|
|
Mehmet C. GÖKÇE |
Söz’ün değeri ve Hz. Ali (ra) |
|
İlim ve irfan mektebinin en en değerli temsilcisi Hz. Ali (ra) Efendimizin her alanda çok güzel öz deyişleri ve özlü ifadeleri vardır. Hz. Peygamber’in (asm) amcası oğlu ve damadı olan İmam Ali (ra), Resûlullah’ın pek çok övgü ve takdirine mazhar olmuş ve gönlünde yer almıştır.
Ön yargıdan uzak ve engin hoşgörü sahibi olan İmam, kimseye peşin hükümlü davranmaz ve sırf “falanca söyledi” diye kesin reddetme ya da kabullenme insafsızlığını göstermezdi. Basiret ve öngörüsü o denli güçlüdür ki, sözün çıktığı ağızla uğraşma yerine onun mahiyetine bakar. Nitekim İmam Ali (ra) der ki:
“Söyleyene bakma, söylenene bak!”
Günümüzde pek çok kimsenin, söyleyeni gözönünde bulundurarak nice güzel hüküm ve ifadeleri reddettiği dikkate alınırsa Hz. Ali’nin (ra) bu sözünün kıymeti daha iyi anlaşılır.
Bazen siyasî tarafgirlikle, bazen klik taassubuyla nice güzelim hüküm ve düşüncelerin havaya savrulduğu; hatta, havada dolaşmasına bile müsaade edilmediği görülmektedir. Oysa, hiç beğenmediğimiz nice fena ve fani insanların ağzından ya da kaleminden çok güzel gerçekler ortaya çıkabilir. Bize düşen, o hakikatların hayat bulmasına ve toplumla buluşmasına katkıda bulunmak ve zemin hazırlamaktır.
Önemli olan diğer bir husus da “söz”ü tasarruflu kullanmaktır. Bilindiği gibi; “tasarruf” ayrı, “cimrilik” ayrı şeydir. Tasarruf, kısmak, esirgemek gibi bir mesaj taşımaz. Bu mesajlar cimriliğin özellikleridir. Tasarruf ise, yerli yerinde ve yeterince kullanma ve harcamanın ifade biçimidir. Günde üç kez kullanımı önerilen ilâcın; cimrilik yapılarak az kullanılması yarar sağlamadığı gibi; fazlası da zarar verebilir. Hatta, hayatı sonlandırabilir.
Hz. Ali (ra) ne güzel söylüyor:
“Söz ilâçtır; azı yaşatır, çoğu öldürür.”
İhtiyaç kadar konuşup yerli yerinde mükâlemede bulunmak insanın kemaline işarettir. Az ve öz ifadeler hem rahat anlaşılır; hem de dinleyenin dinleme gücünü zorlamaz. Gereksiz lâf gevezeliği kişilik probleminin belirtisidir. Sözün bıktırıcı olmamasını öğütleyen İmam Ali (ra), bu noktayı dile getirirken de özlü ifade kullanır:
“Sözün güzelliği, kısalığındadır.”
Konuşmak için sırasını beklemek ve ihtiyaç miktarınca konuşmak muhatapta çok güzel izler bırakır. Bu tür güzelim sözlerin etkisi de o denli büyüktür. İmam Ali’nin (ra) deyimiyle:
“Söz, ok ve mızraktan daha tesirlidir.”
Ok ve mızrak yaraları kabuk bağlayıp iyileşse de sözün bıraktığı iz kolayca silinmez. Etkisi uzun müddet devam eder. Bu yüzden sarf edilecek sözlerin etki alanı ve ağırlığı mutlaka hesaba katılmalıdır.
Lüzumsuz konuşmamanın; deyim yerindeyse susmanın verdiği mesaj, bazen o denli etkin olur ki, bir sürü lâf kalabalığından daha güzel sonuç getirir. Hz. Ali’nin (ra) ifadesiyle:
“Susmak ağırbaşlılığı artırır. Sükût yalan söylemekten ve başkalarını çekiştirmekten her halde evlâdır.”
Çok değerli bir sermaye olan “söz” nimetini yerli yerinde kullanmak, bu konuda israftan kaçınıp cimrilik de yapmamak ve böylece kişiliğimizi korumak dikkat etmemiz gereken önemli noktalardır. İnsanlığın düşmanı olan yalana tevessül etmektense ağırbaşlılığımızı ve şahsiyetimizi sükûtumuzla korumak baş tercihimiz olmalıdır.
Sözlerimizin bizi mahcup etmemesi dileğiyle...
10.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Atike ÖZER |
Fareler ve kriz |
|
ÇİÇEK gruplarının birbirine benzer özellikleri vardır.
Hayvanlar âleminde her bir hayvan diğerine benzer özellik taşır. Tıpa tıp aynı olmasa da.
Ya insan, öyle midir? Akıl almaz komplike düzen ve ince san'at ihtivâ ediyor. Bu görünen kısım. Bir de görmediğimiz ama hissedilen duyguları var.
Elma ağacının meyve verebilmesi için toprak-su-güneş üçlüsü yeter.
Balıkların sudan başka pek bir şeye ihtiyaçları olmaz. Beyaz güllerin mis gibi kokması için kara toprak yeter.
