|
|
Sami CEBECİ |
Bir iman fedâisi |
|
Hazret-i Âdem’den (as) beri devam edip gelen iman ve inkâr mücadelesi, âhirzamanın en dehşetli zamanlarında fen ve felsefe yoluyla dünyayı etkilemiş, hususan yüzyıllarca İslâm âlemine merkezlik yapan Anadolu topraklarında da büyük mânevî tahribatlara sebep olmuştu. Özellikle genç nesillerin inançsızlık ve ahlâksızlığa sürüklendiği yıllarda; iki hayatını da fedâ ederek mânevî cihad meydanına atılan ve telif ettiği Risâle-i Nur tefsirleriyle iman ve İslâm esaslarını izah ve ispat eden Bediüzzaman Hazretlerinin etrafında halka tutan ve her türlü eziyet ve işkencelere din nâmına sabır ve tahammülle karşılık veren bir cemaat da meydana gelmişti. Isparta vilâyeti ve civar köylerde teşekkül eden ve saff-ı evvel olan bu heyetleri Bediüzzaman “Gül Fabrikası, Nur Fabrikası ve Mübarekler heyeti” gibi namlarla yâd ediyordu. Kur’ân’a ve imana hizmetlerinden dolayı 1935’te Eskişehir, 1943’te Denizli mahkeme ve hapishanelerinde çile çeken bu dâvâ adamları, 1948 yılında da aynı suçlamalarla Afyon Mahkemesi ve zindanlarına düştüler. Ancak, inandıkları dâvâlarından asla vazgeçmediler.
Böylesine mânen karanlık ve en dehşetli kara kışların hükümfermâ olduğu bir atmosferde, Konya PTT’sinde telgraf memurluğu yapan ve ecdadı Kafkasya’dan gelip Ermenek yaylalarında yerleşen bir genç olan Zübeyir Gündüzalp; Ermenekli Hacı Hafız Ahmet Efendi vasıtasıyla Sabri Halıcı ile tanışır ve Nurculuk hareketini ilk defa duyar. Daha sonra, lise talebesi olan Rıfat Filizer’den Küçük Sözler ve Gençlik Rehberini alarak mütalâa eden Zübeyir Gündüzalp, hayatının sonuna kadar bu dâvâya bağlanır kalır. O zamana kadar okuduğu sandıklar dolusu muhtelif kitaplar, Nur Risâlelerini çabuk anlamasında kolaylık vesilesi olur. 1944 yıllarında başlayan Nurları okuma heyecanı, onda Bediüzzaman’a karşı dayanılmaz bir sevgi ve bağlılık hissini uyandırır. Nihayet, 1946 yılında Mehdi Halıcı ile Üstadı Emirdağ’ında ziyaret ederler. Bu ilk ziyarette adını soran Üstada “Ziver, efendim” der. Üstadın “Gel bakalım, Zübeyir kardaşım!” şeklinde hitap etmesinden sonra, adı Zübeyir olarak kalır. Hz. Peygamber’in (asm) “Her peygamberin bir havarisi vardır. Zübeyr de benim havarimdir” hitabına mazhar ve cennetle müjdelenen on sahabeden birisi olan Hz. Zübeyr bin Avvam’a izafeten verilen bu isim, âdetâ bir sembol olmuştur. Bediüzzaman’ın vefatına kadar onun en yakın hizmetkârı, sır kâtibi, âhirzaman müceddidinin veziri, Nur Hareketinin mânevî güneşi, eşine ender rastlanan bir sadâkat âbidesi, ihlâs-ı tâmmın sembolü, âhiretini dahi fedâ etmeyi göze alabilen hakikî bir fedâkâr, Nurun kurmayı, Üstadın vefatından sonra Nur Hareketine yön verip sistemleştiren ve fitnelerin çıkmasını önleyen mânevî Hz. Ömer’i, içtimâî ve siyasî olaylarda Risâlelere göre rehberlik yapan hakikî kılavuz gibi daha birçok vasıflarla muttasıf olan bu iman fedâisi, elli bir senelik ömrüne yüz senelik hizmetleri sığıştırmaya muvaffak olmuş bir İslâm kahramanıdır.
“Zübeyir’imi kâinata değişmem” iltifatına mazhar olan Zübeyir Ağabey, Üstaddan sonra cemaat ve meşveret sistemini tesis etmeyi başarmış model bir şahsiyettir. Risâle-i Nur’un meslek ve meşrep esaslarını Hizmet Rehberi ile Beyanat ve Tenvirler eserlerini, Külliyattan derleyerek ilk cemaatın istifâdesine sunan kişi odur. Nur medreselerindeki mânevî eğitimin usûlünü öğretip vakıflık geleneğini tesis ettiği gibi, İslâm karşıtı yayınları püskürtmek için haftalık İttihat ve günlük Yeni Asya gazetelerinin kurulmasının öncülüğünü de o yapmıştır. Din nâmına siyaset yapılmasının ilk karşısına çıkan Zübeyir Ağabeydi. Üzerinden geçen kırk senelik zaman onun ne kadar haklı olduğunu açıkça gösterdi. “Ben hayatta olduğum sürece, Üstadımın mesleğini size bozdurmayacağım” diyerek, Nur Mesleğinin genleriyle oynayıp orijinalliğini bozmaya çalışanlara ilk karşı çıkan da odur.
2 Nisan 1971 yılında bekâ âlemine geçen ve otuz bine yakın muazzam bir kalabalıkla cenaze namazını kıldığımız ve arabaya koymayarak Fatih Camii'nden, Eyüp Sultan Kabristanı'na kadar eller üzerinde taşıdığımız Zübeyir Ağabey ve emsâli diğer Nur talebelerine Allah rahmetiyle muâmele etsin, ruhları şâd, mekânları Cennet olsun. Geride kalan bizlere de son nefese kadar, onlar gibi ihlâs, sadâkat, tesanüd, sebat, metanet, fedakârlık ve istikamet gibi makbul sıfatlar içinde kudsî hizmette istihdam olunmayı nasip etsin.
Zübeyir Ağabey için geleneksel hâle getirmeyi plânladığımız anma programlarının ilkini gerçekleştirdiğimiz Asya-Nur Kültür Merkezinde, anlatmaya çalıştığımız Zübeyir Ağabeyin hayatını ve mefkûresini dinleyen dostların bir kısmı gözyaşlarını tutamıyordu. Onu her tarafta ne kadar ansak ve anlamaya çalışsak yine de azdır.
09.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
AKP’de derin sıkıntı |
|
Kapatma dâvâsına AKP’nin “parti olarak” hangi tepkiyi verdiği ve daha önemlisi nasıl bir strateji takip edileceği konusunda kamuoyunun önüne açık ve net bir mesaj konulabildiğini söyleyebilmek mümkün mü?
Doğrusunu söylemek gerekirse, hayır.
İlk günlerde bir taraftan hamasî ve öfkeli açıklamalar yapılır, dâvâyı Ergenekon soruşturmasının misillemesi gibi gösteren, ama bilâhare “Kastımız o değildi” beyanlarıyla “düzeltilen” söylemlerde bulunulurken, diğer taraftan “Bu dâvâ sonrası oylarımız artacak, siyaset tarlamıza bereket yağacak” gibi tuhaf sözler sarf edildi.
Derken, milletvekillerine “Hiç kimse bu konuyla ilgili olarak konuşmasın” talimatı verildi.
Ve partinin yetkili organlarının konuyu değerlendirmesi ve uygulanacak stratejiyi belirlemek üzere toplanması için, üç hafta gibi hiç de kısa sayılmayacak bir sürenin geçmesi gerekti.
Bu zaman zarfında, genel başkanın koyduğu konuşma yasağı görünüşte işledi, ancak parti içindeki farklı görüş ve yaklaşımların, kaynağı gizlenerek medyaya yansıması engellenemedi.
Meselâ parti kapatmayı zorlaştıracak anayasa değişikliğini gündeme getirenlerin yanında, bunun doğru olmayacağı görüşünü savunanların da bulunduğuna ilişkin ayrıntılı bilgiler çıktı.
Söz konusu anayasa değişikliği için öngörülen farklı formüller de geniş bir şekilde yayınlandı.
Ama dediğimiz gibi, bütün bunlar olup biterken parti yönetiminin bir araya gelmesi üç haftayı buldu. Ve bu durum, hayli zamandır AKP içinde alttan alta seslendirilen ve yavaş yavaş su yüzüne de çıkmaya başlayan “Ortak aklı işletemiyoruz, tek adam sistemine döndük” eleştirisini haklı çıkaran bir tabloyu gözler önüne serdi.
Bu arada, geçen hafta grup başkanvekillerinin milletvekilleriyle 60’arlı gruplar halinde yaptıkları toplantılardan basına yansıyan bilgiler, kapatma dâvâsının ötesinde, partide ciddî bir sıkıntı birikiminin oluştuğunu gösterir nitelikte.
Bu toplantılarda dile getirilenlerden birkaçı:
* “22 Temmuz seçimlerinden sonra parti ve hükümet iyi yönetilmiyor. Başarısız gidiyoruz.”
* “Sivil Anayasa çalışması vardı. Ne oldu bu çalışmaya, gören var mı sivil anayasayı? Niye sivil anayasayı gündeme getirmeyip beklettiniz?”
* “Gerginlikten dolayı siyaset ve ekonomide yaşanan olumsuz hava dağıtılmalı. Bu gündemle Türkiye daha fazla gitmemeli. Gündemi değiştirecek adımlar atın. AB reformlarına hız verin. 301. madde değişikliğini TBMM’ye sunun.”
* “Esnaf büyük sıkıntı içinde, kan ağlıyor. Buna rağmen Maliye esnafın üzerine gidiyor. İki koldan sürekli denetimler yapılıyor. Artık yeter. Maliye Bakanını uyarın. Buna bir çare bulun.”
* “Halkın büyük kesimi ekonomik sıkıntılardan dert yanıyor. Anayasa değişikliği paketine ekonomi paketi de eklensin.” (Vatan, 28.3.08)
Yalnızca bu bilgi kırıntıları bile halkın nabzını tutan milletvekillerinin gerçek durumla örtüşen tesbitlerini ortaya koyarken, Başbakanın ve ona yakın isimlerin muhtemelen “halka moral vermek için” çizmeye devam ettikleri pembe tabloların bizzat AKP’nin Meclis grubu içerisinde bile mâkes bulmaktan uzak olduğunu gösteriyor.
İşin ilginç tarafı, AKP’nin arkasındaki seçmen desteğini ciddî oranda arttırdığı 22 Temmuz seçimlerinin üzerinden bir sene bile geçmeden böyle sıkıntılı bir tablonun ortaya çıkmış olması.
Halbuki görünüşte bütün şartlar AKP’nin lehinde. 27 Nisan sürecindeki mâlûm dayatmalara rağmen seçimden zaferle çıkarak yine tek başına iktidar olmuş. Dahası, Cumhurbaşkanlığına, kendi içinden bir ismi seçmiş. Böylece, geçen dönemde icraatına takoz koymasından şikâyet ettiği Çankaya’yı engel olmaktan çıkarmış.
Peki, buna rağmen dokuz ay içinde böyle bir tıkanma noktasına gelinmiş olmasının izahı ne?
22 Temmuz’da yakalanan ve 28 Ağustos’taki cumhurbaşkanı seçimiyle perçinlenen eşsiz fırsat acaba niye gerektiği gibi değerlendirilemedi?
09.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
Bir bestenin hikâyesi |
|
Cenâb-ı Hak kimseyi evlât acısıyla imtihan etmesin. Ederse de sabır ve dayanma gücü ihsan etsin. Aşağıda sözlerini okuyacağınız bestenin hikâyesi de işte böyle bir acıyla ilgili.
Müziğimizin zirvesi Dede Efendi’nin ilk çocuğu Salih, 1802 yılında doğmuştur. Ne var ki, Salih henüz 3 yaşında iken vefat eder. Yenikapı dergâhı kabristanındaki bu çocuğun mezar taşının kitâbesi şöyledir: “Musâhib-i Şehryâri Hammâmîzade İsmâil Dede‘nin oğlu merhûm ve mağfûr Mehmed Salih Dede'nin ruhıyçün el-Fatiha’’ .
İşte Dede Efendi aşağıdaki Beyâti makamındaki bestesini oğluna, mersiye olarak bestelemiştir. Eserin sözleri şu şekildedir:
“ Bir gonca –femin yaresi vardır ciğerimde
Ateş dökülürse yeridir serimde
Her lâhza hayali duruyor dîdelerimde
Takdire nedir çâre bu varmış kaderimde…”
“Ciğerimde, bir tomurcuk ağızlının yarası vardır. Ateş dökülse yeridir başımda. Hayali her an gözlerimde duruyor. Takdire ne çare ki, kaderimde bu varmış.’’
Bir hatıra
Müziğimizin son dönem en büyük bestekâr ve sanatkârlarından Cinuçen Tanrıkorur merhum anlatıyor:
“Adalet Hanımın Cibali Tütün Fabrikası’nda kısım amiri olan, ünlü ‘Erenler’ şarkısının bestekârı merhum neyzen Süleyman Erguner, fabrikanın yemekhanesindeki sahnede, fabrikada çalışan amatörlerle öğle yemeklerinden sonra fasıl yapar, müzik meraklılarına hoşça vakit geçirtmiş.
“Efendim’’ demiş Adalet Hanım bir gün yemekte, Bbenim 8 yaşında bir oğlum var, sesi güzel; bir gün getirsem dinler misiniz?”
Süleyman Bey de nezaketinden olmaz diyememiş. Çocuk gelmiş. Meşkten sonra, gönül-süzlüğü belli olan bir tonla “Oku bakalım ne biliyorsan” diyen Süleyman Beye, o 8 yaşındaki çocuk , III. Selim’in
‘Ab-ü-tab ile bu şeb haneme canan geliyor
Halvet-i ülfete bir şemi şebistan geliyor.
Perçem-i ziver-i duş ü nigeh-i afet-i huş
Dil-i sevdazedeye silsile cünban geliyor’ sözleriyle başlayan Suzidilara Yürüksemaisini usulünü de vurarak okumaya başlamaz mı?”
Tarsus
Geçtiğimiz Cumartesi günü Kutlu Doğum Haftası faaliyetleri çerçevesinde Tarsus’taydık. Doğrusu mütevazi bir Anadolu ilçesi ile karşılaşmayı bekleyen ben, ilk kez geldiğim bu ilçenin bir ilden hiç de geri kalır yanının olmadığını görünce şaşırdım desem yeridir. Ancak bu şehri tamamlayan adeta kuşatan manevî iklimini özellikle zikretmek gerekiyor. Tarsus deyince akla ilk gelen Ashab-ı Kehf, Tarsus’un adeta kalbi ve ruhu. Bunu o mübarek mekânı ziyaret edince daha iyi anlıyor insan. Cenâbı Hakk’ın yüce Kur’ân’ında yer verdiği müstakil bir sûreye konu olan bu yeri ziyaret ederken içinizi tarifi imkânsız bir ürperti ile birlikte karışık duygular kaplıyor. Kur’ân da bahsi geçen mağarada olmak, O Allah (c.c) âşıklarının asırlarca uyuduğu mekânda aynı havayı teneffüs etmek nasıl ürpertmez insanı. Kısa da olsa bu ziyaretimizin ardından öğleden sonra programın yapılacağı şehir merkezindeki Kültür Merkezine geçtik. Salon program başladığında tamamen dolmuştu Elhamdülillah. İki cihan güneşini anlatan konuşmaların ardından saz arkadaşlarımızla sahnedeki yerimizi aldık. Tasavvuf müziğimizden en sevilen ilâhile-rimizi paylaştık. Bediüzzaman Hazretleri ile alâkalı besteleri seslendirdik. Küçük bir sürpriz yaparak sahneye Tarsuslu 4 küçük kardeşimizi de davet ettim. Onlarla birlikte Aziz Üstadım isimli eserimizi seslendirirken ayrı bir haz aldığımı söylemek isterim. Başta Serpil Çintimur Hanımefendi olmak üzere bütün Tarsus Yeni Asya Hanımlar Komiyonu, Yasin Yıldırım Bey ve emeği geçen bütün kardeşlerimiz haftalardır süren çabalarının karşılığını almaktan ve teveccühün bu denli fazla olmasını görmekten dolayı mutlulardı. Bu vesileyle bizlere de bu manevî atmosferi yaşattıkları için teşekkür ediyorum.
Gönülden Dile
“Mûsıkî hikmete dair fendir ,
Bilene bilmeyene rûşendir.
Nice esrarı var idrak edecek
Yeri gelir sîneleri çâk edecek.”
Erzurumlu İbrahim Hakkı
09.04.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Faruk ÇAKIR |
İki okul bahçesi |
|
Kamuoyunun, ‘Bu filmi daha önce de görmüştük’ dediği hadiseler çoğalmaya başladı. ‘Provokatör’ olduğu tartışmasız kişiler, insanların gözlerinin içine baka baka, Türkiye’yi 12 Eylül benzeri bataklıklara sürüklemek istiyorlar. Her ne kadar bu ‘oyun’ hissedilse de, tuzağı bozmak için gerekli adımlar kararlılıkla atılamıyor.
İki okul ve iki bahçe, Türkiye’nin gündeminde. İlki Antalya’da bir üniversite ve bahçesi. İkincisi de İstanbul’da bir özel kolej ve bahçesi. Birincisi, yani Antalya’daki üniversite bahçesinde kavga, gürültü var ve silâhlar patlamış. İkinci okulda, yani İstanbul’daki kolej bahçesinde ise ‘başörtülü öğrenciler’ görülmüş.
‘Bir kısım medya’ya göre, üniversite bahçesinde patlayan silâhlar tehlikeli değil, ama İstanbul’daki bir özel okul bahçesinde görülen ‘başörtülü öğrenciler’ ise büyük bir tehlike!
İnsaflı olmak lâzım: Herhangi bir lise öğrencisinin başörtüsü takması mı ‘tehlikeli’ yoksa bir üniversitede silâhlı çatışma olması mı? “İyi, ama lise öğrencisinin başörtüsü takması yasak” diyenler olabilir. Böyle bile olsa, asıl bu yasağa itiraz etmek gerekmez mi? Başörtüsü takmak eğitimin kalitesini mi düşürüyor, yoksa eğitimi mi engelliyor? Asıl manşet olması gereken şey, üniversitelerde silâhlı provokatörlerin cirit atıyor olması değil midir? Bunu görmeyip, başörtülü öğrencilerle uğraşmak en basit ifadesiyle ‘ayıp’tır.
Geçmiş dönemlerde de çeşitli provokasyon hadiselerine şahit olan Türkiye, inşaallah bu tuzağa düşmez. Bu konuda sorumlu olanlardan biri de medyadır. Asıl tehlikeyi görmeyip, hayalî tehlikelerle milleti meşgul etmeyi tercih ederse, son tahlilde kendisi de zarar eder. Zaten sarsılan itibarı tamamen yok olur, inandırıcılığını da kaybeder.
Netice itibarıyla ‘irtica dosyası’nı kabartacak haberlerin manşet olması, provokatörlerin işine de yarar. Kamuoyu bu hayalî ‘tehlike’lerle meşgul olurken, ihtilâl ve ara dönemlere zemin hazırlamak için çalışanlara gün doğar. Bu oyunu bozmakta fayda var.
Çare, gerek lise ve gerekse üniversitelerdeki başörtüsü yasağını sona erdirmektir. Bu anlamsız yasak devam ettikçe, böyle tartışmalar da devam eder. Türkiye’nin seçtiği istikamet; daha hür, daha demokrat olmak ise; bu yasaklarla bu yolda ilerlemek mümkün değildir. Hür dünyada olmayan bir yasak, Türkiye’de niçin olsun? Meselâ, Almanya’da başörtüsüyle ilk okula devam edebilen bir ‘gurbetçi çocuğu’ kendi ülkesinde niçin devam edemesin?
Bu yasağı Türkiye’de anlatmak ve kabul ettirmek mümkün olmadığı gibi, dünyaya da anlatmak ve kabul ettirmek mümkün değildir. Lâf kalabalığıyla, sloganla iş görme devri çoktan sona erdi. İnsanları ‘ikna’ etmeden icraat yapma devri gerilerde kaldı.
Gerek medya ve gerekse Türkiye’yi ‘idare edenler’ asıl tehlikenin okul bahçesindeki ‘başörtülü öğrenciler’ değil, üniversite bahçesindeki silâhlı, sopalı provokatörler olduğunu lütfen görsün. Görsün ve ona göre tavır alsın ki, yeniden ‘kayıp yıllar’la karşı karşıya kalmayalım. Başka türlü ‘tuzak’ları ve ‘süreç’leri aşmak mümkün görünmüyor...
09.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
Roller değişti |
|
Kapatma dâvâsının şoku yeni yeni atlatılıyor. İlk günlerde AKP ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, gerginliği arttıran bir konumdaydı. MHP ve CHP ise “istemem yan cebime koy” mantığı ile daha sakindi. Son günlerde roller değişti. Şimdi AKP sakin ve mutedil, MHP ve CHP hırçın ve kızgın.
Rol değişikliği sadece söylemden kaynaklanmıyor. Eğer AKP demokratikleşme düzenlemesini genişletme kararı almadan “geri adım” atsaydı muhalefet için “ballı kaymak” olacaktı.
Ancak, AKP—en azından şimdilik—bu oyuna gelmedi. TCK 301. maddenin aniden TBMM’ye sunulması, 7 saat süren MKYK’da “kapsamlı demokratikleşme paketi”nin çıkması kapatma dâvâsından medet uman muhalefeti kızdırdı.
Baykal ve Bahçeli’nin grup toplantılarındaki söylemi sadece bu düzenlemelere karşı çıkmakla sınırlı değildi. AKP’yi ve Başbakan Erdoğan’ı tahrik de vardı. Malûm, Başbakan bu tür tahriklere çok çabuk gelen bir yapıya sahip. Muhalefet de bunu kaşımaya çalışıyor.
Bu arada, MHP söylemden eyleme de geçmeye hazırlanıyor. Parti, TCK 301. madde değişikliğini engellemek için 2 milyon YTL ayırdı. Kampanya çerçevesinde bilboardlara, gazete ve televizyonlara ilân verilecek.
MHP, 301 konusunda o kadar kararlı ki Bahçeli, bunun yeni bir kapatma gerekçesi olacağı müjdesini(!) bile verdi: “Sayın Başbakan kendini kurtarma telâşıyla bu yola saparsa, bu kez de partisini, Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı fiil ve eylemlerin odağı haline getirmekte de önemli bir mesafe katedecektir” dedi.
Eğer zora düştüğünüz anda demokratikleşmeyi hatırlarsanız her zaman bu suçlamalarla karşılaşırsınız. AKP, demokratikleşmeyi belirli gün ve haftalarda kutlanan özel günler yerine, 365 güne yayacak şekilde ele almamasının sıkıntısını çekiyor. Ancak zararın neresinden dönülse kârdır.
Bahçeli’yle ilgili şu notu da söylemeden geçemeyeceğim. Üniversitelerde başlayan gerginlikte MHP’nin adının geçmesine karşı da kararlı bir duruş sergiliyor. Bahçeli, “Tahrik ve tertipler ne derece büyük olursa olsun, MHP’liler demokratik tepkiler haricinde hiçbir girişime alet olmayacak” dedi. Bahçeli’nin bu sözünün de üzerinde durulması gerekiyor. Bahçeli’nin, geçmişte bir çok olayın içinde bulunan partisini demokratik tepki sınırına çekmeye çalışması önemli.
Baykal ise her zamanki gibi... Muhatabının üslubunu eleştirirken daha ağırını kendisi yapıyor. Erdoğan’la karşılıklı tahrikleşme oyununa katkıya devam ediyor. Gerginliği devam ettirmeye uğraşıyor.
09.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Recep İvedik ile Yakup Cemil karışımı |
|
Geçtiğimiz günlerde gazetelerin tamamında ve Sabah’ın manşetinde bir fotoğraf vardı. Sanki filimlerden alınmış bir sahne gibiydi. Gazetelere bakmadan İbrahim Özdabak beyin çizgisine baktığımda ilk aklıma düşen Recep İvedik portresi oldu. Meğerse öyle değilmiş.
Ergenekon tantanası çıktı çıkalı nedense üniversiteler huzurunu kaybetti ve yine kıpır kıpır. Bakıyorsunuz, yıllardan beri küllenen sağ-sol kavgası yeniden yaşanmaya başladı. Bütün bunlar tesadüf mü? Özellikle de Üniversiteler Arası Kurul’u temsil eden rektörün görev mahallinde bu tarz olayların patlak vermesi tesadüfe hamledilebilir mi? Olay sadece bununla da kalmıyor. Recep İvedik ile Yakup Cemil kırması tipinde bu adam gün ortasında kurşunları namluya sürüyor ve artistik pozlar eşliğinde sağa sola ateş ediyor. Adam talimli ve tam bir profesyonel. Orası da Antalya mı Teksas mı belli değil. Rektör Mustafa Akaydın kampüs şehrin merkezinde yeraldığı için sızmaları önleyemediklerini söylüyor. Bu durumlar için ‘külahıma anlatsın’ derler. Ne hikmetse kampüs ‘silâhlı ve külahlı girilen ama böşürtüyle girilemeyen’ bir mahal haline gelmiş. Bunun da ötesinde İttihatçıların Yakup Cemil’ini andıran bu fedai de nereden çıktı? Adam kendi halinde ve kimsesiz imiş ve bazen MHP bağlantılı kuruluşlara takılıyormuş. Neden MHP? Bilindiği gibi, 1980 öncesinde MHP silâhlı kutuplaşmaların odaklarından biri olmuş ve sağ-sol kavgası Türkiye’yi darbe ortamına sürüklemişti. MHP il yönetiminin savunması da gerçekten çok ilginç. Kimsesiz ve sahipsiz bir adammış. İşte asıl şaşırtıcı olan da bu değil mi? Zaten Türkiye’de bu tür eylemleri hep bu tarz adamlar işlemiyor mu? Fail-i meçhullerin meçhul failleri! Bu adam kimsesiz ve sahipsiz ise üzerindeki takım elbise ne oluyor? Onun ötesinde eline tabancayı kim tutuşturmuş olabilir? Karşımızda Alparslan Arslan gibi bir vaka duruyor. Arslan elbetteki kimsesiz sayılmazdı ve sonra bağlantıları ortaya çıktı. Daha önce de Türkiye’de Alevi-Sünni kavgasını tetikleyecek isimlerden birisi olan ve tutumu Ergenekon yapısını hatırlatan Mehmet Ali Buldan (Kuldan) da böyle bir meçhul portre idi. Bu meçhul adamlar bir takım karanlık dehlizlerde hazırlanıyorlar ve hini hacette kiralık silâh olarak piyasaya sürülüyorlar. MHP ile bağlantısı ortaya çıkarılmasaydı muhtemelen sakallı İvedik’in faturası İslâmî kesimlere kesilebilirdi. Aslında, burada buz dağının görünmeyen kısmında da Ergenekon’un dinî yapılanması var. Bu hususta dolaylı ilk yazılardan birisini Cemal Doğan kaleme aldı.
***
Tayyar Şamil veya Bülent Orokoğlu gibiler Türkiye’de Ergenekon tipi 25-50 örgüt veya yapılanma olduğu tespitinde bulunuyor. Ergenekon’un dinî boyutu aslında 28 Şubat sürecinde gün yüzüne çıktı. Ondan önce de Ahmet Emin Yalman suikastında da ortaya çıkmıştı. Bu süreçlerde kurguyla oluşturulmuş kontra cemaatların varlığıyla tanıştık. 28 Şubat sürecinde kanal kanal gezen ve tek tip kıyafetleriyle arz-ı endam eden Aczmendiler neden sonra yer yarılıp içine girdiler? O yapıya ne oldu? Sahibi ve bağlantılı bütün figürlerin böyle bir derin yapının parçası olduğu ortaya çıktı. Aslında, Susurluk skandalında sağ ile solun aleniyette kavgalı ama gizlide iç içe ve ortak olduklarını görmüştük. Örfi Çetinkaya gibilerin 12 Eylül öncesi çarpışan hem sağa hem de sola silâh servisi yaptıkları ortaya çıkmadı mı? Big Brother sistemi maşaların ellerine birbirini öldürecek silâhlar sıkıştırıyor. Sonra da düdüğü çalıyor. Bu yapıdaki veya yapılardaki görünmeyen boyut Aczmendiler gibi kontra cemaatlardır. 50 yıl öncesinde de Aczmendilerin yerinde kurmaca başka bir cemaat vardı: Ticaniler. Görevlerini yapıp sıvışmışlar ve sırra kadem basmışlardı. Bugün Türkiye’de iki tip cemaat var. Bunlardan birisi sızmalara sahne olsa da merkezi kontrolünü kaybetmeyen reel ve hakiki cemaatlar. Diğeri de merkezini Ergenekon tarzı oluşumlara kaptırmış olan kurmaca ve kontra cemaatlar.
***
Kontra cemaatlar 28 Şubat sürecinin ürünü değildir. 12 Eylül’de devlet yeniden yapılandırıldığında birçok cemaat veya lideri bu ağa katılmış veya bünyeye devşirilmiştir. Nasıl Ömer U., Yakup Cemil’in modern türevlerinden birisi ise bu tür kontra cemaatlar da 28 Şubat sürecinden daha eski süreçlerin ürünüdürler. Sadece zaman zaman yenilenme oluyor. Ama her süreçte kullanılmaya amadedirler. Bunun küçük örneklerinden birisini Gazeteci Tuncay Güney’in sergüzeşt veya serencamında da yaşadık.
09.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ömür boyu devam eden imtihan |
|
“And olsun ki Biz, sizi birtakım korkular ve açlıklarla ve mal, can ve ürün eksikliğiyle imtihan edeceğiz.”1
Böyle buyuruyor bir âyetinde Rabbimiz.
Demek emniyet, bolluk, zenginlik, refah olduğu gibi korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliği de birer imtihandır. Kula düşen hangi halde bulunursa bulunsun takınacağı tavrı bilmek, Allah’ın rızasını aramak olacaktır.
Devamındaki âyetlerde nasıl hareket edeceğimiz ise şöyle dile getirilir: “Sabredenleri müjdele! O sabredenler ki başlarına bir musibet geldiğinde ‘Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine O'na döneceğiz’ derler. İşte Rablerinin mağfiret ve rahmeti onların üzerinedir. Doğru yola ermiş olanlar da onlardır.”2
Mükâfatı büyük bu sabır, altından kalkılamayacak derecede zor, çetin bir mesele midir? Değil şüphesiz. Çünkü Allah hiçbir kuluna altından kalkamayacağı bir yükü yüklemez. Kula düşen böyle bir anda sabretmek gerektiğini bilmek ve Allah’tan sabır istemektir. Çünkü Resûl-i Ekremin (asm) beyanıyla, “Âdemoğluna sabırdan daha geniş bir nimet verilmemiştir. Bir kimse sabretmek isterse Allah ona sabır verir.”3
Sabredecek kul. Allah, kuluna zulmetmeyeceğine göre mutlaka onun iyiliği için bunları yapıyor demektir. Her şeyden önce bizi arındırmak istiyor Cenâb-ı Hak. Bakın Allah Resûlü (asm) ne buyuruyor: “Erkek olsun, kadın olsun, bir mü’min Allah’ına günahsız ve tertemiz bir şekilde kavuşuncaya kadar, başından, çoluk çocuğundan ve malından belâ eksik olmaz.”4
Tertemiz olmak, günahlardan arınmak, Cennete lâyık hâle gelmek kolay mı? Bazan musibetleri gerektirebiliyor bu. Evet, musibetin bir yönü günahlardan arınmaktır. Diğer bir yönü ise kulun derece ve makamının yükselmesidir. Şüphesiz Allah adaletle muamele eder. Buyururlar ki Allah Resûlü (asm): “Allahu Teâlâ bir kimseye hayır dilerse, adalet-i İlâhiye gereği ve derecesini yükseltmek için onu musibete uğratır.”5
Demek musibetlere sabırla derecemiz yükseliyor.
Sonra Allah’ın kulunu sevmesinin bir alâmetidir musibet. “Mükâfatın büyüklüğü, belânın büyüklüğü nisbetindedir” buyuran Allah Resûlü (asm) “Allahu Teâlâ bir topluluğu severse, onları belâya uğratır” buyurur ve devam eder: “Bir kimse mukadderâta razı olursa, Allah ondan razı olur.”
Peki, ya mukadderâtına razı olmaz, sabır ve tahammülle karşılamazsa? O zaman da buyuruyor ki Peygamberimiz (asm): “Bir kimse belâya razı olmazsa, Allah’ın gazabına uğrar.”6
Demek musibetlere sabır çok şey kazandırıyor insana. Sabretmediğinde hem huzursuz oluyor, hem de gazaba müstehak hâle geliyor. Sabredip onca mükâfatı kazanmak nerede? İsyan ve şikâyete girip tahammül göstermeyerek gazab-ı İlâhîyi celbetmek nerede?
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 155. 2- A.g.s.: 156-157. 3- Riyazü’s-Salihîn ve Tercümesi, 1:53 (Hadis no: 26; Buharî ve Müslim’den.) 4- A.g.e., 1:81 (Hadis no: 49; Tirmizî’den.) 5- A.g.e., (Hadis no: 39; Buharî’den.) 6- A.g.e., 1:73 (Hadis no: 39; Tirmizî’den.)
09.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Türkiye laik değil ki, laik kalsın! |
|
Zaman zaman bazı kesimlerin, “Türkiye laiktir, laik kalacak!” diye yürüyüş veya söylemlerine şahit oluruz. Türkiye laik falan değil ki, laik kalsın! Ne tanımı gerçeğe uyuyor, ne uygulaması.
İstiklâl Savaşı’nın ardından ipleri ele geçiren CHP (İttihad ve Terakki Partisi’nin jakoben, müstebit kolu) liderinin, ilke ve inkılâpları yerleştirmek için hangi yollara başvurduğunu kendi ifâdelerinden takip edelim: “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asrî ve bütün mânâ ve eşkaliyle, medenî bir topluluk haline getirmektir. İnkılâplarımızın esas gayesi budur. Bu hakikatı kabul edemeyen zihniyetleri tar ü mâr etmek zarûrîdir.”1 Uygulanan laiklik de toplumu dinden soyutlayan “Militan laiklik”2 idi.
İngiltere Sömürgeler Bakanı Gladstone, Ocak 1938 yılında, hükûmet başkanına sunduğu raporda, “ihmal” olmadığını açıkça belirtmişti: “Savaş bize gösterdi ki, İslâm Birliği, imparatorluğun sakınması ve mücadele etmesi gereken en büyük tehlikedir. Ne mutlu bize ki, Kemal Atatürk, Türkiye’yi kavmiyetçi ve laik bir çizgiye yerleştirmekle kalmadı, aksine tesirleri çok derin olan reformlar yaptı. Bu reformlar, Türkiye’nin İslâmî tesirini kırdı.”4
Laik-seküler anlayışın hayatın her kademesinde uygulanmak istendiği, CHP’nin 1947 kongresinde, “Laiklik yalnız din ile siyaset arasında bir alâka kurulmaması değil, sosyal hayatın her yönü ile din arasında bir münâsebet kurulmamasıdır” şeklinde yer alır.5
Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal da, “Biz Avrupa’daki mânâda bir laiklik kabul etmiyoruz, devlet kontrolü olacaktır ve olmasında da fayda ve zarûret vardır”7 sözleriyle CHP zihniyetinin laiklik anlayışını ortaya koyuyordu.
Aslında laiklik bir idâre şekli ve bir rejim değildir. Ama, Türkiye’de bir rejim gibi algılandı. Oysa siyasî literatürde, demokrasinin temel esaslarına aykırı olmamak şartıyla laiklik, devletin her türlü, inanç, düşünce karşısında tarafsız kalmasıydı. Laikliğin tanımını yapan Bediüzzaman onu tüm yönleriyle ortaya koyar ve uygulama konusunda da yöneticileri ikaz eder:
“Lâik cumhuriyet, dini dünyadan ayırmaktır. Yoksa, dini reddetmek ve bütün bütün dinsizlik olmadığını biliyoruz. Laiklik, dine karşı tarafsız kalmaktır... Eğer lâik cumhuriyeti soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı bîtaraf (tarafsız) kalmak, yâni hürriyet-i vicdân düstûruyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişilmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişilmez bir hükûmet telâkki ederim.”8 “Hem, bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa taraftar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hâkimiyet cihetiyle lâzımdır.”9
“Lâik cumhuriyet, prensipleriyle tarafsız kalır”10 diyerek Bediüzzaman, gerçek târifini verir ve buna ters uygulamaların da, Hıristiyanlıkta olabileceğini11 söyleyerek muhalefet eder. O devreleri de, “Cumhuriyet devrinde laiklik dinsizlik olarak tatbik edildi”12 “Dinsizlik laiklikten istifade ile kuvvet buldu”13 sözleriyle eleştirir.
Bugün, aynı zihniyet, hâlâ aynı bağnazlığı devam ettirmiyor mu? Yasakların temelinde de bu vardır, verilen mücadelelerin de… Ve bu aldatmaca nereye kadar devam edebilir?
Dipnotlar: 1- Cumhuriyet’in 10. Yıl Nutku, 30 Ağustos 1925.; 2- C. Eroğlu, Demokrat Parti Tarihi, s. 91.; 4- Prof. Zekz?k, s. 94.; 5- Doç. Dr. Mümtaz’er Türköne, Modernleşme, Laiklik ve Demokrasi, s. 3.; 7- Sebilürreşad, Mecliste Anayasa Müsakereleri, c. 13, sayı: 320, Nisan 1961, s. 317.; 8- Tarihçe-i Hayat, s. 187, 332.; 9- age, s. 194.; 10- Tarihçe-i Hayat, s. 195.; 11- Mektûbât, s. 421.; 12- Tarihçe-i Hayat, s. 195.; 13- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 97.
09.04.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Bediüzzaman'ın asayişe bakışı |
|
Said Nursî'nin hayatını, mesleğini ve dünya görüşünü lâyıkıveçhiyle bilmeyenler, onunla ilgili söz ve yazılarında hata üstüne hata işlemekten bir türlü kurtulamıyor.
Aradan seksen–yüz yıllık bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Üstad Bediüzzaman'ın Mutlakıyet dönemi ile Meşrûtiyet'in ilânı (1908) günlerindeki rolünü bilmeyen, hatta tümüyle yanlış şekilde bilenler var.
Kezâ, onun bilhassa 31 Mart Vak'asındaki (1909) yatıştırıcı yönünü bilmediği gibi, aksine sanki kışkırtıcı bir rol oynamış gibi Said Nursî'yi öyle tanıyan ve tanıtan kimselere rastlamaktayız.
Aynı çarpıtılmış görüşler, maalesef Şeyh Said Hadisesiyle (1925) ilgili yorum ve değerlendirmelerde kendini gösteriyor.
Ne var ki, bu tarihten sonraki dönemler itibariyle, Said Nursî hakkında yazılanlarda, o zâtı herhangi bir vukuatla irtibatlandırmanın esâmisi dahi bulunmuyor.
Meselâ, İzmir Sûikastı (1926) Menemen Hadisesi (1930), Ticaniler Vak'ası (1951), Malatya Hadisesi (1952), 6/7 Eylül Olayları (1955) gibi...
Yani, Said Nursî'nin 1925–1960 yılları arasında geçen 35 yıllık zaman zarfında yaşanmış "irtica–mirtica kokulu" hiçbir hadise ile doğrudan, yahut dolaylı şekilde herhangi bir irtibatı kurulamıyor.
Evet, en ahmakça yorum ve değerlendirmede bulunanların dahi, bu noktada suçlayıcı herhangi bir iddia veya isnatları bulunmuyor. Yok, yok...
Acaba, bu son derece açık ve yalın gerçeğe rağmen, Said Nursî'yi 1925'ten evvelki menfî hadiseler sebebiyle karalamaya çalışanların aklına şu suâlin gelmemesi garip değil mi: "Yazmış olduğu eserleri ve kazanmış olduğu talebeleri itibariyle, özellikle 1925'ten sonra en güçlü dönemini yaşayan Bediüzzaman Said Nursî'nin karıştırıcı, kışkırtıcı, yani menfî herhangi bir hareketine niçin rastlanılamıyor? Kendisi olmadık sıkıntılara düçâr edildiği, hapis, sürgün, zindan, zehirlenme gibi türlü işkenceli bir muameleye mâruz bırakıldığı halde, neden hiç kimseyi incitmedi veya misillemede bulunmadı? Üstelik, misillemede bulunulmamasını ve intikamının alınmamasını talebelerine tavsiye etti, vasiyet etti?"
Evet, kalbinde, vicdanında bu suâllerin cevabını arayan ve bulan bir kimsenin, Said Nursî'yi nisbeten karanlıkta ve sis perdesi altında kalmış olan 1907–1925 yılları arasındaki o çalkantılı dönemler itibariyle de suçlamaya, yahut karalamaya çalışmaz.
Zira, bir kimsenin siyaset, kuvvet veya şiddet yoluyla hedefe varmak gibi bir düşüncesi varsa, bunu hayatının her safhasında fırsat buldukça açığa vurur. Mutlaka bir takım teşebbüslerde bulunur.
