|
|
Robert MİRANDA |
İsrail ve Filistin |
|
Amerika Birleşik Devletleri yönetimi Orta Doğu insanları üzerinde yol açtığı kıyıma göz yummaya ve yokmuş gibi davranmaya devam ediyor.
Bush yönetimi uygulamış olduğu dış politika ile Müslüman dünyada Amerikan değerlerinden ziyade temelde Amerikan politikalarına karşı yükselen bir anti-Amerikancılığın doğmasına yol açtı.
Son günlerde Gazze Şeridi’nde yükselen yeni şiddet dalgası ise, Amerikan yanlısı Arap hükümetlerinin İsrail’i kınayan açıklamalarına rağmen kesinlikle halkları karşısında zor duruma düşmelerine sebep olacaktır. Birleşik Devletlerin bu şiddeti durdurma konusundaki duyarsızlığı ve çaresiz tavrı Orta Doğu’da onun müttefiki olan ülkelerdeki hükümetleri halklarıyla karşı karşıya getirecektir.
Hamas’a karşı uygulanan bu şiddet yükseldikçe, Amerikan yanlısı Arap ülkelerinin vatandaşlarının kendi hükümetlerine karşı kuşkulu tavırlarının artacağı ve onları alaşağı etmek isteyecekleri düşüncesi, bu noktadan sonra Obama yönetiminin de endişe duyacağı bir mesele olacaktır.
Amman’da yer alan Ürdün Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi analistlerinden Muhammed Mısrî konu ile ilgili şu beyanatta bulundu: “Bu olaylar gün geçtikçe İsrail ve ABD ile sıkı ilişkileri bulunan ve Amerikan stratejisi ve dış politikasını destekleyen Arap rejimlerini rahatsız etmeye başlamıştır. Arap ülkelerinin sokaklarında öfke yükselmektedir. Onlar, olayı sanki Mısır gibi ülkelerin Gazze’ye saldırılmasına yeşil ışık yakmış gibi yorumlamaya başlamışlardır.”
Obama daha evvel acilen yeni barış çabalarının başlatılmasına gerek duyduğunu ve Amerikan politikasının İslâm ile ilişkisine yeni bir soluk getirmek amacıyla 1,5 milyar mensubu bulunan Müslüman dünyasına bir konuşma yapmak istediğini belirtmişti.
İsrail’in son günlerde başlattığı kan dökme dalgası Obama’nın Müslümanlara hitabında kullanacağı her kelimeyi gölgeleyebilir. Çünkü şu anda Gazze’de başgösteren şiddet Müslümanların kulaklarında yüksek sesle çınlamaktadır. Bugün masum Müslüman çocuk ve kadınların öldürülmesi Müslümanlara her şeyi bütün çıplaklığı ile anlatmaktadır.
Bush yönetiminin yıllar içinde oturttuğu Amerikan stratejisi ve hedefleri, sadece ve sadece Amerika’nın petrol çıkarlarının ve İsrail devletinin korunmasına odaklanmıştı. Bu politika yüzündendir ki, İsrail büyük bir rahatlıkla Filistinlilere karşı stratejik saldırılarına devam etmiş ve uzun vadede bölgede barışı imkânsız kılacak hareketlerde bulunmasına imkân sağlanmıştır.
Bu son saldırılar kat'î bir şekilde bölgede barış görüşmelerinin baltalanmasına ve tamamen durmasına yol açacaktır.
Şimdi her iki taraftan da kan oluk oluk akmaya devam edecek. Tıpkı onlarca yıldır aktığı gibi... Amerika Birleşik Devletleri kendi çıkarlarına yönelik politikasını devam ettirdiği sürece ve kendi ekonomik çıkarlarını her şeyden önde tuttuğu müddetçe, Filistinlilerin dramlarına gerçek çözümler bulmak mümkün olmayacaktır.
İsrail’i yönetenlere göre intihar saldırılarını ve roketleri durdurmanın yolu bütün askerî güçlerini kullanmaktır... Kesinlikle bu saldırılar ve yeni koruma noktaları oluşturulması sınırın öte tarafında rahatça hareket eden direnişçilerden bir kaçını yakalamalarına ve engellemelerine imkân sağlayacaktır.
Ama ey İsrail, masum kadın ve çocukların hunharca öldürülmesi de ne oluyor?
TERCÜME: UMUT YAVUZ
31.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Filistin’de asıl mesele |
|
Gazze’ye yönelik son İsrail saldırıları üzerine bir kez daha gözlerin çevrildiği kritik adreslerden biri olan Lübnan Hizbullah’ının lideri, sınıra İsrail’i hedef alan füzeler yerleştirdikleri yönündeki iddiaları yalanlarken, “Bu işin arkasında İsrail ajanları var” diyor.
Bu beyanın ilk akla getirdiği anlam, bu iddiaların İsrail ajanlarının işi olduğu. İsrail, saldırı bahanesi üretmek için bunları yayıyor olabilir.
Şimdi yaşananlar, yaklaşık iki buçuk yıl önce, 2006 yazındaki saldırıların tekrarı olabilir mi?
O zaman da İsrail, şimdi olduğu gibi Gazze’yi yerle bir etmiş ve ardından Lübnan’a saldırmıştı. Ancak bilhassa Lübnan operasyonu Tel Aviv açısından fiyaskoyla sonuçlanmış, hattâ Genelkurmay Başkanı istifa etmek zorunda kalmıştı.
İsrail o zaman çizdirdiği “karizma”yı tekrar “düzeltmek” için yeni bir çılgınlığa girişir mi?
Doğrusu İsrail’in politikalarını akılla da, vicdanla da açıklamak mümkün olmadığı için herhangi bir tahmin ve öngörüde bulunmak zor.
Gazze’yi hedef alan son saldırı yeni bir örnek.
Gerekçe, Hamas’ın, süresi 19 Aralık’ta dolan ateşkesi uzatmaya niyetli olmaması ve son günlerde İsrail tarafına attığı füzelerle ateşkes ihlâllerini yoğunlaştırması. Ancak bunların İsrail’de zayiata yol açtığına ilişkin bir haber duyulmadı.