İnsan gibi insanı yetiştirebilmek için ne lâzım? Sadece suyla beslenen elma ağacı eğer güneş görmezse çürüyecektir. Su onun çürüyüp bozulmasına sebep olacaktır.
Peki tek yönlü beslenince insan ne olur? Sadece maddiyâtla beslenip mânevî yönü desteklenmezse hangi krizler yaşanır?
Renk renk, model model elbiseler, envâî çeşit yiyecekler, hayatı kolaylaştıran, teknoloji harikası makineler (mikser, robot, tv, bulaşık-çamaşır makinası, cep telefonu gibi) daha neler neler. Aklı karışan gözleri kamaşan insancık eliyle tutup, gözüyle gördüğü bu maddelerle mutlu oluyorum sandı.
Kandırıldı!
Aynı fareler gibi ....
Fareler peyniri görürler ama peynirin nerede durduğuna bakmazlar. Peynire ulaşırlar ama kapana yakalanırlar.
Farelere göre lüks sayılan bir parça beyaz peynirle karnını doyurma hırsına kapılan, gözleri gören ama aklını çalıştırmayan, sonunu düşünmeyen fare ölür.
Eeee... Fare bu, ona bu yakışır.
İşte insan da kısa ve geçici ömrünü baki zannedip, biraz daha rahat yaşama hırsıyla gözünü yanlış hedeflere diktiğinde fareler gibi kapana yakalanıp, ömrünü feci bir şekilde bitiriyor.
***
Zamanın güzeli olan zât ne güzel söyler: Kırılacak şişeler hükmündedir dünya işleri... Öyle ya zaten her neyi tutsak bir zaman sonra ya gerçekten kırılıyor, elimizden çıkıp gidiyor, ya da değerini kaybedip gönlümüzde kırılıyor.
Her gün piyasaya yeni icatların sunulduğu zamandayız. Gerçekte neye ihtiyacımız var anlayamadan, moda, model, teknoloji hızla değişiyor. İnsan da takip edeyim derken helâl-haram demeyip hırsa kapılınca kapana yakalanıyor. Tıpkı fareler gibi...
Bize düşen şudur; kapana yakalansak da geç sayılmaz! Yeter ki kapanda olduğumuzu görebilelim. Kapandan kurtulmak zor olsa da azim ve istekle geri dönüş, aslına varış mutlaka gerçekleşecektir.
Ekonomik kriz kapanına yakalanan insanlık için dönüş ve kurtuluş mutlaka vardır. Allah kullarının dönüşünü bekler. “Ne olursan ol gel” der. Faiz günahından, israf bataklığından olsa olsa bu dönüşlerle kurtulabilir insanlık...
Bu dönüş insanı kıymetlendirir.
Kâinatın özüdür insan, her şeyin en iyisine lâyıktır. Yaratılmışların en şereflisidir. Zira insanı mükemmel yaratan Yüce Allah, ona lâzım olacak mükemmel mevcudatı da yaratmış.
Çeşit çeşit, sınırsız...
Oysa insan bu güzellikleri görüp, güzellikleri yapanı unutuyor. Güzelliklerin kaynağını göremeyen gözler ve gönüller bir zaman sonra, yaratılmışların da, kendinin de değerini aşağıya indiriyor.
Böylece özü bozulunca sözde kalıyor insan.
İnsan; mal varlığı ile veya makamı ile değerli olmadığını anlayamıyor. Malın ve mülkün veya evlâtların imtihan sebebi olduğunu unutuyor. İnsanın yapısı gereği unutması normaldir. Ama unuttuğunu hatırlayınca, gerekli vazifelerini hâlen yapamıyor olması düşündürücüdür.
Allah’ım, unutur veya yanılırsak bizi bağışla…
Nimetler şükür için verilir. Bunu unutunca insan şükredecek bir makam olduğunu da unutur ve nankörlerden oluverir. İlâhî ikazların şiddetli yapıldığı bu krizli günlerde Yaratıcı artık hatırlanır oldu... Bolluk içinde unutulan Yaratıcı, darlık zamanında akıllara düşünce, belki şükür ve iktisat ibadetlerine de yönelmeler başlayacaktır...
Bu değişimle belki de insanlık yeni ve saadetli bir çağa doğru ilerliyor olabilir!
10.12.2008
E-Posta:
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kur’ân'ın faziletli sûreleri |
|
A. Şahin Bey: Hizbü’l-Kur’ân nedir? Kur’ân yerine hatmi yapılır mı? Bazı fazîletli sûreleri daha mı fazla okumalıyız? Bunun hikmeti nedir?”
Kur’ân’ın fazîletli sûrelerinin bir araya getirilerek yapılmış mecmûalara hizbü’l-Kur’ân denmiştir.
Bedîüzzaman Hazretlerinin Kur’ân’dan seçtiği bazı fazîletli sûreler Cevşenü’l Kebîr’in baş tarafında yer alır. Burada yer alan sûreler Yâsîn Sûresi, Fetih Sûresi, Rahmân Sûresi, Haşir Sûresinin son âyetleri, Mülk Sûresi, Nebe’ Sûresi ve Bakara Sûresinin son âyetleridir.
