|
|
Vehbi HORASANLI |
Denizcinin tanımı |
|
Kemal Murat Güler isimli bir denizci kardeşimiz "Deniz Haber" adlı internet sitesinde çok güzel bir tarif yapmış. Denizciliğin tarifini yapalım, adlı makalesinde bakın neler söylemiş.
"Denizci her şeyden evvel yürekli insandır. Cesurdur... Çünkü başka türlü denizlere kafa tutamaz o.
Denizci yaşadığı ortama, yani gemiye ve çalışma arkadaşlarına karşı merttir. Sözünün eridir. Denizin kendiside merttir. Yalanı affetmez hemen yüzüne vurur...
Denizci çalışkandır. Tembel denizci bir seferlik yolcudur...
Denizci özlem adamıdır. Özler. Özlenir. Kavuşmanın ne güzel bir şey olduğunu ondan daha iyi kimse bilmez...
Denizci duygu adamıdır. Şairlerin kıskanacağı doğanın en güzel manzaralarını o görür. O yaşar ilk defa görünen ve bir daha dünyada görünmemek üzere kaybolup giden güzellikleri denizlerde...
Denizci bilgedir. Çok okur. Hatta yazar. Sürekli yalnızlığı bazen akıl almaz büyüklüğe erişir. Allah'ın yarattığı doğanın ihtişamı karşısında kendini aciz hisseder. Tüm bunlar bilgeliğinin elinde onu hoş görülü ve anlayışlı yapar.
İnsanı sever. Yalan ve iftiradan uzak durur.
Denizcinin kalbi sevgi doludur. Onu güçlü kılan sevdiklerine olan bağlılığıdır...
Denizci dosttur. Arkadaştır, Sefer dönüşü hep o arar arkadaşlarını, dostlarını. Unutulmuşluğunu bilse bile.
Denizci nankör değildir. Milyonlarca çeşit canlıyla paylaştığı denizlerini kirletmez... Onu ibadet yeri gibi temiz tutar. Çevre bilinci yüksektir.
Denizci için emanet kutsaldır. Gemisi ve taşıdığı yük onun namusudur.
Denizci güvenilir adamdır. Binlerce hatta milyonlarca insani ilgilendiren ticari yolculuklar sadece onların ellerine teslim edilir.
Denizci paylaşmayı bilir. Adalet duygusu gelişmiştir. Çünkü denizde hayatın başka türlü olmayacağını bilir. Adalet "Kutup yıldızı gibidir geri kalan her şey onun etrafında döner" (Eflatun) sözünü iyi bilir.
Denizci iyi bir yurttaştır. Gittiği ülkelerde ülkesini temsil ettiğini unutmaz. O bilinçle hareket eder.
Denizci varlığının sebebini kavrayarak ve hayatın mucizesini anlayarak her gün şükrederek yaşar. Selâmetini Allah'ın adıyla anarak duâlaştırır. Bunu her gün yapar.
Denizci ismini her gün kucağında uyuduğu, uyandığı hatta canını verdiği denizden almıştır... Çünkü onunla özdeştir artık. Oysa karada çalışanlara karacı denmez.
Hülasa denizci farklıdır... Ne demişti Yunanlı filozof; insanlar ikiye ayrılır, denizciler ve olmayanlar... Dolayısı ile bu farklılığın önemini algılamak denizci gibi hareket etmek büyük bir sorumluluk gerektirir.
Allah bütün denizcilere selamet, karada çalışıp Türk denizciliğine her kademede her sektörde emek veren arkadaşlarımıza da kolaylıklar versin...
İyi bir denizci ve daha da önemlisi iyi bir yurtsever olmanın her zamankinden daha fazla önem kazandığı şu günlerde Türk denizcisinin ayrışmasına değil birliğine olan öneme dikkat çekerek yazımı sonlandırmak istiyorum.
Sevgiler herkese."
Bu makaleye ben de bir yorum yazarak teşekkürlerimi bildirdim. Ayrıca başka bir denizcinin yazdığı gibi, gideceğim her gemide bir nüshasını salonlara asacağım.
Kemal Murat Güler kardeşimiz gibi, bu sektöre emek veren tüm denizci kardeşlerime hayırlı seyirler diler sahili selamete kavuşmalarını Yüce Rabbimden niyaz ederim.
02.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Bismillah yeni yıla -1 |
|
Bismillah; Sözler'deki birinci söz, bu sözü veriyor. Bismillah diyelim diye. Biz de yeni yıla Bismillah diyerek başlayalım.
Birinci sözün giriş paragrafını biraz uzunca açmak istedim. İsterseniz, beraberce Bismillah yolculuğuna çıkalım.
"Bismillah, her hayrın başıdır."
Hayırla başlamak. Hayrın başı olan Bismillah ile başlamak. Bismillah; bir başlangıçtır. "Bismillah, her hayrın başı" olarak, işleri taçlandıran, başlatan ve sürdüren bir iksirdir.
"Biz dahi", hayrı ihmal etmiş insan ırkının, neslinin ve nefsinin pençesindeki görmezliğin dahi çözüldüğü bir başlangıçtır.
"Biz dahi ona başlarız."
"Biz" dediği kimler? Eğer insan nevî kastediliyorsa, demek ki diğer yaratılanlar Bismillah demektedirler. Bize düşen sorumluluk, diğer mahlûkata katılmaktır, dahil olmaktır.
Eğer "Bir vücudun azaları" olan organlarına işaret ediliyorsa, ya da insan sisteminin "maddî ve manevî cihazları" olan duygu, düşünce ve davranış merkezleri amaçlanıyorsa, onları bir arada tutma ve harekete geçirme sorumluluğu bize verilmektedir.
"Biz" ifadesi, bütün varlıklar adına Allah'ın adıyla başlamakla görevli olduğumuzu da hatırlatıyor. Burada, kâinattaki/evrendeki varlıklarla beraberliğin ve kendi başına kalmamanın sahiplenici ve aidiyet duyan psikolojisi önemsenmektedir.
"Bil ey nefsim!"
Yukarıdaki hitap biçimi ve kendine dönük ihtar edici cümle, Bediüzzaman'ın kendi nefsinden başlama tarzını ortaya koymaktadır. Nefsine talimat veren yaklaşımı karşımıza çıkmaktadır.
Kendi prensibiyle, "Nefsini ıslâh edemeyen, başkasını ıslâh edemez" kuralının gereğini yapmaktadır. Bütün metinlerinde, önce nefsini muhatap görür. İkaz ve irşadı ona yapar. Sorgulanması gerekenin nefis olduğunu ortaya koyar.
"Bil" demekle, emir kelimesinde kendi nefsine irade beyanında bulunmaktadır. Ona yapması gerekenleri hatırlatmaktadır. Bilmesi gerekenlere, eğitici bir tutumla yönlendirmektedir.
Nefse, açık ve net bir mesaj vermektedir. Nefsimizi eğitmenin birinci adımı olarak, bilmesi gerektiğini ifade etmektedir.
Bilmek, nefsin ıslâhı yönünde pozitif bir adımsa, bilgi ile hikmete yönelmesi, nefsini ıslâh etmesi, terbiye etmesi ve marifet kapılarının açılması mümkün olmaktadır.
Bilmenin kaynaklarından biri de okumak olduğuna göre, Kur'ân'daki "Oku" emrini tamamlayan ikinci bir adım olarak "Bil" denilerek, görevin ifası pekiştirilmektedir.
Bilme süreci, okuma çeşitlerinin hepsini kapsamaktadır. Metin okuma, kâinatı okuma, hayatı okuma ve kendini okuma gibi bir çok bilme işlemini içine almaktadır.