Buna karşılık, Gazze’nin insanlık dışı bir ambargo ile sıkboğaz edildiği, buradaki Filistinlilerin en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamaz bir noktaya getirildiği ve adeta göz göre göre ya ölüme sürüklendiği ya da kayıtsız şartsız teslime zorlandığı, herkesçe bilinip görülen bir gerçek.
Bir başka hazin durum, Filistin’deki bölünmüşlük. İsrail’in ve Batı tarafından, olmayan Filistin devletinin “başkan”ı olarak tanınıp muhatap alınan ve desteklenen Mahmud Abbas ve lideri olduğu El Fetih ayrı, Hamas ayrı, İslâmî Cihad ayrı ve diğer Filistin örgütleri ayrı âlemler.
Hamas’ta bile “Aramızdaki kuvvet dengesi(zliği) bu boyuttayken füzelerle ve silâhlı mücadeleyle netice alamayız” diyenlerle, askerî yöntemde ısrarlı olanlar arasında derin bir ihtilâfın bulunduğu ve sonuç olarak silâhtan yana olanların ağır bastığı yönünde haberler geliyor.
Acaba, hiçbir inandırıcılığı olmasa dahi, İsrail’e aradığı fırsat ve bahaneyi verip “Gelin, bizi biraz daha vurup öldürün” diye davetiye çıkarmaktan başka bir izahı bulunmayan Gazze kaynaklı füze saldırılarının ardındaki faktör bu mu?
Yoksa bu işin içinde de, Lübnan’daki Hizbullah liderinin söylediği “İsrail ajanları”nın parmağı mı var? Füzeleri, kontrol edilemeyen Filistin örgütlerine sızmış İsrail ajanları mı attırıyor?
Bu hiç de yabana atılacak bir ihtimal değil.
Bilumum fitne ve fesat işlerinde olduğu gibi casusluk ve ajanlık alanında da, kimsenin ellerine su dökemeyeceği bir hüner ve maharete sahip olduklarını defalarca ispatlamış olan İsraillilerin, böyle bir tezgâhın içinde yer almış olmaları da akla hiç uzak olmayan güçlü bir ihtimal.
Nitekim barış yanlısı İsrail Başbakanlarından İzak Rabin’i bir suikastla katleden kişi, fanatik bir Yahudiydi. Bir ara ortaya çıkarılıp üzerlerine gidilir gibi yapılan gizli terör hücreleri de İsrailli militanların bir marifeti olarak peydahlanmıştı.
Aynı şekilde, Arafat sağken El Fetih’i zayıflatıp Filistinlileri bölmek için Hamas’ı hem el altından destekleyen, hem de radikalleştirmeye çalışan faktörün de İsrail olduğu kanaati yaygın.
Böyle olunca, Yahudiler için öteden beri çokça söylenen “Önce kendisi vuruyor, sonra ‘Niye vurdun?’ diye diklenip hesap soruyor” meselini doğrulayıp haklı çıkaran bir durum, İsrail’e yönelik “füze saldırıları” için de geçerli olamaz mı?
Ama asıl mesele, öncelikle Filistin cenahında, ardından Arap ve İslâm âleminde akılcı, gerçekçi, dengeli bir mücadele stratejisinin, bunca acı tecrübeden sonra dahi hâlâ ortaya konulamayışı.
Ve bu istişaresizliğin, dağınıklığın, savrukluğun, cehaletin, ihtilâfın, fakirliğin... ağır bedelini masum Filistinlilerin ödemeye devam etmesi...
31.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Fecir vakti ecir vaktidir |
|
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır, inan.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Seherde uyanırlar cümle kuşlar
Dill-u dillerince tesbihe başlar
Tevhid eyler dağlar, taşlar, ağaçlar
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
ukardaki şiir, Osmanlı İmparatorluğunun Yükselme Devrinin son padişahı olan Sultan 3. Murat’a aittir. Muhayyer Kürdî makamında bestelenen ve ilâhisini de zevkle dinlediğimiz bu güzel şiirin hazin ve ibret verici bir de öyküsü vardır.
Sultan 3. Murat, bir gün sabah namazını kaçırır. Uyandığı zaman güneş yeni doğmuştur. Seher vaktinde uyanıp sabah namazını zamanında eda edemediği için içini bir hüzün kaplar. Koca Padişah, yatağının içinde iki büklüm olur, büyük bir pişmanlık ve üzüntü içinde bu şiiri kaleme alır. Bazı kaynaklar, bestekârının da kendisi olduğunu söylerler ama, bugün dinlediğimiz bu ilâhiyi, Muhayyer Kürdî makamında besteleyen, Polonya asıllı olan Santuri Ali Ufku Bey’dir.
Cihan Padişahını bu kadar derin bir üzüntü içinde bırakan, fecir vaktindeki ecirden mahrum kalmak endişesidir. O vaktin mânâsını idrak edip kıymetini takdir edenler, ecrinden istifade etmeyi ve müjdesine nâil olmayı umanlar, böyle bir fırsatı kaçırdıkları için elbette ne kadar üzüntü duysalar azdır.
Fecir vakti, güneş doğmadan önce ufukta tatlı bir aydınlığın başladığı vakittir. Bu zamana, seher vakti veya tanyeri ağarması da denir. Fecir, kelime olarak “yarmak” anlamında olup, aydınlığın karanlığı yarıp çıktığı zaman anlamına gelmektedir. Bizim dilimizde ise, genellikle seher vakti ile eş anlamlı olarak kullanılır.