Bu sûrelerle ilgili Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm şöyle buyuruyor:
*“Her şeyin bir kalbi vardır. Kur’ân’ın kalbi de Yâsîn Sûresidir. Her kim Yâsîn Sûresini okursa Allah ona bu sûreyi okuması sebebiyle Kur’ân’ı on kere okumuş kadar sevap yazar.”
*”İhlâs Sûresi Kur’ân’ın üçte birine denktir.”
*“Kur’ân’da otuz âyetli bir sûre vardır. Onu okuyana, günahları affedilinceye kadar şefaat edecektir. O sûre, ‘Tebâreke’llezî biyedihi’l-mülk…=(Yücedir O Zât ki, bütün mülkün tasarrufu İlâhî kudretinin elindedir.)’ diye başlayan Mülk Sûresidir.”
*“Bana bu gece öyle bir sûre nâzil oldu ki, o sûre bana, üzerine güneşin doğduğu bütün varlıklardan hayırlıdır. Buyuran Peygamber Efendimiz (asm), ‘İnnâ fetehnâ leke fethan mübînâ=Biz sana apaçık bir fetih ve zafer hazırladık.’ diye başlayan sûreyi okudu.
*“Her kim, bir gecede Bakara Sûresinin sonundaki iki âyeti okursa o iki âyet ona yeter.”
*“Allah gökleri ve yeri yaratmadan iki bin sene önce bir kitap yazdı ve o kitaptan iki âyet indirerek Bakara Sûresini bu iki âyetle kapadı. Bu iki âyet bir evde üç gece okunmazsa Şeytan o eve yaklaşır.”
*“Kim sabah kalkarken üç defa ‘Eûzü billâhi’s-Semî’ıl-Alîmi mine’ş-Şeytânirracîm = Allah’ın rahmetinden kovulmuş olan şeytandan, işiten ve bilen Allah’a sığınırım.’ der ve Haşir Sûresinin sonundan üç âyet okursa, Allah o kimseye akşama kadar duâ ve istiğfar etmek üzere yetmiş bin melek vazifelendirir. O günde ölürse şehid olarak ölür. Kim geceye girerken okursa o da aynı dereceye ulaşır.”
Kur’ân’ın bâzı sûrelerinin bazı vakitlerde diğer bazılarına göre daha fazîletli olduklarını bildiren bu ve buna benzer hadislerde hiç mübalâğa olmadığını belirten Bedîüzzaman Hazretleri, bu sırrı şu misal ile açıklıyor: İçine bin tane mısır ekilmiş bir tarla farz etsek... Hasat zamanında, tarladaki bazı çekirdeklerin diğer bazılarından daha çok verim getirdiklerini, daha çok mısırı meyve verdiklerini göreceğiz ve buna şaşırmayacağız. Meselâ, bir çekirdeğin, başak başına yüzer mısır tanesi veren yedi başaklı bir mısır bitkisi olarak karşımıza çıktığını gördüğümüzde şaşırmayacağız. Oysa kökteki tek çekirdek, neticede, yedi yüz mısır tanesini ürün olarak vermiş olmaktadır. İşte bir tek mısırın, yedi yüz mısırı netice verdiğini gördükten sonra; kökteki tek çekirdek için, bütün tarlaya atılan mısır çekirdeklerinin üçte ikisine denk bir berekete sahip olduğunu rahatlıkla ve hiç şaşırmadan söyleyebileceğiz.
Meselâ, yine hasat zamanında bir diğer mısır çekirdeğinin de on püsküllü başak verdiğini ve her bir başakta iki yüz tane mısır olduğunu, yani kökteki tek mısırın iki bin mısırlık bir berekete sahip olduğunu görsek de şaşırmayacağız. Oysa bu demek oluyor ki, kökteki tek mısır, bütün tarlaya atılan mısırların iki misli kadardır, yani iki misli berekete sahiptir.
O halde Kur’ân’ın her birisi birer çekirdek hüviyetini taşıyan harflerinin bazılarının, bazı vakitlerde ve bazı şartlarda daha fazla feyiz ve bereket verdiğini bildiren hadislerin yüzde yüz hak ve hakîkati bildirdiklerini, içlerinde –hâşâ- asla abartı olmadığını takdir etmeliyiz. Meselâ, yukarıdaki hadiste bildirildiği gibi Yâsîn Sûresinin on Kur’ân kadar sevabı ve feyzi bulunduğunu bildiren hadisi bu misal çerçevesinde ele aldığımızda hadisi doğru anlamamız mümkün olacaktır. Burada; Kur’ân-ı Kerîm’in üç yüz bin altı yüz yirmi harfinin her birini birer çekirdek farz edeceğiz. Yâsîn Sûresinin her bir harfini de kazandırdıkları beşer yüz sevapla birlikte ele alacağız ve beş yüzle çarpacağız. Ve hemen göreceğiz ki, karşımıza on Kur’ân kadar bir feyiz ve bereket kapısı Yâsîn Sûresiyle açılmış olmaktadır. İşte hadis-i şerif, bu yüksek feyze ve sevaba işâret etmektedir. Demek, Yâsîn Sûresi, İhlâs Sûresi ve sâir sûrelerin bazılarının sevap ve feyiz bereketini müjdeleyen hadis-i şerifler –hâşâ- hiç mübalâğa ihtiva etmediği gibi, gâyet mâkul, gâyet mânâlı ve gâyet hakikatli bir esası bildirmişlerdir.