Kısa ve öz olarak;
a- Muhatap alınan bir nefis var.
b- "Ey" nidası ile ona hitap ediliyor. Uyarıcı ve dikkat çekici bir eda ile yapılıyor.
c- İstek, en başta emirle belirtilmiştir. Nefsin ne yapacağı belli olmadığından ve şerre kabil bir özelliği taşıdığı için, onun yön levhası net bir şekilde gösterilmektedir.
d- Bilmekle başlamanın gereği, cümlenin ilk kelimesi olarak "Bil" denilerek, edebî tutarlılıkla ispatı yapılmaktadır.
e- "Nefsim" ile gizli "ben"i, bize ait olanı ve iç yolculuğu harekete geçirmektedir. İçimizdeki gizli özneyi hedef seçmiştir.
f- Kendi kendine "Ey nefsim" demek, bunu metne dökmek ve ona öğretici bir metot seçmek, Risâle-i Nur'un eğitim metodolojisini göstermektedir.
g- İnsan, bilmediğine düşman olduğundan, bilmesi halinde düşmanlığının kırılacağı söylenebilir.
h-"Herkeste olan azgın nefis"ler adına kendi nefsini ikna ile başkasının da dersine çalışabileceğine örnek olmaktadır.
i- Nefse "Bil" demekle, bilerek "Bismillah" kabulünün bir zorunluluk olduğunu hatırlatarak, Allah'ı bilerek yol alması gerektiği ikazında bulunmaktadır.
j- Önce "Biz" deyip bütünü kapsayan, ikinci cümlede ise "Nefsim" diyerek kendini muhatap kılmaktadır. Genelden özele inmektedir.
02.01.2008
E-Posta:
[email protected].
|
|
İsmail TEZER |
200 yıl yaşayabiliriz |
|
"Anti-aging uzmanı Hong Kong asıllı ABD'li 59 yaşındaki Dr. Edmund Chein, hormon tedavisiyle yaşlanmanın durdurulabileceğini ve hatta giderek gençleşmenin mümkün olduğunu iddiâ etti. Chein'e göre, bu terapiyle insanlar yakında 200 yaşına kadar yaşayacak.
"Chein, 'Örneğin genetik olarak 90 yaşına kadar yaşaması mümkün olan birini ele alalım. Bu süreci 120, 150 hatta 180 yaşına kadar çekebiliriz. Yani ölümü erteleyebiliriz' dedi. Hastalarına büyüme hormonu veren Chein, Allah'ın insanlara doğuştan verdiği hormonları kendisinin hap olarak sunduğunu söyledi." (Akşam, 31.12.2007 )
Ölümsüzlük duygusu, insanın içinde bir tutku. Bediüzzaman bu tutkuyu "İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedit bir aşk var" şeklinde ifade eder.
İnsanoğlunun yaşlanmayı geciktirici çareler araması da bu duygudan olsa gerek.
Aslında Kur'ân, insanlığın bu arayışına ve buna ilişkin bulacağı bir takım çarelere, mucizâne bir şekilde işaret etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, Kur'ân'ın bu mucizevî yönünü, 20. Söz'ün 2. Makamında pek çok örnekle mükemmel bir şekilde izah etmiştir.
"Yaş ve kuru ne varsa, ap açık bir kitapta yazılmıştır" (En'âm Sûresi: 59) âyetinden yola çıkarak Kur'ân'da herşeyin bulunduğunu; bunun, ya açıkça, ya işaret yoluyla, ya da başka şekillerde gerçekleştiğini ifade eden Bediüzzaman, insanlığın kıyamete kadar bilim ve teknoloji sahasında kaydedeceği mesafeye ve varacağı noktalara, hatta çok daha ilerisine, Kur'ân'ın, zikrettiği peygamber mucizeleriyle ya da tarihî hadiselerle işaret ettiğini söyler.
İşte bunlardan biri de, Hz. İsa'ya (as) ait mucizedir. Ölüme 'geçici bir hayat rengi' vermeye işaret eden ilgili âyet ve yorum şu şekilde:
"'(İsa diyecektir:) Allah'ın izniyle anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.' (Âl-i İmrân Sûresi: 49.)
"Kur'ân, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarîhan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san'at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen terğib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: 'En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve musîbetzede benîâdem! Me'yus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermânı mümkündür; arayınız, bulunuz. Hattâ, ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.'" (Sözler, 21. Söz, s. 232)
Âl-i İmrân Sûresi'nin 49. âyetinin tefsiri ışığında "ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkün" olduğuna göre, Dr. Edmund Chein'in "200 yıl yaşayabiliriz" iddiâsını yabana atamayız belki, ama asıl yabana atmamamız gereken kesin gerçek ve nihaî sonuç, aynı sûrenin 185. âyetinin verdiği açık mesaj olsa gerek:
"Her nefis ölümü tadıcıdır."
02.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Nazar ve dikkat |
|
İnsanı diğer canlılardan ayıran en belirgin farklardan birisi de, eşyaya ve olaylara anlamak ve analiz yapmak için dikkatle bakmasıdır.
Bu anlamda nazar; göz atmak, mülâhaza etmek, düşünerek bakmak anlamlarına gelir. Nazar ve dikkat etmek ise, birbirinden ayrılmayan ikilidir.
Dürbünle bakmak, keskin nazarla bakmak ve gönül gözüyle bakmak gibi nazarın muhtelif çeşitleri vardır. Allah Resûlü'nün (asm) "Mü'minin ferâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allah'ın nuruyla bakar" hadisi önemli bir noktaya dikkat çekiyor. Ferâset; anlayışlılık, zihin açıklığı, çabuk sezme ve kavrama anlamına gelir.
Nazar değmesi denilen şey haktır. Haset gözüyle bakan bir kısım insanların nazarı değer. Onun için ecdat "Nazar deveyi kazana, insanı mezara sokar" demiştir. Ancak "Maşallah" kelâmı, bilgisayarlardaki ekran koruyucusu gibidir. Nazar değmesini önler.
Nazar ve bakışın önemine dikkat çeken Cenâb-ı Hak, nice âyetlerinde insanların bakar kör hükmünde olduğunu belirterek, onları dikkat ve ibretle varlıklara bakmaya dâvet ediyor.
"Sen onları bakar görürsün. Halbuki onlar görmezler." (A'raf Sûresi: 198) "Göklerde ve yerde nice âyet ve deliller vardır ki, insanlar onlara uğrar, yüz çevirerek geçer giderler." (Yusuf Sûresi: 10) "Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişizdir bir bakmazlar mı? Onda hiçbir çatlak da yoktur." "Bakmıyorlar mı o develere nasıl yaratmışız? Göğe bakmıyorlar mı, nasıl yükseltilmiş? Bakmıyorlar mı dağlara, nasıl dikilmiş? Yere bakmıyorlar mı nasıl yayılmış, yaşamaya elverişli hâle getirilmiş?" (Gâşiye Sûresi: 17-18-19-20)
Âyetlerin bu îkazlarından anlaşılan odur ki, her şeye dikkatle, ibret ve hikmet nazarıyla bakılması gerekmektedir. Akıl ve basiret gözü her şeyi çok net ve berrak görür.
"Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde dört kelimeyle dört kelâm öğrendim. Kelimelerden maksat; mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazardır. Şöyle ki; Cenâb-ı Hakk'ın mâsivâsına (yani kâinata) mânâ-yı harfiyle ve onun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismiyle ve esbap hesabına bakmak hatâdır" diyen Bediüzzaman, her şeye mânâ-yı harfiyle ve Allah hesabına bakıyor ve baktırıyor. Allah nâmına ibret gözüyle bakılan her şey ibâdet, Allah'tan bağımsız ve tabiat nâmına bakılan şey ise dalâlete sebeptir.
İnsanların büyük çoğunluğu zâhire müptelâdır. Bu yüzden hatâya düşerler. "Onlar, sadece bu dünya hayatının dış yüzünü bilirler" meâlindeki Rum Sûresi 7. âyeti bu hakikati haber verir. Halbuki, pencereye bakmakla, pencereden bakmak aynı şey değildir. Pencereye bakan, camda olanları görür. Pencereden bakan ise, camın arkasında görünen güzellikleri görür. Allah'ın yarattığı varlıklar pencere gibidir. Onlara yüzeysel değil, hikmet ve ibret gözüyle bakarak san'atkâr görülmeli ve onlarda tecellî eden Allah'ın güzel isimleri seyredilmelidir.
"Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; vahdete, âhirete, ulûhiyete baktığı için, hakikatleri ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbâba, tabiata bakar, ona göre görür" (Sözler) "Şu misafirhane-i dünyaya nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin?" diyen Bediüzzaman, iki bakış açısının farkını ortaya koyuyor.