Fecirde aydınlık, karanlığı yarıp çıktığı gibi, güller de goncalarını yararak fecir vaktinde açılır. Bu vakitte ufukta yeni bir günün doğum sancıları yaşanmaktadır. Fecir vakti, aynı zamanda bir haşir vaktini temsil eder. Gece boyu bir berzah hayatı yaşayan canlılar, fecir vaktinde üzerlerindeki ölü toprağını atıp yeni bir güne başlamak üzere ayağa kalkarlar. Bütün mahlûkat tam bir sükûnet halindedir. Hatta gece boyunca durmadan öten cırcır böcekleri ve kurbağalar bile, bir süre için seslerini keserler, zikirlerini gizli olarak yaparlar. Sanki onlar da bu çok özel zamanı hayret ve haşyet içinde, sessizce seyretmek için susarlar.
Fecir vaktinde uyanık olan bir insan, bu muhteşem inkılâba şahitlik eder. Cenâb-ı Hak’kın iki büyük âyeti olan yer ve gök, bütün ihtişamı ile tecellî eder ve kendilerini okuturlar. İnsan bu âyetleri huzur ve huşu içinde seyrederken, kalbinde de imanın nuru gafleti yarıp ruhu intibaha getirir. Bütün zerrelerin, hayvanatın ve meleklerin zikir hâlinde olduğu bu zamanda, kendi tesbihâtını ve istiğfarını bu büyük koroya dahil etmek, uyanık bir kalp için ne büyük saadettir. Bu vakitte yapılan duâların ne kadar kıymetli ve kabule yakın olduğu, çeşitli âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde müjde verilmiştir.
Zamanların elmas parçasıdır fecirler. Âşıkların göz yaşlarıyla ibadette, duâda ve niyazlarda oldukları, şevkle doldukları lâhûtî anlardır fecirler. İlâhî füyuzâtın sağanak sağanak yağdığı, hüşyâr gönüllere ağdığı, duâların perdesiz, engelsiz Mevlâ’ya ulaştığı demlerdir fecirler.
Bediüzzaman Hazretleri de “Firkatli ve gurbetli bir esarette, fecir vaktinde ağlayan bir kalbin ağlayan ağlamalarıdır” diyerek aşağıdaki şiiri 18. Söz’e dâhil etmiştir:
Seherlerde eser bâd-ı tecellî,
Uyan ey gözlerim vakt-i seherde.
İnâyetgâh zîdergâh-ı İlâhî
Seherdir ehl-i zenbin tevbegâhı
Uyan ey kalbim vakt-i fecirde,
Begûn tevbe, becû gufran zîdergâh-ı İlâhi
Kısacası; fecir vakti, ecir vaktidir.
31.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Mazeretlerimiz geçerli olmayacak |
|
Doğrular insan hayatının olmazsa olmazları hükmünde olmalıdır. Doğrularla yaşanmayan bir hayat yanlışlarla dolu karanlık vadilerde sürüklenip gidecek, o hayat o vadilerde hiçbir zaman gerçekleri bulamayacaktır. Halbuki insan doğru bir hayatla ancak yaratılış gayesini idrak edebilir. Kâinat Sultanı yüce Rabbimiz bizlere gerçekleri bildirmiş, aksine gerçekleri bulabilmemiz için akıllarımıza, nazarlarımıza bin bir türlü deliller göstermiştir.
Yüce Yaratıcı, kendisini tanımamız için varlık âlemini, önümüzü aydınlatacak, bizi hedefimize kavuşturacak san'at eserleriyle lebaleb doldurmuştur. Etrafımıza baktığımızda akıllarımızı hayrette bırakan, kalbimizi Rabbimize olan imanla aydınlatan nice güzellikler bulunmaktadır. Hangi şeye baksak, yüce bir san'atı, şaşırmaz ve şaşırtmaz bir işleyişi, mükemmel nizam ve intizamı görürüz.
Birçok harikalarına şahit olduğumuz kâinat kitabıyla da yetinilmemiş, bu kitaptaki âyetleri bize gösterecek, mânâlarını bize anlatacak muallimler de gönderilmiştir. Muallimlerle de yetinilmemiş, yaratılış hakikatının bütün sırlarını bize öğretecek kitaplar da gönderilmiştir. Artık imtihana tabi tutulan biz insanların mazereti olmayacaktır. Bir insan olarak nasıl düşünmemiz, nasıl yaşamamız gerekiyorsa, bunun için gereken bütün kural ve kaideleri öğrenme imkânımız bulunmaktadır.
Şeytanların bizi sapkınlığa götürmek için ortaya koyduğu hiçbir mazeretin geçerliliği olmayacaktır. Çünkü yaşanmış bir nümune-i imtisâl hayat vardır. Mükemmelliğe ulaştıracak hayat biçiminin bütün detaylarını öğrenme imkânımız bulunmaktadır. Elinde baştanbaşa mû'cize olan kitabı tutarak insanlığa hitap eden yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm), insan olarak yaşamak, insanlığın büyük mertebelerini elde etmek için ne gerekiyorsa söylemiş ve bizzat yaşamıştır.
O mübarek ağzından hakikatler yayılan yüce Resûl (asm), önce vahdaniyet düsturlarını haykırıyor. Şeriki, benzeri olmayan, kudreti her şeye yeten, rahmeti bütün âlemleri kaplayan Rabbimizi bize anlatıyor. Bizi sarsılmaz bir imana dâvet ediyor. Sadece O’nun için yaşamamızı, sadece O’nun rızasını tahsil etmemizi istiyor. Özetle diyor ki “Rabb-i Rahim sizleri bana inanmaya, benim gibi bir kul olmaya dâvet ediyor. İnsanlığın bütün kemâlâtlarına ancak bu şekilde kavuşabilirsiniz. Kâinat Hâlıkına kuvvetli bir imanla kul olursanız ve O'nun Resulü ve Habibi olan bana uyar, sünnetlerimi hayatınıza rehber edinirseniz ebedî saadeti elde edersiniz.”
Birinci hedef rıza-i İlâhî olmazsa olmaz. Gelmiş geçmiş bütün insanların içinde en çok Allah’ın Resulü (asm) sevilmezse, onun yolu kendine yol edinilmezse, sadece rehber o bilinmezse olmaz. İnsi ve cinnî şeytanların İlâhî rızaya uygun olmayan bazı dünyevî davranışlar için “Bu da ibadettir” deyip bizleri Rabbimizden uzaklaştırması ve O’nun yüce Resûlünün (asm) yolundan ayrı kılması bizi kurtuluşa erdirmez, aksine bizleri telâfisi mümkün olmayan felâketlere sürükler.