Şüphesiz bu, Kur’ân hatmi yerine hep bu sûreleri okuyalım, bu sûreleri okumakla yetinelim ve Kur’ân’ın diğer sûrelerini okumayalım demek değildir. Fakat günlük hayatımızda fazîletli sûreleri daha fazla okumamızda hiçbir sakınca da yoktur.
Demek, fazileti ve bereketi hadislerle haber verilmiş olan sûre veya Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini her vakit, her sıkıntımızda, yardıma ve inâyete her ihtiyaç duyduğumuzda, kendimizi her yalnız hissettiğimizde, her derdimiz olduğunda, her devâ arayışımızda, her bolluk ve bereket arzûlayışımızda, rahmet kapısını çalmayı her arzû ettiğimizde, Allah’a her sığınışımızda rahatlıkla okuyabiliriz. Allah kabul etsin. Âmîn.
10.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Cennete girmenin yolu |
|
Bayramlar Allah’ın sevdiği günlerdir. Özellikle Kurban Bayramının ilk iki günü Allah katında günlerin en hayırlısıdır.1
Bayramları hayırlı yapan hiç şüphesiz o günlerde meydana gelen olaylar ve o günlerde takındığımız tavır, içerisine girdiğimiz atmosferdir.
Dünyaya ahiret ticareti yapmaya gelen, şu dünya misafirhanesinde bir yolcu ve misafir olarak bulunan bir insanın bu günlerde üzerine düşen görevleri hakkıyla yaparak, meşrû daire içinde aldığı sevinç ve hazlara sınır yoktur.
Sıkıntıların, acı ve ıztırapların bir tarafa atıldığı, dost ve sevdiklerimizle birlikte çarpan tek yürek olduğumuz günlerdir bayram günleri.
Birgün birisi gelip kalbinin sertliğinden, içindeki sıkıntıdan, bir türlü huzur bulamadığından şikâyet etmişti Allah Resûlüne (a.s.m.). O Yüce Resûl sadre şifa verici şu öğütte bulundu: “Kalbinin yumuşaması, işinin rast gitmesi için, yetimlere merhamet et, başlarını okşayıp ihtiyaçlarını karşıla, yediklerinden yedir. O zaman sertliğin, sıkıntın gider, işlerin de yoluna girer.” 2 Bir insanın kalben rahatlaması, huzur ve mutluluk duyması kadar önemli ne olabilir? Bu bir kısım maddî destek, yetim ve yoksulları sevindirmekle olacaksa niçin yapılmasın ki? Bu bayram günlerinin sevincini arttıracak önemli bir unsurdur.
Bu temel unsurlardan biri de dost ve akraba ziyaretleridir. Öncelikle mü’min kardeşimizi sevmek zorundayız. Bu sevgiye ilk lâyık olanlar da akraba, konu komşu, arkadaş, dost ve ahbaplardır. Allah Resûlü (a.s.m.) iman etmedikçe Cennete giremeyeceğimize, birbirimizi sevmedikçe tam mü’min olamayacağımıza özellikle dikkat çekmiştir. 3
Sonra mü’min mü’mine karşı bir binanın birbirine kuvvet veren taşları gibi kenetleşmek 4 zorunda değil midir? Öyleyse mü’min hiçbir zaman, özellikle bayram günleri birbirine düşman, kırgın ve küskün olamaz. Mü’minin kardeşinin kalbindeki Kâbe hürmetindeki iman ve Uhud Dağı azametindeki İslâmı buna müsaade etmez. Kâinatın Efendisi (a.s.m.), açıkça bir Müslümanın diğer bir Müslümana karşı üç günden fazla dargın durmasının helâl olmadığını belirtmiştir.5 Bir tarafta Allah Resûlü (a.s.m.) bunları söyleyecek, diğer tarafta nefis ve şeytan mü’min kardeşine karşı onu düşmanlığa sevk edecek, dargın ve küskün kalmayı telkin edecek. Mü’min en büyük düşmanları olan nefis ve şeytanı değil, şüphesiz dünya ve ahiretin saadet anahtarını eline veren Peygamberini dinleyecek, enaniyet ve gururunu kırıp mü’min kardeşiyle barışacak, kucaklaşacaktır.
Bu duygular içerisinde bayram günlerinde yapılan ziyaretlerin, hediyeleşmelerin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye bilmem gerek var mı?
Bayramın tam bayram olması için bu hususlar hiç de göz ardı edilecek noktalar olmaz.
Dipnotlar:
1- Camiü’s-Sağîr, 2:3. 2- Mecmaü’z-Zevaid, 8:160. 3- Müslim, İman: 93; Ebû Davud, Edeb: 142; Tirmizî, İsti’zan: 1. 4- Buharî, Salât: 88. 5- Buharî, Edeb: 57; Müslim, Birr: 23-25.
10.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Barış insanı, sûikast kurbanı |
|
Amerikalı din ve sosyoloji uzmanı, temel insan haklarının yılmaz savunucusu zenci rahip Martin Luther King, yaptığı olağanüstü hizmetlerinden dolayı Nobel Barış Ödülüne lâyık görüldü. Bugün, 10 Aralık 1964'te verilen bu mânidar ödülün 44. yıl dönümüdür.
Bu büyük barış insanı, birçok benzeri gibi ne yazık ki bir sûikasta (4 Nisan 1968) kurban gitti: Tıpkı 1860'ta ABD Başkanı olan Abraham Lincoln, ondan tam yüz sene sonra, yani 1960'ta ABD Başkanı olan John Kennedy ve 21 Şubat 1965'te İslâmiyet hakkında konuşma yaptığı esnada katledilen Malcolm X gibi...
Ancak, bütün bunlar ödenen birer bedel oldu ve Amerika bugün dünden çok daha insanî, çok daha hür ve demokrat bir seviyeye kavuşmuş oldu.
Şüphesiz, geçmişin kirli tortuları yine vardır. Başka yerlerde ve Türkiye'de de olduğu gibi. Ancak, bedeli ödenen dâvâların başarı şansları daima büyük olmuş ve olmaktadır.
"Bir hayalim var" diyordu
Martin Luter, her ne kadar bir sûikast sonucu zahiren öldürüldü ise de, fikren ve mânen daha da büyüdü. Amerika'lı hürriyetperverler, onu hiç unutmadı. Temel hak ve hürriyetler noktasında birçok insanî başarıya imza atan bu insan, şimdi her yıl Ocak ayının üçüncü Pazartesi günü (King’in doğum günü), hem medenî haklar lideri olması, hem de hayatı boyunca savunduğu ideallere hizmeti itibariyle anılıyor, konuşuluyor ve bu çerçevede çeşitli etkinlikler düzenleniyor.
Martin Luter'in, Amerika'daki bilhassa ırk ayrımcılığı karşısında, hiç şiddete başvurmadan yürütmüş olduğu yürüyüşler, boykotlar ile yapmış olduğu konuşmalar, dillere destan olmuştur. Onun özellikle "Bir hayalim var" başlığını taşıyan konuşması, ülke sınırlarını dahi aşarak bütün dünya insanlarının takdirine mazhar oldu.
Dört çocuk babası olan Luter'in bu konuşması baştan sona harikadır. Fakat, bazı bölümleri öylesine vurucu ve etkileyicidir ki, okuyanı, dinleyeni kendisine hayran bırakır. Meselâ, şu ifadesinde olduğu gibi: "Bir gün, dört çocuğumun da derilerinin rengi ile değil, kişilikleri ile değerlendirildiği bir ülkede yaşayacaklarına dair bir hayalim var."
Amerika'da eşitsizliği ortadan kaldıran "Yurttaş Hakları Kànunu", büyük ölçüde Martin Luter'in çabaları ile çıkarıldı.
Bunun gibi, onun başarıyla sonuçlanan daha başka hizmetleri de var. Bunların tamamını dile getirmek, bir kitap hacmini dahi aşabilir. Bu köşeye, onun "Bir hayalim var" isimli hitabesinin dahi tamamı sığmaz. Ancak, bunun yine de bir özetini derleyerek sizlere takdim etmek istiyoruz.
İşte, o uzun konuşmanın bir hülâsası...
"Bir hayalim var! Size ondan söz etmek istiyorum!..
"Ülkemiz tarihinde hürriyetlerle ilgili düzenlenmiş olan bu en büyük gösteride, şu anda aranızda bulunmaktan sevinç ve mutluluk duyuyorum.
"Bundan bir asır kadar önce, şu an manevî himayesinde bulunduğumuz Büyük Amerika, Hürriyet Beyannâmesi’ni imzalamıştı. Bu tarihi belge, esaret zinciri altında yaşamış ve adâletsizlik ateşiyle yanıp kavrulmuş milyonlarca insan için, uzun ve zifiri karanlık gecelerini sona erdirecek bir umut ışığı haline gelmişti. Ancak ne yazık ki, bundan 100 yıl sonra bile, siyahlar hâlâ özgür değil ve hayatlarını ırkçılığın, ayrımcılığın prangalarına mahkûm olarak, sürünerek geçiriyorlar.
"Onlar, hâlâ kendilerini Amerika toplumundan dışlanmış, kendi toprakları üzerinde sürgün hissediyorlar ve acılar içinde kıvranıyorlar. İşte bu maksatla; bugün, bu utanç verici durumu gözler önüne sermek için burada toplanmış bulunuyoruz.
"Bir anlamda bugün, ülke başkentine artık vâdesi dolmuş çeklerimizi bozdurmak için geldik. Büyük Cumhuriyetimizin yüksek mimarları, İnsan Hakları Beyannamesini imzaladıklarında, aynı zamanda her bir Amerikalı’nın bu mirastan kendine düşen payı alabileceğini de vaad etmekteydiler. Ne var ki, Amerika vaat edilen bu haktan, vatandaşlarının renkleri söz konusu olduğunda, vazgeçmiş gibi görünüyor. Bu kutsal yükümlülüğü ifâ etmek yerine, zenci vatandaşlara, üzerinde 'Karşılıksız' yazan sahte çekler veriliyor. Ancak, biz yine de 'Adalet Bankası’nın iflâs etmiş olduğuna inanmıyoruz. Zaman, Allah'ın tüm kulları arasındaki adâleti gerçekleştirme zamanıdır.