İnsan önce enfüsî dâirede ve kendinde olan İlâhî sanatlara bakarak derinden derine tefekkür etmeli, sonra âfâki ve dış âlemdeki varlıklara bakarak mârifetullahta terakkî etmelidir.
Bütün peygamberler ümmetlerinin nazarlarını ebedî saâdete ve Cennete çevirmiş ve orayı kazanmaya teşvik etmiştir.
Hedefe giden yolda, dikkatin önemi büyüktür. Güneş ışığının mercekle toplanması gibi, dikkat bir noktaya odaklanmadır. Her şeye dikkatli bir nazarla bakılmalı ve dikkat, istenilen noktaya yoğunlaştırılmalıdır. Bu maksatla Allah, bir çok âyetlerde insanları dikkate dâvet ediyor. Ülfet, ünsiyet ve gaflet perdelerini âyetlerle paramparça ediyor.
Bu arada, bozgunculara da dikkat etmemizi istiyor. Bakara Sûresi 11. ve 12. âyetler buna bir örnektir. "Onlara 'Yeryüzünde fesat çıkarmayın' dendiği zaman, 'Biz ancak ıslâh ediciyiz' derler. Dikkat edin! Asıl bozguncular onlardır; fakat farkında değildirler."
Asya-Nur Kültür Merkezinde periyodik olarak devam eden Pazar Seminerleri çerçevesinde, bu haftaki konuğumuz, eğitimci ve İlâhiyatçı İsmail Aksoy, âyet, hadis ve Nur Risâlelerinden aldığı cümlelerle zenginleştirdiği bu semineri vukûfiyet ve heyecanla sunuyor, kalabalık bir katılımcı kitlesi de dikkat ve alâkayla takip ediyordu. Feyizli bir program olmuştu. Soru-cevap ve ikrâm faslıyla iki saati bulan program bittiğinde herkes memnuniyetini dile getiriyordu.
(Not: 2008 yılının insanlık için hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak'tan dilerken, bütün okuyucularımızın yeni yıllarını tebrik ederim.)
02.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Bu kadar rötar yeter |
|
Dışişleri Bakanı ve Başmüzakereci Ali Babacan, Meclisteki bütçe görüşmeleri tamamlanır tamamlanmaz hızlı bir demokratikleşme programını yürürlüğe koyacaklarını söylemişti.
Babacan'a göre, gündeme gelmeleriyle sonuçlanmaları arasındaki sürenin uzaması reformların içini boşaltıyordu. Geçmişte böyle olmuştu. Ama bundan sonra gündeme gelme ve Çankaya onayından çıkma süreci kısalacaktı.
Bu mesaj, yıllardır demokratikleşme adımlarının takipçisi olan kamuoyunda ihtiyatlı bir iyimserlik meydana getirmiş ve birinci AKP iktidarının son üç yılında kaybedilen zamanı telâfi kararlılığının ifadesi olması temennî edilmişti.
Babacan'ın sözünü ettiği reformların en önemli ayağını yeni bir anayasa oluşturuyordu.
Ve Başbakan Erdoğan da hazırladıkları yeni anayasa taslağının Aralık ayı ortalarında gündeme getirilip tartışmaya açılacağını duyurdu.
Gelinen noktada Meclis bütçe maratonunu da tamamladı, Aralık ayının da ortasını geçip ay sonunu geride bırakarak yeni bir yıla girdik.
Ama söylenenler henüz ufukta belirmiş değil.
Denilebilir ki, araya Kurban Bayramı ve yılbaşı girdi. Ve bu gerekçe, vaki gecikme için haklı bir sebep olarak görülebilir. Ama bu geçici haklılığın kabulü için, bugünden itibaren söz konusu reform hamlelerinde çok sür'atli ve güçlü adımlar atılması gerekir.
Aksi takdirde zihinler yine "acaba?"larla bulanmaya başlar ve sonuçta yeni hayal kırıklıklarının zemini hazırlanır.
Bu "acaba"ları güçlendiren bir gelişme ise, Kuzey Irak operasyonlarının tam da bugünlerde şiddetlendirilmesi oldu. Ve anayasa tartışmasında bir evvelki etabın uğradığı âkıbet hatırlandığında, bu noktadan kaynaklanan istifhamlar daha da kuvvetlendi.
Hatırlanacağı üzere, Eylül ayında gündemin ilk sırasına çıkmış olan anayasa meselesi, gerek mâlûm cenahtan gelen tepkiler, gerekse-bilhassa-terördeki ve şehit cenazelerindeki tırmanışla birlikte sınırötesi operasyon tezkeresinin öne çıkması sebebiyle "rölanti"ye alınmıştı.
Şimdi yine aynı tablo tekrarlanıyor gibi.
Önce Başbakan çıkıyor, "Anayasa taslağı ay ortasında açıklanacak" diyor; aradan fazla geçmeden operasyon haberleri gündemin ilk sırasına geçerek anayasayı tekrar geri plana itiyor.
Ve Erdoğan'ın sözü hayata geçmiyor.
Ancak kamuoyunun bu konudaki tavrı eski dönemlerden farklı. Nitekim hükümetin geçen defa anayasayı rölantiye alırken topu attığı sivil toplum örgütleri meselenin peşini bırakmadılar; katılımın kalitesi ve temsil niteliği tartışmaya açık olsa dahi, hayli geniş katılımlı bir toplantı tertipleyerek, nasıl bir anayasa istediklerini kamuoyuna deklare ettiler.
Dolayısıyla top yeniden hükümete geçti.
Bu itibarla, hükümetin "bu saatten sonra" artık meseleyi daha fazla geciktirmek için hiçbir haklı gerekçesi kalmamış bulunuyor. Yapacağı ve yapması gereken şey, bir an önce anayasa taslağını açıklamak ve eşzamanlı olarak, 301 başta olmak üzere diğer adımları atmak olmalı.
Bunu şimdi de yapmaz ve başka gündemlerin öne çıkmasına yol verirse, "sakalı bir defa daha kaptırmış" olmanın yol açacağı inisiyatif kaybını bundan sonra kesinlikle telâfi edemez.
Artık bu işin şakası yok...
02.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Nişantaşı'ndaki uçurum |
|
Her ne kadar yeni yıl kutlamalarına terör korkusu damgasını vurmuş olsa da, özellikle Nişantaşı'ndaki "yılbaşı eğlencesi"nden vazgeçilmedi.
Neredeyse bütün kanallar, saat tam 24.00'ten sonra Nişantaşı'na canlı bağlanarak, bir eğlence patlaması arzu etti.
"Arzu etti" diyoruz, çünkü gözle görülür bir eğlence olsun istedi çoğu kanallar.
CNN Türk, NTV, Sky Türk, TV 8 gibi kanallar Nişantaşı'nda eğlenen gençliği ekrana getirdi, söyleşi yaptılar. Gençler de uzatılan mikrofonlara umutlu olduklarını söyledi.
Nişantaşı, yaşanan bunca olumsuzluklara rağmen, niye ısrarla ve inatla eğlence odaklı çıkışlar yapar?
Sahiden orada "beyaz Türkler" mi yaşar? Bunlar nasıl insan? Ne yer, ne içer?
Hani, Avrupa Yakası dizisinde "Burhan" karakteri vardır. Orada sık sık Nişantaşı'ndan bahsedilir ve kendisinin "beyaz Türk" olduğunu ifade eder ya. Aslında bu karikatürize ve hayal edilmiş bir tip değil, gerçeğin tâ kendisidir.
İşte yılbaşı gecesi Nişantaşı'nda çılgınca eğlenenler buna en bariz örnek.
Nişantaşı'nda yaşayanlar bu ülke insanlarından uzaktır dersem yalan olur mu, bilemem.
Bilirsiniz, Nişantaşı'nın yerlilerinden ünlü piyanist Fazıl Say Türkiye'yi terk edeceğini söylemişti. Daha sonraki yıllarda seçilmiş bir vekile, yani Osman Yağmurdereli'ye "Göbeğini kaşıyan adam" diyerek bu ülkeyi niçin terk etmesi gerektiğini söylemişti.
Biz kendisine bu sütunlardan gereken cevabı verirdik. Ama ihtiyaç yok. Çünkü yine "öteki Türkiye"de yaşayan biri olan Cemil İpekçi Say'a ve Nişantaşı'nda yaşayanlara gereken cevabı vermiş.
Aktaralım:
"Fazıl Say'ı tanırım, çok şeker bir insan; ama 'onlar' ne demek? 'Onlar' dediğin çoğunluk, yüzde 70 oy alıyor. Nasıl böyle bir ayrım yaparsın? Bunlar, Türkiye'yi Nişantaşı'ndan ibaret zanneden 40 bin kişilik, içinde benim ailemin de olduğu beyaz Türkler. 65 milyonluk Türkiye'yi görmüyorlar; çünkü belirli bir azınlığın ve dinozorların son çığlıkları bunlar."
İpekçi hızını alamamış:
"Türkiye'de işler belli bir azınlığın isteklerine göre yürüyemez" diyor.
İpekçi yine hızını alamamış ve ekliyor:
"Kıyafet kanunu bir Mao'nun Çin'inde olmuş, bir de bizde. Dünyanın hiçbir yerinde böyle şey yok." "Türban"ın kadını özgürleştirdiğini anlattıktan sonra yakın tarihe atıf yapıyor: "Ben 60 yaşındayım, bizi düne kadar 'komünizm gelecek' diye korkuttular, şimdi 'İran oluruz' diye korkutuyorlar. Kadın olsaydım 'sırf protesto olsun diye' türban takardım." (Zaman)
Nişantaşı'nda yaşayan Türklerle Anadolu'da yaşayan Türkler arasındaki farkın aslında ne kadar derin bir uçurum olduğunu fark edebildiniz mi?
02.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Vahşî kapitalizm |
|
'68 kuşağı'nın ABD'li öğrenci lideri, yazar ve aktivist Michael Albert, geçtiğimiz günlerde İstanbul'a gelmiş, bazı toplantılara katılmış. 'Kapitalizm'e karşı geliştirdiği 'katılımcı ekonomi' vizyonu bilhassa Avrupa'da tartışılan Albert, ikiyüzlü ve yalancı olarak gördüğü kapitalist sistem üzerindeki görüşlerini açıklamış.
Kapitalizmin insanlığın geleceğini tehdit ettiğini ifade eden Albert, şöyle diyor:
"Kapitalizm, dünya için ciddî bir tehdit; ekolojinin düzenini tahrip ediyor. Bu, intihara meyilli olmak gibi bir durum. Bu durum, bize başta küresel ısınma olmak üzere, pek çok sorun halinde geri dönüyor. Şu anda çok korkunç görünmese de zaman geçtikçe daha da kötüleşecek. Bir iki binayı yerle bir edip 3-4 bin kişiyi öldürmek, bir savaşta yüz binlerin canına kastetmek özünde kötü tamam; ama peki ya kapitalizmin tam da şu anda sebep olduğu korkunç tahribata ne diyeceğiz? Tam da şu anda, bu sistem nedeniyle her yıl 10 milyonlarca insan yaşamını yitirmiyor mu? Buna karşı biz ne yapıyoruz? Cinayetleri, işlenen suçları hiç hesaba bile katmıyorum. Küçük üçüncü dünya ülkelerinin ABD ile olan ilişkilerine bakın. (...) ABD'de her gece ortalama 6 milyon kişi, evsizlik ve yoksulluk nedeniyle geceyi dışarıda geçiriyor, karton kutularda uyumaya çalışıyor. Dahası, 7 milyona yakını da izbe otel odalarında, boş binalarda yaşamaya çalışıyor. Bu korkunç. Tüm açları tekrar tekrar doyurabilecek küresel üretimin olduğu bu ülkede, insanlar hâlâ açlıktan kırılabiliyor." (Sabah, Pazar eki, 23 Aralık 2007)
Amerikalı yazar Michael Albert, "Uluslararası şirketlerin, 'çevre' için yeni projeler üretiyor olmalarını samimî buluyor musunuz?" sorusuna da şu cevabı vermiş:
"Sözgelimi, BP ve Shell'in yoksulluğu karşılarına alan söylemleri, bana kalırsa tamamen yalan. Hayatımda böyle dalâvere görmedim. Öte yandan bu kurumlar, 'Küresel ısınmayı durduralım' da diyorlar, evet. Tamam, bunu gerçekten istiyorlar. Ama niye? Çünkü küresel ısınma onları da etkileyecek! Sonuçta dalgaların boyu 2.5 metreye koşuyor. Ancak bu tavırları, beraberinde bir sıkıntıyı dışavuruyor: Hem sahip oldukları refah ve enerjiyi sürdürülebilir kılıp, hem de küresel ısınmayla nasıl baş edecekler? Bu durum onları küresel ısınmayla gerçekten mücadele etmekten alıkoyuyor. Hem ekolojik sorunlara duyarlı görünmeye, hem de sahip oldukları piyasa gücünü korumaya çalışıyorlar. Bu tam bir ikiyüzlülük ve yalan."
Maaselef, 'ikiyüzlü' davrananlar sadece küresel şirketler değil. 'İnsanlık için' çalıştığını söyleyen bazı kuruluşlar da ikiyüzlü davranıyor. Bu durum, Albert'in de dikkatini çekmiş: "Greenpeace bile 'Biz küresel ısınmayı durdurabiliriz,' dediğinde, bir yere kadar hareket edebiliyor. Örneğin çıkıp, biz 'anti-kapitalistiz' veya 'piyasa karşıtıyız' dediklerini duyan olmuş mu? Piyasalardan, bu kapitalist sistemden kurtulmadan, ekolojiyi tahrip eden bu unsurları gidermek mümkün mü? Bence Greenpeace ve böyle davranan diğer bazı örgütler, biraz korkak. Gerçeği ayan beyan biliyorlar. Ama bunu ifade edemedikleri müddetçe, sorun devam edecek. Bir kısım 'çevreci' de bu sisteme karşı tek lâf etmiyor; kapitalizmi, piyasa ekonomisini olumluyor ve benimsiyor, kimi de elindeki refahı yitirmeyi göze alamıyor."
Albert, 'katılımcı ekonomi'yi de şöyle ifade etmiş: "Katılımcı ekonomi, dayanışma, karşılıklı anlayış, saygı ve empati duygusunu barındırıyor. Buna kalkıp 'katılımcı sosyalizm' diyebilenler de çıkacaktır. Ama ben buradaki 'sosyalizm'den 1900'lerin başındaki Sovyet Rusya'yı değil, dünyadaki hemen birçok insanın bu kavram üzerinden talep ettiği adalet, özgürlük ve bağımsız yaşam hakkını anlamaktan yanayım."
"Vahşi kapitalizm" insanlığı kemiriyor. Çare arayışı dünyanın bir ucunda başladığına göre, zamanla bize de ulaşır inşallah...
02.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Başarının sırrı |
|
"Şimdi Türkiye'de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve talebeleri... Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırtısı, nutku, alayişi, nümayişi yoktur. Bu bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir davaya vermişlerin şuurlu, imanlı, inançlı kalabalığıdır."1
Bu satırlar, merhum Osman Yüksel Serdengeçti'ye ait. Üstad da müteaddit defalar çıkarıldığı mahkemelerde cemiyet ve siyaset suçlamalarına karşı böyle birşey olmadığına dair gayet net ve açık şekilde cevaplar vermişti.
Üstad, hizmetini hep ihsan-ı İlâhî olarak, kendisini de bir mücevherât dükkânının dellâlı olarak görür. Eserlerinin kendinin değil, Kur'ân'ın malı; sünûhat, tulûât, bir ilham-ı İlâhî olduğunu söyler. Kur'ân'a dayalı mesleğinin de bir cemiyet olmadığına dikkat çeker: "Risâle-i Nur talebeleri cemiyet, hususan siyâsî ve dünyevî ve menfî ve şahsî ve cemaatî manfaat için teşekkül eden cemiyet ve komite değiller ve olamazlar" der.
Bu Kur'ânî metod, doğrudan Asr-ı Saadet'i model almakta, çağımızda da en sâlim hizmetin bu şekilde yapılabileceğini göstermekteydi. Bütün söz ve davranışları büyüteçle takip edilircesine göz altında tutulan Üstadın bir cemiyet veya siyasî parti kurmamasındaki sır ve hikmetlerden birisi de, bu hizmetin, Allah rızasından başka hiçbir şeye âlet edilmemesindendi.
Arkadaşımız Cevher İlhan'ın, Amerika'da 41 yıldır Nur hizmetlerini yürüten Süleyman Kurter'le yaptığı röportajda2, Büyük Ortadoğu Projesinin temsilcisi Graham Fuller'in şu tesbiti bu açıdan ilginç değil mi? Graham Fuller demiş ki: "Nur talebelerinin içinde bir baş-bakan bulunmadığı ve organize bir cemaat, cemiyet ve teşkilât yapısında olmadıkları için kontrol altına alınamamaktadırlar."
Böyle bir hizmete gelin bir isim koyun! Geçmişten bugüne Nur talebeleriyle o kadar uğraşılmasına rağmen hizmetlerinden koparamadılar, farklı tarzlarda da olsa yollarına devam ediyorlar.
Bu tesbit bize Nur hizmetinin bir inayet altında olduğunu, hedefinin rıza-yı İlâhîden başka birşey olmadığını göstermiyor mu? Üstad Hazretleri "Hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbî olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risâle-i Nur"un3 bu özelliğine dikkat çekmemiş miydi?
Bugüne kadar yaşanan onca hâdise, çarpıtmalar karşısında Nur Talebelerinin dimdik ayakta kalışları, hizmetin önemi ve büyüklüğünü bir kere daha ortaya koyuyor.
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 546,
2- Yeni Asya, 28 Aralık 2007
3- Emirdağ Lâhikası, s. 12
02.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Yeni yıl bizden ne bekler? |
|
Herkes yeni yıldan bir şeyler bekler. Yeni yıl mesajlarında sağlık, mutluluk, başarı ve bol şans gibi dilek ve beklentiler dile getirilir. İşsizler yeni yılda iyi bir işe girmeyi beklerken, hastalar şifa bulmayı, hasretlik çekenler kavuşmayı bekler. Bazıları da aldıkları piyango biletine büyük ikramiye isabet etmesini bekler. Müslümanlar yeni yılın hayırlar ve güzellikler getirmesini beklerken, Hıristiyanlar Noel Baba'nın kendilerine hediye getirmesini bekler.
İnsanlar yeni yıldan bir şeyler bekler ama, "Acaba yeni yıl bizden ne bekler?" diye soran hiç olmaz. "Ey insanoğlu, benim de sizlerden bazı beklentilerim var, lütfen siz de bunları karşılayın" dese, haksız mı yani? Öyle ya, yeni ve taze bir yıl, ayağımıza kadar gelmiş, ömür defterimize yeni bir sayfa açmış. Bu sayfaya anlamlı yazılar yazıp, güzel resimler çizmemizi beklemek, onun da hakkı değil mi?
Yeni yılın dili olsa da beklentilerini dile getirseydi, her halde en başta bizden zamana saygı göstermemizi isterdi. Hemcinsleri olan eski yılları nasıl hor kullanıp çarçur ettiğimizi hatırlatır, "Sakın beni de öyle hor kullanıp israf etmeyin" derdi. "Vakit nakittir diyordunuz, her gün 24 saatlik sermayem sizin 24 altınınızdan daha değerlidir, bunun kıymetini bilin" derdi.
Yeni yıl da bir yıl sonra kendine ayrılan süreyi tamamlayacak ve maziye doğru yolcu edilecek. Onun da arkasından bir bilânço çıkartılacak. Meydana gelen olaylar, yaşanan acı ve tatlı hatıralar bir bir sayılıp dökülecek. Yine menfî olaylar daha fazla hatırlanarak "Bu yıl da zarar ettik" denilecek. Halbu ki, yıllar da insanlar gibidir. Mazi mezarlığına uğurlanırken, güzellikleri ile hatırlanıp, iyilikleri ile yâd edilmek isterler. Onun için de kendi zaman dilimlerinde hep güzel olayların yaşanmasını arzu ederler. Hiçbir eski yıl, "lânetli yıl" olarak anılmak istemez.
İnsanlığa acı ve ıztırap yaşatanlar yine insanlardır. Savaşları insanlar çıkartır, terörü insanlar yapar, başkalarının acı çekip gözyaşı dökmesine yine insanlar sebebiyet verir. 2007 yılına dönüp baktığımızda, aklımızda kalan en önemli olaylar, savaşlar, terör olayları, yangınlar, havada, karada ve denizlerde meydana gelen ve "facia" olarak anılan büyük kazalardır. Hepsinde de çok sayıda can kaybı meydana gelmiş ve insanlar büyük acılar yaşamışlardır.
Yaşanan bu acı olaylar ve çekilen büyük acıların sebebi, yine insanlardır. Son yıllarda en çok şikâyet ettiğimiz ve sonuçlarından en çok korkulan küresel ısınmada bile insanların büyük bir sorumluluğu vardır.
Bu kadar sorumluluk taşıyan insan, yıl sonu bilânçosu çıkarırken her şeyi geçen yılın üzerine yıkar ve "Geçen yıl bize bu acıları yaşattı" derse, büyük bir haksızlık yapmış olur. Onun için yeni yıl yeni ümitlerle gelirken, insanlardan bazı şeyleri bekleme hakkına sahiptir.
Yeni yıl bizden barış bekler, hoşgörü bekler, insan ve tabiat haklarına saygılı olmamızı bekler. Savaşları ortadan kaldıracak, kin ve nefreti kalplerden silecek, zamanın değerini bilecek bir şuurla yaşamamızı bekler.
Bir yıl sonra kendisini uğurlarken, arkasında güzel sözler söylememizi bekler. "Güzel bir yıl geçirdik, en kötü yılımız böyle olsun" dememizi bekler.
Yeni yılın bu güzel beklentilerini boşa çıkarmamayı ümit ediyor, herkesin yeni yılının hayırlara vesile olmasını diliyorum.
02.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Hanedan siyaseti ve kaderin tecellisi (2) |
|
Baba mesleğini birçok alanda sürdürmek mümkün.
Bilhassa san'atkârlıkta...
Siyaset de bir çeşit san'atkârlık (yönetim san'atı) olmasından, aynı ölçü bu meslek sahası için de geçerli.
Ancak, siyasette iş "baba mesleği"ni aşıp da "baba rolü"ne bürünmeye başladı mı, işin rengi değişir; hatta tam aksi mahiyetteki gelişmelere kapı aralanmış olur.
Bilhassa, cumhurî demokrasilerde...
Zira, demokratik cumhuriyet "akrabalık bağları"na değil, "liyakat esası"na dayalıdır. Liyakat ile kaim ve onunla daimdir.
Başka türlü imtiyaz, ayrıcalık, dayatma, yönlendirme, özendirme veya empoze etme çabaları, demokrasiyi zaafa uğratığı gibi, cumhuriyeti de bir başka mânâya tebdil ettirir.
Nitekim, ettirdiği de olmuş.
Meselâ, Türkiye'mizde bile saltanattan sonra demokrasinin "Kaf Dağı"nın ardına gönderildiği ve cumhuriyetin de "mutlak istibdat" mânâsında tatbik edildiği zamanlar olmuş. (Liyakatın özde değil, sözde olduğu 1923-50 yılları)
Hasılı, "cumhurî demokrasi"den maksat, hak ve hakikate dayalı olan hürriyetin, adâletin, liyakat ve intihap (seçim) esaslarının "olmazsa olmaz" şeklinde şart koşulması ve hayata hâkim kılınması demektir.
İşte, bu esaslı mekanizmanın ruh ve mânâ bütünlüğü içinde "babadan oğula geçen tarz-ı siyaset"in yeri yoktur ve olamaz.
Hele hele "evlâda baba rolü"nün biçilmesi ise, "demokratik cumhuriyet" mânâsının zıddına inkılâp ettirilmesi kadar yanlış, zararlı ve hatarlı (tehlikeli) bir işe girişmek olur.
Şimdi, bütün bu noktaların dikkate alınmadığı ve işin iç yüzündeki inceliklerin düşünülmedi durumlarda nelerin yaşandığına, nelerin olup bittiğine dair birkaç misâl verelim.
İsmet Paşa siyaseti
M. Kemal'in ölümünün hemen ertesi günü Meclis'in etrafını askerî birliklerle kuşatan Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, İsmet Paşayı "silâh zoruyla" cumhurbaşkanı seçtirdi.
Gerekçesi ise, liyakat falan değil; sadece ve sadece onun "Atatürk'ün en yakın silâh ve siyaset arkadaşı" olmasıydı. Oysa, M. Kemal bile son bir senedir M. İsmet'i defterden silmiş, hatta bir anlamda defterini dürmüştü. Ancak, M. Fevzi'nin kendisi de bütün bu işlere akıl-sır erdirecek liyatta birisi değildi. Her ne ise...
İsmet Paşa, ipleri ele geçirir geçirmez, ilk iş olarak kendisini Çankaya'ya taşıyanlardan biri olan Başbakan Celal Bayar'ı diskalifiye etti. Onun yerine, nisbeten daha liyakatsız durumdaki bendesi Refik Saydam'ı getirdi.
Aynı İsmet, bir süre sonra (1944) Fevzi Paşanın işini bitirdi, onu zorla emekliye sevk etti. Kendisi ise siyasete devam etti; tâ 1972'ye kadar...
İsmet Paşanın başında bulunduğu CHP, hiçbir seçimde halktan iktidar olacak kadar bir destek görmedi. Ne zaman ki, İnönü gitti, Ecevit geldi, partinin oyları da artmaya başladı. 1977 seçimlerinde ilk ve son kez yüzde 42'ye yükseldi.
Baba mesleği dopingi
1983'te yeni başlayan siyasî dönemde, İsmet Paşanın oğlu Erdal İnönü de sahaya sürüldü.
Gayet iyi hatırlıyorum, SODEP'in başına getirilmeye çalışılan Erdal İnönü ile ilgili Cumhuriyet gazetesinin manşeti şöyleydi: "İlim adamlığından, baba mesleğine"
İşte, emin olun ki tâ o zamanlar bile dedim ki "Bu işte bir yanlışlık var, bir sakatlık var..."
Erdal Bey, fizik profesörüydü. O meslekte başarılı olabilirdi. Ancak, aynı başarıyı siyasette sergilemesi zordu; hele "baba rolü"nü oynamasının ise, mümkinatı yoktu.
Nitekim, Erdal Bey on yıl kadar aktif şekilde rol aldığı siyaset arenasında hep "gel-gitler"i oynadı. Zaten, hanımı da siyasete girmesine taraftar değildi. Nihayet, 1995'te üstelik tam bir yılgınlık içinde siyaseti terk ederek, bu sahada "baba mesleği"nin sürdürülemez bir uğraş olduğunu da ispat etmiş oldu.
Erdal Bey, daha sonraları her ne kadar siyasete dönüş sinyalleri vermiş olsa da, aynı siyasî çevreden gördüğü şiddetli tepkiler, hatta tehdide varan reaksiyonlar karşısında geri adım atmak zorunda kaldı ve o defteri bir daha açılmamak üzere kapattı.
Menderes'in misyonu
Adnan Menderes, hiç tereddütsüz hem cesur bir "halk adamı", hem de başarılı bir "devlet adamı"ydı. Demokrat bir siyasetçiydi. Lider tabiatlıydı ve karizması yüksekti.
On yıl içinde ülkeye ve millete çok büyük, hatta emsâlsiz hizmetlerde bulundu. Kabiliyet ve cesareti itibariyle, ona emsâl teşkil edecek ikinci bir siyasetçi henüz sahaya çıkabilmiş değil.
Onu çekemeyen, siyasî başarısını kıskanan veya ondan korkan dahilî ve haricî "şer ittifak", onu bertaraf etmek için anlaştı. Onu katlettiler.
Menderes, demokrasi kahramanıydı; "demokrasi şehidi" oldu.
Menderes'ten sonra, aynı misyonun (DP) devamını Demirel yönetimindeki Adalet Partisinde görmek mümkün.
Menderes'in yakını/akrabası olmayan Demirel de, kendi çapında karizmatik bir "siyasî lider" olabildi. Partisini iktidara taşıdı ve 1965-71 yıllarında önemli başarılara imza attı.
Ancak, ne gariptir ki, tek başına iktidar olan Adalet Partisi, ilk büyük darbeyi yine eski karizmatik liderlerden Bayar ve Menderes'in siyasetteki çocuklarından yedi.
Celal Bayar'ın kızı Nilüfer Gürsoy ile Adnan Menderes'in oğulları Mutlu, Yüksel ve Aydın Beyin de içinde yer aldığı AP'li bir milletvekili grubu, 1970'te partiden ayrılarak Demokratik Partiyi kurdu.
DP'nin devamı olan AP, böylelikle bölünmüş oldu. Nitekim, aynı bölünmenin etkisi 1973 genel seçimlerinde de görüldü.
Ferruh Bozbeyli başkanlığındaki bu bölücü parti, 1973 seçimlerinde yüzde 12 oy oranı ile 45 milletvekilliği kazandı ki, bunun askerî muhtıraya mâruz kalmış olan AP'ye verdiği kayıp, dolayısıyla CHP'ye verdiği kazanç, yaklaşık 80 milletvekilliği olmuştur.
Bir sonraki yazıda, Menderes ve Butto ailesinin siyasetteki son 40-50 senelik dram yüklü serüvenlerine değinmeye çalışalım.
02.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Fal ve falcılık |
|
Rize'den Ahmet Sabri Görmüş:
*"Fala bakmak ve baktırmakla ilgili âyetler ve hadisler ne diyor?"
Bir takım şekillerden bazı mânâlar çıkarmak ve geleceğe ait bir takım uydurmalarda bulunarak insanları aldatmaktan ibaret bir davranış olan fal, dinimizde haramdır. Falcılığı geçim vasıtası yapmak, bundan para kazanmak da, fala baktırıp fal sonucuna göre geleceğini yönlendirmek derecesinde haramdır.
Falcılık ve fala inanmak, Tevhid inancıyla da çelişiyor. Çünkü Tevhid inancına göre gelecek, bütün yönleriyle Allah'ın ilminde, elinde ve takdirindedir. Ancak insan, Allah'tan gelecekle ilgili her şeyi, her değişikliği isteyebilir; bunun için de kavlî ve fiilî duâ kapısı sürekli açıktır. Oysa falda ve falcılıkta bu sıhhatli inanç, söz konusu değildir.
Falcılık yapan, geleceğe dönük olarak bilgiler veriyor, bir tür kehanette bulunuyor. Oysa kehanetin de gerçeklikle ilgisi yoktur. Kehanet, bir takım insanların cinlerden haber aldıklarını söyleyerek bunu insanlar arasında yayması ve bu haberleri kaynak gösterip insanları olur olmaz şeylere yönlendirmesidir. Oysa gelecekten ne cinler, ne insanlar, ne melekler; hiç kimse Allah izin vermedikçe haber veremez.
Kur'ân inmezden önce cinler, gelecek haberlerini gerçeğe yakın şekilde yakın gökten çalıp getirebiliyorlardı. Çünkü yakın gökte, mukadderâtı indiren, gelen mukadderâtı kendi aralarında konuşan vazifeli melekler vardır. Bu konuşmaları cinler kulak hırsızlığı yaparak çalarlar, gelip insanlara da söylerlerdi. İnsanlar da bu haberlere inanıp yayarlardı.