Hâsılı, şeytanlara oyuncak olmak istemiyorsak, hayatın gerçeklerinden ayrılmak istemiyorsak, davranışlarımızın, çalışmalarımızın, düşüncelerimizin gerçekte kimin hesabına olduğunu her an kontrol etmemiz gerekir.
31.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İmtihan içinde imtihan |
|
Her işte bir hikmet ve ders olduğu muhakkak. Yaşanan ekonomik ve siyasî krizler de bir yönüyle faydalı neticeler doğuruyor. İnsanlar normal zamanlarda sahip oldukları imkânların farkına varmazken, krizler bu imkânı sağlıyor.
Bu cümleden olarak ‘fakirlik’ bir imtihan vesilesi olduğu gibi ‘zenginlik’ de ayrı bir imtihan vesilesidir. Belki de ‘fakir’in imtihanı, ‘zengin’in imtihanından daha kolaydır. Bunu anlatmak için söylenen meşhur bir kıssa vardır. Bir hizmetçi, padişahın odasını-yatağını temizlerken “Hele şurada bir yatayım. Padişahın halini anlayayım” demiş ve yumuşacık yatağa uzanmış. Kıssa bu ya, hizmetçi çok yorgun olduğu için oracıkta uyuya kalmış. Biraz sonra odaya giren padişah, “Vay! Nasıl olur da sen benim yatağımda yatarsın, uyursun” diyerek güya o hizmetçiyi haşlamış. Hizmetçi bir yandan sopa yerken, öte yandan da kahkahalarla gülüyormuş. Padişah daha da hiddetlenmiş ve “Bre nadan, nedir bu hal! Hem sopa yersin, hem de gülersin” demiş. Hizmetçi lâfı yetiştirmiş: “Padişahım! Ben denemek için bir müddet senin yatağında yattım. Bu kadar sopa yiyorum. Sen yıllarca bu yatakta yattığına göre, ne kadar sopa yiyeceğini düşünerek senin haline gülüyorum” demiş.
Padişahın bu hadiseden ne ölçüde ‘hisse’ aldığını bilmiyoruz, ama bu kıssadan hepimizin alması gereken hisseler var. Bir elimiz balda, bir elimiz yağda; rahatça hayatımızı sürdürürken fakirleri unutmamamız gerek. İşte, karşı karşıya olduğumuz maddî sıkıntılar, ekonomik krizler uyanmamıza sebep olmalı. İşleri ‘tıkır’ında olan bir kişi, ay sonunda maaş alamayanın halinden anlar mı? Geç de olsa maaş alan biri, hiç maaş alamayan işsizlerin, güçsüzlerin halini anlar mı?
Yaşanmış bir hadise olduğu için hatırlatmak lâzım: Bir Fransız kralı ya da kraliçesi, “Ekmek bulamadıkları için” isyan eden halkın haline kızmış ve “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” demiştir. Halktan bu kadar uzak olan ‘kral’ların, halkın dertlerine, sıkıntılarına çare olmaları mümkün müdür?
Evet, Türkiye’de bir ekonomik kriz yaşanıyor. Fakat asıl kriz, zengin iş adamlarının ‘fakir’ işçilerin halinden anlamamasıdır. Günlük, aylık, yıllık krizler sona erer; ama bu anlayışın sona ermesi çok zor.
İşte, ‘zengin’leri de doğrudan etkileyen son aylardaki ‘ekonomik ve mâlî kriz’ fakirlerin halini anlamaya yardımcı olacaksa ‘faydalı’ demektir.
Belli aralıklarla ekonomik krizlere sürüklenen ülkemizin, ‘çökmemesi’ dış dünyanın da dikkatini çekiyor. Tam teşhis koyamasalar da, Türkiye’de farklı bir sosyal yapının var olduğunu onlar da anlamış durumda. Eksik ve aksak olmakla beraber ortada bir ‘yardımlaşma’ kültürü var. İşsiz kalanlara devletten önce eş, dost, akraba ve komşuları yardım ediyor. Tabiî ki bu yardımlar tam mânâsıyla ihtiyaca kâfi gelmiyorsa da ‘sefalet’i önlüyor. Meselâ, geçen günlerde gazetelere manşet olan Van’daki fakir-fukara ilkokul çocukları hatırlayalım. Haberin duyulmasıyla birlikte bütün Türkiye harekete geçti ve belki de o çocukların üç-beş yıllık ihtiyacını karşılayacak kadar yardım gönderildi. Bu durum, milletimizin içinde bir cevher olduğunu gösteriyor, ama pansuman tedbirlerle bir yere varılamayacağı da bilinmeli. Unutmamak lâzım ki, sıkıntı çekenler sadece Van’da yaşayan o çocuklar değildir. Belki onlardan daha zor durumda olanlar vardır, ama kamuoyunun o çocuklardan haberi olmamıştır. İşte, bu eksikliği gidermek için önce şahsen hepimize, sonra da ‘devlet’e çok iş düşüyor. Gerçekten ihtiyaç sahibi olanların tesbit edilip, eksiklikleri giderilmelidir. Van örneğinde olduğu gibi, o çocuklar ‘terlik’le buzlu havalarda okula gidiyor idiyse, o mahallenin muhtarının bundan haberi yok muydu? Var idiyse, ‘yetkililer’e bildirmedi mi? Bildirdiyse niçin gereği yapılmadı? Muhtaçlara yardım ulaştırılabilmesi için illa ‘manşet’lere çıkmak mı lâzım?
Türkiye’de yaşanan değişimi inceleyen bir Amerikan gazetesi, “Türkiye’deki dindar zenginler imtihanda” anlamına gelecek bir yorum yayınlamış. (New York Times’dan aktaran, Star g., 27 Aralık 2007) Haksız sayılmaz, çünkü ülkemizde yeni bir zengin çevre oluştu ve bunların imtihanı ‘fakir’lerin imtihanından daha zor görünüyor.
