Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Onlardan önce Nuh kavmi ve onu takip eden kavimler de peygamberlerini yalanlamışlardı. Bütün ümmetler, peygamberlerine sûikaste yeltendiler ve bâtıla sarılarak, onunla hakkı gidermek için mücâdele ettiler. Fakat Ben onları yakalayıverdim. İşte bakın , azâbım nasıl oldu!

Mü'min Sûresi: 5

09.04.2008


Baharında açan bir çiçek de bendim…

Yirmiüç Şubat 19.. Ben doğmuşum. Evime huzur, mahalleye neş’e olmuşum. Sevmiş beni herkes, amcam “Nur topu gibi bir erkek evlâdın oldu” diye müjdelemiş babamı. Babam bırakmış elindeki keseri, evine koşmuş, çok mutluymuş. Nenem duâlarla almış beni eline, kucağında duâlar okumuş. Babam, çocuğunun ismini ‘Cihan’ koymuş.

Büyümüşüm, annemin içli içli ninnileriyle uyumuş, geceleri annemin şefkatiyle örtünmüşüm. Hep pencereleri seyredermişim. Yapraklara, dışarıda neşeyle oynayan çocuklara bakarmış siyahî gözlerim. Kulaklarım yaprakların hışıltısında, rüzgârın esintisinde, yağmurun şıpıltısındaymış. Kabıma sığmıyormuşum anlaşılan, her çocuk gibi dünya nedir anlamak istemişim. Bir gün Melek yengem oklavanın ucuyla yürütmüş beni. Ve gün gelmiş evde bir o yana, bir bu yana koşmuşum. Artık dışarıya çıkabilirmişim. Yağmurla, toprakla ilk defa tanışacakmışım. O gün ördeklerle beraber yüzmüşüm yağmur sularında. Daha balık görmeden rahmet denizinde bir balık olmuşum. Cengiz Aytmatov’un ‘Beyaz Gemi’sindeki koca bir dağda ailesiyle yaşayan küçük çocuk gibi rüzgârın peşinden koşmuş, taşlarla arkadaşlık kurmuş, dağlarla konuşmuşum. Ve yine bu küçük çocuk gibi ineklerin, koyunların, atların arasında diyar diyar gezmiş, kâinatla dost olmuşum.

Çocukluğun saf ve temiz toprağında ben de her çocuk gibi çiçek açmış, meyveye durmuş, büyümüşüm. Artık yapraklarım bir hayli açmış, büyümüş, uzamış. Pazularımın damarları yollar gibi belirginleşmiş. Ve gün gelmiş gençliğin coşkun limanına yanaşmışım. Bir gençmişim ben, hisleri, heyecanları coşkun, hayalleri, umutları olan bir genç…

Yaramazlıklarla, afacanlıklarla macera dolu bir gençlikti benimki, tâ ki lise 2. sınıfa kadar. İyi ki köyümüz vardı. İyi ki çiftliğimiz, hayvanlarla beraber dolaştığımız tarlalar, bağlar vardı. İnsan ayağını toprağa basınca başka bir hâl alıyor zirâ. Şehrin yorucu heyecanlarından bir nebze kurtuluyordu. Buralarda insan bütün yorgunluklarını toprağın sırtına bırakıyor. Sağ olsun toprak bu işe hiç de gocunmuyor. Hatta bin bir çiçeğiyle yine de tebessüm ediyor. Buralarda yüzünü ufuklara dikiyor, bir nebze düşünebiliyordu insan.

Onlarca arkadaşım arasında en sevdiğim bizim bahçelerdi, çıkıp da seyri şöyle bir süzdüğüm tepelerdi. Çoban çeşmeydi, Meşelikti, Kirazlı bayırıydı… Hep bir keşif merakıyla geçiyordu buralarda zamanım. Arayışlarla, belli belirsiz düşüncelerle geçirirdim günlerimi. Ne aradığımı bilmeden; ama mutlu, huzurlu şehrin yorucu heyecanlarına mukabil buralar çok ferahlatıcıydı.

Nice dostluklar nice arkadaşlıklar yaşadım buralarda. Tanıdığım bir çok ağaç, kuş, diken ve köpek vardı. Hele seherler… Onlarla aram çok iyiydi. Bizim horozları tilki kaptığından, tavukların homurdamasından uyanırdım sabahın ‘köründe’. Herkes uyurken uyanık olmayı çok severdim. Güneşle konuştuğum da olmuştu bir zaman. Ay mı? Onla aramızdan su sızmaz… Kaç gece kaç yıldızı ardımıza alıp sabahlara kadar konuştuğumuz olmuştu. Zaten geceleyin beni bu ıssız ve ücra yerde bir tek o ziyaret ederdi. Bunlar arayıp da bulduğum şeyler değildi. Arayışlar içerisinde olan ruhumun ‘yol arkadaşları’ idi.

