|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Şevk, gayret, ciddiyet |
|
Kur’ân ve Risale-i Nur hizmetindeki İlâhî inayetle ilgili olarak Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesinde, İkinci İşaret bölümündeki izahları da okumak gerekiyor.
Orada Üstad, sürgün edildiği Barla’da Risale-i Nur’un telifine başlarkenki durumunu “kalemsiz, yarım ümmî, diyar-ı gurbette kimsesiz, ihtilâttan (insanlarla bir araya gelmekten) men edilmiş” ifadeleriyle tasvir ettikten sonra diyor ki:
“Cenab-ı Hak kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur (gayretli), fedakâr ve kalemleri birer elmas kılıç olan kardeşleri bana muavin (yardımcı) ihsan etti. Zayıf ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur’âniyeyi o kuvvetli omuzlara bindirdi, kemal-i kereminden yükümü hafifleştirdi.”
“Ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hasiyetleri” ile “bir tevafukat-ı gaybiye nev’inden” “mübarek bir cemaat” teşkil eden bu muavinlerin özelliklerini de şöyle sıralıyor Üstad:
* Şevk ve sa’yü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette esrar-ı Kur’âniyeyi ve envar-ı imaniyeyi (Kur’ân’ın sırları ile imanın nurlarını) etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri.
* Harflerin değiştiği ve İslâm harfleriyle yazılan eserleri basacak matbaanın kalmadığı bir zamanda, usanç verip şevki kıracak pek çok sebep varken tam bir şevk ve gayretle hizmete koşarak iman nurlarını insanlara ulaştırmaları.
İşte o son derece zor şartlarda bu durumu “doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’âniye ve zahir bir inayet-i İlâhiye” olarak niteliyor Üstad.
Demek ki, bu İlâhî inayet tecellîsinin, hizmeti bütün zor şartlara rağmen olağanüstü parlak bir şekilde inkişaf ettiren tezahürlerindeki anahtar ve kilit kelimeler şevk, sa’yü gayret ve ciddiyet.
İlâhî bir yönlendirme, istihdam ve tavzifle vücuda getirilip, dört ana esasından biri “şevk-i mutlak” olarak ifade edilen bir hizmetin, şevk, çalışma, gayret ve ciddiyet prensipleri üzerinde yükselip neşvü nema bulması, gayet manidar.
Şevk, çalışma isteği ve gayreti ile vazifedeki ciddiyetin, hele caydırıcı ve zor şartlar altında İlâhî inayet mânâsıyla irtibatlı birer ihsan-ı İlâhî olması da meselenin bir başka önemli vechesi.
Bu ihsan, ikram ve nimete mazhar olmanın öncelikli şartı ise ihlâs. Yani, araya başka hiçbir şey katmadan, kendisinde birşeyler vehmetmeden, münhasıran Allah rızasına kilitlenip sadece Onun rızasını hedefleyerek hizmete koşmak.
Üstad, bir sonraki pasajda onu söylüyor:
“Velâyetin (evliyalığın) kerameti olduğu gibi, niyet-i halisanın (ihlâslı niyetin) dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bâhusus lillah için olan bir uhuvvet (kardeşlik) dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesanüdün (dayanışmanın) çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil (tam bir evliya) hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.” (Mektubat, s. 360-1)
Onun için, böyle bir hizmetin mensubu olma mazhariyetine erişenlerin, her hal ve şart altında bu mânâları yaşayıp canlı tutma gayreti içinde olmaları ve zorlukları “Allah için teşkil ettikleri dayanışma” ile aşmaya çalışmaları gerekir.
Üstadın aynı bahisteki son sözleri de anlamlı:
“Bir kal’ayı fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır; aynen öyle de, şahs-ı manevînizin kuvvetiyle ve kalemlerinizle hâsıl olan fütuhattaki inayatı benim gibi bir biçareye veremezsiniz. Elbette, böyle mübarek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum...”
Risale-i Nur’un birinci muhatapları ve saff-ı evvel talebeleri için ifade edilen bu mânâlardan hissedar olmanın bazı asgarî şartlarını, aynı ihlâsı yaşama; aynı şevk, sa’yü gayret ve ciddiyetle hizmete sahip çıkıp sarılma; aynı tesanüd ve kenetlenmeyi başarma gayreti içinde olmak şeklinde ifade etmek herhalde yanlış olmasa gerek.
Evet, bu noktalarda ne durumdayız?
09.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Birliğin yolu kardeşlikten geçer |
|
Türkiye’de yıllardır hep bir ayrışma noktası icat edilmiştir. Kimi zaman, laik-antilaik, kimi zaman alevi-sünnî, kimi zaman sağcı-solcu, kimi zaman Türk-Kürt ayrımı yapılarak milletin arasına nifak sokulmaya çalışılmıştır. Bunu yapanlar da bilinçli, plânlı bir şekilde hareket etmişler, arkasından kendi menfaatlerine olan işleri çevirmişlerdir. Son Ergenekon dâvâsında da kısmen de olsa bu açığa çıkmaya başlamıştır.
Son günlerde yapılanda budur. Kendilerine oy devşirme peşinde koşanlar gerginliğe meydan veriyorlar. Irkçılık üzerine politika yapanlar bunu yıllardır hep kullanmışlardır.
Etnik milliyetçilikten bu ülke çok çekti. Bu anlayış kutuplaşmalara yol açtı. Dünya tarihinde ırkçılık hangi toplumda ileriye gitmişse, o ülkenin başı belâdan kurtulamamıştır. Oysa İslâmın ortaya koyduğu ölçü hiçbir ırkın bir diğerine üstünlüğü olmamasıdır. Çünkü bütün insanları yaratan Allah’tır. Bu yüzden de üstünlük ancak takvadadır.
Hep söylenen bir şeydir. Milletimizin bugüne kadar Türküyle, Kürdüyle, Çerkeziyle, Lazıyla, birlikte yaşamayı başardı, bundan sonra da başarır. Osmanlı en güzel örnektir. Asırlarca çok milletli ve çok dinli olarak yaşamalarına rağmen ayrımcılık yapmamıştır. Böyle bakıldığında görülecektir ki, birçok mesele kendiliğinden yok olacaktır.
* * *
Son günlerdeki, “Ya sev ya terk et” mantığına da bu gözle bakıldığında doğru bir davranış değildir. Çünkü, eğer siz birilerine “Çekip gidin” derseniz, karşınızdakiler de “Siz niye çekip gitmiyorsunuz” deme hakkını kendinde bulur. Bu yüzden de kimsenin kimseyi bu ülkeden kovmaya hakkı yoktur.
“Siz beğenmiyorsunuz gidin” derseniz, birileri kalkıp şiddetle, sağı solu dağıtmakla, büyük bir şehirde araçları yakmakla karşılık verirse her ikisi de son derece yanlış olur, çatışmayı gerilimi arttırır. Şimdi bunları söylüyoruz diye bize de “Bize karşı diğerini savunuyor” türlü yakıştırma dahi yapabilirler. Ancak burada kimseden yana olmak adına bunları söylüyor değiliz, bir ölçüyü ortaya koymak için bunları söylüyoruz.
* * *
Herkes istediği gibi giyinmeli, istediği gibi konuşmalı, istediğini düşünmeli. Bir olay karşısındaki herkes aynı düşünmek zorunda değildir. Herkesin çözüm yolu farklı olabilir. Yeter ki çözüm yolu içinde şiddet olmasın, şiddeti teşvik etmesin. Demokrasinin gereği de bu değil mi? Özgürlüklerden kimseye bir zarar gelmedi, gelmez de. Bundan korkmamakta gerekir. Halk gerekli ayrımı çok iyi yapar. Yoksa, birileri kalkıp bir şeyleri dayatırsa karşısında bir cephe hemen oluşur. Oluşmuştur da…
Eğer, karşınızdakinin düşüncelerine hoşgörülü olursanız, o da sizin görüşlerinize hoşgörülü yaklaşır. Yoksa birbirinizin düşüncelerine ve davranışlarına tahammül göstermezseniz işte orada çatışma çıkar. Artık birlikte yaşayabilmeyi öğrenmemiz lâzım. “Farklılıklarımız zenginliğimizdir” anlayışı sözde değil, özde kabullenilmelidir.