İnşallah son tahlilde, ‘imtihan’ı kazananlardan oluruz...
31.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
İsrail’le antlaşmalar iptal edilmeli… |
|
Türkiye’nin siyasî, savunma, ekonomi ve enerji alanlarında işbirliğinin tamgaz sürdüğü, silâh ihaleleri verdiği İsrail’e hiçbir ikazı etkili olmuyor.
İsrailli ajanların işi olan “isâbetsiz roket saldırıları”nı bahane eden İsrail’in Gazze’yi karadan, havadan ve denizden kuşatarak sürdürdüğü son katliâm, aslında AKP siyasî iktidarı döneminde Ankara - Telaviv hattındaki bir dizi kırılgan ve yanlış politikanın sonucu…
Bu süreçte onca işbirliği ve anlaşmasına rağmen Amerikalı ve İsrailli subaylar, yıllarca İsrail’in kontrolündeki Bekaa Vadisinden Amerikan işgali altındaki Kuzey Irak’a taşınan terör örgütünün “eğitim kampları”ndaki teröristleri eğittiler. Besleyip palazlandırdılar. Ankara göz yumdu.
Bu dönemde Türk Kara Kuvvetlerinin M-60 tank modernizasyonu ihâlesine ilâveten savunma sanayi ve askerî işbirliğinde bir dizi anlaşma ilâve edildi.
Daha Şaron’un başbakanlığı zamanında yardımcısı Olmert`in 14 -15 Temmuz Ankara ziyaretiyle kararlaştırılan ve 5 Ekim 2004 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanan 20 maddelik “Türkiye Cumhuriyeti ile İsrail Devleti Ekonomik Mutâbakat Zaptı” imzalandı.
Tarımdan tohumculuğa, hayvancılıktan sulamaya, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden danışmanlığa kadar oldukça geniş alanda işbirliği ve ticaretin gelişmesini esas alan; GAP ve KOP’u (Konya Ovası Sulama Projesi) kapsayan, Tuz Gölü ve Orta Anadolu köylerini içine alan bu işbirliği, 7 Mart 2007’de Kudüs’te yeni bir anlaşmayla daha da genişletildi ve pekiştirildi.
İSRAİLLE İŞBİRLİĞİ EN ÜST
NOKTAYA TAŞINDI…
Ardından Temmuz 2007’de Ankara’da bir araya gelen Enerji Bakanı Hilmi Güler ile İsrail Ulusal Altyapı Bakanı Benjamin Eliezer, Karadeniz’i Kızıldeniz’e bağlayarak, petrol, doğal gaz, elektrik ve suyu taşıyacak Akdeniz Boru Hattı için fizibilitesini imzaladılar.
En son 25 Aralık’ta Türk Hava Kuvvetlerinin, aralarında insansız Ofek casus uydusu ve uçaklarının bulunduğu 140 milyon dolarlık “görsel istihbarat entegre sistemleri” ihâlesini iki İsrail şirketi kazandı. İsrail gazetesi Yediyot Ahronot gazetesi haber vermeseydi bu ihâle de gizli kalacaktı.
Ayrıca Petkim’in yüzde 51 oranındaki hissesinin satılması için açılan ihâleyi 2 milyar 50 milyon dolar teklifle Kazak asıllı İsrail’de yaşayan İsrail vatandaşı İnvestment Industrial Group Eurasia’nın sahibi olduğu Avrasya Yahudileri Konfederasyonu Başkanı Alexander Mashkevich’un “Ermeni- Amerikan ve Yahudi ortaklığı”ndaki TrnsCentralAsia Petrochemical Holding konsorsiyumuna verildi.
O denli ki Başbakan Erdoğan ve dönemin Dışişleri Bakanı Gül, partilerinin kurulma aşamasından günümüze kadar her Amerika ziyaretlerinde mutlaka JİNSA ve ADL gibi Yahudi lobisi kuruluşlarına uğrayıp Türkiye, bölge ve İslâm dünyasının geleceğiyle ilgili tink tank toplantılarına katıldılar; 28 Şubat “postmodern darbe”nin mimarlarından Çevik Bir’in aldığı “liderlik ve cesaret ödülleri” aldılar.
Ankara’ya gelen İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’a Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün Türk hükûmeti adına “teşekkürü,” hükûmetin baştan beri İsrail’le işbirliği stratejisinin açık bir işâreti oldu.
Kısacası AKP siyasî iktidarında, Türkiye ekonomik ve bilhassa askerî işbirliği bağıyla İsrail’le “stratejik ortaklığa” itildi. Ankara’ya gelen İsrail Savunma Bakanı Barak’ın tesbitiyle, İsrail ile Türkiye’nin askerî işbirliğini “en üst nokta”ya taşındı…
Özetle şimdi katliâmı savunan İsrail’in Ankara Büyükelçisi Pinhas Avivi’nin “zaman içinde AKP ile sevgiyi yakaladık; birçok konuda aynı anda aynı çıkarları savunuyoruz” ifadeleriyle, “AKP ile ‘aşk hikâyesi”ne dönüştü. (Milliyet, 21.7.2007)
ANKARA, BÜYÜKELÇİSİNİ
GERİ ÇEKMELİ…
Ne var ki bütün bunlara rağmen İsrail, Türkiye’nin hiçbir hassasiyetini nazara almadı, almıyor…
Başbakan bugünden itibaren Filistin’e komşu bölge ülkelerini ziyarete çıkıyor. Ancak ne yapılsa yapılsın, ciddî siyasî ve ekonomik tedbirler alınmadıkça, İsrail’in büyük bir pişkinlikle işgal ve zulme devam edeceği, daha baştan belli. Ankara’nın artık “kuru kınamalar” ve “tavsiyeler” yerine İsrail’e etkili tepkiler vermesi gerekiyor.
