|
|
Rifat OKYAY |
Aranılan birinci özellik |
|
Kaliteli mal. Güzel söz. İşe yaramaz adam. Tatlı dil. Huzurlu bir aile. İstikamet üzere gençlik. Hamd edilecek nimetler. Mesut bir çevre. Şikâyet edilmeyen bir hayat.
Hayattan levhaları iyi ve kötü halleriyle daha fazla saymak ve söylemek ve yazmak mümkün. Birbirinden farklı fakat birbirine bağlı hayatın bu levhaları her varlığa her kişiye göre değişir. Değişmeyen yalnızca bunları birbirine bağlayan bağ.
Sevmek ve muhabbet etmek… Kâinatın kürelerini birbirine bağladığı gibi, yaratılmış her kalbi her kalp ile bağlar. Mahbup olan ilk ve en sevgili olan Yaratıcımızın, yarattıklarına bir ikramı bir ihsanı: SEVMEK…
İlk sevilen ve her şeyi seven nuru Muhammedi’dir (asm). Habibim hitabına mazhar olan… Sen olmasaydın, sen olmasaydın, felekler ve kâinat olmazdı, yaratılmazdı mealindeki hadis-i kudside ifade edilen O’nun sevgilisi Nur-u Muhammedi (asm).
Eğer O’nun habibini severek, sevmeye muhabbete başlarsak hakikî muhabbete ve sevmeye kavuşmuş olacağız. En sevgilinin yolundan en çok sevilmesi gerekene ulaşacağız.
Bizi en çok alâkadar eden konu: Muhabbet, sevgi ve en sevgiliyle en çok sevilen arasındaki irtibatın, bağlantının sevgi frekansının tutturulmasıdır. Hiç olmazsa yakınlarına yanaşmaktır.
Bir zerresi, kâinatın en küçük parçası kadar muhabbeti bütün varlık âlemini birbirine bağlayan hakikat-ı faaliyeti ile ifade edilen Mahbub-u Hakikî’yi sevmeliyiz…
O’nun sevdiğini sevmeliyiz… Sevdiğinin sevdiklerini sevmeliyiz…
Sevmeliyiz, sevmeliyiz vesselâm…
22.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Gündem değişiyor |
|
Üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırma adına hazırlanan iki maddelik anayasa değişikliği paketinin Mecliste görüşüldüğü hafta Bizim Radyo’daki sabah programlarından birinde konuyla ilgili soruları cevaplarken, paketin Meclisten geçmesini takiben meselenin tedrîcen gündemden kalkacağı tahminimizi dile getirmiştik.
YÖK Kanununun ek 17. maddesinde yapılması öngörülen değişiklikle ilgili olarak bilhassa AKP cenahında ciddî tereddütler yaşandığını, dolayısıyla iktidar partisinin orada frene basma sinyalleri verdiğini görerek bunu ifade etmiştik.
Dediğimiz gibi de oluyor. Anayasa paketi çıktıktan ve Köşke gönderildikten sonra, hükümet işin müteakip seyrini beklemeye aldı. Peki, Gül günlerdir neyi bekliyor? Dünkü MGK’yı mı?
Sonuçta, öyle veya böyle “türban gerilimi” yavaş yavaş yatışıyor. En azından iktidar bunu sağlamaya çalışıyor. Baykal konuyu gündemde tutma çabasını sürdürse de genel hava sakinleşirse onun da nefesi ancak bir yere kadar yeter ve sonra “İktidarı frenlemeyi başardık” manevrasıyla işin peşini bırakır. Nitekim son beyanlarında bunun işaretlerini vermeye başladı bile.
Gül anayasa paketini onaylar ve CHP iptal başvurusunda bulunursa, oradan çıkacak neticelere göre yeni gelişmeler olabilir. Mahkeme değişikliği iptal ederse zaten başa dönülmüş olur. Ama iptal etmezse ek 17 gündeme gelir mi? Ya da “Anayasa değişikliği yeterli, artık kanuna gerek yok” mu denilir? Peki, gelirse bu şekliyle mi, yoksa farklı bir formatta mı gelir? Ve gelirse neticesi ne olur?
Bunlar, önümüzdeki süreçte cevaplarını bulacak olan sorular.
Ama şu an için konu beklemede. Ve bu durum, hükümete ve Meclise, şimdiye kadar şu veya bu sebeple geciktirilen diğer önemli meseleleri bir an evvel gündeme alıp sonuçlandırma fırsatını veriyor.
Bunlardan biri, Vakıflar Kanunu. Özellikle azınlık vakıfları ve yabancı vakıflarla ilgili düzenlemeler ulusalc kanadın tepkisine muhatap. MHP’liler bu tepkiyi, yasaya “Cumhuriyete ihanet yasası” diyecek kadar ileri götürüyorlar. Ama bu tepkilere rağmen yasa Meclisten geçti.
Gerçi yapılan değişiklikler talepleri tam olarak karşılar nitelikte değil. Ama yasanın çıkması, kısa süreliğine de olsa AB sürecinin canlandığı intibaı uyandırıp nisbî ferahlama getirebilir.
Aynı şey 301 için de geçerli. Meclise sevki defalarca ertelenen bu maddenin artık bir an önce gündeme getirilerek sonuçlandırılması lâzım.
Gerçi 301’de yapılması öngörülen rötuşlar kalıcı bir çözüm olmaktan yine çok uzak. Ama bu mesele o kadar sürüncemede bırakıldı ki, ideali arama noktasının çok uzaklarına düştük.
Ve “Daha da kötüleştirmemek şartıyla, ne yapacaksanız yapın, ama ne olur, bu işi daha fazla geciktirmeyin” deme noktasına getirildik.
Şimdi Vakıflar Kanunu çıktı. 301 de yakında bir şekilde sonuca bağlanabilir. Ama yeni anayasadan artık hiç söz edilmiyor. Acaba neden?
Bu arada dikkat çeken bir diğer gelişme, tam da bugünlerde Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı kara harekâtının gündeme getirilmiş olması. Hatırlanacağı gibi, anayasa gündemi bundan önce de harekât ve tezkere tartışmalarıyla rafa kalkmıştı.
Harekât yine gündemde. Ama bu kez anayasanın esamesinin bile okunmadığı bir ortamda.
22.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Asya’nın yenisi |
|
O bir marka.
Sadece kırk yıla yaklaşan bir ideâlin adı değil, başlangıcı yüzyılın öncesindedir.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin rüyada gördüğü Ağrı dağının infilâk etmesiyle, dağlar gibi parçalarının dünyanın her tarafına sıçraması neticesinde “mühim bir zâtın” kendisine söylediği “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et!” emriyle başlayan bir mefkûrenin adıdır Yeni Asya.
“Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş olduğunu kâinata ispat edeceğim” idealinin yansımasıdır.
***
Çok dehşetli çalkantılar ve yıkılışlar içinde, çağların en dehşetli biçimini yaşayan asırdır yirminci asır.
Maddî ve mânevî yıkımların üzerinde yeni bir dirilişin izleri vardır.
Kur’ân’ın etrafındaki surların bir bir yıkıldığı anda Kur’ân’ın mu’cizeliğini gösteren yegâne bir sesin cihana duyurulduğu zamanlar idi.
Yeni Asya veya Asya’nın yenisi idi.
İlim tekniğe meydan okumuştu.
Dinî neşriyatın matbaalarda basılmasının, okunmasının, anlatılmasının yasak olduğu yıllarda, beş yüz bin nüsha Risâle-i Nurlar muhtaç gönüllere ulaştırılıyordu.
Bu, başlı başına bir tez çalışmasıdır.
Tarihçiler elbette bunun tahlilini çok iyi yapacaklardır.
Adı konulmamış bir neşriyatın serüvenidir bu...
Ne korku, ne endişe, ne hapis korkusu, ne de darağaçları...
Hiçbir engel, bu neşriyâtın önüne geçememiştir.
Mahkemelerde mertçe müdafaalar yapılmış, cezaevlerini ise “Medrese-i Yusufiyeye” çevirmişlerdir.
