridir. Bu konuda da çok önemli görevler üstlenmiş, yine Bediüzzaman’ın “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” sözünden hareketle insanlar için hürriyetin çok büyük bir önem arz ettiğini vurgulamış, “Hürriyet imanın hassasıdır” hakikatini esas alarak hürriyetlerin gelişmesi noktasında tahşidat yapmış ve bu konuda da insanları şuurlandırma görevini yerine getirmeye çalışmıştır.

Hürriyetlerin demokratik sistemlerde yaşanabileceğinden hareketle, demokrasiyi savunmuş, “Demokrasi küfür rejimidir” diyenlere aldırış etmeden, ahlâkî ve manevî değerlerle teçhiz edilmiş bir demokrasi anlayışına sahip çıkmıştır.

Yeni Asya hiçbir zaman güçlünün yanında olmamış, hep hakkın ve haklının yanında olmayı kendisine şiar edinmiş, Bediüzzaman’ın “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez” şeklinde ifade ettiği ölçüyü esas almıştır.

Yeni Asya günübirlik geçici rüzgârlardan etkilenerek sık sık fikir değiştirip menfaat peşinde koşmamış, istikrarlı ve istikametli bir şekilde hakkı ve hakikatı savunmuş ve savunmaya da devam etmektedir.

Yeni Asya bu dehşetli zamanın ahirzaman olduğunun şuuru içinde, hadiseleri bu zamana dair nebevî mesaj ve ölçülere göre isabetle yorumlamış; olayları gösterilmek istendiği şekliyle değil, arkaplanındaki gerçekleri görerek tahlil etmiş ve ona göre tavrını tayin etmiştir.

Bu tavrını ortaya koyarken, gerektiğinde bedel ödemeyi göze almış ve ödemiştir.

40. hizmet yılını kutlamaya hazırlanan Yeni Asya’ya, ulvî ve kudsî dâvâsında muvaffakiyetler diliyor, hakkı ve hakikatı savunma yolunda daha nice 40 yıllara erişmesi niyazıyla, “Allah ihlâs ve istikamet çizgisinde yar ve yardımcınız olsun” diyorum.

12.01.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır