Necati Bey: “Mi’rac’da Cebrâil Aleyhisselâm Zat-ı İlâhiye’ye yaklaşmıyor. Fakat Mi’rac dışında Peygamber Efendimiz’e (asm) Cenâb-ı Allah’tan sayısız vahiy getiriyor. Bu nasıl oluyor? Buradaki sır ve hikmet nedir?”
Dün kaldığımız yerden devam edelim:
6- Bedîüzzaman’a göre; şu görünen büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakıldığı takdirde, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru, o kitâbın Kâtibinin kaleminin mürekkebi hükmünde olur. Eğer bu büyük âlem bir ağaç sûretinde tahayyül edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru o büyük ağacın hem çekirdeği, hem meyvesi olur. Eğer dünyâ cismânî bir canlı farz edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru, onun rûhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru, onun aklı olur. Eğer çok güzel bir Cennet bahçesi tahayyül edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru, onun, andelibi (bülbülü) olur. Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru, saray Sahibinin dâvetçisi ve teşrîfâtçısı olur.1
Ashab’dan Abdullah b. Câbir radiyallahü anh, Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’a:
“Yâ Resûlallah! Allah’ın her şeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?” diye sordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm:
“Allah her şeyden evvel, senin Peygamberinin nûrunu Kendi Nûr’undan yarattı. Nûr, Allah’ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh, ne Kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne Melek, ne Semâ, ne Arz, ne Güneş, ne Ay, ne İnsan ve ne de Cin vardı!” buyurdu.2
Bu hadisin tefsîri sadedinde, “Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinâtı Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûrundan niçin yaratmasın?” diye soran Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, kâinât ağacının Tûbâ Ağacı gibi gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makâmından, tâ aslî çekirdek makâmına kadar nûrânî bir münâsebet hattı bulunduğunu, Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Mi'râcının o münâsebet hattının kılıfı ve sûreti hükmünde bulunduğunu, kendisinin bizzat mi’rac yolunu açtığını, velâyetiyle gidip, risâletiyle dönerek o yolu ümmetine de açık bıraktığını; ümmetinin de, kalp ve ruhlarıyla o nûrânî caddede onun (asm) mi'râcının gölgesinde seyr ederek istidatlarına göre o yüksek makamlara çıkabileceklerini beyan eder.3
6- Anlaşılıyor ki, mi’rac, Resûl-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’a mahsus bir caddedir. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm makam münâsebetiyle ümmetini ve kâinâtı temsîlen o yüce mevkîe çıkmış, çıkarılmış; Cebrâil Aleyhisselâm da yine makam münâsebetiyle Sidre-i Müntehâ’dan sonra Kâb-ı Kavseyn makamında o yüce Resûl’ü (Aleyhissalâtü Vesselâm) Rabb’i ile yalnız bırakmıştır.
7- Cenâb-ı Hak cihetten, yönden, mevkiden ve yerden münezzehtir. Vahiy meleği olan Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm’ın Sidre’den ötede Hazret-i Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’a eşlik etmemesi, Allah’ın emriyle, iradesiyle, izniyle ve vazifeli kılmasıyla Levh-i Mahfuz’dan Kur’ân’ı ve Allah’ın vahyettiği yüksek mânâları almasına elbette engel teşkil etmez. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın uhdesine verdiği vahiy nakli ile ilgili vazifeyi bihakkın yerine getirmiş, “emin” bir “Resûl” olarak, Allah’ın vahyini Allah’ın Resûlüne (asm) harfiyyen getirmiştir. Âmenna ve saddeknâ.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nûriye, s. 98
2- Kastalânî, M. Ledünniye, 1/7
3- Sözler, s. 532
14.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|