Oysa Kur'ân inmeye başlayıp, Tevhid inancı bütün kemâlâtıyla geldikten sonra artık insan, doğrudan Allah ile, yaratıcısı ile ilişkilendirilmiş, istediklerini ancak ve sadece Allah'tan istemesi öngörülmüş, duâ kapısı bu yüzden hep açık tutulmuş; böyle Kur'ân vahyine de gölge düşürecek şekilde yalan yanlış haberlerin cinlerden alınması da, bu amaçla cinlerin gökleri dinlemesi de yasaklanmıştır. Kur'ân inmeye başladıktan sonra artık cinler gökleri dinleyemiyorlar, göklerden gelecek haberleri getiremiyorlar. Fakat maalesef cinler de, insanlar da bu kapanan kapıyı günümüze kadar çalmaya devam ede gelmişlerdir.
Oysa bu haberlere inanmak ve bunları yaymak, falcılıktan başka bir şey değildir. Falcılık ise Kur'ân'da da, hadislerde de yasaklanmıştır. İşte bazı örnekler:
"Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç; boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar ile dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar, bir de fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. İşte bütün bunlar fısk (Allah'a itaatten kopmak)tır. Bugün kâfirler dininizden (onu yok etmekten) ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim. Kim şiddetli açlık durumunda zorda kalır, günaha meyletmeksizin (haram etlerden) yerse, şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."1
"Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz."2
Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: "Kuş peşinde haykırmak, kuş ötmesinden uğursuzluk haberleri çıkarmak, kuş uçması ile fal bakmak kehanet çeşitlerindendir."3
Muaviye bin Hakem (ra) anlatıyor:
"Ben dedim ki: 'Ey Allah'ın Resulü! Benim cahiliyet yolundan dönüşüm yenidir. Yüce Allah İslâm'ı getirdi de bizi kurtardı. Bizden bazı kimseler kâhinlere varıp istikbale ait haberler soruyorlar. Buna ne dersiniz?"
Peygamber Efendimiz (asm):
"Onlara gitmeyin" buyurdu. Ben:
"Kimimiz de kuşun ötmesinden ve uçmasından uğursuzluk vehmediyorlar" dedim.
Resûlullah Efendimiz (asm):
"Bunlar gerçek dışı şeylerdir. Böyle asılsız şeyler hiç kimseyi yolundan alıkoymasın"4 buyurdu.
İbn-i Mes'ud el-Bedrî (ra) bildiriyor ki: "Resûlullah (asm) köpeğin bedelinden, zânînin verdiği ücretten ve falcılık kazancından yasaklamıştır."5
Resulullah'ın (asm) yanında uğursuzluktan bahsedilmişti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm):
"Bunların en güzeli hayra yormaktır. Uğursuzluk endişesi bir Müslüman'ı yolundan alıkoymasın. Hoşunuza gitmeyen bir şey gördüğünüzde: 'Allah'ım! İyilikleri ancak Sen ihsan eder, kötülükleri de ancak Sen defedersin. İbadet yapmaya kuvvet, günahtan kaçmaya kudret ancak Senin kereminledir' desin" buyurdu.6
Dipnotlar:
1- Maide Sûresi: 3
2- Maide Sûresi: 90
3- Riyazu's-Sâlihîn, 987
4- Riyazu's-Salihin, 988
5- Riyazu's-Salihin, 988
6- Riyazu's-Salihin, 989
02.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Suikastta Amerikan parmağı |
|
ABD'nin, Butto suikastının neresinde olduğu pek sorgulanmadı. Gerçekten de Müşerref veya adamları (minions) bu suikastı tek başlarına mı tertip ettiler? Buna tek başlarına cesaret edebilirler miydi? Yoksa bu suikastı Amerikan şemsiyesi altında mı gerçekleştirdiler? Yeni veriler ışığında bu son ihtimal giderek güçleniyor. Sanılanın aksine Rice'ın ve Amerikan yönetiminin Butto'yu dönüş için yüreklendirdikleri ve Butto ile Müşerref arasında bir iktidar paylaşımı mutabakatını (power-sharing arrangement) kotardıkları anlaşılıyor. Ama meseleye herkesin bakışı farklı olmuş. Daha doğrusu, Butto keser gibi mutabakatı kendi lehine yontmuş. İktidar paylaşımı meselesinde anlaşmışlar, ama payında anlaşamamışlar. Butto ihtirasından dolayı kurulu düzeni de aşacağını sanmış. Sandığı için de çizmeyi aşmış. Halbuki, meseleye Amerikalıların ve Müşerref'in bakışı çok farklı.
Amerikan yönetiminin bakışını şöyle özetlemek mümkün: Müşerref'in gölgesinde Benazir Butto uysal bir ortak ve başbakan olarak görev yapacak. Ama buna razı olmayan Butto Amerikalıları da tercihte zorlamış. Nevaz'la siyasî flörtleri de onu ötekilerin nazarında güvenilmez bir ortak yapmış. Bush yönetimi de Butto yerine Müşerref'i tercih etmiştir.
Mümkün olan muhtemel olandan her daim evladır. Butto ise ihtirasıyla ve acemiliğiyle bunu gözardı etmiş. Esasen Butto'nun bu şekilde Pakistan'a dönüşü çirkin olmuştur. Öldürülmesi ondan daha da çirkin olmuştur. Maalesef, Butto karmaşadan ve türbülanstan medet ummuş ve durumdan vazife çıkarmaya kalkışmıştır. Bununla da kendi sonunu hazırlamıştır. Çok ilginç, dönmemesi konusunda kendisine yalvaran dostlarına şöyle mukabele etmiştir: "Şimdi değil de ne zaman? Şimdi dönmezsem Pakistan'a ebedî olarak elveda demem gerekecek. Şimdi dönmezsem siyasî kariyerim biter..." Bu yaklaşım son derece yakışıksızdır. Ölümünden sonra partisinin, onun kanından siyasî rant sağlama girişimi kendi yaklaşımına ters düşmese de ondan daha çirkin olmuştur. Suikastın sıcaklığıyla Pakistan Halk Partisi seçimlerin zamanında yapılmasıyla oy potansiyelini arttıracağını düşünmüştür. Seçimlerin iptali veya ertelenmesi yerine vaktinde yapılmasında ısrar etmiştir. Bu otopsi çağrılarını yüzüstü bırakmak kadar çirkin ve pişkince bir yaklaşımdır.
***
Washington Post yazarı Robert D. Novak çok ilginç bir makale yazmıştır. Makalesinde, "Amerikalıların gizli veya açıktan desteği olmasaydı Pervez Müşerref Butto'yu ortadan kaldıramazdı" diye yazıyor... Yani zımnî olarak Amerikan onayıyla öldürüldüğünü yazıyor (What Bhutto Was Worried About, 31 December, 2007). Benazir, suikastından iki ay kadar önce brokeri/arabulucusu Amerikalılardan daha iyi korunması için ricacı olmuş. Ama Amerikalılar hep şunu söylemişler: "Merak etme sen! Müşerref gerekeni yapar..." Ekim ayından sonra Aralık ayında yine korunma önlemleri konusunda Benazir Amerikan yönetimine adamlarını göndermiş. Yine aynı cevapla geri dönmüşler. Kenya'daki gibi seçimlere hile karıştırılması söylenti ve ihtimallerine karşı yine Benazir Amerikalıların kapısını çalmış ve aşındırmış. Cevapları yine aynı umursamazlıkla "Seçimler adil ve nezih olacak" şeklinde olmuş.
Dışişleri Bakanı Yardımcısı Richard Boucher seçim hilelerine karşı partili olmayan Amerikan gözlemciler istenmesi üzerine şunları söylemiş: "Seçimlerin iyi geçeceğini düşünüyorum. Muteber seçimler olacaktır. Kusursuz olmasa da şeffaf ve adil bir seçim süreci yaşanacaktır..."
***
Benazir'in korunması noktasında yapılan yazılı şikâyetler Bush'un nazlısı Müşerrefi rahatsız etmiş.
Bush şikâyetler konusunda kararsız ve umursamaz görünüyormuş. Müşerref'e nazaran Butto'nun İslâmî kesimlere karşı daha kararlı ve ideolojik olmasına rağmen Bush'un kesin tercihini Müşerref'ten yana koyduğu da ifade ediliyor. Müşerref, Kaide meselesine (Belki de Bush da öyledir) manipülatif bir unsur olarak bakarken Butto'nun ideolojik baktığı ve ciddiye aldığı anlaşılıyor. Robert D. Novak yazısını şu satırlarla bitiriyor: "Amerikan yönetimi Pakistan'ın ellerini kollarını serbest bırakmasaydı Benazir Butto öldürülemezdi. Ne Perşembe günü (27 Aralık 2007) saldırısı yapılabilir ne Kaide'nin üstlendiği daha önceki 18 Ekim saldırıları yapılabilirdi. Kıyımdan sonra hükümet araçları kanı temizlemek için suikast alanını suyla yıkadı ve bu süreçte adli deliller yok edildi..." Bu adli delillerin yok edilmesi yine bize bir yerden; Butto'nun hayatından tanıdık geliyor. Bu tanıdık kesiti de Nilgün Cerrahoğlu'nun 'Mors Tua, Vita Mea!' başlıklı makalesinden takip edelim: "Harvard ve Oxford yerine, "Pakistan raconuyla" yaşamayı yeğleyen Benazir Butto, öz kardeşi Murtaza'yı bile 'o racona' feda etti". Baba mirası partisinde kendisine açıkça "muhalefet eden kardeşinin", "Pakistan polisince" katline, başbakanlığı döneminde seyirci kaldı. Seyirci kalmanın da ötesinde; "tanıkların yok edilmesi ve tutuklanmasına", "delillerin imhasına" rıza gösterdi..." Demek ki kader adalet eder. Benazir kendi hesaplarının kurbanı oldu. Amerikalıların ipiyle kuyuya inilmeyeceğini geç ve post mortem fark etti. Amerikalılar Ziya'yı öldürdükleri gibi onu da gözden çıkardılar. Amerikalılar için Ziya imiş, Butto imiş hiç fark etmez.
02.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
2007; erteleme yılı |
|
Yeni yılda geriye dönüp baktığımızda, özellikle inanç ve mânevî değerlere dair düzenlemelerde ciddî bir gerileme ve gevşemenin 2007'de de devam ettiği gözlendi.
Raporlara göre, Türkiye'de internet üzerinden kumar ve bahis oyunlarını oynayanların sayısı milyonları aştı. Millî Piyango İdaresinin rakamlarına göre "online casinolar"ın yıllık cirosu milyar dolara ulaştı. Dahası bu "e-kumar" ya da "online casino" şirketleri "resmî lisans alan kumarhaneler" gibi devletin denetim ve gözetiminde yapıldı. İçki üretimine, şans ve talih oyunlarının devletin denetim ve gözetiminde oynanmasına devam edildi. Buna "iddaa" türü sanal kumarlar ilâve edilerek daha da yaygınlaştırıldı.
Ahlakî aşınma ve dejenerasyon, gençliğin ve toplumun temel değerlerini tahrip ediyor, milletin mânevî temelleri sarsılıyor, bunalım teröre dönüşüyor; türeyen neronlar ortalığı yıkıp yakıyor.
* * *
Buna karşılık, ahlâk ve terbiyede, din eğitimi ve öğretiminde hiçbir düzetmeye gidilmedi. Anayasal bir kurum olan Diyanet'e bağlı Kur'ân kurslarında ve camilerde, yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bu ülkede çocukların dinlerinin temel kitabı olan Kur'ân-ı Kerim'i öğrenmeleri ve okumaları yaşla sınırlandırılmasına devam edildi. AB'ye uyum çerçevesinde son beş yıldır onca yasa değiştirildiği halde, AKP hükûmeti cesâret edip 28 Şubat "postmodern darbe"den kalma Kur'ân kurslarındaki "yaş yasağı"nı bir türlü kaldırmadı.
Tıpkı, Yüksek Askerî Şura'da "irticaî karakter taşıyor" suçlamasıyla sırf eşi başörtülü olduğu gerekçesiyle onlarca subay ve astsubayın hayatlarını verdiklerini mesleklerinden atılmasının önlenmemesi gibi. Şura Başkanı Başbakan ve Millî Savunma Bakanı son dört yıldır olduğu gibi yine "şerh" koymakla kaldı; ve başbakanlığında "şerh" koyan yeni Cumhurbaşkanı, ihrâçların yürürlüğe girmesi için yüksünmeden imzaladı.
Keza "izinsiz eğitim kurumlarını açanlara, çalıştıranlara, buralarda ders verenlere" hapis cezasını öngören maddeyle mahallede ya da apartmanında komşu ve akraba çocuklarına Kur'ân öğretenlerin jurnal edilip soruşturmaya tabi tutulmaları aynen duruyor.
Geçtiğimiz yıl bu hususta da herhangi bir düzeltme yapılmadı. Siyasî iktidar, sanki sürekli iktidarda kalacakmış gibi kendi döneminde maddenin istismar edilmeyeceği teminatını vermekle kaldı .
Yine sırf imam hatiplilere yarayacak diye bir milyon meslek lisesi mezununun üniversite giriş sınavlarındaki "katsayı haksızlığı" kaldırılmadı. Bu konudaki çalışmalar sümenaltı edildi. Daha baştan "imam hatip okulu açmayacağız" diye bazı odaklara "güvence" verilmesi gibi. Böylece imam hatiplerin içi boşaltıldı; mevcutları azaldı, bazıları öğrenci azlığından kapanırken, önemli bir kısmı da kapanmakla karşı karşıya kaldı.
Üstelik yeni anayasa tartışmaları bahanesiyle devletin denetim ve gözetiminde yapılan "din kültürü ve ahlâk bilgisi" derslerinin "seçmeli" taktiğiyle kaldırılması söz konusu edildi.
İktidar partisi, AB'de taahhüd edilen "eğitim hakkı"na, evrensel hukuka, insan haklarına, temel hak ve hürriyetlere, Anayasaya ve yasalara aykırı kanunsuz yasağı kaldırmak yerine, yıllarca "başörtüsü yasağı öncelikli sorumumuz değildir" diye bigâne kaldı. Hatta hükûmet, AİHM'e gönderdiği "savunmada", YÖK ve yasakçıların, başörtüsünün "laikliğe aykırı,", "gerginlik sebebi" ve "siyasî sembol" olduğu iddiasına katıldı; yasağının "yasal" olduğunu belirttiği konumda kaldı.
Peşinden yeni YÖK Başkanı, "üniversiteler özgür olacak" dedi; bir gün sonra "Başbakan ve Cumhurbaşkanı uyardılar; ipimizi çekerler' diye" çarketti. En çarpıcısı, devletin din öğretimi ve eğitimi veren okullarda dahi dinin emri olan ve Kur'ân'ın âyetiyle sabit bulunan tesettürün bir parçası başörtüsü yasağı sürüyor. Ve bu hususta da en ufak bir çözüm işâreti verilmiş değil.
* * *
Bu arada AB'nin yanlış algılamasıyla, Aleviliğin İslâmdan âdeta ayrı bir "mezhep" addedilmesi tashih edilmedi; tehlikeli bir "ayırımcılığın" ve fitnenin önü açıldı. Hükûmet, Bütün Müslümanların ortak ibadet mekânının camiler olduğunu izâh edemeyip "cemevleri"nin "ibâdethâne" olarak açılması açmazına girdi.
İşin acıklı yönü, iktidar partisi yöneticileri ve hükûmet, Meclis'te tek başına anayasayı dahi değiştirme gücüne sahip oldukları halde, "zamanı değil" diye hep ötelediler. "Bazı mahfilleri küstürmemek", kimi mihraklara "şirin gözükmek" mülâhazasıyla hep "sonra düzeltilecek" diye ertelediler.
Ertelemeye "gerekçe" edilen Cumhurbaşkanı da değişti; lâkin AKP'nin kırılgan ve çekingenliği değişmedi. Demokrasi dışı mihraklarca işletilip devam ettirilen inanç özgürlüğü, din eğitimi ve öğretimi önündeki engeller ve yasakların kaldırılması "toplumsal mutâbakat" türü oyalamalarla hâlâ erteleniyor.
Kısacası hükûmet, 2007'de de "bir adım ileri iki adım geri" politikasını sürdürdü.
02.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|