"Adâlet sarayına giden sıcak eşiğin üzerinde durmakta olan halkıma da söylenecek bir çift sözüm var: Haklı dâvâmızı gerçekleştirme yolunda, yanlış tutum ve davranışlardan uzak durmalıyız. Hürriyet ateşimizi, acı ve nefret kâsesinden içerek söndürmemeliyiz. Mücadelemizi daima vakar ve disiplin içinde sürdürmeliyiz. Hareketimizin, fiziksel bir şiddete dönüşmesine asla müsaade etmemeliyiz.
"Bizler, çocuklarımızı kimliklerinden sıyıran ve insanlık değerlerinden koparan “Beyazlara mahsustur” yazan tabelâlar var olduğu müddetçe asla tatmin olmayacağız.
"Bizler, adâlet, coşkun sular gibi çağlamadıkça ve haklar gür bir nehir gibi coşmadıkça, katiyen tatmin olamayız.
"Sizler, ıztırabın her çeşidini tatmış kahramanlarsınız. Acı çekmeden kazanılan başarıların gelip geçici olduğu inancıyla, yolunuza devam edin.
"Kıymetli dostlarım, ümitsizlik batağında boğulmayalım. Şu an yaşamış olduğumuz ve önümüzde bulunan zorluklara rağmen, hâlâ bir hayalim var benim. Bu hayal, Amerikan rüyasının derinliklerine kök salmış bir hayaldir.
"Evet… Bir hayalim var benim…
"Gün gelecek, bu millet ayağa kalkacak ve kendi inanç değerlerini tam anlamıyla yaşayacak. Zira, bütün insanlar eşit yaratılmış.
"Gün gelecek, bir zamanlar köle olanların evlâtlarıyla köle sahiplerinin evlâtları, Georgia’nın kızıl tepelerinde birlikte kardeşlik sofrasına oturabilecekler.
"Gün gelecek, adâletsizliğin ve baskıların ateşiyle bunalmış olan Mississippi eyaleti bile, bir özgürlük ve adâlet vahâsına dönüşecek.
Gün gelecek, şirret ırkçılığın kök saldığı Alabama eyaleti bile, minicik siyah erkek ve kız çocuklarının, minicik beyaz erkek ve kız çocukları ile, kardeşçe el ele tutuşabilecekleri bir yer olacaktır.
"Evet, bir hayalim var... Gün gelecek, hürriyetimizin önünde birer engel olan bütün vadiler yükselecek, bütün dağlar eğilecek, engebeli yerler hizaya gelecek ve Allah’ın yüce şânı yeryüzüne inecek, üstelik bunu bütün canlılar birlikte göreceğiz.
"İşte o gün yüce Allah’ın kulları yepyeni bir ruhla söyleyecekler bu şarkıyı:
Benim ülkem, senin ülken.
Özgürlüğün güzel yurdu,
Sana söylüyorum bu şarkıyı.
Atalarımın öldüğü toprak burası.
Şehitlerin gururu olan toprak.
Her bir dağın yamacından,
Hürriyet yankılanacak!
10.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Olumsuz duygular müsbete kanalize etmek |
|
Sonsuz kudret, ilim, hikmet gibi isim ve sıfatlar sahibi Yaratıcının, sayısız varlıkları yokluk karanlıklarından çıkararak her birisine değişik özellikler, güzellikler verdiğini hepimiz gözlemleriz.
Maddî âlemde rakamlara sığmayacak kadar çeşitli varlıklar yarattığı gibi, nur, esîr (atomların yüzdüğü çok ince, akışkan ve her tarafı dolduran, her yere nüfûz eden lâtif unsur) gibi ruha yakın münasip, lâtif, akışkan unsurları da hayatsız, donuk, cansız bırakmamış, onlardan da çeşitli türler yaratmıştır.
Varlıklar temelde şöyle tasnif edilir: 1- Ruhanîler 2- Cismanîler
Ruhanîler: a- Melekler b- Cinler c- Şeytanlar
Cismanîler: a- İnsanlar b- Hayvanlar c- Bitki ve sair cansızlar.
Ruhanîler, yani nurdan (çok ince enerji boyutlarından) yaratılan melekler; tamamen ulvî duygularla donatılmış, “akıllı, şuurlu”, fakat nefisleri (olumsuz duyguları) olmayan lâtif varlıklardır.
Cinler, “nefis, idrak ve irade” sahibi, bizim gibi imtihana tâbi tutulmuş, düşük yoğunluklu, “ışınsal” yaratıklardır.
Şeytanlar ise, baştan ayağa “süfliyat” denen, “siyah enerji” boyutlarından var edilmiş kötü ruhlardır. Hayvanlara sınırlı “nefis” takılmış; İlâhî sevk ve yönlendirmenin mesajlarını alacak şekilde dizayn edilmiş çok düşük seviyede “idrak” melekesi verilmiş, “kalp, vicdan ve irade” verilmemiştir.
Bitki ve sair camid (cansız) varlıklar, hatta dünyamız hayvanlardan da daha düşük yoğunluklu hayat, ruh ve hislerle donatılmıştır. Böylece her türüne uygun birçok duyu, duygu ve organ verilerek “sevk-i İlâhî” denen ilhamı alacak bir ruh ve ceset giydirilmiştir. İnsanoğlunun yaratılış şemasındaki yerine gelince onu ayrı bir alt başlıkta ele alalım.
Kâinatın bütün unsurlarından özetlenmiş İlâhî antika bir san'at eseri olduğumuzdan; olumlu-olumsuz, maddî-manevî, melekî-şeytanî bütün özellik ve unsurlarını ruh ve bünyemizde barındırırız. Dolayısıyla, kin, nefret, düşmanlık, inat gibi pek çok nefsi/olumsuz duygular taşırız.
Kimi ahlâkçı, psikolog, pedagog ve mutasavvıflar; olumsuz duyguların insan fıtratından yok edilmesi gerektiğini savunur. Kimisi de törpülenip susturulmalarını. Oysa bu, yaratılışa ve imtihan sırrına aykırıdır.
Ahlâkı zayıf insanlara, “Haset etme!”, “Hırs gösterme!”, “İnat etme!” ve “Dünyayı sevme!” diyerek terbiye edemeyiz. Bu, “fıtratını/yapını değiştir” gibi yerine getirilmesi imkânsız bir tekliftir. Adeta, akan suya “Tersine ak!”; lâmbaya “Işık verme!”; fırına, “Yemek pişirme!” demek gibi bir şeydir.
Asıl olan olumsuz duygu ve hisleri yok etmek değil, onları mecralarına yönlendirmek ve veriliş istikametinde kullanmak; yani müsbete çevirmektir.
Ulvî duyguların inkişafını aklî ve mantıkî bir coşku ve heyecanla sağlamalı; “Olumsuz duygularını at, yaratılışını değiştir, insanlıktan çık!” gibi realiteye zıt bir yaklaşım sergilenmemeli. Belki şöyle denmeli:
Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz!1 Meselâ şeytan bize musallat olur ve kitap okumamıza, ibadet ve zikir yapmamıza engel olur.
İşte burada, inadımızı veriliş gayesi istikametine çevirerek kullanabiliriz: Ey nefsim ve ey lânetlenmiş, kovulmuş şeytan! Sen mi, “Okuma!”, “İbadet etme!”, “Zikretme!” “Tefekkür etme!” diyorsun? “Öyle ise, inadına okuyup, inadına ibadete ve zikre devam edeceğim!” Sen mi, “Hak ve hürriyetler için çalışma, boş ver, âlemi sen mi düzelteceksin!” diyorsun. “İnadına çalışacağım!” Yani, burada inadı, sebat şekline dönüştürüp pekâlâ gelişmemizin itici gücü yapabiliriz.
Askerde silâh verilerek talim yaptırılmasının sebebi, durdurulması gereken düşmanın varlığıdır. Yoksa birlikte talim edilen arkadaşa ateş edilsin diye değildir. İşte negatif duygular da silâhı, asiti veya mikrobu temsil ederler. O duyguları, düşmanlara, haksızlara, zalimlere karşı kullanmalıyız. Negatif duyguların varlığı son derece lüzumlu ve hayatî önem taşır. Çünkü hareket ve bereket, zıtların müdahalesiyledir.
Hırs göstermeli, inat etmeli, öfkelenmeli, düşmanlık beslemeliyiz... Ama, ne zaman, kime karşı, ne derecede kullanacağımızı ayarlamak şartıyla... O zaman gerçek insanlığımız ortaya çıkar; negatif/eksi kutuplu olan duygularımızı “artı”ya çevirebiliriz. Olumsuz duyguları müsbete kanalizesi; hafiflerini dünya işlerine, şiddetlilerini öbür âleme ve maneviyata sarf etmekle mümkün.2
Dipnotlar:
1. Mektubat, s. 318.; 2. A.g.e., s. 275.
10.12.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Bayramlar... Bayramlar... |
|
Âlem-i İslâm ile İsevî dünyasının en önemli bayramları bu yılda da aynı mevsim içinde ve peşpeşe geliyorlar. Hacc mevsimiyle birlikte Müslümanlarda başlayan kudsî hazırlığı saydığınız takdirde, Kurban Bayramına yapılan hazırlık sürecinin Noel’den daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. Almanların 1. Advent dedikleri ilk işaretle süslenmeye başlayan Hıristiyan âleminin merkezlerine bedel, Hacc bayramımızın hazırlıklarının özel hayatlara bilinçli hapsedilmesi, doğu ile batıyı mütemadiyen karşılaştıranlar için hüzün verici bir hadise. Devlet-millet kaynaşmasının evlerden başlayarak sokak, mektep, resmî daireler ve bütün ülkeleri sarmaş dolaş hâle getiren Hz. İsa'nın (as) doğum sevincine karşın, bin seneden bu yana kültürümüzün her nakşına yansıyan tekbir, tehlil, lebbeyk ve sevinç çağlayanlarının kalplere münhasır bırakılması, Türkiye’deki siyasetçi, sivil toplumcu, cemaat mensubu ve devlet erkânını tarihine karşı fevkalâde mahcub edecek hacaletâver bir durumdur.