Neşriyât hareketi, kalın demir parmaklıklar arkasında bile devam etmiştir.
Mektuplar, lâhikalar, müdafaalar, şiirler ve kelâmlar...
Zamanın bahtsızlığına, şartların zorluğuna rağmen bu hizmetler yapılmıştır.
***
İşte Yeni Asya budur.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri “Matbuât âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim” derken, neşriyâtın ne kadar önemli ve vazgeçilmez bir görev olduğunu belirtiyordu.
“Lahana yaprağı kadar” dahi olsa bir neşriyat, zaruretten kaynaklanıyordu.
Ölçüsüzce ve hayasızca saldırılar karşısında haklılığın ispatı için bir hasretti o.
Bunun kararını veren, Bediüzzaman’ın, Abdurrahman makamındaki güzide talebesi Zübeyir Gündüzalp idi.
Yeni Asya, yıllarca bu istikamet üzerine yayın hayatını devam ettirdi.
Dahilî ve haricî birçok badire ve çalkantılar sonunda yayın hayatına yine istikamet içinde devam etti ve inşallah devam edecektir de.
Çünkü, bu sesin hem ülkemize, hem İslâm dünyasına, hem de insanlığa çok önemli katkıları oldu ve olacaktır da.
***
Yeni Asya...
İşte bu ses...
Asrın en önemli olayı ve Kur’ân’ın en mükemmel tefsirinin sağlıklı bir biçimde dünyaya duyurulmasını sağladı.
Risâle-i Nur ile ilgili araştırmalara, yayınladığı bini aşkın yan eserleri ile kaynak oldu.
Roman, şiir, makale, dergi, tefrika, hatıralar ile nurun güzelliğini yansıttı.
Onun için bu bir serüvendi.
Bediüzzaman idealinin kıyamete kadar uzanan çizgisidir.
İnşallah yakın bir istikbalde bu millet, geçmişteki iftihar edeceği birikimini nesillere Risale-i Nurlar ile gösterecektir.
Yeni Asya, izah, şerh ve tanzim vazifesinde önemli görevler ifa etmiştir.
Bundan sonra da bu çizgi çeşitli neşriyat dallarında devam edecektir.
Yeni Asya bir isimdir, bir bayraktır, bir semboldür, bir sevdadır...
22.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Yeni Asya farkı |
|
Yeni Asya’yı “hususî bir cemaatin” naşir-i efkârı olarak görenler de onu anlayamadılar. Bab-ı Ali’de gözlerini hayata açtığı günden günümüze kadarki nüshalarını inceleyenler, onun daima cihanşümul davrandığını, insaniyetin ve İslâmiyetin naşir-i efkârı olarak mücahedeye başladığını görecekler. Millet, coğrafya, ırk, kültür ve ülke farkı gözetmeksizin Risâle-i Nur’dan aldığı ders ve prensiplerle hayatına devam etmiş. Doğu ve Batı medeniyetlerini tahlilinde, Anadolu’daki Hıristiyan azınlıklar meselesinde, fanatizme kaçmış siyaset kavgalarında ve ehl-i kitap ve ehl-i mektep münasebetlerinde insaniyeti bir bütün olarak kucaklamasındaki başarısı da Bediüzzaman’a aittir Yeni Asya’nın.
Bazen menfaat, bazen korku, bazen enaniyet ve şöhretperestlik ve bazen ırkçılık saikasıyla kendisini taşlayan, rencide eden dindarların da hukuklarını müdafaada geri durmamış. Varlığını insaniyete ve İslâmiyete bayraktar görmüş, mazlûmlarla yürümüş, fakirlerle oturmaktan şeref duymuş ve kulağını–gözünü âlem-i İslâm kalasına gelecek tehlikelere açarak, basiret ve ferasetiyle taarruzları çok önceden haber vermiş. Onun otuz sekiz senelik serencamını sahifelerinde takip edenler, vuku bulmuş meydan savaşlarının haritalarını nitelikleriyle bulabilirler. Hak ve hakikatin yanında, saldırgan Avrupa dinsizliğinden kuvvet alan mülhidlerin karşısındaki zafer sahifeleri, Sahabe-i Kiramın cenk hikâyelerini hatırlatan halaveti taşır.
Bizim neslimizin mektebidir Yeni Asya… O dönemde kalem ve gazete ile tanışanların (sağ kesimin) yüzde doksanı ya Molla Fenari veya Kâzım Gürkan caddesindeki binalarda kurs görmüşlerdir. Zübeyir Gündüzalp’ın teşvikiyle kerametkârane çıkan Yeni Asya doğduğunda, bütün dinî gazeteleri o temsil ediyordu. Kabul etmek zorunda değiller, ama sayıları onlara varan günümüzün dinî cemaat arkaplanlı gazeteleri Yeni Asya’dan doğmuştur. Zemherir kışlarında, dondurucu zindanlarda, kuş uçmaz kervan geçmez menfalarda Anadolu ufuklarında Kur’ân- ı Azimüşşanı dalgalandıran Bediüzzaman’a söz vermiş Yeni Asya da, Üstadının gösterdiği çizgiden ayrılmadı. Örfî idarelerin karşısına tıpkı Üstadı gibi pervasızca çıkmış, zındıkanın oyun ve tuzaklarını başlarına dolamıştı. Yeni Asya’dan doğanlar, Yeni Asya’nın mütevazı şartlarında yürüyemediler… Daha doğrusu; Bediüzzaman ve Risâle-i Nur diye kendilerine bir çerçeve edinmediler. Bazılarının tabiriyle katı prensipler ve Kur’ânî halkalarla hareket alanlarını belirlemediler. Maslahatlar, konjonktürler, ilcaat-ı zamanlar ve bazı sözlerin zamane tevilleri onların önlerini açınca; tirajları yüz binleri buldu… Devletin zirvesindeki ziyafetlere kuruldular… Yeni Asya bunun doğrusunu–eğrisini yabanîler karşısında tartışmaya açmadı… Kökü dışarıdaki cereyanların kuvvetiyle Türkiye efkâr-ı ammesi 12 Eylül mecrasında aktığı zamanlarda da Yeni Asya; sabır, sebat ve teslimiyet içinde Risâle-i Nur çerçevesine sığındı ve Müslümanların yüzakı oldu… Neocon ve neoliberal denilen dehşetli tahripkâr cereyanın sel sularına kapılmış günümüz Türkiye siyasetinde de Yeni Asya yine vakarını muhafaza ile doğru yerde olduğunu ispat ediyor.
Yeni Asya’yı 28 Şubat’a kadar mücadelesinde küçümseyen bir takım dindar medya, 12 Eylül’de olduğu gibi, Talut’un itaatsız askerlerine özenince, dengeler yeniden alabora oldu. Kaderin her on senelik imtihanı bu defa da oldukça şiddetli… Ayneyn Tepesindeki okçulara teşbihte sahabeye hürmetsizlik olmasaydı, düşmanın tuzak olarak ortaya bıraktığı denî dünyaya koşan günümüz dindarlarını benzetecektim. Yeni Asya ne fil eti yiyor, ne yasaklı nehirden yiyip içiyor ve ne de Ayneyn Tepesini terk ediyor. Eğer, zerre kadar, o da diğer bazı medya organları gibi meyletseydi dünyaya, on binleri bulan okuyucuları onu ok yağmuruna çoktan tutarlardı. Zira onlar her gün Risale-i Nur’u okuyorlar ve Bediüzzaman’ı adım adım izliyorlar. Yeni Asya kadar okuyucusuyla bütünleşmiş, onların nazarını her sabah en ince detayına varıncaya kadar üzerinde hisseden bir başka gazete gösteremezsiniz…
İnsan haklarına, demokrasiye ve temel hürriyetlere düşman kabul ettiği Kemalizmin hatalarını yazmaktan bir an geri durmayan, resmî ideolojinin hakim olduğu devletin bir çöpünden bile istifade etmeyen Yeni Asya, bütün bu dış mihraklı ihtilâllere, dahilî münafıklıklara ve dost ateşlerine rağmen, dimdik ayakta durabiliyorsa, üstadı Bediüzzaman’da olduğu gibi, keramat-ı Aleviyye ve Gavsiyenin bir neticesidir… Otuz sekiz yaşına kadar tam sekiz defa hayatına kastedilen Yeni Asya da tıpkı Celâleddin-i Harzemşah gibi düşündü. Cihangir Celâleddin’in yolunu Moğol ve işbirlikçileri her kesişinde, o yeniden koyuldu işe… Hayatı boyunca tam yirmi kez devlet kurmuş Celâleddin… Yeni Asya’nın hiçbir zaman devlet derdi olmadı. Kendi devletlerinin selâmetleri uğruna Yeni Asya’nın hayatına kastedenlerin çoğu, Yeni Asya’nın arkasındaki manevî kuvveti hissederek, hesap mahalline gitmeden mağlûbiyetlerini itiraf ettiler.
Yeni Asya’yı şahıslara bağlayanlar hep kaybettiler. Fertlerden oluşan onun zahirî vitrini, yalnızca karşıtlarını şaşırtmadı, dostları da şaştılar bu işe… Bediüzzaman Hazretleri, bu zamanın başarısını cemaate ve şahs-ı maneviye bağlamıştı. Şahs-ı manevî denilince de; organizeli, yalnızca akla dayanan, komitecilik ruhunu esas alan, aktüel kültürü iyi bilen ve teknolojik yürüyüşe ayak uydurmuş, fakat kalbi olmayan bir topluluk değildi. Allah’a ve ahirete iman merkezli, ihlâsı esas almış, muhabbetle her mü'minle alâkadar, samimî, ciddî, teşrik-i mesaiyi anlamış ve Kur’ân’ın zamanımızdaki biricik tefsiri Risâle-i Nur’u esas almış bir cemaatin şahs-ı manevîsinden bahsetmek istiyoruz.
22.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İnce bir san'at |
|
Bir gün Ebû Zer (ra), Resûlullah’a (asm) gelip herhangi bir yere idareci olarak tayin edilmesini istedi.
Ebû Zer (ra), cesur, takvâ ehli bir Sahabiydi. Resûlullah (asm) onu çok severdi. Fakat yükü ağır bu işin altından kalkamayacağını da çok iyi biliyordu. Eliyle omuzuna vurup, “Ey Ebû Zer!” dedi. “Sen zayıf bir adamsın. İdarecilik ise bir emanettir. Bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmek müstesna, hakkı verilmediğinde Kıyamet günü hüsran ve pişmanlığa sebep olur.”1
İdarecilik bir san'attır. Hem de ince bir san'at. Evi idare etmekten tut, tâ devleti idare etmeye varıncaya kadar gittikçe genişleyen idarecilik görevleri vardır. İdareci sûistimale girmeden, kırıp dökmeden severek, sevdirerek görevlerini yaparsa onun hakkını vermiş olur.
Sevdirmek, nefret ettirmemek önemli. Kişi idare ettiklerini severse onlara şefkatle eğilir. İdare edilen de idarecisini severse işini severek yapar. Verim artar.
Sevgili Peygamberimiz de (asm), idareci için sevginin ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmişlerdir. Buyururlar ki: “İdarecilerinizin en hayırlıları sizi seven, sizin de kendilerine duâ ettiğiniz kimselerdir. Bunların en kötüleri de, sizin onları, onların da sizi sevmediği; sizin onlara, onların da size lânet ettiği idarecilerdir.”2
İmam-ı Malik’in aile reisi için kullandığı şu cümle aslında bütün idareciler için geçerli: “Aile reisi ev halkına öyle davranmalı ki aile fertleri ‘Babamız dünyanın en iyi insanıdır’ diyebilmeli.”
En alt tabakadan en üst seviyedeki idareciye varıncaya kadar bu hüküm çok önemli bir hakikati ifade ediyor. “Dikkat ediniz! Hepiniz çobansınız ve hepiniz idare ettiklerinizden sorumlusunuz. Erkek, ev halkının çobanıdır ve onlardan sorumludur. Kadın; kocasının, evinin ve çocuklarının çobanıdır, o da onlardan sorumludur. Hepiniz çobansınız ve hepiniz emriniz altındakilerden sorumlusunuz.”3
Kısaca hükümetin, devletin başındaki idareciye kadar herkesin idare ettiklerinden sorumlu olduğunu, ihtiyaçlarına cevap vermesi, onları memnun etmesi gerektiğini unutmamak gerekir.
Dipnotlar:
1. Müslim, İmare: 16; Müsned, 5:173.
2. Müslim, İmare: 66; Tirmizî, Fiten: 63.
3. Buharî, Ahkâm: 1; Müslim, İmare: 20; tirmizî, Fezail-i Cihad: 27.
22.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Kosova ve mazimiz |
|
Slav ve Arnavut halkları, Kosova’da 8. yüzyıldan bu yana birlikte yaşadı. Kosova 14. yüzyılın ortalarına kadar, o zaman ki Sırp İmparatorluğu’nun merkeziydi. Sırplar, Kosova’yı devletlerinin doğduğu yer olarak kabul ediyor. Aradan geçen yüzyıllarda etnik denge Arnavutlardan yana değişirken, Sırbistan’ın 1389 Sırpsındığı-Kosova Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu yönetimine geçişi ile bütün ırkları Osmanlı ecdadımız bir araya getirdi. Osmanlı Devleti Balkanlarda takriben 550 yıl hükümranlık sürmüştür. Çok çeşitli ırkların ve grupların bulunduğu bu diyarlarda 5 asrı aşkın Osmanlı hâkimiyetinde orada meskûn milletler fevkalâde hukuk, adalet ve eşitlik prensipleri altında, altın bir devir yaşamışlar. Osmanlı’dan sonra kopan fırtınalar tarihin yüz karası olmuş.
Merhum Mehmed Akif büyük bir üzüntü içinde Balkanlardaki bu korkunç ırkçılık hadisâtını bir satırda ifade etmektedir: “Ben ki Arnavudum, işte perişan yurdum” O tarihlerde oradaki vahameti gören ve tefekkür eden iki Sultan, çareler için 1911 Haziran’ında birlikte yola düşerler. Biri Osmanlının hünkârı Sultan Reşad, diğeri Hz. Bediüzzaman Said Nursî. Hz. Bediüzzaman, Sultan Reşad’ı ikna eder ve Üsküp’te “Medresetü’z-Zehra” adı altında bir üniversitenin kurulmasını ister ve istinad duvarlarını takdim eder. O üniversitenin temelinde “Balkanlardaki ırkçılığın bertaraf edilmesi” gayesi vardır. Üç haftayı içine alan ve trenle yapılan, Selanik, Priştine, Üsküp ve Kosova seyahatlerindeki esas hedef, Üsküp’te üniversite temeli atmaktır. Nihayetinde, temel, Sultan Reşad, Bediüzzaman Hazretleri ve umumun iştiraki ile atılır.
Fakat maalesef, ırkçılık hareketleri, dâhilî ve hâricî “menhus ruh” dediğimiz zındıka komiteleri, böyle bir üniversiteyi ve içindeki “Medresetü’z-Zehrâ” projesini hayata geçirmezler, çünkü Osmanlı’dan koparlar ve 1913’te Yugoslav Federasyonu’na bağlanırlar ve akıbet buralara kadar çok acıklı, vahim ve dehşetli olarak gelir.
Aradan geçen 92 yılın sonunda Eylül 2003’te Bosna Hersek devlet başkanı merhum Aliya İzzet Begoviç’in danışmanlarından, ünlü Boşnak ilim adamı Cemaleddün Latiç, “Osmanlı vizyonu ile Balkanlara bakış” adlı konferanstaki konuşmasında diyor ki: “Keşke 1911 yıllarındaki Said Nursî’nin ‘Medresetü’z-Zehra’ projesi hayata geçseydi, bizler Avrupa’ya karşı bu hallere düşmezdik. Okullarımızda, eğitim sistemimizde bizi ayağa kaldıracak ve dış dünya ile rekabete götürecek model ve çıkış yolu Said Nursî’nin ‘Medresetü’z-Zehra projesi’dir.” (Basın-2003)
2008 Şubat’ında, AB ve ABD’nin desteğinde, NATO’nun güvencesinde ve Rusya’nın aleyhinde bulunduğu Kosova devleti olarak kuruldu. 1 milyon 800 bin nüfuslu, dünyanın en küçük devleti olarak kurulan Kosova’nın başşehri Priştine. Diğer büyük şehir Üsküp’te, tamamen Müslüman kesim hâkimdir. 400 bin nüfuslu bu aziz beldede hâlen ibadete açık 100 cami bulunmaktadır. Kosova’da hâkim olan din, İslâm ve Hıristiyanlıktır. Dilleri Arnavut ve Sırpça’dır. Yer altı kaynakları, kömür, demir, krom, gümüş ve çinkodur. AB, zulme ve katliâmlara uğramış ve binlerce şehid verdiğimiz KKTC’yi resmî ve meşrû kabul etmedi; fakat Kosova’yı kabul etmektedir, bu da ayrıca düşündürücüdür.
Duâmız, hayırlı olsun. Fakat temennîmiz odur ki; ırkların çeşni ve renkli olduğu bu tarihî diyardaki yeni yöneticiler tarihten iyi bir ders-i ibret çıkarırlar. Çünkü Bosna-Hersek katliâmları, yine AB’nin dibinde oluyordu. Bunun için tek çıkış yolları fevkalâde kardeşliğin ve millî birlik ve beraberliğin ihyasıdır. Hâlen hayatta bulunan Boşnak ilim adamı Cemaleddün Latiç’in yukarıdaki tesbit ve feryadına kulak vermeli ve hayata geçirmek için çalışmalıdırlar. Aksi halde doğmadan sönebilir.
Priştine ve Üsküp’te iman ve Kur’ân hizmetinde büyük gayretler gösteren merhum Vamık Azralı’nın talebelerinden Priştine Sinan Paşa Camii eski imamı Nusret Morina bizlere derdi ki: “Bizim diyarlarda ırkçılık kalksın ve ittihad-ı İslâm meydana gelsin diye, hutbelerimizde İhlâs ve Uhuvvet risâlesini okuyoruz”. Bu sözler, gönül kulağımda hâlen tap tazedir…
22.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Müslüman, ama Şeriata düşman |
|
Bir grup üniversiteli genç meydana çıkmış, başörtüsü aleyhinde gûyâ gösteri yapıyor.
Ağızlarından koro halinde iki slogan fışkırıyor: "Türkiye laiktir, laik kalacak!" ve "Şeriata geçit yok!" teranesi...
Benzer türdeki vak'alara, eminim sizler de şahit olmuşsunuzdur.
Bu zavallı bîçareler, esasen laikliğin mânâsını bilmedikleri gibi, şeriatın ne olduğunu da kesinlikle bilmiyorlar.
Ancak, meselâ onlara sorulsa ki "Siz Müslüman mısınız?" diye..
Anında cevap verirler: "Ne demek! Elbette Müslümanız."
Bir de şu husus sorulsa: "Sizin bağlı olduğunuz İslâmiyet ile karşı çıktığınız Şeriat arasında hakikatte herhangi bir farklılık, yahut zıtlık var mıdır?"
Bu esaslı ve can alıcı soruya verecekleri cevap "ık–mık"tan, "kem–küm"den öteye katiyen gitmez, gidemez.
Dolayısıyla, şunu rahatlıkla ifade edebilir ki, hem Müslüman, hem de Şeriata karşı olduğunu bağırıp duranlar:
1) Ya gafildirler.
2) Ya cahildirler.
3) Ya aldatılarak şartlandırılmışlar.
4) Ya da bilerek ve isteyerek düpedüz yalan söylüyorlar.
* * *
Bazıları da var ki, İslâmiyeti bir "semâvî din" olarak biliyor; şeriatı ise, sırf asıp kesmeyi öngören diktacı bir "siyasî rejim"den ibaret zannediyor.
Oysa, İslâmiyetin aynısı olan Şeriatın "yüzde doksan dokuzu ahlâk, ibadet, âhiret ve fazillettir; yüzde bir nisbeti ise siyasete mütealliktir." (Divân–ı Harb–i Örfî, s. 28)
Üstelik, o yüzde birlik nisbet de, ulûlemirlerin, yani liyâkatli yöneticilerin düşünce ve sorumluluk sahasına girer.
Tarihin Yorumu 22 Şubat 1962
Darbeci Talat ve üç buçuk adamı
Türkiye'nin başkenti Ankara, Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir'in başını çektiği bir askerî darbe girişimine sahne oldu.
Yakın tarihimizin kayıtlarında "22 Şubat Darbesi" ismiyle geçen bu hadise, görünürde iki ana gerekçeye dayandırılıyor: Biri, 27 Mayıs darbecilerinin ordu içinde yapmış oldukları atama ve tutuklama tasarrufu... Diğeri ise, birkaç ay evvel (Ekim 1961) yapılmış olan genel seçim sonucundan duyulan reaksiyoner rahatsızlık.
Evet; sandıktan tekrar Demokrat Partinin devamı mahiyetindeki partilerin ekseriyeti teşkil etmiş olması, ordu içindeki cuntacıları şiddetle rahatsız etmiş durumdaydı.
Dolayısıyla ne yapıp edip–ülkenin başına yeni bir gaile açma pahasına–özellikle Adalet Partisini tepelemek istiyorlardı.
Birinci darbeye af, ikincisine ise idam
Talat Aydemir, 27 Mayıs (1960) İhtilâli olduğunda, görevi icabı Kore'de bulunuyordu. Bir ay sonra ülkeye döner dönmez, MBK tarafından Kurmay Albay rütbesiyle Harp Okulu Komutanlığına atandı.
Komitacı bir karaktere sahip olduğu için, Harbiyelileri kolaylıkla etkileyebildi. Hatta, askeriyenin daha başka ünitelerine de nüfuz ederek, yeni bir ihtilâle hazırlık yaptı.
Siyasette ve askeriyede istemediği gelişmeler yaşandığında ise, derhal harekete geçti ve pekçok generali de ikna ederek darbe sürecini başlattı.
* * *
Aydemir, tabiî ki bu teşebbüsünde başarılı olmadı. Zira, onun hesaba katmadığı çok, ama çok önemli bir husus vardı: O günkü koalisyon hükümetinin başında CHP lideri İsmet Paşa vardı. Bir darbe, onlarsız veya onlara rağmen bu ülkede yapılamazdı.
Nitekim, darbecilerle pazarlığa girişen Başbakan İsmet İnönü, onları dize getirdi ve hareketlerinde başarısız kıldı. Yapılan pazarlık şuydu: Darbe teşebbüsünden ve direnç göstermekten vazgeçtiğiniz takdirde, yargılanmayacak ve ceza almayacaksınız.
Aynen öyle oldu. Darbeciler, sadece usûlen yargılandı; onları sadece emekliye sevk etmekle yetinildi. Cuntacıların tamamı, 10 Mayıs'ta çıkarılan özel af kànunuyla serbest bırakıldı.
* * *
Ne var ki, "darbecilik sıtması"na tutulan Talat Aydemir, bir yıl sonra (21 Mayıs 1963) yeni bir darbe teşebbüsünde daha bulundu. Bazı askerî birlikte tank ve toplarla harekete bile geçtiler. Hatta radyo evini dahi bastılar ve burayı zorla ele geçirdiler. Dahası, "Askerî ihtilâl oldu" diye de anons yaptılar ve bu yönde yayına başladılar. (Bu yayını Ali Elverdi Paşa kesti ve radyo–darbe haberini yalanladıktan sonra–normal yayın akışına devam etti.)