Yine böyle arayışlı günlerimden biriydi. Her liseli gibi okulun yolunu tutmuş, gidiyordum. İlk ders tarihti. Öğretmenimiz her günkü gibi dersini işlemişti. Şimdiye kadar farklı bir şey yoktu. Ne olduysa işte bugün olmuştu. Tarih öğretmenimiz yazılıdan 5 alanları evine çaya götürecekti. Bizim için çok güzel ve özel bir şeydi öğretmenin evine gitmek. Durmadım, harıl harıl çalıştım. Belki de aradığımı orada bulabilirdim. Tatlı bir ümitle girdiğim sınavdan 85 almıştım. Kim tutar beni artık. Cuma akşamı Tarih öğretmenimin evindeydim. Evi bulmak kolay olmamıştı. Birkaç evi rahatsız ettimse de nihayetinde çay kokulu eve girmiştim.

Hiç de beklemediğim bir tabloyla karşılaşmıştım bu akşam. En fazla bir muhabbet ve ardından bir ikram faslıyla biter diye düşünmüştüm. Oysa karşılaştığım tablo düşündüğümden bir derece farklıydı. Karşılaştığım tablo ile düşündüğüm tablo arasındaki fark bir ‘kırmızı kitap’ kadardı.

Öğretmenimizin elinde kırmızı bir kitap vardı. Ve başını eğmiş tatlı tatlı, tane tane kitabı okuyordu. Ara ara küçük izahlar yapıyordu. Ama eminim ki bu kitap diğer okuduğum kitaplardan çok farklıydı. Diğer kitaplar gibi nasihat verirken kendini unutmuyordu. Anlaşılan, nefsini temize çıkarma derdinde de değildi bu kitabın müellifi. İnsanlar arasından bir insandı dinlediğim kadarıyla. Bizim gibi nefsiyle çetin mücadelelere girmiş, bir ara bu mücadelede aldanacak gibi olmuş—tıpkı bizim gibi;—ama Allah’ın yardımıyla bu mücadelesinde muzaffer olmuş bir kul idi.

Beni en çok etkileyen tarafı beni kendi nefsimle konuşmaya sevk etmesiydi. Zira o “Nefsini ıslâh edemeyen başkasını ıslâh edemez” diyor ve önce kendi nefsimizden başlamamızı tavsiye ediyordu.

Ben de nefsimden başlamıştım o akşam… Arayışlarımı dış âlemden içime yöneltmiştim. Ve ‘Ey Cihan!’ diye defalarca içten haykırışlarımı dinlemiştim. Bir şey daha vardı: Şu kırmızı kitapları okuyanları hâli... Hele şu çay muhabbetleri… Sevgi ve şefkat yüklüydü. Simâlar mütebessim, çehreler ümitli ve pâk ve temiz… Duruşlar riyâdan uzak, olduğu gibi, samimî…

O gece en âsûde baharımı yaşamıştım. Aylardan Nisan olmalıydı. Ve eve doğru tek başıma yürüdüğümde eski arkadaşlarımdan yıldız, gece, ağaçlar daha bir farklı görünüyorlardı. Sanki gece artık daha bir aydınlıktı ve ürkütmüyordu, bir dostun tebessümü gibi huzur ve güven veriyordu.

Yıldızlar daha bir parlak, hava daha bir tatlı, kalbim daha bir nurluydu bu akşam. Sanki bir Nisan yağmurunda sırılsıklam olmuş gibiydim. Kalbimin yangınları sönmüş, alevlerin verdiği elemin yerini bir serinlik almıştı. Bu nisan yağmuru gibi bereketli sohbet kalbimin bahar çiçeklerini uyandırmıştı.

Âsûde bir gecede aydınlığı bulmuştum ben, gençliğimin his ve heyecanlarını tatmin edecek meşrû bir yoldu bu. Gecede kutup yıldızıyla yolunu bulanlar gibi, asûde bir gecede tanıştığım kırmızı kitapla aradığıma kavuşmuştum. Kışta ekilen tohumların baharda açan çiçeklerinden biri olmuştu kalbim… Baharın ahenk ve neşvesini taa içimde hissetmiştim. Artık baharda açan çiçeklerden biri de ben idim.

Sen kışta gelmiştin,

Cennetâsa baharların ümidiyle…

Ekilen tohumların taç taç açıp meyve vermesi gayesiyle.

Açtı şimdi bahar çiçeklerin

Gülşene büründü ülkemiz

Gaflet toprağından çıkıp meyvelenmeyi bekleyen tohumlar çiçek açtı nurlarınla.

Kardeşlik, fedakârlık, sadakat ve sebat çiçekleri açtılar.

