Hükûmet, halka hizmetkâr olmalı
Suâl: “Şu hükûmet ve Türkler nasıl olsalar, biz rahat edemiyoruz, yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden âleme temâşâ etmek ve ellerimizi onlarla beraber sâfi suya uzatmak, kendimizi de bir kavim olduğumuzu göstermek nâsıldır? Zîrâ hükûmet ve İstanbul daha bulanıktır.”
Cevap: Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı âmmenizin misâl-i mücessemi olan mebusân hâkimdir; hükûmet, hâdim ve hizmetkârdır. Öyle ise kendinizden teşekkî ediniz; her kabahati hükûmet ve Türklere atmakla çok aldanırsınız.
Size bir misâl söyleyeyim:
Her tarafa şubeler salmış bir büyük çeşme başında bir tegayyürât olursa, her tarafa da sirâyet eder. Fakat yüz pınarın ortasında büyük bir havuz olursa, o havuz pınarlara bakar ve onlara tâbîdir. Faraza, o havuz tamamen tegayyür ederse veyahut Allah etmesin bozulursa da, çeşmelere tesir etmez-eğer pınar, pınar olursa.
İşte, bakınız: İstibdâdın hükmünce, İstanbul ve hükûmet belağbaşı idi; şikâyette hakkınız vardı. Şimdi ise hakîkat îtibâriyle bilkuvve, İstanbul göldür, hükûmet havuzdur, Türk zeynâbdır veya öyle olmak lâzımdır. Pınar bizlerdedir ve bizde olmak gerektir.
Ey Kürtler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için, uzaktan gelen taaffün eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdâdı görüyoruz. Öyle ise, gayret ediniz, çalışınız; sebeb-i saadetimiz olan meşrûtiyeti takviye için, fikr-i milliyeti haffâr yapıp, mârifet ve fazîleti eline veriniz. Şu yerlerde de bir küngân atınız; tâ bir kemâlât pınarı bizde de çıksın. Yoksa dâimâ dilenci olacaksınız, ya susuzluktan öleceksiniz. Hem de, dilencilik para etmez. İnsan dilenci olursa, nefsine olsun. Bence merhamet dilencileri ya haksız veya tenbeldirler. Eğer siz insan olsanız, hükûmet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz, fakat iyilikleri gelir.
Suâl: “Neden iyilik gelsin, fenâlık gelmesin? İkisi arkadaştır.”
Cevap: Yahu! Dedik: Şimdi, hükûmet ve İstanbul çukurda bir havuzdur veya öyle olacaktır. Havuz ise, aşağıdadır. Fenalık sakîldir, yukarıya yuvarlanmaz—cehâletle cezb etmemek şartıyla. İyilik nurdur, yukarıya akseder.
Münâzarât, s. 42
Lügatçe:
efkâr-ı âmme: Genelin düşüncesi, komuoyu.
misâl-i mücessem: Cisimleşmiş misâl.
teşekkî: Şikâyet etme, sızlanma.
tegayyürât: Değişmeler, başkalaşmalar.
haffâr: Kazıcı, çukur kazan, kuyu kazan.
sakîl: Ağır.
|
Üstad; "İzin verseler, Kore harbine beş bin talebemle katılırım" demişti
(Dünden devam)
*Bediüzzaman Hazretleri ile görüşmeniz nasıl oldu?
Üstad Hazretlerini ilk görüşüm, sekiz yaşlarımdayken oldu. Afyon’da haftanın belli günlerinde pazarlar olurdu. Babam pazara giderken beni de yanına aldığı bir günde Üstad Hazretlerini ilk görmem gerçekleşti. Babam manifatura sergisini açacakmış. Pazarda açılan sergi geniş olduğu için hırsızlık olmasın diyerekten serginin bir ucuna beni diker, diğer ucunda da kendisi beklerdi. Sergi bittiğinde toparlanırken Emirdağlı Çalışkanlar ailesinden benim yaşlarımda bir çocuk bana hitaben “Bak, şu arka evin penceresinde takkeli, sarıklı adam Bediüzzaman’dır” diye konuştu. Üstad Hazretlerini ilk görüşüm o zaman olmuştu. Sonraki yıllarda, 1958 senesinde Afyon Lisesi’nde yatılı olarak okurken, bir gün öğleden sonra dersimiz boştu. Bir arkadaşla birlikte okulun avlusunda dolaşırken Üstad Hazretlerinin Chevrolet marka arabası ile geçtiğini görünce, yanımdaki arkadaş “Bediüzzaman geçiyor” diyerek koştu, ben de peşinden koştum. Önce arkadaşım Üstad Hazretlerinin elini öptü, sonra da ben. Afyon Lisesi’ndeyken Üstad Hazretlerinin elini öpmek nasip olmuştu.
Üstad Hazretlerini en son görüşüm ise şu şekildeydi: Üstad Hazretleri, Bolvadin’deki evimizin altındaki yoldan Emirdağ’a gidiyordu. Babamın, evimizin altında bir bakkal dükkânı vardı. Ben de, lisede tarih dersinden bütünlemeye kalmış, bekliyordum. O arada da dükkânı çalıştırıyordum. Dükkânı çalıştırdığım sıra—sene 1958-1959’da—Üstad Hazretleri geldi, tam bizim dükkânın önünde durdu. İçeride de müşteriler var. Ben "Bir dakika dışarı çıkayım" dedim. Yalnız dükkânın hemen yanında da evimizin kapısı vardı. Oradan da annem çıkmış. Tabiî o zaman bizim kapılarda perde vardı. Annem o perdeyi önüne/yüzüne almış, eliyle Üstad Hazretleriyle lisan-ı haliyle konuşuyorlar. Ben tam yanlarına varmak üzereyken şoför geldi ve Üstad Hazretleri bindi gitti, yetişemedim. Daha sonraki yılda da Urfa’da vefat ettiğinin haberini duyduk. Bizim tahtadan bir radyomuz vardı. Sabah namazından sonra kahvaltı yaparken ben annem ve diğer kardeşlerim “Bediüzzaman Hazretleri vefat etmiştir” haberini duyunca beraber hüngür hüngür ağlamaya başladık.
*Ağabeyiniz İsmail Hakkı Ünlü’nün, Üstad Hazretleri ile görüşmesi nasıl oldu?
Ankara’da Genelkurmay’da vatanî görevini yaptığı zamanlarda Kore’ye gitmek için ismini gönüllü olarak yazdırmış. Kore’ye gitmeden evvel üç ay izin vermişler kendisine. O da Bolvadin’e, eve geldi. Tatil zamanında babam, İsmail Ağabeyimi, hayır duâsını almak için Emirdağ’da bulunan Üstad Hazretlerinin yanına götürdü. Üstad Hazretleri, babama hitaben; “Oğlun Kore’ye gidiyor, sen çok merak ediyor, üzülüyorsun. Hiç merak etme, üzülme. İnşallah oğlun gidip gelenlerden olacak” demiş. Daha sonra yine Üstad Hazretleri “Hükûmet, Kore’ye 4500 kişilik asker gönderiyormuş, eğer bana da izin verseler, beş bin genç talebemle gönüllü olarak, komünistlerle harp etmek için ben de giderdim” demiş. Ayrılmaya yakın da, ağabeyime dönüp “Uçakta dahi olsan namazını terk etmemen şartı ile sana duâ edeceğim” demiş.
Daha sonra ağabeyimi Kore’ye gitmek üzere uğurladık. Kore’deyken bir gün ağabeyim bir mektubunda şunları yazmış: “Şu anda Kore savaşından çıktık. Kore savaşının içindeyken bir su birikintisinin içinden abdest alıyordum. Babam ve Üstadın siluetini suyun üzerinde gördüm. O, bana bir moral verdi. Ve Kore savaşında düşmanları yardık ve kurtulduk.”
*1966 senesinde Mevlânâ Halid-i Bağdâdî Hazretlerinin 100 yıllık cübbesini giymişsiniz. Cübbeyi kimden aldınız? Giyerken neler hissettiniz?
O zamanlar ben, Ankara’da dershanede kalıyordum. Bir ara memlekete Bolvadin’e gidecektim. Bayram Ağabey, Üstad Hazretlerinin emanetlerini meşin bir bavulun içerisinde Bolvadin’de bir ağabeye bırakmıştı. Ben de Bolvadin’e bayrama gittiğimde “Ahmet kardeş gelirken camcı abiye uğra, oradaki Üstad Hazretlerinin eşyalarını al gel” dedi. Ben de giderken aldım, oradan eve getirdim. Annem “Bir açıp bakalım” dedi. Açtık içerisini, bir lastik mesh vardı. Ama yamadan asıl parçasının hangisi olduğu fark edilmiyordu. Bir de pamuktan hırkası, çorabı, cübbesi, gömleği, iç gömleği vardı. Türüm türüm kokuyordu. Annem gözyaşlarıyla kokladı, yüzüne sürdü. Daha sonra onları aldım, Hacı Bayram’daki Ulus 27 nolu dershaneye getirdim ve Bayram Ağabeye teslim ettim. Evdeyken cesaret edip giyemediğim cübbeyi Bayram Ağabey meşin bavulu açtığında bana “Ahmet kardeş, sen bunu giy, iki rekât namaz kıl” diyerek giydirdi.
*Hem öğretmenlik hem yedek subaylık yaptığınızı hatıralardan okudum. İkisini yapmanıza nasıl müsaade ediliyordu? Kısaca anlatır mısınız?
1960 senesinde Afyon Lisesini bitirdiğimde, babam maddî sıkıntılar yüzünden beni daha okutamayacağını söyledi. Oysa ki okumayı çok arzu ediyordum. Bir gün, bir iki arkadaşla radyolarda, gazetelerde şu haberi duyduk: “Lise mezunlarına yedek subay olarak askerlik verilecektir. Yedek subay olaraktan terhis olacaklardır”. Ben de “Hem askerliğimi çıkarmış olurum, hem de öğretmenlik yaparım” düşüncesi ile anne ve babamın rızasını alarak askere gittim. Beni, Nevşehir’in Gülşehir kazasının Dadaş köyüne verdiler. Orada iki sene yedek subay olarak öğretmenlik yaptım. Yaz tatillerinde de Denizli’de eğitim hizmetlerinde üç ay bulunuyordum. Ve o şekilde askerliğimi bitirdim. Hatta Denizli’deyken nurcu arkadaşlar epey vardı. Hep beraber tugaya cami yaptırmıştık o zamanlar. Askerlik bittikten sonra öğretmenlikte kalmamıza müsaade ettiler. Müracaat ettim ve öğretmenlikte kaldım. Normal ilkokul öğretmeni olmuş oldum. İlkokul öğretmeni olunca tayin istedim. Tayinimi Emirdağ’ın bir köyüne verdiler.
*Sizin öğrenci olduğunuz yıllarda neredeyse bütün gazetelerin “Nurcular yakalandı” haberlerini yazdıklarını yine hatıralardan okuyoruz. Nurculara taraftar olan herhangi bir gazete yok muydu?
Bizler o zamanlar bir gazetemizin olmasını çok arzu ediyorduk. O zamanlar radyolarda, gazetelerde her zaman “Nurcular yakalandı” haberleri çıkıyordu. Ama “Beraat ettiler” haberleri hiç çıkmıyordu. Bugün adında bir gazete yetkilileri, ağabeylere demişler ki: “Eğer Türkiye çapında on bin gazete alırsanız, biz sizin beraat haberlerinizi yazarız.” Bizler de kendi ceplerimizdeki harçlığımızla bir iki kişi bir araya gelip, bir gazete alıyorduk. İstanbul’dan Zübeyir Ağabeyden "Bu gazeteden alın" diye haber gelmişti. Onun için o zamanlar Bugün gazetesini okuyorduk.
(Devamı yarın)
|