Ancak, yine başarılı olamadılar, bastırıldılar, yakalandılar ve bu kez en ağır bir şekilde cezalandırıldılar. Zira, iktidar koltuğunda yine CHP lideri İnönü vardı...
"21 Mayıs darbesi"nin parolası "Harbiyeli aldanmaz" idi... Bu sözün esin kaynağı ise, İsmet Paşanın daha onlar hakkında sarf etmiş olduğu şu sözdü: "Talat ile üç buçuk adamı, tam bir aldanış içindeler."
* * *
Askerî makamlarla müşterek hareket eden İsmet İnönü, ikinci darbe teşebbüsünü de görünce, bu kez niyetini bozdu ve "Bu işi alışkanlık haline getirdiler canım!" diye sinirlenerek, harekâtta dahli olan bütün komutanları cezalandırma kararına vardı.
Askerî mahkemede aylar süren yargılamalar neticesinde, Aydemir ile Gürcan idama mahkûm edildi. Bu hüküm, 5 Temmuz 1964 günü infaz edildi.
* * *
İsmet Paşa öyle istiyor diye, Bülent Ecevit dahil, Meclis'teki CHP'lilerin hemen tamamı idamdan yana oy kullanırken, AP'liler ise, tercihlerini aksi yönde yaptılar.
İdam edilen Gürcan ile Aydemir'in yakınları, daha sonra yaptıkları açıklamalarda şu ortak noktada buluştular: Talat ile Gürcan, "Hapisten çıktığımızda yine ihtilâl yaparız" demek yerine, şayet "Biz hata yaptık. İsmet Paşa haklıdır. Ondan özür dileriz" demiş olsalardı, mutlak sûrette idamdan kurtulacak, hatta mükâfatlandırılacaklardı.
Nitekim, onlarla birlikte hareket eden Mustafa Ok da idamla yargılandığı halde, beraat ettirildi ve bir süre sonra CHP’den milletvekili seçildi, hatta daha da ileri gidip bakan bile oldu.
22.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Duâda sünnet ölçüleri |
|
Muharrem Bey:
* “Kimi duâ kitaplarında her dert için sunulan ayrı ayrı duâlar var. Gerçekten duâlar, yazıldığı dertler için çare olur mu? Duâda Peygamber Efendimiz (asm) nelere dikkat etmemizi tavsiye buyurmuş; açıklar mısınız?”
Duâda esas olan, kulun elini, gönlünü, kalbini Allah’a açması, derdini doğrudan Allah’a arz etmesidir. Duâda sünnet-i seniyye ölçüleri elbette vardır ve bunu şöyle sıralayabiliriz:
1- Duâ bir ibadettir. İbadet, kulun Allah’a en yakın hâlidir, kulun kulluk hâlidir. Kul, Allah’a en yakın haldeyken, Allah’tan her muradını isteyebilir. Fakat maksadı umduğunu yalnız Allah’tan istemek, korktuğundan yalnız Allah’a sığınmak; böylece yalnız Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır.1
2- Allah’tan istediğimiz şey veya şerrinden Allah’a sığındığımız şey hususunda fiilî olarak yapmamız gereken bir şeyler varsa muhakkak yapmalıyız. Duâlarımızı önce eylem haline getirmeliyiz. Çünkü Allah, bize ihtiyaçlarımızı karşılayalım, sıkıntılarımızı giderelim, dertlerimize deva bulalım diye birçok kuvvetler, azalar ve duygular vermiştir. Mahiyetimizde mevcut maddî veya manevî kuvvetlerimizi kullanmadan, yalnız dilimizle Allah’tan istemek duâ adabına uymaz.2
3- Sıhhatinden şüphe ettiğimiz duâ metinleri ile karşılaşırsak, metnin mânâsına bakmamız yeterlidir. Eğer bir duâ metni:
a) Tevhid inancına uygunsa. Yani istekler ve dilekler doğrudan Cenâb-ı Allah’a iletiliyorsa,
b) Kulluk adabına uygunsa. Yani bizim görevimizin yalnız duâ olduğu, verenin ve kabul edenin Cenâb-ı Hak olduğu bilinir ve bu itikatla Allah’ın takdirine ve hikmetine güveniliyorsa.
c) Sünnet-i seniyye ölçülerine uygunsa bu metinden yararlanılabilir.
Makbule şayan duâlar için:
I- Fiilî duâ ihmâl edilmemelidir.
II- İçinde haram bir istek yer almamalıdır.
III- İstekler âdetullaha uygun ise dünyada gerçekleşebileceği, uygun değilse ve Allah dilerse âhirette gerçekleşeceği bilinmelidir.
Bilindiği gibi âdetullah, Allah’ın kâinatta geçerli kıldığı yaratılış kânunlarıdır. İstekler âdetullaha uygun olursa gerçekleşir. Meselâ, Allah’tan yiyecek istemek için yapılması gereken çok şey var. Çünkü Allah, yiyeceği dünyaya bolca yerleştirmiş. Yiyeceğe ulaşmak için gösterilmesi gereken fiilî hareket, aslında bizzat bir duâdır. Bu fiilî hareketi göstermeyip, yerinde oturup, Allah’a el açmak ve söz ile Allah’tan yiyecek istemeyi içeren bir duâ metni okumak, hangi dilde olursa olsun, doğru değildir. Çalışma imkânı varken çalışmayıp yalnız sözlü duâ yapmak duânın kabulü için yeterli değildir.
Yine meselâ, Allah’ın farz kıldığı bir takım ibadetler vardır. Bu ibadetleri yerinde ve zamanında yapmak, ruh sıkıntısını da gidermeye dönük manevî faydalar sağlar. İbadet yapmamak ise zaten ruh sıkıntı sebeplerinin başında gelir. Çünkü ibadetsizliği hiçbir vicdan kabul etmez. Bu da mânevî bir kânundur. Şimdi, içindeki ruh sıkıntısını gidermek isteyen birisi, Allah’a karşı kusurunu görmeli ve bunu gidermeye çalışmalı. Meselâ namazında eksikleri varsa bunu tamamlamalı ve namazın ardından da ruh sıkıntısının giderilmesi için Allah’a yalvarmalı. Yoksa kitaplarda öğütlenen duâ metinlerinden orada söylenen sayı kadar binlerce defa da okusa ruh sıkıntısı gitmeyebilir. Bu da duâya karşı güvenini sarsar.
IV- Duâda aceleci olmamalıdır. Duâ görevimizi eksiksiz, ama daima yapmalıyız. Fakat kabul zamanını Cenâb-ı Allah’ın takdirine ve hikmetine bırakmalıyız.
V- Duâda Allah’ı itham edici cümleler kullanmamalıyız. Yani, “Allah’ım, çok duâ ettim, kabul etmedin” gibi ifadeler duâ metni içinde yer almamalıdır.
VI- Duânın içinde çirkin bedduâ cümleleri yer almamalıdır.
VII- Tevbe ve istiğfar ederek mânen temizlenmeli, sonra duâ yapmalıdır.
VIII- Duâya başlarken ve duâyı bitirirken Peygamber Efendimiz’e (asm) salâvat-ı şerife getirmelidir. Çünkü Üstad Hazretlerinin de bildirdiği gibi, salâvat-ı şerîfeler makbul duâlardır. İki makbul duânın ortasındaki duâlarımızın da makbul olması Cenâb-ı Allah’tan kuvvetle umulur.3
IX- Birisi hakkında duâ yapacak isek, onun gıyabında duâ yapmalıyız.
X- Duâ metinleri mümkünse âyetlerden veya hadislerden alınmış olmalıdır.
XI- Duâda samimî olmalı; huşu ve huzur-u kalp içinde bulunmalıyız.
XII- Farz namazın, bilhassa sabah namazının ardından; mümkünse mescitlerde veya ibadet mahallerinde, mümkünse Cuma günü duâların kabul edildiği saate denk düşürerek, mümkünse Üç Aylarda, mümkünse mübarek gecelerde, Ramazan’da ve bilhassa Kadir Gecesinde daha çok duâ yapılmalıdır.
