Hamdım, piştim, yandım!
Milâdî 1207 yılı, günümüzden tam 800 yıl uzaklıktadır ve nisyanla malûl beşer hafızasına kayda değer bir hadiseyi çağrıştırmaz ilk bakışta. Mevlânâ Celâleddin-i Rumî’nin dünya misafirhanesine teşrif ettiği bir yıldır bu yıl ve misafirliği ölüm tarihi olan 1273 yılına kadar sürecektir. Gerçi o asıl doğumunu öldüğü gün sayıp, Hakka vasıl olmanın sevinciyle “Şeb-i Arus” ilân edecektir ki, o zaten apayrı bir meseledir.
Bizim muradımız ise âcizâne, ummandan bir katrecik devşirmek misâli, yaşadığı yıllar ve şartlar üzerinden onu anlamaya ve anlatmaya çalışmaktır.
Hz. Mevlânâ bugünkü Afganistan sınırları içinde kalan Horasan bölgesinin Belh şehrinde doğmuştur ki, o zaman bu bölgeler Harzemşahlar devletinin idaresi altındadır.
Türklerin kitleler halinde İslâmiyeti kabulünden sonra irili ufaklı birçok Türk devletinin tarih sahnesinde yer aldığını görürüz. Maveraünnehir’de Karahanlılar, yine Afganistan’da Gazneliler, Mısır’da Tolunoğulları, Akşid ve Eyyubîler, İran ve Horasan bölgesinde Büyük Selçuklular…
Tarihe malûmat yığını olarak değil de marifet gözüyle bakabilsek, kâinatta tesadüfe yer olmadığı gerçeğinin, her şeyde olduğu gibi, dünyanın dağdağalı işleri için de geçerli olduğunu anlatmakta gecikmeyiz.
Her ne kadar İslâm dünyasının birliği Bağdat merkezli Abbasi Hilâfetinin hâkimiyeti ile sağlanıyor görünse de adı geçen bu devletlerin her biri bulundukları bölgelerin İslâmlaşması fonksiyonunu icra ediyor, bir bakıma hilâfetin askerî sancağını uhdelerine almış bulunuyorlardı.
Daha da önemlisi, doğuda kalan Türk devletleri bir şekilde sönmeye mahkûm olurken Batıya yönelenlerin yükselmesiydi. Bir devletin ölümü, diğerinin neşv ü nema bulmasını netice veriyor, sanki vazifeli bir nefer gibi sancağı devralan devletin eliyle İslâmın Batıya, diyar-ı Rum’a, yani Anadolu’ya ve hatta İstanbul’a doğru fütuhâtının gerçekleşmesinin zemini hazırlanıyordu.
Ve buna da tesadüf denilmez, ancak sevk-i İlâhî ya da takdir-i İlâhî denirdi. Bu o kadar öyleydi ki, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “Altı yüz sene değil (yalnız Osmanlı dönemine münhasır değil), tâ Abbasiler zamanından beri bin seneye yakın Kur’ân bayrağını cihanın cihet-i sittesinin etrafında galibâne gezdirmeyi” netice vererek bütün âlem-i İslâmın muhabbetini ve iftiharını celp ediyordu.
Hz. Mevlâna’nın şahsî hayatının izlerinde aynı İlâhî sevkiyatın tecellisini görüp kendimizi hayretler içinde kalmaktan alamayız. Babası Sultanü’l-ulema Bahaettin Veled, zahiren bazı siyasî olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilâsını gerekçe göstererek ayrılır Horasan’dan. Bu esnada oğlu Celâleddin henüz beş yaşındadır. Her gittiği yerde gördüğü onca izzet, ikram ve itibara rağmen yurt tutunamaz. Nişabur, Bağdat, Medine, Kudüs, Şam, Halep konaklarından sonra nihayet Anadolu’dadır Sultan Baha.
Burada da Malatya, Erzincan derken hicretin son durağı Karaman olacaktır. Ve bu süre içinde Mevlânâ da yirmi yaşındadır.
Boşa değildir bu geliş, tesadüfse zaten muhal. Beldelerin fethi gibi gönüllerin de İslâma açılması lâzımdır. Ve bu görev onlarındır. Onlar maneviyat erleri ve gönül saraylarının sultanlarıdır. Bu sırada Anadolu Selçuklu Devletinin başında Sultan Alâeddin Keykubat vardır. Onun dâveti ve muhteşem karşılama töreniyle Konya’ya gelir baba oğul. Ve Altun-Abâ Medresesine yerleşirler. Babasının vefat tarihi olan 1231’den itibaren sancağı devralır Hazret-i Mevlâna. Hayatı boyunca sürecek irfan ve irşat hizmetinde şaşırmış, bocalamış, ümitsizliğe düşmüş, kırılmış nice gönlü tamir edecek, şifa verecek; Allah aşkıyla hem yanacak, hem yakacaktır.
Bu inişli çıkışlı dağdağalı dünya hengâmesinin her türlüsünü yaşamış, şahit olmuştur Hz. Mevlânâ. Hizmeti devraldığı yıllar Anadolu Selçuklu Devletinin en parlak yıllarıdır, ama o bütün Türk İslâm âlemini hercümerç eden Moğol istilâsını da görecektir. Öyle bir kasırgadır ki, Orta Asya steplerinden Anadolu’ya kadar taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayan bu Ye’cüc Me’cüc taifesinin önünde nice hanedanlar un ufak olmuş, nice ocaklar sönmüştür. Anadolu Selçukluları da bu istilâdan nasibini alacaktır, maalesef. Ve 1243’te yaptıkları Kösedağ Savaşı’nda Moğollar karşısında hezimete uğrayacaklardır. Bunun sonucu olarak, devlet siyasî gücünü kaybedecek, siyasî otorite boşluğu ise ülkenin her bir bölgesinde bağımsız beylikler kurulmasını netice verecektir. Yine bu dönemde Moğolların 1258’de Bağdat’a girip Abbasi Halifesini esir almasını, Dicle’nin günlerce kanla beraber mürekkebe boyanışını görmüştür o devir insanları. İslâmı bütün eserleriyle ortadan kaldırma iştihasının bir eseridir bu yapılanlar. Dışarıdan gelen tehlikenin mahiyeti belliydi, içte ise başka sinsi bir cereyan vardı ki, ismi Babaîler isyanı idi. Siyasî mahiyette bir hareket olarak görülmesine rağmen ehl-i sünnet itikadına aykırı bir yapılanmayı amaçlıyordu. Moğol istilâsı önünden kaçan Türklerin iskânı, Bizans saldırılarına karşı mücadele etme zorunluluğu ve daha birçok gaile ile baş etmek gerekiyordu.
Demek ki, asırlar değişse, zaman başkalaşsa da değişmeyen bir şey vardı ki insan bu dünyaya ubudiyet için gönderilmişti ve kulluğunun sınanması için de çeşit çeşit imtihanlardan geçiriliyordu. Dünyanın imtihan yeri olduğunu bilip, hadiselerin tazyikatına karşı metin olmak, onların ağırlığı altında ezilip kalmamak lâzımdı. Bu da ancak gönüllerde kuvvetli bir iman ve Allah sevgisinin varlığı ile mümkündü. Nice muktedir sultanların saltanat sürdüğü, fakat birkaçı dışında çoğunun adının silindiği bu tarih denilen zaman tünelinde Hz. Mevlânâ gibi Hak âşıklarının unutulmamasının sırrı işte bundandı. Her Allah dostu gibi o da bu olaylara sinek vızıltısı kadar ehemmiyet vermiyor, mesaisini insan-ı kâmil inşasına teksif ediyordu.
Zira asıl musibet dine gelen musibetti, asıl tehlike insanın Allah’ın rahmetinden ümit kesmesiydi. Onun dergâhında ümitsizliğe yer olmamasının esrarı da buydu.
Her nefis sahibinin henüz vakit geçmeden tövbeye çağrılmasından, gerçeği bulmasından daha tabiî ne olabilirdi.
Son söz yerine, artık biz de aradan çekilelim; tarih de, zaman da ortadan kalksın, tâ ki duâ niyetine Hz. Mevlânâ’nın sadre şifa öğütlerinden bir demet devşirip nefsimizi hissedar edelim. Belki de biz o devr-i kadim insanlarından daha fazla muhtacızdır, kim bilir?
“Ey Hak yolcusu, gam ve kederin varsa sevin! Zira insan gam ve kederle dolu olduğu zaman Hakka sığınır, Hakkı hatırlar.”
“Her kim edepten nasibini almamışsa, o insan değildir.”
“Ey sâlik! Mûsa da, Firavun da senin varlığında mevcuttur. Bu iki hasmı kendinde aramak gerektir. Vahyin ışığında aydınlan ki, sendeki Mûsa, sendeki Firavun’a galip gelsin!”
“Ne zamana kadar dünyanın peşinde koşacaksın! Bil ki şu dünya gömleği bir gün sana kefen olacaktır!”
“Kusursuz dost arayan dostsuz kalır!”
“Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol!”
“Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabileceği kadardır.”
“Başkalarının bahtiyarlığına imrenme, çok kimseler var ki senin hayatına gıpta ediyorlar.”
“İçteki kiri su değil, ancak gözyaşı temizler.”
“Kimde bir güzellik varsa, bilsin ki o ödünçtür.”
(Bizim Aile, Aralık-2007 sayısından alınmıştır)
|
Zeynep Çakır
31.12.2007
|
|
Yeşilyurt’tan Kubbe-i Hadra’ya
Yeşil yurdunu bırakıp gittin,
Yıllarca Ulvî’ye
yârenlik ettin,
Parlayan nura saykal-zenlik ettin,
Ebedî Cennette kal canım ağabey,
O
nurlu simasıyla kul canım ağabey.
Selahaddin Yeşilyurt...
Dinin salâhı, insanlığın ihyâsı için çalışan ve hakikaten çok çalışan ve çok çalışkan, çok ihlâslı, çok değerli can bir insan.
1978’li yıllarda Arı Kalıp Sanayi çatısı altında tanıdım kendisini, rahmetli Hacı Mehmet Arı ve çok değerli evlâdı Abdullah Arı’ların samimî dostu ve mesai arkadaşı, İstanbul’dan Bursa’ya döndüğümde beraberce çalıştığımız çok değerli insan hem burada çalışıyor, hem de haftanın belirli günlerinde Elazığ Üniversitesinde ders vermeye gidiyordu.
İşten fırsat buldukça sohbetler eder, eski günleri yâd ederdik, Ankara Yeni Asya bürosundaki gizli dinleme cihazını bulup çıkarışını, ilk kanarya ötüşlü kapı zillerini kendisinin bulup yaptığını ve bunun gibi pek çok hizmette emeğinin oluşunu o muhabbetlerimiz sayesinde öğrendik.
O esas kanaryaya, Andelîb-i Zîşana, Medine-i Medeniyete koştu, Mescid-i Nebevî’nin ses düzeni ve ışıklandırma ihalesini alan bir şirketten gelen teklife, şartsız evet diyerek kabul etti ve o nurlu beldeye gitti. O işin başında yıllarca bulundu, hizmet etti ve sonra da o ışığın cazibesine kapılıp firma işini bitirip döndüğü halde o dönmedi, Kubbe-i Hadra’nın etrafında pervane oldu döndü, döndü.
Konya’nın Hz. Mevlânâ’nın yeşil kubbesinin altından başlayan yolculuk, “Gel ne olursan ol yine gel” diyen o dönüş, Medine-i Münevvere’deki Yeşil kubbe altındaki dönüşe inkılâp ve ınkıyad ederek sonsuzluk buldu.