Birileri kalkıp “düşünce ve fikir özgürlüğü olsun” diyenleri dışlarsa orada özgürlükten söz edilemez. Çünkü, düşünce hürriyeti demokrasinin temellerindendir. Karşılıklı anlayış her türlü ayrışmayı, çatışmayı, kavgayı bitirir. Meselelerimizi sağduyu, hoşgörü ile çözmenin yollarını öğrenmemiz lâzım.
Güneydoğu sorununun aşılmasında da mutlaka din faktörü ön plana çıkarılmalıdır. Yoksa sorunun aşılmasında güçlüklerle karşılaşılacaktır.
“Dinimiz bir, kitabımız bir, peygamberimiz bir, kıblemiz bir, vatanımız bir” gibi müşterek değerler nazarlara verilmeli. Ayrıştırıcı noktalar ön planda tutulmamalı. Yoksa fitne, fesat çıkartmak isteyenlere gün doğar. Çünkü, fitneyi çıkarmak kolaydır. Yoksa “Bana yan bakıyorsun” diyerek bile bir çatışma ve kavga ortamı meydana getirilebilir.
* * *
Yazımızın sonunda Bediüzzaman’ın Uhuvvet Risâlesinin başında yazdığı şu cümlelere kulak verelim:
“Mü’ minlerde nifak (ara bozuculuk) ve şikak (ayrılık) kin ve adavete (husûmet) sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatça ve hikmetçe ve insaniyet-i kübra (en büyük insanlık) olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece (şahsa ait hayat) ve hayat-ı ictimaiyece (sosyal hayat) ve hayat-ı maneviyece (manevî hayat) çirkin ve merduttur (reddolunmuş), muzır ve zulümdür. Ve hayat-ı beşeriye (insanlık hayatı) için zehirdir.” (Uhuvvet Risâlesi, s.22,23 Y.A.N.)
09.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Yanlış mı yalan mı? |
|
Her geçen gün itibar ve güven kaybeden medya, zaman zaman da kendisini sorguluyor. Başta televizyonlar olmak üzere Türkiye’deki medya organları aslında yaptıklarıyla bindikleri dalı kesmiş oluyor. Medyamızın kötü şöhreti sınırlarımızı da aşmış durumda.
Bu kötü şöhreti anlatan ‘fıkra’lar bile yaygınlaştı. Meselâ, Arap âleminde, birbiriyle kavga edenler muhataplarına ‘küfür’ niyetine; “Dün senin aile efradını Türk televizyonlarında görmüşler” diyorlarmış! Bu durum, kötülükte yarışan televizyonların düşürüldüğü ‘kuyu’yu görmemize yardımcı olabilir.
Televizyonların yanlışta ısrar eden bıktırıcı yayınları gibi, bazı gazeteler de yalan/yanlış haber yayınlama noktasında ısrar ediyorlar. Her gazetenin ‘yanlış’ haber yayınlama ihtimali olabilir. Bazen haber kaynağından kaynaklanan, bazen de başka bazı sebeplerle yanlış haberler yayınlanmış olabilir. Önemli olan, yapılan yanlışın ilk fırsatta düzeltilmesidir. Hem yanlış yapan hem de yaptığı yanlışı savunan yayıncılık anlayışıyla medyanın bir yere varması mümkün değildir.
Teknik hatalardan kaynaklanan ‘yanlış’ haberler bir yana, kasıtlı yapılan ‘yalan’ haberlere dahi rastlanıyor. Bunun da çok örnekleri var. Kamuoyu, son günlerde yapılan bir ‘düzeltme’ ile böyle yalan bir haberden haberdar oldu. Sözkonusu ‘düzeltme’de şöyle denilmiş: “Dün Hürriyet’in 5. sayfasında yer alan Akfırat Belde Belediyesi eski başkanı Hilmi Yıldız, oğlu Mehmet Yıldız ve 18 belediye çalışanının yolsuzluk iddiasıyla gözaltına alındığı haberi bütünüyle yanlıştır. Düzeltir, ismi geçenlerden ve okuyuculardan özür dileriz.” (Hürriyet, 7 Kasım 2008)
“Yalan ya da yanlış haber”in düzeltilmiş olmasını tebrik mi edelim? Tamam belki bu tavır bir tebriği hak ediyor. Ama aynı zamanda sormak ve sorgulamak gerekmez mi? Bu haber ‘yanlış haber’ midir, yoksa ‘yalan haber’ mi?
“Düzeltme”de de belirtildiği üzere haber ‘bütünüyle’ yanlışmış. Bütünüyle yanlış bir habere ‘yalan’ demek daha doğru olmaz mı?
Bir gün önce ilgili haberi ‘manşet’lerden okuyan okuyucu, sonraki gün iç sayfaların en dibine atılan ‘düzeltme’yi okuyarak işin aslını öğrenmiş olabilir mi?
Medya bu ve benzeri yalan/yanlış haberlere karşı çok daha dikkatli ve duyarlı olmak durumunda. “Çamur at, izi kalsın” anlayışı en başta medyanın geleceğini karartıyor. Belki yapılmıştır, ama bu ve benzeri yalan/yanlış haberleri hazırlayan ve yayınlayanlara hesap sormak da gerekir. Yapılan, bir isim yanlışlığı ya da küçük hata değil ki!
Medya meslek kuruluşları en başta bu tür haberlerle mücadele etmeli ve diplerde sürünen medya güvenilirliğini üst basamaklara taşımaya çalışmalıdır.
Mevlâm hepimizi “yanlış” kılıfına sarılmış “yalan haber”lerden muhafaza etsin. Âmin.
09.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
BİR ŞAİRİN DOĞUŞU (2) |
|
(Yahya Kemal Yılı vesilesiyle)
ahya Kemal’in Paris’ten dönüşü, fiilen olduğu kadar san’at ve şiir açısından da memlekete ve memleketin aslî değerlerine, şairin tabiriyle mektepten memlekete dönüştür.
Millî tarih şuuru gibi millî edebiyat anlayışını ve hâlis şiir zevkini de Paris’te kazanan Şair, Fransız tarihçilerinin yanı sıra şairlerin ve yazarların kendi edebiyat tarihlerine bakış açılarını da örnek aldı.
Fransız şairi Mallarme’in “Fransız gençleri şiir san’atını öğrenmek istiyorlarsa Paul Verlaine’in şiirlerini ezberlesinler” sözünden hareket ederek şiir san’atını öğrenebilmek için Divan şiirini çok iyi bilmesi, onun bir dönemini ve bir şairini kendine rehber ittihaz etmesi gerektiğini anladı.
Ne var ki, bu anlayışla memlekete döndüğünde yeni edebiyat meraklılarının hâlâ eski telâkki edilen edebiyatı horlamakla meşgul olduklarını, hatta biraz daha ileri giderek yeni nesillere unutturma gayreti içine girdiklerini görünce şaşırdı.
“Kendi medeniyet eserlerini her bahsinde olduğu gibi bu şiir bahsinde de bizim milletimiz kadar inkâr düşmanlığına uğramış bir unsur yoktur” diyerek bu hamakat karşısındaki hayretini dile getirdi.