Ne var ki, Said Nursî, hayatının hiçbir devresinde kuvvet–şiddet metoduna tenezzül etmiş değil. Bilâkis, bu tarz bir metodun, dahilde hiçbir sûrette kullanılmaması gerektiğine inanmış ve bunu da daima talebelerine ders vermiştir.
Hakikat budur, bundan ibarettir. Gerisi ya kasıt, ya da cehalet kaynaklıdır.
Yazımızın sonunu, Üstad Bediüzzaman'ın "son dersi"ndeki bir ifadesiyle bağlayalım: "Aziz kardeşlerim! Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. ...Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir. ...Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. ...Bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâyişi muhafazaya çalışmışım." (Emirdağ Lâhikası, s. 455)
Tarihin yorumu
Mora Zaferinden Çeşme Fâciasına
1770'li yıllar, Osmanlı–Rus gerginliğinin had safhada olduğu bir dönemdir.
Rus Çarları, hemen her fırsattan istifade ile, Osmanlı tebaasını kışkırtarak onları isyana teşvik ediyordu.
İşte, 1770 yılı başlarında da, yine öyle bir vukuat yaşandı. Mora'daki Rumları Osmanlı'ya karşı harekete geçiren Ruslar, bölgede isyan çıkarttı.
70 bin kişilik kuvvetle isyanı bastırmaya giden Muhsinzâde Mehmed Paşa, Rus kuvvetlerini bozguna uğrattı ve bölgede sükûneti sağladı.
Ne var ki, Ruslar bu mağlubiyeti kabullenemediler ve Temmuz ayında çok gizli bir planı devreye soktular. İngilizler'den de yardım alan Ruslar, Çeşme limanında bulunan Osmanlı donanmasını gece vakti ateşe verdiler.
Limanın dar ve gemilerin de bitişik nizamda olması hasebiyle, yangın kısa zamanda yayıldı ve bütün donanmayı yakıp küle çevirdi.
Bu hadise, Osmanlı deniz gücünde adete bir dönüm noktası oldu. Cezayirli Hanan Paşa, bilahare işi toparlayarak Ruslar'ı mağlup ettiyse de, Osmanlı donanması bir daha eski kuvvet ve satvetine sahip olamadı.
09.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Namazın bize kazandırdıkları |
|
A. Okuyan:
*“Namazın bize neler kazandırdığını iyi niyetle ve öğrenmek için soran bir arkadaşım var. Bu konuyu da işler misiniz?”
Namaz öncelikle bize inşallah Allah’ın rızasını kazandırır. Bu özellik, Allah için kılmış olmamız şartıyla, eksik olsun, olmasın, bizim her namazımızda vardır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, her namaz, namazın yüksek nurundan hissedardır.1
Namazın bize neler kazandırdığı konusunda şüphesiz söz Kitap ve Sünnetindir. Namazın faziletlerini işleyen çok sayıda âyet ve hadis vardır. Onlardan sadece birkaçını buraya alabileceğiz.
* “İman edip sâlih amel işleyenlerin, namazı kılıp zekâtı verenlerin mükâfatları Rab’leri katındadır. Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”2
*“Ancak defteri sağdan verilenler böyle değildirler. Onlar Cennettedirler. Mücrimlere sorarlar: ‘Sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir?’ Onlar derler ki: ‘Biz namaz kılanlardan değildik! Düşkünü doyurmuyorduk. Batıla dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk. Ceza gününü yalanlıyorduk. Ölüm bize o haldeyken geldi!’”3
* Ubâde bin es-Sâmit (ra) der ki: Allah Resulü (asm) şöyle buyurdu: “Allah kullarına beş vakit namazı farz kıldı. Kim bunları hafife almadan ve kasten terk etmeden hakkıyla edâ ederse, Allah Teâlâ onu Cennetine sokacağına söz vermiştir. Kim de beş vakit namazı kılmazsa, Allah’ın onlara hiçbir vaadi yoktur. Dilerse azab eder, dilerse Cennete sokar.”4
* Ebû Hüreyre (ra) rivayet etmiştir: Resulullah (asm) buyurdu ki: “Herhangi birinizin kapısında günde beş defa yıkandığı bir nehir olsa, o kimsenin üzerinde kir kalabileceğini düşünebilir misiniz?” Ashab (ra):
“Kir kalmaz!” dediler. Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (asm):
“İşte beş vakit namaz da böyledir. Allah bununla günahları imha eder!”5
* Ebû Hüreyre (ra) der ki: Resûlullah’tan (asm) duydum. Buyurdular ki: “Kul önce namazdan hesaba çekilecek! Eğer namazı tamamsa kurtulacak, mesud olacak! Namazı tamam değilse perişan olacak, hüsrana uğrayacaktır! Eğer farz namazı eksikse, Allah Teâlâ: “Kulumun nafile namazları var mı bakın!” buyurur. Bunun üzerine noksan olan farzları nafilelerle tamamlanır. Diğer amellerindeki eksiklikler de bu şekilde tamamlanır.”6
* Ebû Eyyüb (ra) anlatıyor: Bir adam: “Ya Resûlallah! Beni Cennete sokacak bir amel söyle!” dedi.
Allah Resulü (asm): “Allah’a kulluk eder, O’na hiçbir şeyi ortak koşmazsın! Namazı kılar, zekâtı verir, akrabayı ziyaret edersin!” buyurdu.7
* Umâre bin Rüveybetü’s-Sakafî (ra) anlatır: Resûlullah’tan (asm) duydum. Buyurdular ki: “Güneş doğmadan önce ve güneş batmadan önce namazını kılan kimse aslâ Cehenneme girmez!”8
* İbn-i Mesut (ra) demiştir ki: Resûlullah’a (asm) sordum: “Hangi amel daha faziletlidir?”
Resûlullah (asm) buyurdu ki: “Namazları vaktinde kılmak!”9
* Ebû Firas Rabia bin Ka’b el-Eslemî (ra) anlatmıştır: Resûlullah (asm) ile beraber onun evinin kapısında geceler, ona abdest suyunu ve sâir ihtiyaçlarını getirirdim. Bir defasında bana:
“Dile benden!” buyurdu. Ben:
“Cennette Seninle beraber olmak isterim!” dedim. Allah Resulü (asm):
“Başka bir şey iste!” buyurdu. Ben:
“İsteğim budur!” dedim. Resûl-i Ekrem (asm):
“O halde, çok secde etmek sûretiyle nefsine karşı bana yardımcı ol!” buyurdu.10
* Ebû Hüreyre (ra) anlatmıştır: Bir adam Resûlullah’a (asm) gelerek: “Ya Resûlallah! Bana yaptığım takdirde Cennete gireceğim bir amel gösteriniz!” dedi. Allah Resûlü (asm):
“Allah’a ibadet edersin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmazsın. Farz olan namazları dosdoğru kılarsın. Farz olan zekâtı verirsin. Ramazan orucunu tutarsın” buyurdu. Adam:
“Nefsim kudret elinde olan zata and olsun ki, ben, sizden işittiğim bu ibadetler üzerine hiçbir ibadet ziyade etmeyeceğim!” dedi.
Adam dönüp gittiğinde Peygamber Efendimiz (asm) :
“Kim Cennet halkından birisini görmek isterse şu temiz simaya baksın!” buyurdu.11
Dipnotlar: 1- Sözler, 21. Söz, 2- Bakara Sûresi, 2/277, 3- Müddessir Sûresi, 74/42-47, 4- Nesâî, Salât, 6, 5- Nesâî, Salât, 7, 6- Nesâî, Salât, 9, 7- Nesâî, Salât, 10, 8- Nesâî, Salât, 13, 9- Tirmizî, Salât, 173, 10- Rıyâzu’s-Sâlihîn, 106, 11- Buhârî, 5/688
09.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Gündem demokratikleşme olmalı |
|
Başkentte siyasî belirsizlik sürüyor. Belli ki iktidar partisi yalnız “kapatma dâvâsı”na odaklanmış; demokratikleşme tali kalıyor. Hangi açılımların yeni “AB uyum paketi”ne konulacağı hâlâ netleşmiş değil.
Partisinin, yedi saat süren Merkez Karar ve Yönetim Kurulu toplantısının ardından konuşan AKP Genel Başkan Yardımcısı Fırat’ın, “ana gündem”in “kapatma dâvâsı” olduğunu söylemesi, iktidar partisinin yol haritasındaki tedirginlik ve tereddütlerini ortaya koymakta…
Elbette bir siyasî parti, hakkındaki “dâvâ”nın seyriyle ilgilenecek ve temel savunma stratejisini hazırlayacak. Ancak Fırat’ın, “çözümün tecelligâhının TBMM olarak gösterildiğini” belirtip, sürecin kamuoyunda yol açtığı “belirsizlikleri” yalnız “partinin kapatılması”na hasretmesi, yeni “demokratikleşme paketi”nin de zevâhiri kurtarma hesabına günübirlik olacağı endişesini uyandırıyor. AKP Genel Başkanvekilinin, “mahkeme sürecinin siyasî ve ekonomik sonuçlarını öngörmek”ten bahsetmesi, kulislere yansıyan yankılarıyla “partinin kapatılacağı” kaygısı olarak algılanıyor. “Parti yönetimimiz dâvâ sürecinden doğacak faturayı millete ödetmeme kararı almıştır” cümlesi da bu anlamı veriyor.
Dahası, ülkemiz ve milletimiz için “telâfisi zor ağır kayıplar”ı nazara verip, “siyasî ve ekonomik istikrarın bozulması”nın yanısıra “birlik ve bütünlüğümüzün zaafa uğraması” sözü, siyasî ve ekonomik krizlerin habercisi olarak anlaşılıyor.
“İnanıyoruz ki milletimizi bu sürecin ağır bedellerini ödemek mecburiyetiyle karşı karşıya kalmaz” cümlesi de bunun âdeta örtülü ifâdesi…
* * *
Gerek Fırat’ın açıklamaları, gerekse Başbakan Erdoğan’ın partisinin Meclis grubundaki konuşması, öncelikle “kapatma dâvâsı”nın aşılması için diğer siyasî partilerle “mutabakat arayışı”nın esas alındığını göstermekte.
Nitekim Erdoğan’ın, “Milletimize bedel ödetecek bir icraatımız olmadı” diye başlayıp “Türkiye’nin demokrasiden döndürülmeyeceği”ne dair “demokrasi ve hukuk” vurgusu, daha çok “iddialar”a karşı bir “savunma” olarak görülmekte. Seçmenin AKP’ye desteğinin devam ettiği, “hükûmetin başarılı olduğu” siyasî söylemleriyle sınırlı kalmakta. Bunun dışında, “kapatma dâvâsı”nın ötesinde özellikle AB müktesebatının üstlenmesi, demokrasi ve özgürlük standartlarına ulaşılması, yargı reformu ve eğitimin demokratikleşmesi için gerekli anayasal ve yasal düzenlemeler belirlenmemekte, üstü kapalı geçilmekte.
Gerçi en son Fırat’ın da dile getirdiği gibi, zaman zaman “derinleşme eğilimi gösteren sorunu fırsata dönüştürmek”ten dem vurulmakta. Lâkin hâlâ beylik lâflarla, genel taahhüdlerle oyalanmakta. Haftalardır bütün uyarılara rağmen ayağa gelen “fırsat”ın nasıl değerlendirileceği bir türlü açıklığa kavuştulmamakta…
Görünen o ki bunca ibret verici olaylara karşılık, hâlâ “oyalama” ve “öteleme” taktiğiyle günübirlik politikalar güdülmekte. Başbakan’ın ve iktidar partisi sözcülerinin, “kapatma dâvâsı” ekseninde diğer siyasî partilerle görüşüp uzlaşmayla demokratik reformları belirleyeceklerini bildirmeleri, bunun belirtisi…
Halbuki esas meselenin sahibi olması gereken hükûmet ve iktidar partisinin, “parti kapatma”dan ifâde özgürlüğüne kadar Türkiye’nin bütün problemlerine çözüm getirici temel tesbit ve teklifleri ortaya koyması gerekmekte.
Zira siyasetin demokratikleşmesi, siyasî partiler ve seçim kanununun düzeltilmesi, yargı reformu, inanç ve ifâde özgürlüğünü kısıtlayan engellerin kaldırılması, eğitimin demokratikleşmesi sözünü Türkiye Cumhuriyeti adına veren ve sorumlu olan hükûmettir…
* * *
Dün bu satırların yazıldığı sırada, AKP’nin “en büyük demokratikleşme paketi” için muhalefetle görüşeceği” ve 301. madde ile ilgili değişiklik teklifini Meclis’e sunduğu haberlerinin ötesinde, belirgin bir çaba gözlenmiş değildi.
Hükûmet, avutan, zaman kaybettirici arayışlar yerine, net ve kararlı önerilerle kamuoyunun önüne çıkmalı. Bir tek 301’le iktifa etmemeli; Siyasî Partiler Kanunu'nda sadece parti kapatmayı zorlaştıran makyajlarla yetinmemeli; pansuman tedbirlerle konuyu savuşturmamalı.
Hükûmet ve siyasî iktidarın ana gündemi “parti kapatma” değil, “demokratikleşme” olmalı. Demokrasi ve insan hakları ve hürriyetleri açısından belirlenmiş “dolgun tasarılar”la muhalefete gitmeli; “demokratikleşme paketi”nin içi dolu olmalı.
Ve özellikle demokrasi açısından konuyu ciddiye almalı. Erdoğan’ın açıkladığı gibi, muhalefetle görüşmeyi, “kısmen bazı çalışmaları arkadaşlarımız yapacaklar” tarzında sathî ve daha baştan belirsiz kalmamalı…
Yoksa yine dağ fare doğurur; ve olan demokrasiye ve Türkiye’ye olur. Siyasî yanlışların ve basiretsizliğin bedeli yine millete ödetilir; yazık olur…
09.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|