2000 yılında Hac’da buluşmamızdaki o cevvaliyet, o medrese-i nuriyedeki faaliyet, rahmetli Ali Ulvi Kurucu’nun sesini teybe kaydetmedeki maharet, ağabeyi Mustafa Yeşilyurt’la birlikte hâdimi Nebevî gibi oranın hizmetini görmedeki ciddî gayret, bugünün muhteşem Medrese-i Nuriyesini meyve verdi, Allah sebep olanlardan yardımını esirgemeyenlerden razı olsun.
2002 yılındaki Ramazan umre ziyaretimizde biraz daha durgun, biraz daha yorgundu, Medine-i Münevvere halkının o cömertliği, o âlicenaplığı ona da tevarüs etmiş ve bizi ailecek evine dâvet etmişti. O sohbetimizde “Eyüp kardeş, artık kendimi garaja çektim, Mescid-i Nebevî altındaki garajın elektrik ve elektronik işlerine bakıyorum, burada emeklilik olmadığı için kendimi emekli ederek alta indim” diyordu. O şimdi maddeten alta indi... Hz. Resûlullah (asm) da zâhiren Kubbe-i Hadra altında ama ruh-u âlîsi semâ-yı asumanda. Onun da ruhu âli makamlarda inşallah.
Hz. Üstad’ın talebelerinden Marangoz Mustafa Çavuş’un oğlu Mehmet Güvenç Ağabeyin kızıyla hayatını birleştirmiş ve adeta Barla ve Medine-i Münevvere, Bediüzzaman ve Hz. Resûlullah (asm) arasında bir köprü olmuştu. Her sene karşılıklı selâm mübadelesi için geldiğinde, bizim de mutat Barla buluşmalarımızda buluşur, konuşur hasret giderirdik, ama bu seneki buluşmalarımızda buluşamadık, kayınpederi Mehmet Ağabeye sorduğumda; “Sağlığı epey bozuk ama hastalığını kendisi pek ciddiye almıyor” demişti. Isparta Hastanesindeki tetkiklerden sonra İstanbul’a kontrole gitmiş ve dönerken Afyon- Barla arasında kendi kullandığı arabası ile bir kaza geçirmiş, arabası hurdaya dönmüştü.
Telefonla arayıp “Ağabey, geçmiş olsun, galiba küçük bir kaza geçirmişsiniz” dediğimde; “Kaza büyüktü ama Rabbim zararımızı küçülttü, daha ecelimiz gelmemiş demek ki” demişti.
Umre görüşmemizde, “Türkiye’ye dönmeyi düşünüyor musunuz?” dediğimde; “Ben buralardan bir yere gitmem artık, buralarda ölür buralarda kalırım” demişti, demek ki oralara ulaşması gerekiyormuş.
Bu Kurban Bayramının dördüncü gününde ev telefonunu aradığımda;
- Nasılsın ağabey, iyi misin?
- Hamd olsun iyiyim.
- Kalkıp gezebiliyor musun?
- İhtiyaçlarımızı görüyoruz çok şükür.
- Yenge, çocuklar nasıl?
- Onlar da iyi, komşuya kadar geçtiler.
- İhsan Paşalıoğlu da Hac’da, görüşebildiniz mi?
- Onlar daha Mekke’de, buraya gelince görüşürüz inşallah.
Böyle demişti... Görüştüler mi, görüşemediler mi, cenazesinin tabutunun bir ucundan da tuttular mı, onu ancak hac dönüşü dinlemiş olacağız. Elhâsıl; aziz Yeşilyurt cennet bahçelerindeki yeşilliklerde, yeşil kubbeye baka baka, Medine-i Münevvere semâlarındaki ezan ve Kur’ân seslerini duya duya haşir sabahını bekleyecek, nur içinde yat aziz ağabey.
Muhterem Mehmet Ağabeye, muhterem eşine, Selahaddin Ağabeyin değerli eşine ve can çocuklarına sağlık, sıhhat, afiyet diliyor ve taziyetlerimi sunuyorum.
|
Eyüp Otman
31.12.2007
|