Duâ metinlerinde yukarıda sıralamaya çalıştığımız şartlara uymayan ifadeler yer alıyorsa, o metne itibar etmeyiz. Fakat bu unsurlara riayet eden metinlerle duâ yapmamızda bir sakınca yoktur.
Allah cümlemizi, duâlarını kabul buyurduğu kullarından eylesin. Âmin.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 287; Lem’alar, s. 136
2- Sözler, s. 287; Mektûbât, s. 136
3- Mektûbât, s. 270
22.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Ek 17 bilmecesi |
|
Ankara’da haftalardır süren “üniversitelerde başörtüsü yasağı kaldırma” tartışmaları YÖK Kanununun ek 17. maddesinde düğümlendi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün önünde duran anayasa değişikliği bildiğiniz gibi, Anayasa’nın 10. maddesinin “Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar” cümlesine, “her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında” ibaresi ilâve edildi. 42. maddeye ise “Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir” cümleleri eklendi.
Tartışma bu iki değişikliğin yasağı kaldırıp kaldırmayacağı görüşünde düğümleniyor. Bu arada, yıllardır uygulanan kanunsuz başörtüsü yasağının kanunî hale getirileceği endişeleri de hâlâ mevcut.
AKP ve MHP bu değişikliklerin yasağı sona erdirmeyeceğini düşünerek, YÖK Kanunun ek 17. maddesinde bir değişikliğin yapılması için teklifleri Meclis gündeminde duruyor. Kanunun Köşk’e gönderilmesinin ardından, MHP bu değişikliğin yapılması için “hemen” harekete geçilmesini istemişti. AKP ise, “uzlaşma” amacıyla biraz beklenilmesini istiyordu. Hatta Bahçeli, iki parti arasında değişikliğin hemen yapılması yönünde mutabakat metni imzalandığını söylemiş, AKP ise, imzalanmış bir metin olmadığını ifade etmişti.
Gelinen noktada, hem AKP, hem de MHP ek 17’deki değişikliğin Anayasa Mahkemesi’nin kararının ardından yapılmasını kararlaştırdı. İki parti de Mahkeme’nin değişikleri şekil yönünden inceleyip karar vereceğini düşünüyor. Bu görüşlerini ise, Mahkemenin 21 Ekim’de yapılan referandumla ilgili anayasa paketinden 11. Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin düzenlemeleri içeren maddeleri çıkaran Kanun’un “yokluğunun hükme bağlanması” veya iptali ve yürürlüğünün durdurulması taleplerinin “Yüksek Mahkeme, ancak şekil yönünden karar iptal verebilir” reddetmesine bağlıyor.
* * *
Peki, mahkeme şekil yönünden iptal etmese dahi, sonrasında yapılacak ek 17. madde meseleyi çözebilecek mi? MHP çözebileceğini düşünüyor. Ancak AKP başta çözebileceği düşündüğü için böyle bir metin hazırlamıştı. Şimdi ise, maddenin “yetersiz” olduğunu ve bu konuda daha iyi bir formüle ihtiyaç olduğunu söylüyor.
AKP’nin bu eksikliği itiraf ederken ortaya koyduğu gerekçelerde başka bir karışıklığı ortaya çıkarıyor. AKP Grup Başkanvekili Nihat Ergün, “neyin yasak olduğu”nun belirtilmesi gerektiğini, yoksa kafa karışıklığının olabileceğini, “Bunun dışında her bir şey serbest değil” yaklaşımının olabileceğini dile getiriyor.
Ek 17. maddedeki değişiklik rafa kaldırılırsa da anayasada yapılan değişiklikle, “Yasada açıkça yazılı olmayan bir nedenle kimse eğitim hakkından mahrum edilemez” denilirken, 17. maddede sınır çizilmemiş olacağından, üniversite kapıları başörtülülere kapatılır.
Diğer yandan madde de yapılacak değişikliklerin Anayasa Mahkemesi’ne götürülüp iptal edilmesi durumunda bedelinin ağır olabileceği, hatta çözüm aranırken daha katı bir çözümsüzlüğe gidebileceği görüşlerini de şimdiye kadar yabana atanların bu noktaya gelmeleri hayli zaman aldı. Meclis Başkanı Köksal Toptan, Anayasa düzenlemesinin de YÖK Kanunundaki değişikliğe de gerek olmadığını başından beri söylüyordu.
Kaldı ki, “Yürürlükteki Kanunlarla aykırı olmamak kaydı ile; Yükseköğretim Kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” ibaresinin yer aldığı YÖK Kanunun ek 17. maddesi hâlâ yürürlükte… Buna “çete altı” gibi garip bir tanım getirmenin meseleyi çözümsüzlüğe götüreceği başından beri belliydi. Çarşaf, peçe, mayoyu yasaklamak adına bunların yapıldığı söyleniyor. Maddede, üniversiteye girişte başörtüsünün nasıl bağlanacağı tarif edilmeden, yasak olan kara çarşaf, peçe, bikini ve poşu gibi giysiler yazılacağı söyleniyor. Yani serbest olması düşünülen kıyafetler değil, yasak olanlar yasada tarif edilecekmiş. Bu da karışıklığı daha da arttıracaktır. Nitekim parti içinde bunun karışıklığı arttıracağını söyleyenler de çoğunlukta.
Meselenin tam bir çıkmaza sokulduğu görülüyor. Adeta, kaş yaparım derken göz çıkarma haline geldi. Üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakacağız diyerek yola çıkılırken mesele tam bir bilmeceye dönüştürüldü. Bilmeceyi de kimin, nasıl, hangi yolla çözeceği de belli değil.
Bir kördüğüm çözebilirsen çöz…
22.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Çözüm |
|
Başkentteki başörtüsü tartışmalarında sona geliniyor. Siyasî iktidarın “çözüm” tarzında yolun sonu görünüyor. Ne var ki, bu “son”, “dinî bir vecîbe” olan bu inanç ve insan hakkının özgürlükte değil, tepeden inme emr-i vaki yasadışı yasakla kalıyor.
Anayasa’nın iki maddesinde yapılan değişiklikler, hâlâ on gündür Çankaya’da bekletilirken, Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanlığı referandumuna ilişkin “itirazı ret” gerekçesinde, “hukuka ağır aykırılıkta şekil denetimi sınırının tartışılabileceği” tevili, başörtüsü için de “laikliğe aykırılık incelemesi”nin yapılabileceğinin işâreti olarak görülüyor.
AKP’nin yeni anayasa taslağını hazırlama kurulunun başına getirdiği Prof. Ergun Özbudun’un, “Mahkemenin değişikliğin özelliğine göre maddelerin muhtevası hakkında da inceleme yapma hakkını kendinde gördüğü” yorumu, bunun açık sinyali.
Buna göre, cumhurbaşkanının onayının ardından her iki durumda da mesele çözümsüz kalacak. Mahkemenin daha sıra ek-17’ye gelmeden sözkonusu anayasa değişikliklerini “iptal” etmesi, meseleyi zaten çıkmaza sokacak. “İptal” etmezse, “yeni bir şey yok” denilip “yasaklar”ın dayatılmasına devam edilecek.
Hele peşinden çıkarılacak “yeni ek-17”nin iptaliyle “yasallık” perdesinde “yasak” daha da katmerleştirilip tatbik edilecek. Yasakçıların ek-17’yi bir “tuzak” olarak hararetle hükûmetin önüne atmalarının maksadı bu.
İşin bu vartaya varması, ister istemez durup dururken, “Başbakan’ın çıkışı”yla neden bu noktaya gelindiği sorusunu sorduruyor. Gerçekten siyasî iktidar neden daha kolay çözüm yolları varken, bu oldukça karmaşık ve çetrefilli yola başvurdu?..
* * *
Temel yanlışlık, şüphesiz hakkında hiçbir yasak olmayan kadınların kılık ve kıyafetinin ve başörtüsünün, zorlama yorum ve yönetmeliklerle yasaklanmasına karşı “yasa çıkarma” teşebbüsünden kaynaklanıyor.
Aslında siyasî iktidarın bu konuda hiç yasa çıkarmasına gerek yoktu. Şâyet mutlaka “yasal düzenleme” yapılacaksa, bütün temel hak ve özgürlüklerin tâdili ile birlikte “yeni anayasa” içinde yasağın bir inanç ve eğitim özgürlüğü hakkı olarak ele alınması daha doğru olurdu.
Anayasanın “başlangıç” kısmından, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen “laiklik” hakkındaki ikinci maddesinden “devrim kanunları”nı güvence altına alan 174. maddesine kadar yüksünmeden çarpıtılan ve her fırsatta istismar edilen maddelere rağmen kenarından köşesinden yapılan değişiklikler bir netice vermeyecek.
Bu durum baştan belli idi. Kanunsuz yasağı “kanun nâmına dayatma” ucûbesini sergileyenlerin, anayasanın 153. maddesindeki açık hükmüne rağmen, Anayasa Mahkemesi’nin karar “gerekçesi”ni yasa yerine koyanların en ufak bir “yasal” dayanağı sonuna kadar istimal edecekleri ortada idi…
Sahi AKP’nin seçim beyânnâmesinde, hükûmet programında ve “âcil eylem plânı”nda defalarca sözü verilen ve Millî Eğitim Bakanı’nın “mutlaka değişecek dediği” yüksek öğretimin yeniden yapılandıracak “yeni YÖK kanunu”na ne oldu? Hükûmet bir defa daha gündeme getirmemek üzere mi geri çekti?
“YÖK Kanunu” bir yana, YÖK’e ve rektörlere üniversitelerde alabildiğine keyfî dayatma yolunu açan Anayasanın 130. ve 131. maddeleri neden ele alınmıyor?
Bu iki maddeyle YÖK ve üniversitelerin, “devletin denetim ve gözetimine tâbi yükseköğretim kurumları”nda, “öğrenimi plânlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, eğitim - öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek ve plânlama yapmak” görevine netlik getirmedikçe, bu tür yasaklar yine icâd edilecek.
Bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi YÖK’ün işlevi akademik ve idarî koordinasyonla sınırlı hale getirilip belirlenmedikçe, en temel insan hakkının önünü kesecek ve eğitim hakkını engelleyecek keyfî dayatmalar devam edecek…
* * *
Gelinen noktada Meclis ne yaparsa yapsın, Anayasa Mahkemesi ve yasakçı mahfiller, “dinî referanslı özgürlük” deyip başörtüsünün önünü tıkayacaklar. Leyla Şahin dâvâsında “hükûmet savunması”yla şaşırtılan AİHM’in kararı bahane edilerek, Anayasa’nın 90. maddesiyle yasağın “milletlerarası andlaşmalara uygunluğu” iddia edilecek…
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 9. maddesindeki “ibadet ve eğitim hakkı”nın temelde teminat altına alınmasına aykırı olarak. Keza, “hiç kimsenin eğitim hakkından mahrum edilemeyeceğini, devletin eğitim ve öğretim görevini yerine getirirken, vatandaşların dinî ve felsefî inançlarına uygun eğitim ve öğretimin verilmesini isteme hakkına saygı”yı hükme bağlayan AİHS Ek Protokolü 2. maddesine tamamen zıt olarak…
Kısacası zaten üçte biri tamamen değiştirilerek bir garâbete dönüşen mevcut Anayasa’nın karışık ve karmaşık metni üzerinde yapılan bu tür mevzîi makyajlar ve “yeni yasal düzenlemeler” hep yetersiz kalacak; her defasında yasakçılar tarafından demagojik çarpıtmalarla akamete uğratılacak…
En doğrusu, hükûmetin bu hususta yasa çıkarmaktan vazgeçip, demokratik dirençle yasal olmayan bir yasağın tatbikini önlemesi…
Ve yeni anayasada temel hak ve hürriyetlerin daha belirgin ve istismara yol açmayacak açıklıkta bütünüyle teminat altına alınması…
Başka da çözüm çâresi yok…
22.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Güven’ sıralaması |
|
Gerek iş, gerekse sosyal hayatta; güven duyma, güven verme o kadar önemlidir ki, bazı işadamları “güven kaybetmektense, sermayemi kaybetmeyi göze alırım” demiştir. Nihayetinde bu düşüncede olanlar kazanmış, güven kaybetmenin ciddiyetini göremeyenler de sadece ‘güven’lerini kaybetmekle kalmamış, itibar ve sermayelerini de kaybetmişlerdir.
Bu anlamda, Türkiye’deki ‘kurum’ların güvenilirliği de her daim tartışma konusu olmuştur. Çeşitli zamanlarda yapılan kamuoyu yoklamalarında bazı kurumlar ‘güvenilir’ bulunurken, bir kısım ‘kurum’lar da güvenilmez anlamına gelecek neticelerle karşılaşmıştır. Tabiî ki, yapılan anket ve araştırmaların güvenilirliği de ayrıca tartışma konusudur. Ayrıca, güvenilirlikten ne anlaşıldığı da zaman zaman ihtilâf konuları arasında yer alır.
Gazetelerde yer alan bir habere göre, Dünya Bankası Yolsuzlukla Mücadele Enstitüsü’nün 2007 yılında 60 ülkede yaptırdığı araştırma, Türk polisinin birbiri ardına gerçekleştirdiği yolsuzluk operasyonlarıyla halkın çeteler ve yolsuzlukla mücadele konusunda umudunu arttırdığını ortaya koymuş. Böylece son 10 yılda eksi olan ‘güvenilir’lik göstergemiz 2006’da artı puana geçerek AB ortalamalarına yaklaşmış. (Yeni Şafak, 21 Şubat 2008)
Araştırmaya göre, Türkiye’de halkın yüzde 24’ü yolsuzluğun azalacağına inanırken, AB ülkelerinde bu oran yüzde 18 nisbetinde gerçekleşmiş. Avrupa Birliği ülkelerinde “yolsuzluk aynı kalacak, bir düzelme olmayacak” diyenlerin oranı yüzde 30 olurken Türkiye’de böyle düşünenlerin oranı yüzde 24’te kalmış. Ortaya çıkan netice, “Türkiye kamuoyu, yolsuzlukla mücadeleyi onaylıyor” şeklinde değerlendirilmiş.
Elbette, insaf ve iz’anını kaybetmeyen herkes, gerek yolsuzluk ve usûlsüzlük, gerekse haksızlık ve adaletsizliğe karşı yürütülen her türlü gayreti destekler. Çünkü bu hastalıklar, sadece ‘bulaştığı’ kişileri değil, bütün bir cemiyeti de mahvetme istidadındadır.
“Güven” konusunda AB standartlarını yakalayıp yakalayamadığımız konusu tartışmalı olsa da, bu netice herkesi memnun etmelidir. İnşallah araştırmada ortaya çıkan neticeler hayatımıza akseder.
Aynı araştırmada dikkat çekici başka noktalar da var. Buna göre, ‘yolsuzlukla mücadelede kurumlara güven’ listesi şöyle sıralanıyor: Siyasî partiler 3,7; Meclis 3,6; Özel sektör 4,0; Medya 3,7; Ordu 3,4; STK’lar 3,7; Dinî kurumlar 3,4; Eğitim sistemi 4,0; Sağlık 4,0; Polis 3,9...
Aynı listede, AB’deki kurumların ‘daha az güvenilir’ olduğu şeklindeki neticeler de şaşırtıcı. Elbette bu ve benzeri araştırma ve anketlerin de müzmin bir ‘güven’ problemi vardır. Buna rağmen, yolsuzlukla mücadele noktasında STK, Meclis ve siyasî partilere hâlâ yüksek oranda güven duymamız demokrasinin yerleşme süreci bakımından da hayıra alâmet sayılmalıdır.
Türkiye’de yapılan benzer araştırmalarda başka neticeler çıktığının da farkındayız...