“Yeni Edebiyat” tabirinin çıkmasından sonra eski ve hakikî edebiyatı ruhu çıkmış bir cesede benzeterek, edebiyatta yapılması gereken yeniliğin, eski edebiyatı zamanın dili ve zevki ile canlandırarak yeniden terennüm etmek olduğunu ortaya koydu.
“Eski Türklerin manevî bir hayatı varken bir edebiyatı vardı. Yeni Türklerin ancak manevî bir hayatı olursa edebiyatı olur” gibi ifadelerle edebiyatın, san’atın ve hayatın ancak mâneviyatla var olabileceği hakikatini anlatmaya çalıştı.
Edebiyat hareketlerinin içinde şiir bahsine hususî bir yer veren Şair, Türk şiirinin tarihî gelişmesini inceleyince milletin manevî ve siyasî hayatı ile edebiyatı arasında sıkı bir bağın olduğunu gördü.
“Şiirimiz, milletimizin Anadolu’daki teşekkülüyle beraber başlar, o kadar eksidir. Şiirimizin gerçi hiçbir zaman ufukları o kadar geniş olmadı. Bunun sebebi ise öteden beri devletçi bir millet olmamızdır” diyerek Türk şiirinin tarihini, meziyetini ve zaafını tesbit etti.
Buna rağmen yine de eski Türk şiirinin diğer san’at dallarından daha başarılı olduğunu fakat Avrupalıların da Batı mukallitlerinin de o şiirin dünyasına giremedikleri için anlayamadıklarını ifade etti.
San’atının hududunu ve yazacağı şiirlerin muhtevasını tesbit ederken bu tarihî gerçekleri nazara alan Yahya Kemal, devletini sevmekle birlikte devletçi bir anlayışla san’atın, hassaten şiirin gelişemeyeceğini gördü.
Devleti koruma veya güçlendirme iddiasıyla yapılan bütün hareketlerin her şeyden önce san’ata, edebiyata ve şiire müdahale ettiğini, dolayısı ile de devletin, milletin geleceğine zarar verdiğini anladı.
Çünkü her türlü fikir ve düşünce gibi san’at, edebiyat ve şiir de ancak hürriyetin hakim olduğu ictimai zeminlerde doğup inkişaf edebilirdi. Bu hakikat tarihin hiçbir devrinde değişmemişti.
Onun için Şair de “Bir ictimaî müddeanın muzaffer olduğu zamanda, yani bir ihtilâl devresinde şiir asla yükselmemiş ve çok kere ortadan kaybolmuştur. Eski, orta ve yeni asırların hiçbirinde, hiçbir ihtilâlde bu kaide şaşmayarak tecellî edivermiştir” diyerek tarihî bir gerçeği ortaya koydu.
Milletlerin ruhu, ancak ilhamını hür zihinlerden alan san’atla, edebiyatla, mûsikî ile teskin ve tezyin edilebileceğinden, Yahya Kemal geliştirmek istediği yeni şiir tarzında kendi milletinin değerlerini temsil edecek fikir, dil ve düşünceyi esas alarak çalışmaya başladı.
Yaptığı araştırmaların ve yaşadığı müşahedelerin neticesinde, tarihî devirler içinde Lâle Devrini, Divan şairleri arasından da Nedim’i örnek alarak insicam içinde işleyen zamanın ve san’atın tadına vakıf oldu.
Kendisinin aldığı edebî tadı bütün milletin de almasını sağlamak ve yeni yetişen nesillerin bediî zevklerini o lezzetle tezyin etmek için yeni şiir tarzını “tad şiir, öz şiir” veya “hâlis şiir” diye adlandırdı.
Lâkin insanların benliklerinde yer almayan ve millete mal olmayan hiçbir şiirin, eserin veya edebî hareketin zamanında rağbet görse de geleceğe intikal edemeyeceğini bildiği için bu tarzı bizzat kendisi tarif etti.
“Öz şiir odur ki, dilde gezer mesel gibi.”
Yaptığı tarife önce kendisi ittibâ etti. Onun zamanında çoğu şair, şiirde şekil ve muhteva itibariyle eskiden yeniye doğru giderken o yeniden eskiye doğru gitmeyi tercih etti.
Hâlis şiirin özelliklerine kendisini son derece bağlı hissettiğinden, bu anlayışı kazanmadan önce yazıp neşrettiği şiirlerini kendi şiiri saymadı. Herhangi bir dergide neşretmediği şiirlerini de yaktı.
Eski edebiyatı, “dilde gezen mesel gibi” herkesin anlayıp zevk alabileceği sade dille ve yepyeni bir ruhla canlandırırken şekil ve âhenk unsurlarını kullanmayı da ihmal etmedi.
Şair kimliğini Avrupa’da kazanmış ve başarısını ispatlamış bir kişinin, Divan edebiyatı tarzında aruz vezni ile şiir yazması o günün şartlarında şayân-ı hayret bir hadise telâkki edildi.
Bu hareketin yeni edebiyat anlayışını halk arasında yaymayı zorlaştıracağını düşünen bazı zamane münekkitleri Şairi, Ziya Paşayı tedâi ettiren bir tabirle “Harabat şairi” olarak tavsif edince onun cevabı gecikmedi.
“Ne harabı, ne harabatiyim,
Kökü mazide olan atîyim.”
Şiirlerine yapılan “Harabat” benzetmesine bu veciz beyitle mukabele eden Şair, aynı zamanda geleceğin, ancak maziye bağlandığı zaman özlenen güzel günleri getirebileceğini, san’atın da bu teâmülün dışında kalamayacağını ve maziye bağlı olduğu nisbette değer kazanacağını ifade etti.
Yahya Kemal “Hâlis şiir” adı ile iştihar eden şiir tarzında sadece Divan edebiyatının şekil ve âhenk unsurlarını kullanmakla kalmadı. Onları Batı şiirinin bazı hususiyetleri ile de zenginleştirdi.
Kendisinden öncekilerin yaptığı gibi kendi zamanındaki bazı şair ve yazarların da Batı tarzı edebî türleri alırken ölçüsüz davrandıklarını, onun için de eserlerinin millete yabancı kaldığını gözardı etmedi.
“Bence ecnebi şiir ekollerinin esaslarını öğrenmeli, bilmeli; fakat aynen kabul etmek ve tatbik etmek hususunda ihtiyatlı davranmalıdır” diyerek bu sahada çalışmak isteyen edebiyatçılara yol gösterdi.
Aslında Batı medeniyetinin değerleri karşısında takınılması gereken ihtiyatlı tavrın, yalnız şiir ve edebiyat sahasına münhasır kalmaması, her türlü ictimaî hareketlerde de gösterilmesi gerekirdi.
Uzun süre Paris’te yaşayıp Avrupa’nın pek çok yerini gezen Şair. “Ecnebi memleketler bizim için mekteptir. Vatan ise hayattır. Vatana döndüğümüz zaman öğrendiklerimizin bir kısmını unutmalıyız. Ancak bizim hayatımız ve vatanımız için kabil-i tatbik olanları almalıyız” gibi ifadelerde ihtiyatlı hareket etmenin lüzumunu nazara verdi.
Yahya Kemal, ictimaî gerçekleri söyleyip geçmenin insanlar üzerinde fazla müessir olmayacağını; konuşanların, söylediklerini önce kendilerinin yaşayarak örnek olmaları gerektiğini biliyordu.
Onun için Paris’ten döndüğü zaman Türk şiirindeki yabancı unsurları ayıklayarak “Hâlis şiir” adı altında edebiyata kazandırmak istediği tarzı tesis ederken memleketin siyasî ve cemiyetin ictimaî durumu ile edebiyatın geldiği noktayı nazar-ı itibara alma ihtiyacı hissetti.
Yapacağı yeniliklerin hepsini başarı ile gerçekleştirse de halka iyi anlatamadığı takdirde netice alamayacağını düşünen Şair, bilhassa eserlerinde herkesin anlayabileceği bir dil kullanmaya gayret etti.