Bu hususta Ağustos 1980’de İsrail’in Mescid-ül Aksa’ya baskın düzenlemesi ve Kudüs’ü başşehir ilân etmesi üzerine Adalet Partisi hükümetinin 28 Ağustos’ta Kudüs’teki başkonsolosluğu kapatması ve Telaviv’deki Büyükelçiliği “kâtiplik” seviyesine indirmesi buna şahane bir örnek.
Ortadoğu yanıyor. Sistemli soykırımda ölenlerin sayısı 350’yi geçti. Binden fazla yaralı var. Ve İsrail ambargoya aldığı, toptan ölüme mahkûm ettiği Gazze’yi F-16 savaş uçaklarıyla bombalamaya devam ediyor. Açık açık Gazze’yi tümden katledeceğini yüksünmeden duyuruyor.
AKP hükümeti, son “görsel istihbarat entegre ihâlesi”nden başlayarak İsrail’le yaptığı anlaşmaları tek tek iptal etmeli. Daha birkaç gün önce Ankara’da görüştüğü İsrail Başbakanı Olmert’in bu saldırıyı haber vermediğine bozulan Başbakan, yüklendiği “büyük Ortadoğu projesi ‘eşbaşkanlığı’ görevi”nin sorumluluğunu yerine getirmeli.
İsrail’e etkili diplomatik ihtarda bulunup Türkiye’nin İsrail Büyükelçiliğini kapatamazsa da, en azından Başbakan Demirel’in yaptığı gibi “kâtiplik” seviyesine indirmeli. Dışişleri hiç olmazsa saldırılar sona erip İsrail barışı kabul edinceye kadar Türkiye Büyükelçisini geri çekmeli…
Aksi halde Ortadoğu turundan da bir şey çıkmaz; İsrail büyük bir pervâsızlıkla katliâma devam eder…
31.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Zulme karşı Hz. Musa (as) |
|
Hz. Musa (as) sadece Yahudilerin değil, bizim de peygamberimizdir. Kur’ân birçok âyetinde bu büyük peygamberin mücadelelerine yer verir. Firavunun zulüm ve esareti altında inleyen İsrailoğulları, Hz. Musa’nın yanında oldukları, ona omuz verdikleri sürece daima iyi şeylere lâyık olmuşlar, Kızıldeniz’de gark olan Firavun’un mülküne varis olmakla kalmamış, yıllardır uzak kaldıkları asıl toprakları olan Arz-ı mukaddeslerine kavuşmuşlardı.
Daha başka sûrelerde olduğu gibi Kasas Sûresinde de onun bu mücadelelerine yer verilir. Sûrenin başlarında Firavunun, memleketinde büyüklük taslayarak ilâhlık dâvâsında bulunduğu, halkı parça parça ederek İsrailoğullarını zayıf düşürdüğü, kızlarını sağ bırakıp erkek çocuklarını öldürdüğü ve bozgunculardan olduğuna dikkat çekilip, “Biz ise, o memlekette zayıf düşürülen kimselere lütufta bulunmayı, onları insanlara iman ve hidayette öncüler yapmayı ve Firavun ile ehlinin mülküne varis kılmayı murad etmiştik. Onlara o memlekette kuvvet ve hâkimiyet vermek, Firavun ile veziri Haman’a ve askerlerine de korktukları akıbeti göstermek istedik”1 buyurulur.
Evet, Allah zulme, bozgunculuğa karşıdır. Kaderin cilvesine bakın ki Firavunun zulmüne son verecek, ezilen masum İsrailoğullarını ayağa kaldıracak Hz. Musa (as) bizzat Firavunun sarayında büyütülmüştür. Allah, yetişip olgunluk çağına erişince de ona peygamberlik ve ilim vermiştir.
Hz. Musa (as) Mısır yerlisi bir Kıptiyle yaptığı kavgada dövülmekte olan İsrailoğulluya destek vermek istemiş, Kıptiye attığı bir yumruk sebebiyle ölmesi üzerine Mısır’ı terk etmek zorunda kalmıştı. Yıllarca Medyen’de Hz. Şuayb’ın (as) yanında kalmış, Mısır’a dönerken Tur Dağında hem kendisine, hem de kardeşi Hz. Harun’a peygamberlik bahşedilmişti. Cenâb-ı Hak onlara, “Kardeşinle gücüne güç katacağız. İkinize mû'cizelerimizle öyle bir üstünlük vereceğiz ki, hiçbir şekilde size erişemeyecekler. Siz ve size uyanlar galip geleceksiniz”2 diye onlara müjde verecekti.
Böylece Hz. Musa (as), tanrılık dâvâsında bulunacak kadar haddini aşmış, masum insanlara zulmetmekten zevk alan Firavun’a hak ve hakikatleri tebliğ edecekti.
Hz. Musa (as) kardeşi Hz. Harun’la birlikte Firavun’a tebliğle gönderilirken Cenâb-ı Hak, “Firavun’a gidin; çünkü o iyice azdı. Ona yumuşak söz söyleyin—olur ki söz dinler yahut Allah’tan korkar” buyurmuş, onlar, “Ey Rabbimiz, onun bize saldırmasından veya daha da azgınlaşmasından endişe ederiz” diye tedirginliklerini ifade etmişler, Cenâb-ı Hak da, “Korkmayın, muhakkak ki Ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm” buyurmuş, “Şimdi ona gidin ve deyin ki: Biz Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğullarını serbest bırakıp bizimle gönder ve onlara işkence etme. Biz sana Rabbinden mû'cize ile geldik. Selâm hidayete uyanlara olsun. Azabın ise peygamberleri yalanlayıp haktan yüz çevirenler üzerine olacağı bize vahyolunmuştur.”3
Bakalım bu yolda ne gibi mücadeleler vereceklerdi Hz. Musa’yla Hz. Harun. Bir sonraki makalemizde İnşaallah bunun üzerinde duralım.
Dipnotlar:
1- Kasas Sûresi: 6. 2- Kasas Sûresi: 35. 3- Taha Sûresi: 43-48.
31.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Yıl biterken; ömür şiirleri |
|
Bugün 2008 yılının son günü. Yarın, yeni bir yılın siftahı olacak. 2009 senesi, birçok yönüyle önemli gelişmelere gebe görünüyor...
Dünyanın süper ülkesi Amerika'da güç, iktidar ve saltanat, büyük çapta el değiştiriyor: Demokratlar, başlarında zenci lider (ilk kez) olduğu halde iktidara geliyor.
Bizdeki saltanatın el değiştirmesi ise, tam yüz sene önce yaşandı. 1909'da, güç ve iktidar mânâsındaki saltanat, Osmanlı'dan Selanikliler'e geçti.
Selanik merkezli Hareket Ordusu İstanbul'a gelip idareye elkoydu. Hemen ardından, Selanik mebusu Yahudi Emanuel Karasso başkanlığındaki gayr–ı Türk bir heyeti Sultan Abdülhamid'e göndererek onu tahttan indirdi. İndirmekle de kalmadı, 33 yıllık kudretli padişahı Selanik'e gönderdi ve onu oradaki Alatini Köşküne hapsetti.
Selânik Ordusu, bu davranışıyla şunu demek istedi: Saltanat el değiştirdi. Senin yerin orası, bizim yerimiz burası.
Üstad Bediüzzaman, 1909'da yaşanan bu tarihî hadiseyi "tebeddül–ü saltanat" şeklinde ifade ediyor. (Bkz: Kastamonu Lâhikası, Karadağ'ın Bir Meyvesi)
Sultan II. Abdülhamid'den sonra gelen padişahlar, hür ve serbest olamamışlar; dahası, Selanikliler'in gölgesi altında yaşamaktan kurtulamamışlar.
Saltanat ile birlikte, Meşrûtiyet ve Cumhuriyet hükümetlerinin de "‘Selâniklilerin istibdad–ı mutlakları" altında (Emirdağ Lâhikası, s. 134) yaklaşık yüz yıl müddetle ömür sürecekleri ve yüz yıl sonra "Meşrûtiyetin hakiki cemâli"nin görülmeye başlayacağı müjdeleniyor. (Münâzarât, s. 29)
Tarihe dair bu kısa notları düştükten sonra, gelelim meselenin herkesi alâkadar eden tarafına...
* * *
Yılın son günü, ömürden bir yılın azaldığını nisbeten daha bâriz şekilde insana hatırlatmış oluyor.
Bu vesileyle, biz de sizin için değerli şairlerimizin ömre dair mısralarından bir derleme yaptık.
Eski ve yeni şiirlerden seçmeler yaparak aynı kapta harmanladığımız bu mânidar mısraları okurken, bundan büyük haz duyacağınızı ve feyizli bir tefekkür seyahati yapacağınızı umuyoruz.
Niyaz–i Mısrî'den
Günde bir taşı bina–yı ömrümün düştü yere
Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber
Dil bekàsı, hak fenâsı istedi mülk ü tenim
Bir devâsız derde düştüm, âh ki Lokman bîhaber
Bir ticaret yapamadım, nakd–i ömür oldu hebâ
Yola geldim lâkin, göçmüş cümle kervan bîhaber
Ağlayıp nâlân edip düştüm yola tenhâ garip
Dîde giryân, sîne büryân, akıl hayrân bîhaber
Yol eri yolda gerektir, çâğ u çıplak, aç u tok
Mısrî'ye haydi gel dediler; lâkin cânan bîhaber
Yunus Emre'den
Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle gelir:
Şol göz yumup açmış gibi
İş bu söze Hak tanıktır
Bu can gövdeye konuktur
Bir gün ola çıka gide
Kafesten kuş uçmuş gibi
Bu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür gibi
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi
Yunus Emre bu dünyada
İki kişi kalır derler
Meger Hızır, İlyas ola
Ãb–i hayat içmiş gibi
Âşık Reyhanî'den
Reyhani'yim geçti ömrüm saz ile
Gıda aldık hayaldeki haz ile
Bir ömür devrettik cilve naz ile
Naz bitti, çevrildik niyaza şimdi
* * *
Doğumlarda on gün, dokuz da ayız
Ne umman, ne nehir, ne de bir çayız
Bölmüşlerdir bizi, parça parçayız
Damlamız da birdir, deremiz de bir
Âşık Zevrakî'den
Sohbetler kurulup muhabbet saçınca,
Özümden, gözümden, taşıp yaş akınca,
Hakk'ın tavafında bir gönülü yıkınca,
Boş güne, zay olan şu ömre yanarım...
Âşık Mevlevî'den
Ömrümün güneşi etmeden gurûp
Bir kaç gün misafir olurum durup
Şurada geçici bir çadır kurup
Bir–iki gün ateş yakmağa geldim
Âşık Halil'den
Âhiret hayatını mâmur kılmayan
Dünyada eğlenmiş, gülmüş ne fayda
Şol yüce Kur'ân'dan bir şey bilmeyen
Dam dolusu kitap bilmiş ne fayda
* * *
Âşık Halil derler, birdir mevcudum
Beni böyle karma yapmış Mucid'im
Fâni–bâki iki parça vücudum
Dışım hâke (toprağa), içim Hakk'a bağlıdır
Neşet Ertaş'tan
Vâde tekmil olup ömür dolmadan
Emanetçi emanetin almadan
Ömür bağlarının gülü solmadan
Varıp bir cânana ikrar verdin mi?
Garip bülbül gibi feryâd ederiz
Cehalet elinde kisb ü kederiz
Hep yolcuyuz, böyle gelir gideriz
Dünya senin vatanın mı yurdun mu?
* * *
Gel sevelim sevileni seveni
Sevgisiz suratlar gülmüyor canım
Nice gördüm dizlerini döveni
Giden ömür geri gelmiyor canım
Aşkın ateşine yandım alıştım
Bu ateş içinde aşkla tanıştım
Doğru mu yanlış mı deyi danıştım
Sevgisiz hakka kul olmuyor canım
Ampul'ün keşfi
Amerikalı bilim adamı Thomas Edison, telefon ve fonograftan sonra en büyük keşfi olan elektrikli aydınlatma (ampul) cihazını kamuoyuna tanıttı.