22.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Baykal ve Özkök |
|
Aslında bu yazımın başlığını, ‘uzlaşma yalan, dayatma gerçek’ olarak koyacaktım. Ama aslında Baykal ve Özkök’ün şahsında başörtüsüyle ilgili çözümün aynı olduğunu gördüm. Biri siyasetçi, diğeri gazeteci olan bu isimlerin konuya aynı zaviyeden baktıklarını müşahede ettim. Yaklaşımları veya çözüm tezleri şu: Ademe mahkûm etmek. Yani çözümü statükoda ve çözümsüzlükte görmek ve böyle bir problemi kökten yok farzetmek. Her ne kadar Ertuğrul Özkök zaman zaman farklı tonlarda yazsa da bu farklılık derununda değil, kalemin ucunda. Her zaman üniversitelerde başörtüsü meselesinin çözümünü savunduğunu söylüyor. Hatta zaman zaman bu çözüme veya uzlaşmaya CHP’nin de ortak olması gerektiğini savunuyor, ama hem Baykal, hem de Özkök aslında çözümü yasakta görüyor. Bu yasağı kurcalayanları da çözümsüzlükle suçluyor. Kendisine göre öyle. Aslında buna inanıyorlar. Zira dünyalarında böyle dinî vecibe veya özgürlük anlayışı yok. Ama başkaları için bunun bir ‘delusion’ yani aldatmaca ve kandırmaca olduğu da bir gerçek. Derunî gerçeklerini başkalarıyla paylaşmıyorlar. İsterseniz ikisinin de gönlünde yatan çözümü aktaralım. Bu aktarıma Baykal’dan başlayalım ve Özkök’le devam edelim. CHP lideri Baykal’ın bir Hürriyet ziyareti sırasında başörtüsü ile ilgili söyledikleri tarihe düşülen not kabilinden... İsterseniz bu bölümü Ünal Tanık’ın kaleminden takip edelim:
“Tarih 24 Eylül 2002 Salı. 3 Kasım seçimlerine yaklaşık 40 gün var. Hürriyet ekibi CHP lideri Deniz Baykal’ı konuk ediyor. Gazetenin başyazarı Oktay Ekşi’nin ifadesiyle Deniz Baykal’ı “sözlü sınav”a alıyorlar. Hürriyet ekibinde kimler var dersiniz? Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, başyazar Oktay Ekşi, Tufan Türenç, Şaban Sevinç. Masada üç isim daha var. Biri şimdi Milliyet’in başında olan, o dönemde Hürriyet’in Ankara Temsilciliği görevini yapan Sedat Ergin ile şimdi Hürriyet’le yollarını ayırmış olan Emin Çölaşan ve Bekir Coşkun. Hürriyet ekibi soruyor, Baykal cevaplıyor. Türban konusunu Emin Çölaşan gündeme getiriyor ve açıkça soruyor: Türban konusundaki tutumunuz nedir? Bu yasak sürmeli mi, kalkmalı mı?
Baykal: Türkiye’de asıl sorun türban sorunu değildir. Sorun anayasanın temel ilkeleri üzerinde yaygın bir mutabakatın hâlâ sağlanamamış olmasındadır. Bu temel sorunun yansıması bazen türban şeklinde, bazen siyasî partilerin kapatılması olarak, bazen de milletvekili adaylığının engellenmesi şeklinde oluyor. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi gelişmiş ülkelerde devletin temel nitelikleri konusunda bu kadar yaygın bir tartışma yaşanmıyor. Öyle olunca da büyük sorunlar yaşanmıyor. Türkiye’de gerçek istikrar hangi hükümet ya da başbakanın ne kadar görev yaptığıyla değil, bu temel mutabakatın sağlanmasıyla kurulur. Bu mutabakat sağlandığında hükümetler gelir gider, sorun olmaz. Fransa’da hâlâ monarşist bir parti var, yüzde 1 oy alıyor ve kimse de bir endişe duymuyor. Ama yüzde 25 oy alsa kıyamet kopar Fransa’da ve parti belki de kapatılır. Ülkenin ana siyasi partileri, ülkenin temel nitelikleri üzerinde mutabakat içinde olmalıdır.
Çölaşan: Siz iktidar olunca türbanlılar üniversitelere girebilecek mi?
Baykal: Biz böyle yaklaşmıyoruz olaya. Bu konuyu gündemde tutmamak gerekir. O kesimin siyasetçileri bu konuda konuşmamaya, tırmandırmamaya özen gösteriyor. Sizler de bunu gündemde tutmayın. Bunu sorun olmaktan çıkarmak gerekir, geri plana itme, konuşmama da bir çözümdür. Bunu karşılıklı bir istismar aracı yapmamak gerekir...”
***
Yani ademe mahkûm ederek ve yok farzederek yasağın yeniden içselleştirilmesini sağlamak istiyorlar. Aynen Osman Şirin’in özlediği 1960 veya 1970’li yıllar öncesindeki tablo gibi. Demek ki başörtüsünü bir hak veya özgürlük alanı olarak görmüyorlar. Aksine devrim ilkeleriyle çatıştığını farzediyorlar. Arizî ve geçici bir mesele olarak görüyorlar ve bunu geri püskürtmeyi de boyunlarının borcu biliyorlar.
***
Bu hususta Baykal’ın ortaklarından birisi de Türkiye’de başörtüsü ile ilgili hilâfsız en fazla yazı yazan yazar olma özelliğini koruyan ve bütün mesaisini başörtüsünü modernize etmeye ve aheste aheste kaldırmaya teksif eden Ertuğrul Özkök. Bunu çok sofistike yapıyor. O da aslında başörtüsü özgürlüğünden yana olduğunu söylüyor, ama fiiliyatta aynen Baykal gibi yapıyor. Döndürüp dolaştırıp yasakta karar kılıyor. Ali Kırca gibi önce mikrofon dağıtıyor sonra hepsini tek elde toplayarak son sözünü söylüyor ve nihaî kararı kendisi veriyor. Dolayısıyla yasağın dışında söylenenlerin hepsi tüketim için ve dolgu maddesi.
***
Başbakan Erdoğan’ın refakatinde Kayseri’ye giden ve izlenimlerini aktaran Ertuğrul Özkök, 3 Temmuz 2007 tarihli yazısında “Türbanın boyun kısmı çözülüyor mu?” başlıklı makalesinde bakın bu hususta aynen Deniz Baykal’ın ademe mahkûm etme, unutturma politikasını nasıl savunuyor. İşte kalbine tercüman olan satırları: “Kayseri’de kadınlara dikkat ettim. Çoğunluğunun başında örtü vardı. Ama bir şey dikkatimi çekti. Örtülerin çoğu, klâsik türban gibi değildi. Bana sanki, başörtüsü, boyun kısmından başlayarak “yumuşuyor” gibi geldi. Ayrıca kadınların ve kızların elbiseleri gayet rahattı. Tabiî eski durumu çok iyi bilmediğim için karşılaştırma yapamıyorum. O sebeple genellemeden de kaçınıyorum. Ama Kayseri’de gördüğüm başörtülü kadınların, Ankara’da milletvekillerinin eşlerinde gördüklerimden çok farklıydı. Eskiden beri savunduğum görüşüm, Kayseri’de biraz daha güçlendi. Eğer siyasiler germez, bir süre gündemden düşürürse, türban konusu kesinlikle gündemimizden çıkacaktır...”
İşte böyle...
***
Ertuğrul Özkök’ün çözüm dediğini herhalde gördünüz. O da, mesele konuşulmasın ve yasak zamana yayılarak direnç kırılsın ve böylece yasak içselleştirilerek çözülsün istiyor. Bu teze göre, siyasiler zaten meseleyi kurcalamazsa ve sahip çıkmazsa halkın umutları tükenir ve yasağı kanıksar. Bunun ötesindeki uzlaşma edebiyatı koskoca bir palavradan ibarettir. Maalesef bu böyle. Siyasetçilerimizin ve bir kısım medya yazarlarının bu konudaki içtenlikleri de bundan ibaret.
22.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|