“Gelmiştir o nâzır-ı yegâne,
Gûyâ bu kelâm içün cihâne.”
Yahya Kemal ismi ve Türkçe kelimesi bir araya geldiğinde, zihinlerde gayri ihtiyarî kendisinin de eserlerinde zikrettiği bu beyit canlanır. Zira o Türkçe’yi, cihana bu lisanı terennüm etmek için gelmişçesine itinalı ve güzel kullanan bir şairdir.
Yahya Kemal, dili kullanmakta gösterdiği hassasiyeti, hududunu tayin etmekte de gösterdi. Kelimelerini seçerken menşe’inden, yerinden ziyade mânâsını, âhengini ve halk arasındaki kullanılışını esas aldı.
“Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçe’dir. Bu bağ öyle metin bir bağdır ki vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı yine bizi birbirimize bağlı tutar. Türkçe’nin çekilmediği yer vatandır, ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanın kendisi gövde ve ruhu Türkçe’dir.”
Her vesile ile dile getirdiği bu ve benzeri ifadelerde vatan, millet, lisan mefhumlarını birlikte değerlendirdi ve milletin bütünlüğünün korunmasında lisanın vatandan daha büyük ehemmiyet arz ettiğini nazara verdi.
Bunu yaparken kendisi örnek olmayı da ihmal etmedi ve sokakta, evde konuşulan, mânâsı herkes tarafından bilinen sade kelimelerle san’at dili tabir edilen mânâ yüklü kelimeleri şiirlerinde birlikte kullandı.
Böylece Divan şiirlerinin diline yakın bir dille şiirler yazarak san’atı halka sevdirirken halkın ruhunu san’at sevgisiyle besleyip insanların idrakine anlayış derinliği kazandırmaya gayret etti.
09.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Önce dahildeki kardeşlik |
|
Bediüzzaman bir taraftan hâricî hücumlara karşı mukavemet ederken, diğer taraftan da dâhilî kardeşliği, birlik ve beraberliği sağlamaya çalışıyordu. Bir taraftan ifsat komitelerinin planlarını bozarak onlara karşı mücahedesine devam ederken, diğer taraftan da talebeleri arasındaki uhuvveti, tesanüdü tahkim ederek mânevî hizmetlerine devam ediyordu.
O çok iyi biliyordu ki hâricî tecavüzlere karşı koymanın yolu, dâhilî birlik ve beraberlikten geçiyor. Birbirine kenetlenmiş, birbirinde fani olmuş insanlarla ancak hizmet olabilir. O biliyordu ki Nur hizmetinde mutlu hedefe ulaşmak, arzulanan muzafferiyeti ilân etmek ancak dahilî kardeşlik ve dayanışma ile olabilir.
Bediüzzaman’ın lâhika mektuplarından anlıyoruz ki, o dâhilî sulh ve sükûna çok önem vermiş, bu yönde talebelerine telkin ve tavsiyelerde bulunmuş. Talebeleri de bu ikaz ve tavsiyelere harfiyen uymayı önemli bir vazife bilmişler. Ve işte bunun bir sonucu olarak, hizmet-i Kur’âniyede bütün manileri aşarak hedeflerine doğru hızla ilerlemişler.
Talebeleri arasındaki uhuvvet ve kardeşliğin mutlak mânâda tesisini ve devamını Üstadın çokça önemsediğini, birbirlerine karşı olan en küçük kırgınlıkta onları şiddetle ikaz ettiğini yine onun yazdığı mektuplarından öğreniyoruz.
İşte bu meyanda Bediüzzaman’ın bir mektubu:
“Mâbeynimizdeki hakikî ve uhrevî uhuvvet, gücenmek ve tarafgirlik kaldırmaz. Madem ben size bütün kuvvetimle itimad edip bel bağlamışım ve sizin için, değil yalnız istirahatimi ve haysiyetimi ve şerefimi, belki sevinçle ruhumu da feda etmeye karar verdiğimi bilirsiniz, belki de görüyorsunuz. Hattâ kasemle temin ederim ki, sekiz gündür Nurun iki rüknü zâhirî birbirine nazlanmak ve teselli yerine hüzün vermek olan ehemmiyetsiz hadisenin, bu sırada benim kalbime verdiği azap cihetiyle, ‘Eyvah, eyvah! El’aman, el’aman! Yâ Erhamerrâhimîn, medet! Bizi muhafaza eyle. Bizi cin ve insî şeytanların şerrinden kurtar. Kardeşlerimin kalblerini birbirine tam sadakat ve muhabbet ve uhuvvet ve şefkatle doldur’ diye hem ruhum, hem kalbim, hem aklım feryat edip ağladılar.
“Ey demir gibi sarsılmaz kardeşlerim, bana yardım ediniz. Meselemiz çok naziktir. Ben sizlere çok güveniyordum ki, bütün vazifelerimi şahs-ı mânevînize bırakmıştım. Siz de, bütün kuvvetinizle benim imdadıma koşmanız lâzım geliyor. Gerçi hadise pek cüz’î ve geçici ve küçük idi. Fakat saatimizin zembereğine ve gözümüzün hadekasına gelen bir saç, bir zerrecik dahi incitir. Ve bu noktada ehemmiyetlidir ki, maddî üç patlak ve mânevî üç müşahedeler tam tamına haber verdiler.” (Şuâlar, On Dördüncü Şuâ, s. 428)
İki talebesinin böyle zâhiren küçük gibi görünen “nazlanma”larından Üstad neden bu derece feverân ediyor? Niçin Bediüzzaman nihayetinde bir nazlanmadan ibaret olan bir hadise karşısında; “Eyvah! Eyvah! E1-aman! E1-aman! Yâ Erhamürrâhimîn, medet! Bizi muhâfaza eyle. Bizi cin ve insî şeytanların şerrinden kurtar” diyerek yakarışta bulunuyor? Evet sizce bunun hikmeti ve sebebi ne olabilir?
Bediüzzaman bu bizce basit gibi görünen nurun iki talebesi arasındaki problem karşısında “Gerçi hâdiseniz pek cüz’î ve geçici ve küçük idi” dedikten sonra meselemizin çok nazik olduğunu beyan ediyor ve sonrasında da “Saatimizin zembereğine ve gözümüzün hadekasına gelen bir saç, bir zerrecik dahi incitir” diyerek bizce küçük gibi görünen kardeşler arasındaki nazlanmaların, sitemlerin, kırılmaların dahi bu büyük dâvâya zarar verebileceğine dikkatleri çekiyor.
Nur hizmetinin önemli bir esasının da sevgi ve şefkat olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, bu noktada daha bir duyarlı, daha bir dikkatli olmamızda fayda var diye düşünüyorum. Bu kudsî hizmette uhuvvet, sevgi, şefkat, merhamet gibi hasletler vazgeçemeyeceğimiz prensiplerimizden olduğu izahtan varestedir. Aramızdaki sevgiyi, saygıyı, muhabbeti zedeleyen nazlanmalar, sitemler, dargınlıklar, kırgınlıklar gibi hoş olmayan hadiseler hiçbirimizin sebep olacağı, razı olacağı olaylar değildir.
09.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
ÖMÜRDEN TASARRUF ETMEK |
|
Tasarruf, sahip olduğumuz nimetleri israf etmeden, en verimli şekilde kullanmak demektir. İhtiyaç fazlası olanları da bir kenarda biriktirip, daha sonraki bir sıkıntı halinde kullanmak üzere saklamaktır. Zaten modern iktisat anlayışına göre, insan ihtiyacını gidermeye yarayan bütün mallar, “kıt mallar” olarak kabul edilir. (Aslında bu ifade de tartışmaya açıktır. Çünkü Cenâb-ı Hak dünyayı ve içindekileri yaratırken, her canlının ihtiyacını karşılayacak kadar rızık ve nimeti de yaratmıştır. O’nun hazinesinde “kıt mal” yoktur.) Onun için kullandığımız her malı iktisatlı bir şekilde kullanmak, ihtiyaç fazlası olanları da israf etmeden muhafaza etmek gerekir.
İnsan, bir bedel ödemek sûretiyle elde ettiği malları kullanırken daha dikkatli davranır ve daha fazla tasarruf etmeye gayret eder. Elektrik faturamıza daha az para ödemek için boş yere yanan lambaları hemen söndürürüz. Damlayan musluklarımızı hemen tamir eder, suyumuzun boş yere akmasını önleriz. Çünkü “Damlaya damlaya israf olur”. Bu israf da su faturamıza ilâve masraf olarak yansır.
Bedel ödemediğimiz halde bize bahşedilen çok değerli bir nimet daha var ki, tasarruf edilmesi gereken en değerli hazinemiz o olsa gerektir. Ömür dediğimiz bu sermaye ile, ebedî bir hayatın levâzımâtını tedarik ederiz. Sonsuz bir âlemde sonsuz ihtiyaçlarımız olacağından, ömür sermayesinin her ânı çok değerlidir. Bir saniyesinin bile boş yere akıp gitmesi bizim için büyük bir kayıptır. En büyük tasarrufu, ömür sermayesini sarf ederken yapmalıyız.
Çeşmemizde boşa akan bir damla su için tedbir alıp tamir cihetine gittiğimiz halde, ömür sermayemizin gaflet derelerinden akıp heba olmasına göz yumuyorsak, aklımızı sorgulamamız gerekmektedir. Bu nasıl akıl ki, bir damla su için gösterdiği duyarlılığı ömür dakikaları için göstermiyor? Ömür gibi ebedî saadeti kazanmaya vesile olacak bir hazineyi, “sudan ucuz” görerek kıymetini takdir etmiyor?
Tamam, ömrümüzden de tasarruf edelim ama, bunu nasıl yapacağız? Günlük yirmi dört saatlik ömrün, yirmi saatini yaşayıp, dört saatini tasarruf etmek istesek, bunu hangi kumbaraya atacağız? Elektriğin düğmesini kapatırız, suyumuzun musluğunu kısarız ama, ömrümüzün akışını nasıl engelleyeceğiz ki, tasarruf edebilelim?
Bu soruların cevabı hiç de zor değildir. Günlük hayatımızı şöyle bir gözden geçirsek, ne kadar lüzumsuz işlere ne kadar zaman sarf ettiğimizi bir düşünsek, ömürden tasarruf etmenin ne demek olduğunu çok iyi anlarız. Lüzumsuz kelâm konuşmaktan, lüzumsuz kelime yazmaya kadar her şeyde bir israf kaleminin bulunduğunu görürüz.
Birkaç kişi bir araya gelip sohbet ederken, ne dünyamıza, ne de ahiretimize bir faydası olmayan boş şeyler konuşarak sarf ettiğimiz zamanlar, televizyon karşısında, bilgisayar başında ve faydasız meraklarımızın peşinde harcadığımız dakikalar ve saatler, ömür sermayesinden gitmektedir. Bunları terk etmekle, ömürden tasarruf etmiş, fani sermayemizi bâkî bir servete çevirmiş oluruz.
09.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Obama ve Türkiye |
|
Obama’nın Türkiye’ye yaklaşımı noktasına kafalar biraz karışık. Nazarî ve ideolojik duruş olarak Obama’nın Türkiye’ye pek sıcak olmadığı bir gerçek. Ancak bu bakış açısı realpolitik ile tadil edilebilir ve dengeye oturtulabilir. Obama’nın Türkiye’yi muhtemel olumsuz bakışı arkasında iki neden yatabilir. Bu nedenler, bir şekilde aslında ırkçı rejimin yıkılmasından sonra Güney Afrika cumhurbaşkanlığına getirilen Mandela’nın Tükiye’nin vermiş olduğu bir ödülü reddetmesi ve buna mukabil PKK’lı çevrelere sıcak davranması ve kucak açmasıyla mukayese edilebilir.
Mandela PKK gibi Fas’ın ayrılıkçı bölgesi Batı Sahra’nın bağımsızlığı için mücadele eden Polisaryo örgütüyle de sıcak temaslar kurmuştu. Ama arkasından Abdulkerim Hatip gibiler bu makus fotoğrafın yerli yerine oturmasına katkıda bulunmuş ve yardımcı olmuşlardır. Muhtemelen Obama’nın da benzeri refleksleri olacaktır. Ayrımcılığa ve dışlanmışlığa, ötekileştirmeye ve ezilmeye maruz kalan bir kitlenin temsilcisi olarak elbette ki Obama’da da bazı psikolojik tortular olacaktır. Jesse Jackson’ın da ifade ettiği gibi, bu psikolojik etki İsrail karşısında Filistinlilerle tabiî dayanışmaya neden olacaktır. Türkiye karşısında da Ermenilerle dayanışmayı beraberinde getirebilir. Kaldı ki Ermeniler, Yahudilerden ve Yunanlılardan sonra ABD’nin örgütlenmiş en etkili lobileri arasında yer alıyor. Bununla birlikte bu refleks bütünüyle yersiz veya haksız da değil. Nitekim, Carter da, Camp David’in mimarı olmasına rağmen Filistinlilerin Güney Afrika’daki Apathaid/ırkçı rejimden daha ayrımcı bir muameleye maruz kaldığını ifade etmiştir.
Obama’nın kadrosu da Ermeni tezlerine teşnedir ve bundan dolayı Obama’nın bir 24 Nisan tarihinde Ermeni tezlerini benimseyebileceği söylenmektedir. Geçmişte bu tezler Senato ve Kongre duvarlarını aşsa da başkanların vetosuyla karşılaşmıştı. Bu defa belki Obama bu geleneği bozabilir. Ama bu dünyanın sonu olmaz. Lâkin Ahmet Davudoğlu’nun hatırlattığı gibi ABD veya yabancı güçler açılım içinde olan Türkiye-Ermenistan ilişkilerine gölge etmemeli ve hele hele soykırım tezlerine siyasî destek vererek kapanması gereken yaraya yeniden tuz sürmemelidir. Bu konuda Obama’nın acemi ve toy olduğu bir gerçek. Ayrıca Samantha Pawer gibi danışmanları da Ermeni tezlerine yakın duruyor.
***
Obama’nın şuuraltında ABD’de Kızılderili ve siyahların çektiğini Avustralya’da Aborjinler ve Filistin’de Filistinliler ve Anadolu’da da Ermeniler çekmişlerdir. Bu algıyı pekiştirenlerden birisi de Pawer gibi danışmanlardır. Bunun yanında Başkan Yardımcısı Biden de geçmişte Türkiye-ABD ilişkilerine gölge düşürmüş bir isimdir. Kıbrıs konusunda ısrarla Türkiye’nin işgalci olduğunu savunmuş ve bu uğurda Ecevit’i bile paylamıştır. Onun ötesinde Yunan ordusuyla istisnaî ilişkileri bulunan bir siyasetçidir. Kendisi deneyimli olmasına rağmen akil bir siyasetçi sayılamaz. Kendisini yakından tanıyanlar da bu özelliğine tanıklık ediyorlar. Dolayısıyla Biden’in yardımcılığında yürütülen Amerikan hariciyesi Türkiye ilişkilerinde krizlere adaydır. Bir diğer endişeli husus da Irak’tan çekilme bağlamındadır. Geçmişte Biden bu ülkenin üç bölgeye veya federal yapıya bölünmesini savunmuştur. Irak’a da Bosna veya benzeri modellerin uygulanmasını teklif etmektedir. Bu durumda Türkiye, Irak’ın parçalanmasından dolayı domino etkisiyle karşı karşıya kalabilir. Türkiye, bu açıdan Biden’in tekliflerini nefesini tutarak izliyordu. Bununla birlikte tablo bundan ibaret veya tek yanlı değil.
***
Türkiye bölgede düzenleyici bir ülke. Dengeleyici, ayarlayıcı, yumuşatıcı bir etkiye sahip. Obama yönetimi de Türkiye’nin bu özelliğini er geç fark edecektir. Fark etmemesi de mümkün değildir. Türkiye bölgesinde yatıştırıcı bir rol oynamaktadır ve Obama’nın politikaları da bu doğrultuda olacaktır. Gürcistan-Rusya, Suriye-İsrail arasında arabuluculuk benzeri girişimlerde bulundu. Bu özelliği Amerikalı duayen siyasetçiler nezdinde de takdir toplamaktadır. Ve övgüye mazhar olmuştur. Madline Albrigth ve Richard Armitage gibi eski hariciye mensupları Türkiye’nin bölgesel krizleri çözmede büyük bir aktör olduğunu teslim etmişler ve bu bağlamda Türkiye’ye ihtiyaç duyulduğunu belirtmişler ve önemine işaret etmişlerdir (Türkiye ve’l idaretü’l Amerikiyye el cedide, Muhammed Nureddin, Haliç gazetesi 4/11/2008).
Araplar ilk günden itibaren, Obama’yı analiz etmeye başladılar. Bu bağlamda el Cezire Obama ve Arap Dünyası adlı bir kitabı yayın hayatına soktu. Milliyet ve CNN Türk’ün Washington temsilcisi Ahu Özyurt’un yazdığı “Obama: Bir Kusursuz Fırtına kitabı da Türkiye’de bir boşluğu oldurmaya namzet çalışmalardan birisi. Mutlaka Obama gibi yeni siyasî figürleri çevresiyle birlikte gözlem altına almalı ve analiz etmeliyiz. Elbette son sıralarda bunu yapan düşünce kulüpleri var. Ama yetersiz ve bunların daha da artması gerekir.
Obama iktidarından neo-conların Türkiye’deki temsilcileri veya uzantıları da rahatsız. İlhan Selçuk gibilerin önem atfettikleri Akşam yazarı Oray Eğin, Obama - Türkiye bağlamını şu iki başlıkla ele alıyor: Ilımlı İslâm’a geri sayım. Oray Eğin de Engin Ardıç gibi Obama’nın içeriğinin/muhtevasının McCain’den farklı olmadığını ileri sürüyor. Şöyle diyor: Hem siyah, hem beyaz, hem Müslüman, hem Hıristiyan: Tam da ihtiyaç duyulan böylesi bir karışım tesadüf olabilir mi? Engin Ardıç ise şunları söylüyor: Hamam aynı hamam, tas aynı tas değişen sadece tellâk. Ama bu analiz tarzı meselenin basitleştirilmesidir. Mesele çok daha karmaşık.
09.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Besmelenin esrârı |
|
Ordu Ünye’den okuyucumuz: “14. Lem’a’nın 2. makamında Üstad Hazretleri, besmelenin altı sırrından bahsetmiş. Bu sırları özetle açıklar mısınız?”
Bedîüzzaman Hazretleri On Dördüncü Lem’a’nın İkinci Makam’ını Besmeleye tahsis eder; Besmelenin rahmet noktasında parlak bir nurunu altı sır içinde izah eder. Bu sırlar özetlenmez aslında; açtıkça açılan, her bir cümlesi değil, her bir kelimesi üzerinde ayrı ayrı durmak gerektiren sırlardır.
Biz gücümüz yettiği kadar ana noktalara işaret etmeye çalışalım:
Birinci Sır: Kâinat simasından yeryüzü simasına, yeryüzü simasından da insan simasına; yani kâinattan insana, yani arştan ferşe bir nuranî satır gibi uzanan üç Rubûbiyet ve Ehadiyet tecellisi vardır. Bunlar:
1- Ulûhiyet,
2- Rahmâniyet,
3- Rahîmiyet
Kâinatın her yanında, bütün varlıkların birbirleriyle yardımlaşmaları, dayanışmaları, birbirine saygı, sevgi ve ilgi duymaları Ulûhiyet mührünün tezahüründen başka bir şey değildir. “Bismillahirrahmânirrahim”de bulunan Allah lâfzı, böyle yüksek tezahürlerle bize kendisini gösteren Ulûhiyet sıfatına bakmaktadır. Yeryüzündeki bitkilerin ve hayvanların idaresi, terbiyesi ve işlerinin düzenlenmesinde görülen birbirine benzemeklik, uygunluk, düzgünlük, incelik, lütuf ve merhamet ise bize Rahmâniyet imzasını göstermektedir. Besmeledeki “Rahman” ismi de, Rahmâniyet sıfatına delâlet etmektedir. İnsanın mânevî mahiyetinde ve simasında bulunan nezaket duyarlılıkları, şefkat incelikleri ve merhamet pırıltıları ise bize Rahîmiyet sikkesini bildirmektedir. Besmeledeki üçüncü isim olan “Rahîm” ismi ise Rahîmiyet sıfatına işaret etmektedir.
İkinci Sır: Kur’ân, mahlûkatın bütününe hâkim olan Vâhidiyet içinde akılları boğmamak için, her bir şeyde Ehadiyet cilvesini gösteriyor. Meselâ bütün dünyayı birden gören güneşi dev cüssesiyle anlamak ve algılamak gayet geniş ve ihatalı bir nazar gerektirdiğinden; nazarı geniş olmayan halka güneşin zatını unutturmamak için, her bir parlak şeyde yansımaları vasıtasıyla güneşin zatı gösterilmelidir.—Temsilde hata olmasın—Cenâb-ı Hakk’ın Ehadiyet itibariyle her bir şeyde, her bir canlıda ve özellikle insanın mahiyetinde bütün isimleriyle çeşit çeşit cilveleri bulunduğu gibi; Vahidiyet itibariyle de her bir ismi bütün kâinatı birden kuşatmaktadır.
İşte “Bismillâhirrahmânirrahîm” kelimesi, Cenâb-ı Hakk’ın bütün kâinatı kuşatan Vahidiyeti içinde akılları boğmamak ve kalplere Cenâb-ı Hakk’ın Zâtını unutturmamak için Ehadiyet mührünün “Allah, Rahman ve Rahîm” isimlerinden müteşekkil üç mühim kaynağını göstermektedir. Yani bu üç ismin her bir şeyde kolayca görünen tezahürleri ısrarla nazara verilmekte ve kalplerin Cenâb-ı Hakk’ı unutmaması sağlanmaktadır. Bu üç ismin, bir İslâm nişanı olan Besmele içerisinde hayatımıza girmiş olması ve her hayırlı işin başında dilimizden düşürmememiz bundandır.
Üçüncü Sır: “Besmele”, bütün kâinata hâkim olan Rahmet hakikatinin arşına yetişmek için mü’minin elinde eşsiz bir vesile, hatırı sayılır bir şefaatçi ve yüksek bir Mi'rac hükmündedir.
Dördüncü Sır: Mahlûkatın her bir zerresinde, canlıların her bir hücresinde sayısız vahdet mühürleri vardır; fakat çoğu zaman kesret ve sebepler içinde zihni dağılan insan, Allah’ın birliğine intikal edemiyor. Bundan dolayı, Vahdet arkasında Ehadiyet mührünü göstermek gerekiyor. Ta ki, her şeyden doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın Zatına ulaşmak mümkün olsun. Varlıklara en cazibedar nakış, en parlak nur, en şirin tatlılık, en sevimli cemal ve en kuvvetli hakikat olan Rahmet ve Rahîmiyet mührü bunun için konmuştur. Bu Rahmetin kuvveti insanı Ehadiyet mührüne ulaştırır. “Besmele”, Rahmetten Ehadiyete ulaştıran bu sırrın bir unvanıdır.
Beşinci Sır: “Besmele” ile insan, mânevî simasının işaret ettiği Rahman ismine ulaşır.
Altıncı Sır: Hiçbir şeye muhtaç olmayan Cenâb-ı Allah’ın rahmet hazinesinin en birinci anahtarı “Besmele”dir.
09.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Onlara benzemek... |
|
Sahabeler, Peygamber Efendimizin (asm) sohbetinde bir an bile olsa, bulunma şerefine nâil olan güzide insanlar. Allah’a ve elçisine yakın olmayı hayatlarının hedefi bilen bu seçkin insanların hayatlarında ibret alınacak ne çok hakikatler var!
Hayalen on dört asır öncesine yolculuk yapıp onların tarih sayfalarına itina ile geçirilmiş hayatlarını okuyup da, “Ben olsaydım ne yapardım!” sorusunu kendimize yönelttiğimizde onların mertebesini bir nebzecik de olsa kavrayabiliyoruz. Kendi hususî dünyamıza ışık tutacak hakikatleri yakalayabiliyoruz.
Günümüz şartlarında bitip tükenmek bilmeyen, her gün bir yenisi çıkan problemler karşısında ruhu sıkılan insanın Sahabe hayatlarından alacak çok dersleri var!
Modern dünyanın insanı, hele de kadınları Asr-ı Saadet modelini hayat tarzı olarak benimsese, pek çok problemi ortadan kalkacak aslında! Çoğu zaman problemlerin aslında kendini geliştirmek için birer fırsat olduğunu kavrayacak! Hani ilâhideki “Derdim bana derman imiş” misâli gibi!
Kendi kimliğini tanımlama, eş ve annelik ile ilgili eğitim problemleri, aile içi şiddet, sosyal hayatta cinsiyet ayrımı, çalışma hayatının getirdiği problemler, ekonomik özgürlük, insan hakları…
Bunlar ve bunlara benzer bir dolu problemin ağırlığı altında ezilen günümüz kadınlarının, erkeklerinin Asr-ı Saadetteki o ruh-u aslîyi yeniden keşfetmesi kurtuluşu olacak…
Hz. Nesıbe (ra)
Hz. Nesibe’nin (ra) hayatını okurken bunları düşündüm. Ümmü Ümare olarak da tanınan bu kahraman Sahabe Hanım, Peygamber Efendimize Akabe’de biat edenler arasında. Yetmiş beş kişilik grub içinde Medineli iki hanımdan biri o. O biatta Medineliler kendilerini ve çocuklarını nasıl koruyorlarsa, aynen o şekilde Peygamberimizi de (asm) korumaya söz vermişler.
Hz. Nesibe (ra) hayatının son demlerine kadar verdiği bu söze sadık kalmış. Eşi ve çocuklarıyla pek çok muharebede Peygamberimize (asm) siper olmuş. Fedakârlıkları Peygamberimizin (asm) takdirini kazanmış. “Uhud Günü hangi yanıma dönsem Ümmü Umare o yanda çarpışıyordu” sözleri işte bu takdirin ifadesi…
Yalancı peygamber Müseyleme kendisini peygamber kabul etmeyen oğlunu işkence ile öldürdüğünde, ahirete iman Hz. Nesibe’ye merhem olmuş. Diğer oğluyla birlikte Müseyleme’ye karşı savaşan ordu içinde yer almış.
İkı cınsın eşıtlığı
Hz. Nesibe bir gün Peygamberimize (asm) gelerek “Her hükmün erkeklerden yana olduğunu görüyorum” der. Onun bu sözleri Ahzab Sûresinin 35. âyetinin inmesine vesile olur:
“Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, Allah’ın emirlerine uymakta sebat gösteren erkekler ve kadınlar, sadakat sahibi erkekler ve kadınlar, sabreden erkekler ve kadınlar, Allah’tan korkan erkekler ve kadınlar, zekât ve sadakalarını veren erkekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve kadınlar, namuslarını koruyan erkekler ve kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve kadınlar için Allah, mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”
Evet, kadın ve erkek ibadette, kullukta Allah’a yakın olmakta eşittir. Gerisi lâf ü güzaftır…
09.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bediüzzaman'ın sivil itaatsizliğe dair prensip ve formülleri |
|
Bediüzzaman’ın müsbet hareket çerçevesinde pasif direniş ve sivil itaatsizliğe kazandırdığı prensipler ve formüller gerçekten harikadır. Herbirisi hem üstün formüllerdir, hem de halen güncelliğini devam ettiriyor. Bazılarını şöyle maddeleştirebiliriz:
*Müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek. Yani, Allah’ın rızasını düşünerek sırf iman hizmetini yapmaktır. 1
* Müstebit, diktatör, insan hak ve hürriyetlerini reddeden rejimle barışmamak gerektiğini söyleyen Bediüzzaman, meseleyi şöyle açar:
“Bu rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var. Ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risâle-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır… Risâle-i Nur’un şakirtlerinden en müthiş bir muhalif, rejim müessesesini tel’in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Fikir ve vicdan hürriyeti onları temize çıkarır.” 2
* Siyasî literatürde, demokrasinin temel esaslarına aykırı olmamak şartıyla laiklik, devletin her türlü inanç ve düşünce karşısında tarafsız kalmasıydı. Laikliğin tanımını yapan, ancak jakoben laikliğe sahip çıkmayan Bediüzzaman, lâik cumhuriyeti ise, dini dünyadan ayıran, ancak dini reddetmeyen, dinsiz olmayan bir sistem olarak kabul eder. Cumhuriyetin lâik mânâsını da, bîtaraf (tarafsız) kalmak, yâni hürriyet-i vicdân düstûruyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişilmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişilmez bir hükûmet telâkki eder. 3
Ancak, sosyal bir olgu olarak fıtraten dindar bir milleti yönetmek için elbette dindarlığa taraftar olunması ve teşvik edilmesi gerekir. Hem madem, laik cumhuriyet, prensibiyle bîtarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemeli. 4
Lâik cumhuriyet, tarafsız kalır 5 diyen Bediüzzaman, o devreleri de, “Cumhuriyet devrinde laiklik dinsizlik olarak tatbik edildi, 6 “Dinsizlik laiklikten istifade ile kuvvet buldu,” 7 sözleriyle eleştirir.
* Bir şahsın kendi namına hazm-ı nefs edeceğini (kendisini yerebileceğini), tefahur edemeyeceğini (övünemeyeceğini); millet (ve cemaat) namına tefahur edebileceğini (gurur duyacağını), hazm-ı nefs edemeyeceğini ifade eder. 8
* Hayat, vahdet ve ittihadın (birlik ve beraberliğin) neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad (uyum içindeki birlik) gittiği vakit, mânevî hayat da gider. Tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar. 9
* Cüz’î hukuku (basit, küçük hakları), hatta hayatı, haysiyeti ve dünyevî mutluluğu kuvvetli rabıta olan güçbirliği için feda etmek. Ve tartışmalı mevzularda meşveret etmek. 10 Yani, fikir birliğine varmak için, çoğunluğun görüşünü benimsemek.
* Sonuç almanın çok şüpheli ve zor olduğu siyasete karışmamak, iktidarın nazarını kendine celb etmemek ve dünya ile meşgul olmamak. 11
* Asâyişe (sosyal düzene) mümkün olduğu kadar dokunmamak 12; bütün kuvvetiyle milleti anarşilikten muhafaza ve emniyet ve âsâyişi temin etmek için çalışmak.
* “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenemez” 13 âyetinin sırrınca, yani “suçun şahsîliği” prensibince dahilde asla güç, şiddet kullanmamak. 14
Dipnotlar: 1- Emirdağ Lâhikası, s. 455.; 2- Kastamonu Lâhikası, s. 206.; 3- Tarihçe-i Hayat, s. 187, 332.; 4- Age, s. 194.; 5- Tarihçe-i Hayat, s. 195.; 6- Tarihçe-i Hayat, s. 195.; 7- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 97.; 8- Sünûhat, s. 20.; 9- Barla Lâhikası, s. 87.; 10- Kastamonu Lâhikası, s. 181.; 11- Şuâlar, s. 326.; 12- Şuâlar, s. 429.; 13- Kur’ân, En’am, 164.; 14- Emirdağ Lâhikası, s. 455.
09.11.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Suna DURMAZ |
Hidayet yıldızları |
|
Efendimizin “Fitne sizden her birinizin evine girecektir” diye şerrinden korunmamız için ikaz ettiği fitnenin lûgat mânâsı “altın ve gümüşün iyisini kötüsünü ayırd etmek için ateşe atılması”dır. Fe-te-ne fiil kökünden türeyen fitne kelimesi, küfür, fısk ve fucur, kavga ve kargaşayı tanımlamada da kullanılır.
Nâtık-ı Ezelî olan Cenâb-ı Hak, bir âyet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Öyle bir fitneden sakının ki, geldiği zaman içinizden sadece zalimlere isabet etmez.” (Enfal: 25)
Yukarıdaki âyet ve hadisin ışığında Müslümanların içine düşmüş olduğu duruma bakarsak, zaaf noktamız anlaşılacaktır. Bu kadar maddî ve manevî servete sahip olmamıza rağmen zayıf düşmemizin tek sebebi, fitnenin ateşine düşüp birbirimizle uğraşmaktır. Bu ateş öyle bir ateş ki; sadece yaşayanlarımıza değil, ölülerimize kadar ulaşmaktadır. “Fitne kapılarını kapamak şeriatın güzelliklerindendir” kaidesine uyarak fitneden uzak durmak, görüldüğü yerde âcilen müdahalede bulunmak bu ümmeti kurtaracaktır İnşaallah. Bunun için de fitne sebebi olan veya olabilecek şeylerin tesbit edilmesi gerekir.
Ümmeti saran büyük fitnelerden biri, hiç kuşkusuz Sahabe-i Kirama dil uzatılmasıdır.
Sahabîler arasında tarihte vuku bulan olayları kendi aralarındaki ictihad meseleleri olarak görmeyip, onlardan birine (kendi adına veya milleti namına) tarafgir olmak ümmet arasında adaveti intac etmektedir. Mü'minlerin birbirine adavet beslemesi ise ümmeti topyekûn felâkete sürükler. Bediüzzaman’ın deyimiyle “Tarafgirlik ancak hak namına olursa haklılara melce olabilir. Şimdiki gibi nefis hesabına yapılan tarafgirlik haksızlara melcedir. Garazkârane tarafgirlik eden adamın fikirlerine şeytan gelip yardım etse, o adam şeytana rahmet okur. Karşı tarafa melek gibi bir adam gelse ona -hâşâ- lânet okur.” (Mektubat, s. 259)
Ehli-Sünnet ve Cemaat âlimleri, Resulullahın “Sahabîlerim gökteki yıldız gibidirler. Hangisine uyarsanız hidayete erersiniz,” “Ashabıma küfretmeyin, biriniz Allah yolunda Uhud Dağı kadar altın harcasa, onların bir müd veya yarısı infaklarının derecelerine yetişemez” hadislerinden yola çıkarak, Sahabîler hakkında ileri geri konuşmayı men etmişlerdir. Ve “Sahabîlerin arasında meydana gelen olaylarda hükmü Âdil olan Allahu Teâlâ verecektir. Bize bu konuda lâf söylemek düşmez” diyerek bu mevzuda yüz yıllar öncesinden son noktayı koymuşlardır.
İslâm dini, her biri birer “hidayet yıldızı” olan bu Sahabîler sayesinde bize ulaşmıştır. Onlar bu din uğruna mallarını ve canlarını feda etmişlerdir.
Onlar hayattayken Cennetle müjdelenen ve haklarında övgü dolu âyetler inen yüce şahsiyetlerdir.
Onlar maneviyatımızın birer sembolüdürler.
Onlara dil uzatmak, bir yerde bu dine dil uzatmaktır.
“Muhacirlerden ve Ensardan İslâma girmekte ilk öne geçenlerle bunlara tâbi olanlar... Allah onlardan razı oldu; onlar da Allah’tan razı oldular. Allah onlara altından nehirler akan Cennetler hazırladı ki, içlerinde sonsuz kalacaklar. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe: 100)
Efendimiz, imkân dahilinde kötülüğü men etmeyi emretmiştir. Elle, dille veya kalpte kötülüğe karşı buğz bağlamakla kötülüğü men etmemizi istemiştir bizden. Hatta sadece buğz etmeyi “ad’afü iman” yani “imanın en zayıf hali” olarak vasıflandırmıştır. Hz. Huzeyfe’nin (r.a) rivayet ettiği bir başka hadiste ise şöyle buyuruyor:
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, mutlaka iyiliği emredecek, kötülükten şiddetle sakındıracaksınız. Eğer bunu yapmazsanız, Allah’ın yüce katından size bir azap göndermesi muhtemeldir...”
İşte bu mânâda, Kuveyt mahkemesinin hidayet yıldızlarımızın en büyükleri olan Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer’e (r.a.) alenen küfreden bir erkek talebeye verilen hapis cezası Kuveyt’te gündemin önemli konularından biri.
Kuveyt’in çoğunluğunu teşkil eden Sünnî camia, hapis kararını tebrik edip desteklerken, “Aslında bu çocuğa böyle kin ve nefret tohumları aşılayan anne ve babasını hapsetmek lâzımdı” diyorlar.
Kuveyt nüfusunun % 25’ini teşkil eden Şiî camiada ise kimileri ‘kem-küm’ edip, Sahabeye küfür olayını “Kim Sahabî? Kim tarihî şahsiyet?” diye başka mecraya çekerek, bu iki güzide Sahabînin sahabeliği konusunda şüphe uyandırmak istemiş; Londra’da ikamet eden ve Sahabîlere hakaretten dolayı sabıkalı olup hakkında tutuklama kararı bulunan Yaser el-Habib gibi birisi de, mahkeme kararını tenkid edip, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i “üzerlerinde ümmet ittifakı olmayan şahıslar” olarak vasıflandırmıştır. Bu sözleriyle saygısızlıkta doruk noktasına ulaşan el-Habib “Bu karar insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı bir karardır. Dolayısıyla da âdil değildir. Bir masum aleyhine verilen bu karar Allah’ın gazabını çekecektir (!)” deme cür’etini dahi gösterebilmiştir. (27.10.2008, Kuveyt el-Vatan)
Kuveyt Şiî camiası içinde Sahabîlere küfrün caiz olmadığını söyleyenlerde var elbette. Bunlardan biri Seyyid Abdulmuhsin el-Kazvinî’dir. “Sahabelere küfretmek caiz değildir. İslâm uleması ve hikmet sahipleri ümmet arasında çıkabilecek olan fitne ve kerahiyete engel olmaya çalışmalıdır” diye açıklamada bulunmuştur.
Ancak Kazvinî’nin mesajının, son yıllarda giderek yükselmeye başlayan ve köşe bucaklarda duvarlara yazılan yazılarla Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Muaviye, hatta Hz. Aişe’ye kadar uzanan nefretin önünde daha yüksek bir sesle dillendirilmesi gerekiyor.
09.11.2008
E-Posta:
|
|
|
|