Bir endüstriyel araştırma laboratuarı olan Menlo Park'ta yaptığı sayısı denemelerden sonra, nihayet elektrikle aydınlatma keşfini tamamladı ve bunun patentini alarak seri üretim için talipli fabrikayla anlaştı. Fabrikada, ilk etapta 50.000 adet ampul üretilerek, yeni ve son derece pratik bir aydınlatma cihazı insanlığın hizmetine sunulmuş oldu.
31.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Saldırgan İsrail’in nevrotik yapısı |
|
Bu yazımızla asla ırk farklılığı gözetmek sûretiyle halkı kin ve düşmanlığa tahrik niyet ve kastımız yok. Maksadımız, tarihî, sosyolojik bir gerçeği vurgulamak; inancımızın temel kitabı olan Kur’ân’ın değerlendirmelerini nazara vermektir. Şöyle ki:
Yahudiler, kendilerini “seçilmiş ırk” olarak görmelerine mukabil tarihin hemen her döneminde başı önüne eğik bir durumda kalmalarının ürettiği psikoza bağlı olarak “acı”yı bir ticaret metaı haline getirdikleri bütün dünyanın kabul ettiği bir vakıadır.
Değerli bilim adamımız, Yahudilerin gerilim psikolojisini tahlil ile enteresan bakış açısı getiriyor:
“Bugün saldırgan İsrail belâsı defedilse bile, insanlık Yahudi-temelli çatışmacı bilimden yakasını kurtaramadıkça, dünyaya huzur ve sükûn gelmeyecektir. Bu arada, Yahudilerin bilim adına ortaya koyduğu çaba onlar adına bir gurur; ‘ilim talebinin farz olduğu’ bir dinin mensuplarının, bizlerin uyuşukluğu tuhaf bir burukluk sebebi değil midir? Büyük ölçüde Yahudilerin yönlendirdiği bilim ve bilim-destekli ideolojiler; şiddet üretmekten başka bir işe yaramadı. Filistin’de yaşananlar bu gerçeğin yalnızca bir parçasıdır.” (Yeni Asya-12/4/2002)
Kur’ân’ın Yahudilere (genel olarak) yaklaşımı şöyledir: “Yeryüzünde hep bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez” (Mâide, 64.) âyet-i kerîmesi ışığında onların hasis, bozguncu, fitne ve fesat çıkaran dehşetli bir yapıda oldukları anlatılır. Bu, bütün bütün münâsebeti kesmeyi değil, belki o milletin genel karakterini bilip, daima tedbir ile “hüsn-ü zan, fakat adem-i itimat” prensi-bini esas alma gereğini gösterir.
Yahûdilerin mukadderatıyla ilgili başka ibretli âyetler de var: “Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün.” (Mâide, 13) “Onlardan birçoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür!” (Mâide, 62) “‘Şayet iddia ettiğiniz gibi ahiret yurdu Allah katında diğer insanlara değil de yalnızca size aitse ve bu iddiânızda doğru iseniz haydi ölümü temennî edin’ de. Onlar, kendi elleriyle önceden yaptıkları işler, günah ve isyanları sebebiyle hiçbir zaman ölümü temenni etmeyeceklerdir. Sen onları yaşamaya karşı insanların en hırslısı, düşkünü olarak bulursun.” (Mâide, 94-96.) “Rabbin, elbette kıyamet gününe kadar onlara en kötü eziyeti yapacak kimseler göndereceğini ilân etti. Şüphesiz Rabbin cezayı çabuk verendir. Ve O çok bağışlayan, pek esirgeyendir. Onları grup grup yeryüzüne dağıttık. Onlardan iyi kimseler vardır, yine onlardan bundan aşağıda olanları da vardır. Belki dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.” (A’raf, 167-168.)
Ne kadar fitne, fesat ve yıkıcı bir faaliyet varsa, çoğunlukla onun arkasında (ki, Kur’ân’ın da bir mû’cizesini teyid ediyor bu) Yahûdî vardır: Fransız İhtilâlinden, Marksizm, komünizm hareketinden tutunuz, hemen her bozgunun, fesadın arkasında Yahûdi parmağı, izi bulmak mümkündür. Rusya’da ki Bolşevizm ihtilâli, I. Dünya Harbi, Osmanlı Devleti’nin yıkılması, Filistin ve Irak zulümleri vesâire aynı kavmin fesadıdır.
Bunun mantıkî izahı şudur: Yahûdiler, peygamber katili olmaları, puta tapmaları, zulmetmeleri, hasis davranmaları, fitne ve fesat çıkarmaları gibi kötü hasletlerinden dolayı, dâima horlandı, aşağılandı; ülkelerinden kovuldu. Başkalarının hükümranlığında 2500 yıl vatansız, zillet içinde yaşadılar. (A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, s. 39-61; İbn-i Kesîr, Kısas-ı Enbiyâ, 2: 225-236) Bozgunculukları yüzünden dünyanın muhtelif bölgelerine sürüldüler. Gittikleri ülkelerde, toprağa bağlanmadılar. Ticâret ve san'ata ağırlık verdiler. Faiz ve tefecilik yaptılar. “Kendilerini korumak için de, ‘dernek, kulüp ve çeşitli yardım organizasyonları adı altında’ teşkilâtlandılar. Kendi rahatları için, başka grupları, milletleri biribirine düşürdüler. Sanki bu kötü hasletler damarlarına işlemiş, genlerine yerleşmiş, bir huy, bir karakter halini almış gibidir.” (İsmail Mutlu, Tarih Aynasında Yahûdiler, İst., 1992, s. 12-15, 85-126.)
Hiçbir gün geçmiyor ki, dünya kamuoyunda, medyada, İsrailli Yahudilerin bu katliâm ve vahşetlerini kınayan gösteriler; toplantılar, paneller, konuşmalar yapılmasın.
31.12.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
|
|