İki yüz seneden beri aydınlarımızın yüzlerini Batıya çevirdikleri iddiası, şu iki yüzlülükle suya düşmüyor mu? Batı ise, buyrun... Şehirler ve evler ışık tufanına yakalanmış… Devlet ile sivil toplum el ele verip millete en muhteşem Noel’i hazırlamaya çalışıyorlar. Devlet dairelerinde ve resmî okullardaki bayram hazırlıkları, özel sektöre bağlı kuruluşlardan da çok öte… Devletin seküler olması, milletin bayram sevincinin hayatın her nakşına yansımasına engel olmuyor. Bilâkis ülkenin Hıristiyanlık kültürüne aidiyetini dünyaya göstermek için, halkın önündeki maniaları kaldırmaya çalışıyorlar.
Heyhat… Muhafazakâr, liberâl ve hatta demokrat olduklarını iddia eden kadroların yönetimindeki Türkiye’mizde kamusal alandan sonra münafıkâne çalışmalarla özel alanlar da işgal edilmeye başlandı. Ne Ramazan’da ve ne de Kurban’da Müslümanların sevinmemesi için tedbirler alınıyor, Mustafa Kemal’e özenen dindar kadrolar sayesinde, dinin hayattaki silik yansımaları da giderilmeye çalışılıyor.
Ramazan-ı Şerif’te, iftarlarını yollarda açmaya mahkûm edilmiş öğrencileri, işçi ve memurları görünce içim burkulmuştu. Teslimiyetçi dindar kadrolar, hanedanın korkusuyla mesaileri dinin ve ibadetin aleyhine olarak düzenlemişlerdi. Milletin iftarları da, teravihleri de ve ibadetleri de tıkanmış trafiklerde, toplu taşıtlarda ve yollarda kalmıştı.
İki yüzlü bir aydın tipinden sonra çok yüzlü bir siyaset peydahlandı, Türkiye’de… Muhatabını cerbeze ile iğfal etmeyi hedef ittihaz etmiş eski dindar kadrolar… Yazıklar olsun…
İftarları ve teravihleri mesaiye mahkûm edenler, Kurban’ın tekbirlerini de mahkûm ediyorlar. Paris, Londra ve New York yolcularının içinde tekbirin tadı elbette çıkmaz. Havaalanlarına mahkûm edilince tekbirler, gelin alaylarını kıskandıran hacı uğurlama ve karşılama alayları da tarihe karıştı.
Devletin karayolu ile Haccı yasaklamasının ardındaki mânâyı siz de hissettiniz mi? Vatan caddesinde tekbir sesleri, gözyaşları ve kucaklaşmalar… Bu kafileler İstanbul’dan başlayarak Anadolu’yu bir baştan bir başa lebbeyk ve tehlillerle geçeceklerdi. Ankara, Konya, Adana, G. Antep ve Urfa… Türkiye bu mutlu yolcularla kucaklaşacaktı… Bu hava Türkiye’yi diri ve zinde tutacaktı. Sonra ver elini Halebimiz, Şamımız ve diğer sevgili beldelerimiz… Yollarda öbek öbek Türk Bayraklarıyla süslenmiş otobüsleri bekleyen Halepli, Suriyeli, Ammanlı ve Yermüklü kardeşlerimiz… Dönüşleri de muhteşem olacaktı… Kerbelâ toprağını koklayanlar İmam-ı Azam’ı, Şah-ı Geylânî’yi ve İbn-i Metta’yı ziyaret ederek döneceklerdi… Irak toprakları bir baştan bir başa Türkiye kokacaktı… Ne hazindir ki, deccaliyet o topraklara kin, fitne ve fesat tohumları ekiyor bugün… Türkiye hacılarına karayolunu kapatanlar, sakın deccaliyetle ortak çalışmış olmasınlar!
Bayram henüz diyarlarımıza uğramadı. Varsın İsevî âlem şahane, mutlu ve hür bayramlarını kutlasınlar. Köln’ün caddeleri ışık denizine dönüşsün. Kurulsun şehir meydanlarına Waynacht pazarları… Okullar çocuklarını bu pazarlara ders niyetiyle taşısınlar… Dedim ya, bizim diyarlara bayram henüz gelmedi. O dessas ruh gizlice “Bayram” yerine sahillerdeki “tatil otellerini” fısıldıyor milletimizin kulağına. Bu habis ruh bayramda, Müslümanları eğlenmeye dâvet ediyor. Milletimizin bayramı, dost-akrabayı ziyareti ve fukarayı unutması için, Şeytanla işbirliğine girişmiş bir kısım medyayı da görünce, ürkmüyor değiliz. İstanbul’un kabristanlarından bizi seyredenler acaba bize ne diyorlardır. Bayram boyunca tekbir, tehlil ve duâsız bırakılmış şehirlerin de mutlaka bizden alacağı vardır. Bayram havasını soluyamadan büyüyen çocuklarımızın gelecekteki bizi anlamaları da hiç hoş olmayacak.
İşte Köln… İşte İstanbul… Köln’e seküler kadrolar hizmet ediyor… Ya İstanbul’a..? Dindar siyasetçiler mi, diyeceksiniz...? Güldürmeyin Allah aşkına… Dünyaya maskara olduğumuzun farkında mıyız?
10.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|