Ve o mis kokularıyla içimize huzur oldular…

Sen kabrinde huzurla kal Üstadım… Bir Said olarak toprağa düştün ve şimdi binler Said senin dilin oldu.. Bahar çiçeklerin seni çok seviyor ve seninle Cennetin çiçeklerini koklamak ümidiyle, onlar da nur tohumları ekiyor…

Aziz ruhuna… Bir bahar gününde… Bir Fatiha…

CİHAN CAMBAZ

09.04.2008


Gençlik nimetini istikamette sarfetmeli

Altıncı taife gençlerdir. Bu gençlerin gençlikleri eğer daimî olsaydı, menfî milliyetle onlara içirdiğiniz şarabın muvakkat bir menfaati, bir faydası olurdu. Fakat o gençliğin lezzetli sarhoşluğu, ihtiyarlıkla elemle ayılması ve o tatlı uykunun ihtiyarlık sabahında esefle uyanmasıyla, o şarabın humarı ve sıkıntısı onu çok ağlattıracak ve o lezzetli rüyanın zevâlindeki elem ona çok hazin teessüf ettirecek. “Eyvah! Hem gençlik gitti, hem ömür gitti. Hem müflis olarak kabre gidiyorum. Keşke aklımı başıma alsaydım!” dedirecek. Acaba bu taifenin hamiyet-i milliyeden hissesi, az bir zamanda muvakkat bir keyif görmek için, pek uzun bir zamanda teessüfle ağlattırmak mıdır? Yoksa onların saadet-i dünyeviyeleri ve lezzet-i hayatiyeleri, o güzel, şirin gençlik nimetinin şükrünü vermek sûretinde, o nimeti sefahet yolunda değil, belki istikamet yolunda sarf etmekle, o fâni gençliği ibadetle mânen ibka etmek ve o gençliğin istikametiyle dâr-ı saadette ebedî bir gençlik kazanmakta mıdır? Zerre miktar şuurun varsa söyle!

Elhasıl: Eğer Türk milleti yalnız altıncı taife olan gençlerden ibaret olsa ve gençlikleri daimî kalsa ve dünyadan başka yerleri bulunmasa, sizin Türkçülük perdesi altındaki frenkmeşrebâne harekâtınız, hamiyet-i milliyeden sayılabilirdi. Benim gibi hayat-ı dünyeviyeye az ehemmiyet veren ve unsuriyet fikrini frengî illeti gibi bir maraz telâkki eden ve gençleri nâmeşrû keyif ve hevesattan men’e çalışan ve başka memlekette dünyaya gelen bir adama, “O Kürttür, arkasına düşmeyiniz” diyebilirdiniz ve demeye bir hak kazanabilirdiniz. Fakat madem ki Türk namı altında olan şu vatan evlâdı, sabıkan beyan edildiği gibi, altı kısımdır. Beş kısma zarar vermek ve keyiflerini kaçırmak, yalnız birtek kısma muvakkat ve dünyevî ve âkıbeti meş’um bir keyif vermek, belki sarhoş etmek, elbette o Türk milletine dostluk değil, düşmanlıktır.

Evet, ben unsurca Türk sayılmıyorum. Fakat Türklerin ehl-i takvâ taifesine ve musibetzedeler kısmına ve ihtiyarlar sınıfına ve çocuklar taifesine ve zayıflar ve fakirler zümresine bütün kuvvetimle ve kemâl-i iştiyakla müşfikane ve uhuvvetkârâne çalışmışım ve çalışıyorum. Altıncı taife olan gençleri dahi, hayat-ı dünyeviyesini zehirlettirecek ve hayat-ı uhreviyesini mahvedecek ve bir saat gülmeye bedel bir sene ağlamayı netice veren harekât-ı nâmeşruadan vazgeçirmek istiyorum. Yalnız bu altı yedi sene değil, belki yirmi senedir, Kur’ân’dan ahzedip Türkçe lisanıyla neşrettiğim âsâr meydandadır.

Mektubat, 29. Mektub, 6. Risale, 4. Desise, s. 410

humar: Sarhoşluk veren ve içkiden sonra gelen baş ağrısı. Sersemlik.

zevâl: Son bulma.

hamiyet-i milliye: Milletin hak, hukuk ve

namusunu koruma yolunda gösterilen titizlik,

gayret.

saadet-i dünyeviye: Dünya mutluluğu.

lezzet-i hayatiye: Hayat lezzeti.

sefahet: Gayri meşru eğlenceler.

ibka: Bakileştirme, sonsuzlaştırma.

dâr-ı saadet: Mutlu diyar; cennet.

frenkmeşrebâne: Batılıları taklit edercesine.

unsuriyet: Irkçılık.

maraz: Hastalık.

hevesat: Hevesler.

meş’um: Kötü, uğursuz.

kemâl-i iştiyak: Tam bir iştiyak ve arzuyla.

uhuvvetkârâne: Kardeşçesine.

hayat-ı uhreviye: Ahiret hayatı.

harekât-ı nâmeşrua: Meşru olmayan

hareketler.

ahzetmek: Almak.

âsâr: Eserler.

09.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri