Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hüseyin EREN

Fitneyi felâh bilmemek



Fitne fışkırıyor zembereğini kaybetmiş zihinlerden… Zırhsız dimağlar sefahat zerkiyle delik deşik olmuş; fitneyi felâh zannediyor… Zan zulümler işleniyor sisli düşünceler cenderesinde…

Ufunetli duygular ölüm sıcaklığını bile soğutuyor; hissesizlik kol geziyor sefahat sokaklarda… Ölmeyen ölüm histerik hislerle boğulmuş; hayat can çekişiyor… Zevksizliğe sevk ediliyor lâtif lâtifeler…

Kurban hayatlar sonsuzluğu tüketiyor… Tükenmişlik kazanç gibi gösteriliyor kül rengi akşamlarda… Renklerini yitiriyor hikmet, seslerini kaybediyor âhenk…

Sonsuzluk çiçekleri soluyor sefahat rüzgârlarda… Günah bulutlar gönül ufkunu kaplamış, hikmet ışıkları geçirmiyor… Kalp kıvamını kaybetmiş tohumları çatlatmıyor…

Günah gözler göremiyor güzellikleri, sefih yüzler seyredemiyor hikmet akışı, secdesiz alınlar anlamıyor kurbiyeti, bayağı bakışlar açamıyor ışık pencereleri… Hissizlik, sevgisizlik, hikmetsizlikte hapsolmuşluk hürriyet addediliyor…

Günahlar kurbiyetten uzaklaştırıyor, yalnızlığa yuvarlandırıyor, ölmeden kabir karanlığına sokuyor… Sefihlik sıkıyor kalbin kaburgalarını, lâtifeleri yalnızlık kuyusuna itiyor…

Sıkışmışlık yaşanıyor günahların boğduğu “an”larda, zaman kabirleşiyor, kabir hazır zamana geliyor… Melek sorgusu soluklanmayınca sefihlik sıkıyor, denî dünya üzerine yıkılıyor…

Ateş çukuru gözlerimizin hizasında, ayaklarımızın parmak ucunda, kulaklarımızın duyduğunda, ellerimizin deydiğinde, zihinlerimizin erdiğinde, duygularımızın daldığında…

Cennet bahçesi gözle gönül arasındaki yakınlıkta, bedenle ruh arasındaki kalınlıkta, kalple nefis arasındaki uzaklıkta…

Ateş çukuruyla cennet bahçesi, günahla sevap arasındaki yakınlık kadar yakınlar; aynı ağaçtaki nar ve nur meyveler gibi…

Sefahatin sis perdesi, günahların kirli elbisesi, şeffaf nuraniyeti kapatıyor, melekût güzellikleri örtüyor… Hissizliğin kör kuyusundan çıkılamıyor, ağzını açmış kabir görülemiyor…

Felâh, fanilik perdesi ardında gizlenen nurânî genişliğe erişebilmekte… Kalpleri kabir karanlığına sokan sefahat kalınlığını, günah ağırlığını atabilmekte…

Fitne, fani zevklerin zerkinden kendinden geçerek hayatı ölümsüz zannetme, o zanla kendine zulmetme… Dimağları dumura uğratan, duyguları donduran sefahati serinlik zannetmek…

Fanilikten geçip felâhı bulmak, fitneyi felâh bilmemek; fitne zamanların en büyük kazancı ve kurtuluşu…

Faniyim fena olanı istemem, bir zerreyim ebedî şems isterim…

Beni dünyaya çağırma onda fena buldum diyebilmek…

14.08.2007

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Sivil ve asker



Churchill’in “Savaş, askerlere bırakılamayacak kadar ciddî bir iştir” sözü meşhurdur. Her şeye karışan birisi olmasından mıdır, kendisini ve ülkesini İkinci Dünya Savaşı’ndaki büyük başarıya götüren demokrasi anlayışından mıdır, bilemiyoruz ama sorumluluğunu üstlenme ve yerine getirme açısından önemli bir ifade.

Aslında hadisenin önemi, askerliğin ve devlet adamlığının bir hizmet ve vazife yeri olmasında ve bundan da önemlisi vazifenin vazifeyi verene göre tarif edilmesindedir.

Konuyu sadece siyaset ve askerlik olarak değil, bir bütün olarak, “Hayatımız ne kadar asker ve ne kadar sivil?” şeklinde değerlendirmek daha doğru olacaktır. Daha da önemlisi nelere karşı asker ve nelere karşı sivil? Bilindiği gibi askerliğin en belirgin vasfı, uygulamada nizam ve intizamın hâkim olması, sadakat ve itaat prensibinin en önde olmasıdır.

Churchill uyguladığı strateji ile bir zamanlar üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğu neredeyse geri kazandı. Fakat dünya fani… Şimdi güneşin hiç doğmadığı daracık bir kabirde. Eğer kabrin öbür tarafından da nasibi olsaydı hayata bakış açısı, onlara gösterdiği ciddiyet ve önem sırası elbette çok farklı olurdu.

Şimdi biz kendimize dönerek, insanların bırakın dünya savaşlarını, basit bir mevzii ele geçirmek ya da elde tutmak için bile sıkı bir askerî disipline ihtiyaç duyduğu bir anlayışta, tek başına yerküre kadar bir mülkü yani âhiret mülkünü kazanma kaybetme dâvâsında, ne kadar asker ve ne kadar siviliz?

Gerçekte insanın dünyaya geliş ve gidişinin kendi istek ve iradesi dışında olması, binlerce harika cihazlarla donatılmış olması ve kısacık dünya hayatına sığmayacak emel ve arzular ile dolu olması, onun yüksek ve çok önemli bir vazife ile gönderildiğinin açık bir işaretidir. Geliş ve gidişi tıpkı bir askere alınma ve terhis gibidir. Pek çok husus da, ona bırakılamayacak kadar ciddiye alınmış, kader kalemiyle nakşedilmiştir.

İnsanoğlunun en büyük zaaflarından birisi de kısa vadeli düşünmesidir. Hazır bir lezzet için ilerideki binlerce menfaatini terk eder, varlık sebebi olan ve başkasına devredilemeyecek kadar hassas olan vazifesinden kaçar. Zamanla bir çaresinin bulunacağını düşünür. Halbuki hayat durmuyor geçiyor, durdurmanın bir çaresi ve çözümü yok ve kabir kapısı kapanmıyor.

Bu gafletinden olsa gerek, insanların ekseriyeti, maalesef âhiret için verilen duygu ve cihazlarını dünyaya, dünya için verilenleri ise âhirete harcıyor, hem dünyasını hem de âhiretini heder ediyor. Dünya hayatı için en basit şeyler de dahil olmak üzere her şeye asker, âhiret hayatı için yani yerküre genişliğindeki ebedî bir mülkü kazanmak kaybetmek dâvâsında ise sivil; yeniçeri tâbiriyle “başıbozuk”. Geçici dünya hayatı için bir çok değişmez kuralları olmasına rağmen, âhiretle ilgili temel konularda kendi kafasından kurallar koymaya çalışır, “Bana göre” diyerek teviller yapar. Halbuki kurallar vazifeyi verene göredir ve onun elindedir. İnsanların bu yanılgı ile geçici dünya hayatına karşı askerleşmesiyle, “Allah’a kul olmayan, herkese kul ve köle olur” hakikatının açık bir misâliyle daha karşı karşıyadır.

Bu gün etrafımıza baktığımızda günlük hayatımızdan iş hayatına ve devlet hayatına kadar, adımımızı attığımız her noktada bir sürü kurallar, kaideler, gelenekler, kanun ve nizam gibi sıkı bir disiplin yumağı ile çepe çevre kuşatıldığımızı fark ederiz. Devletler ve müesseseler artık eski devirlerdeki gibi değildir. Her şeyin katı kuralları, kırmızı çizgileri, günü, saati ve hatta dakikaları vardır.

Sosyal bilimciler sivil hayatın askerleşmesini, Churchill anlayışının tam aksini savunan Napolyon’dan başlatırlar. O dönemden itibaren hızla yayılıp bütün dünyayı etkisi altına almıştır. Napolyoncu anlayış artık hastahane, okul, fabrika, kışla, hapishane gibi her yerde güçlü bir disiplin olarak iktidarını pekiştirmiştir. Şüphesiz disiplin gerekli, ancak bu askerleşerek sırf bazılarının hâkimiyet aracı ve göstergesi olarak kullanılırsa ve dünya ebedî kabul edilirse, hem toplum için hem de kişinin şahsî hayatı için bir cendere hükmüne geçecektir. Günümüz insanın mutsuzluğunun önemli bir sebebi de budur.

Şimdi Risâle-i Nur’dan Dokuzuncu Mektub’dan bir cümle aktaralım: “Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askerî telâkki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin.”

Evet dünya hayatı artık o kadar askerleşmiş ve disipline edilmiş ki, âhiret hayatı için istenilen disiplin onun yanında sadece askerî bir misafirhanedir. O da bize zor gelmemelidir.

14.08.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Hesabı kolay verebilecek miyiz?



Dünyayı sevmenin ve ona bağlanmanın şimdiye kadar hiç kimseye kalıcı bir faydası olmamıştır. Büyük bir hırsla dünya makam ve mevkileri peşinde koşan insanlar, istediklerini nisbeten elde etmişlerse bile, ne yazık ki bunlardan doya doya faydalanma imkânları olmamıştır.

En başta, dünya hayatı kimse için devamlı olmamıştır. İstifade edilen nimetler ve lezzetler devamlılık isterler. Devamlı olmayanın sonucunda üzüntüler, elemler bulunmaktadır. Nitekim görüyoruz ki, bize bu dünyada verilen hiçbir şey sürekli değildir, her şeyin er veya geç bir sonu bulunmaktadır.

Bizler, bu devamlı olmayan, geçici olan istek ve arzulardan vazgeçmediğimiz müddetçe de hüzünlerimiz son bulmayacaktır. Nefsimizin dünyevî zevklerden vazgeçmeye niyeti olmadığına göre, o zaman bizler de üzüntülere, hayal kırıklıklarına hazır olmak zorundayız. Dünyanın çarkı böyle dönmektedir. Bu acımasız çarkların dişleri arasında ezilmemek için, nefsimizin sonsuz arzularının önüne geçmek zorundayız.

Bizi yaratıp, bu dünya hanında imtihana tabi tutan Rabbimiz, bizlerden nefsimizin arzularına uymamamızı istemektedir. Nefse uymanın korkunç sonuçları, nefsi alt etmenin güzel akıbeti bizlere duyurulmuş ve böylece imtihana tabi tutulmuşuzdur. Kazanmanın ve kaybetmenin yolları açık bir şekilde ifade edilmiştir insanlar için. Her şey ortadadır. Kimsenin imtihanda haksızlık edildiğini ifade edebilme imkânı bulunmamaktadır.

Hayatımızın her ânı içinden çıkılması kolay olmayan sırlarla doludur. Her ânın içinde üzüntüler olabileceği gibi sevinçler de yer alabilmektedir. Hayat, düşünüldüğü zaman derinliğine ulaşılması zor bir derya gibi karşımızda durmaktadır. Sadece dünyaya bakmakla, sadece hayatın dünyaya yönelik tarafını çözmeye çalışmakla işin içinden çıkmamız mümkün olmamaktadır.

İçimizdeki ene kendini bir şey sanıyor. Donkişot’un yeldeğirmenlerine saldırması gibi, problemlerin üstesinden gelmeye çalışıyor kendi kendine... İnsanın kendi kendini beğenmişliğinden kaynaklanan bu duygu, insanın başına olmadık belâ ve musibetler getiriyor. Buna rağmen nefis gerçeğe teslim olmak istemiyor, haltlar işlemeye devam ediyor emanet olarak bize verilen dünya hayatında...

Eğer dünya hayatının cazibesine kapılan nefsin yönlendirmelerinden yakamızı kurtarıp Rabb-i Rahimimize yönelebilirsek, huzura kavuşturan engelleri ancak o zaman aşabileceğiz. Bunu kendi hayatımızda yakaladığımız bazı huzur anlarından anlayabiliriz. Dünyayı bir kenara bırakıp ebedî hayata ulaştıracak nurlardan istifade ettiğimiz zamanların huzuru buna delildir.

Bir lezzetine mukabil olmadık karşılıklar isteyen dünyanın geçici cihetinin şimdiye kadar hiç kimseye kalıcı huzur ve saadet getirdiği vâkî değildir. Bu sebeple aklımız başımızda ise hiçbir sûretle dünyevî arzu ve isteklerimize güvenmeyeceğiz. Aklımız başımızda ise dünyanın bazen soldan, bazen de sağdan yaklaşan tehlikelerine karşı uyanık olacağız.

Dünyayı istemiyoruz gibi yapıp da din adına dünyanın bütün lezzetlerinden faydalanmalarımız da bizleri kandırmasın. “Müslümanlar da zengin olup, dünyanın zevk ve lezzetlerinden faydalansın” aldatmacası yakamıza yapışmışsa büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız demektir. Müslümanlar dünya hayatını zevk ve sefa içinde yaşamak için zengin olmamalıdırlar. Onlar Allah’ın rızasını daha fazla kazanmak ve bu yolda mallarını harcamak için zengin olmalıdırlar.

Müslümanlar dünyaya yönelik arzularını tatmin edebilmek için makam ve mevkilere talip olmamalıdırlar. Onlar bu makam ve mevkilere, Allah’ın rızasını kazanacak icraatlar yapabilmek için talip olmalıdırlar. Aksi takdirde hesap gününde bu dünyada elde edilenlerin hesabını vermek kolay olmayacaktır.

İçimizden geçen hatıraların en küçüğünü bile bilen “Alîm-i Külli Şey” olan Rabbimizden hiçbir şey gizleyemeyiz. O neyi ne için yaptığımızı, hareketlerimizdeki niyetimizi hiç eksiksiz bilmektedir. Hesap gününde itiraz edeceğimiz hiçbir şey olmayacaktır.

14.08.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İslâma muhatap olma



Her kelime-i şehadet getiren kişi, İslâm dairesi içerisine girmiş olur. Ancak mum ışığından güneş ışığına kadar arada ne kadar büyük dereceler varsa, herkes inancı seviyesinde İslâma muhatap olur. İnandığı halde günahlara dalmakta tereddüt etmeyen bir mü’min ile haramlardan yılandan, akrepten kaçar gibi kaçan mü’min arasında dağlar kadar fark vardır.

Sahabe güneş misâli Kur’ân’a her şeyleriyle muhatap oluyor, âyet ve hadislerde anlatılan her hakikati uyulması gereken bir ölçü ve rehber olarak görüyor, hayatlarını onlarla şekillendiriyorlardı. Onlara göre hayat İslâmla ruhlanır, canlanırdı.

İslâmsız hayat, hayat değildi. Yaşanmayan hakikat ölü idi. Hayata hayat veren hakikatler dünyalarında inkılâblar yapar; duygu, düşünce ve yaşayışlarına can, ruh, renk ve âhenk katardı. İlâhî ve Nebevî bir hakikat karşısında duygulanmamaları mümkün değildi.

Birgün Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında Yemen’den bir heyet, Medine’ye gelmiş, Kur’ân okunduğunda duygulanmış, kendilerini tutamayarak ağlamaya başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (ra), “Biz böyleydik. Sonra kalpler katılaştı” (Kenzü’l-Ummal, 1: 224) demişti.

Hz. Ali’nin (ra) anlatığına göre Asr-ı Saadet’te inen herhangi bir sûre veya birkaç âyet, Sahabenin iman ve samimiyetlerini arttırır, haramlardan uzaklaştırırdı. (A.g.e., 1: 232)

Onların dünyasında İslâm, yaşanan hakikatler manzumesiydi. Ağızlarından çıkan her Kur’ân âyeti ve hadis-i şerif yaşanır, öyle anlatılır ve ancak yaşanmak için anlatılırdı. İbni Mes’ud der ki: “Biz Resûl-i Ekrem’den (asm) on âyet öğrenince, bu âyetlerin hükümlerini uygulayıncaya kadar, bir sonraki on âyete geçmezdik.” (Tabakat, 1: 177)

İslâm, hayat dinidir. Yaşanmak için gelmiştir. Yaşandığında herşey kıvamını, anlamını bulur, düzene girer. İşte Sahabenin o muazzam ve muntazam hayatlarında bu tür ruh, kalb, hissiyât ve kemiklerine kadar işleyen hakikatlerin diriltici etkileri vardı. Onlar İslâma ayna olur, onları görenler de cazibelerine kapılıp İslâma dört elle sarılırlardı.

Öğrenilmeyen, araştırılmayan, hayata geçirilmeyen güçlü ve etkili hakikatler, günümüzün Müslümanlarında gerekli değeri bulamamışsa, hiç süphesiz bu ruhtan uzaklaşma sebebiyledir. Bu ruh kazanıldığı zaman haşmet ve heybet dolu günler gelecektir.

14.08.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Mi’rac'da iki elçi - 2



Necati Bey: “Mi’rac’da Cebrâil Aleyhisselâm Zat-ı İlâhiye’ye yaklaşmıyor. Fakat Mi’rac dışında Peygamber Efendimiz’e (asm) Cenâb-ı Allah’tan sayısız vahiy getiriyor. Bu nasıl oluyor? Buradaki sır ve hikmet nedir?”

Dün kaldığımız yerden devam edelim:

6- Bedîüzzaman’a göre; şu görünen büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakıldığı takdirde, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru, o kitâbın Kâtibinin kaleminin mürekkebi hükmünde olur. Eğer bu büyük âlem bir ağaç sûretinde tahayyül edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru o büyük ağacın hem çekirdeği, hem meyvesi olur. Eğer dünyâ cismânî bir canlı farz edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru, onun rûhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru, onun aklı olur. Eğer çok güzel bir Cennet bahçesi tahayyül edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru, onun, andelibi (bülbülü) olur. Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru, saray Sahibinin dâvetçisi ve teşrîfâtçısı olur.1

Ashab’dan Abdullah b. Câbir radiyallahü anh, Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’a:

“Yâ Resûlallah! Allah’ın her şeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?” diye sordu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm:

“Allah her şeyden evvel, senin Peygamberinin nûrunu Kendi Nûr’undan yarattı. Nûr, Allah’ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh, ne Kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne Melek, ne Semâ, ne Arz, ne Güneş, ne Ay, ne İnsan ve ne de Cin vardı!” buyurdu.2

Bu hadisin tefsîri sadedinde, “Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinâtı Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûrundan niçin yaratmasın?” diye soran Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, kâinât ağacının Tûbâ Ağacı gibi gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makâmından, tâ aslî çekirdek makâmına kadar nûrânî bir münâsebet hattı bulunduğunu, Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Mi'râcının o münâsebet hattının kılıfı ve sûreti hükmünde bulunduğunu, kendisinin bizzat mi’rac yolunu açtığını, velâyetiyle gidip, risâletiyle dönerek o yolu ümmetine de açık bıraktığını; ümmetinin de, kalp ve ruhlarıyla o nûrânî caddede onun (asm) mi'râcının gölgesinde seyr ederek istidatlarına göre o yüksek makamlara çıkabileceklerini beyan eder.3

6- Anlaşılıyor ki, mi’rac, Resûl-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’a mahsus bir caddedir. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm makam münâsebetiyle ümmetini ve kâinâtı temsîlen o yüce mevkîe çıkmış, çıkarılmış; Cebrâil Aleyhisselâm da yine makam münâsebetiyle Sidre-i Müntehâ’dan sonra Kâb-ı Kavseyn makamında o yüce Resûl’ü (Aleyhissalâtü Vesselâm) Rabb’i ile yalnız bırakmıştır.

7- Cenâb-ı Hak cihetten, yönden, mevkiden ve yerden münezzehtir. Vahiy meleği olan Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm’ın Sidre’den ötede Hazret-i Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’a eşlik etmemesi, Allah’ın emriyle, iradesiyle, izniyle ve vazifeli kılmasıyla Levh-i Mahfuz’dan Kur’ân’ı ve Allah’ın vahyettiği yüksek mânâları almasına elbette engel teşkil etmez. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın uhdesine verdiği vahiy nakli ile ilgili vazifeyi bihakkın yerine getirmiş, “emin” bir “Resûl” olarak, Allah’ın vahyini Allah’ın Resûlüne (asm) harfiyyen getirmiştir. Âmenna ve saddeknâ.

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nûriye, s. 98

2- Kastalânî, M. Ledünniye, 1/7

3- Sözler, s. 532

14.08.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Öncelikli meseleler



Seçim süreci boyunca birbirimizin yaklaşım tarzlarını eleştirdik veya daha isabetli bir yaklaşımın ortaya çıkması için yardımcı olduk, tahşidâtlar yaptık. Şimdi ise, birçok meseleyi, hemen hergün, hemen her saat, çok ciddî tartışmalı, ısrarla müzakere, mütalâa ve meşveret ederek tahşidatlar yapmalıyız. O da, Bediüzzaman’ın tesbitiyle şudur:

Şeriatın yüzde doksan dokuzu ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete bakar. Siyaset, imana nisbeten onuncu derecededir.1

Evet, yüzde doksan dokuz iman, ibadet, ahlâk meselelerini hayata ne kadar geçirebildik? İman esaslarını ne kadar hazmedebildik; ne kadarını aşk ve şevkle anlatıyoruz, ne kadarını halka mal edebildik? Ya ibadetleri ve ahlâkı?

Meselâ Üstad; “Sizler, ara sıra, İhlâs ve İktisat Lem’alarını ve bazan Hücumat-ı Sitte risâlesini mâbeyninizde (aranızda) beraber okumalısınız… Dikkat ediniz, bu yeni fırtına sizin tesanüdünüzü bozmasın”2 diyor. İhlâs Risâlesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurabiliyor muyuz? Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risâle-i Nur’a ne kadar büyük bir zarar verebileceğini3 hesap edebiliyor muyuz? “Hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmeyiniz, noksanını ikmal ediniz, kusurunu örtünüz, ihtiyacına yardım ediniz, vazifesine muavenet ediniz”4 ölçülerine ne derecede uyuyoruz?

Peki, Bediüzzaman, “Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit, mânevî hayat da gider. Tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar”5; “Sizler her zamandan ziyade bu fırtınada tesanüd ve ittihada ve Risâle-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi hesabına mükellef ve muhtaçsınız!”6 tesbit ve ikazlarını;—diğer gruplarımız dahil—ne kadar hayata geçirebildik?

- Tesettür Risâlesi’ndeki ölçülere uyuyor muyuz; çoluk-çocuğumuz için ne kadar çaba sarfediyoruz?

- Adalet-i mahzâyı (tam ve kusursuz adaleti, yani, ferdin en basit hakkını, en cüz’î hukukunu; cemaat ve milletin selâmeti için feda etmeyen adaleti) ne kadar uyguluyoruz?

- Hizmet, “Dine imale (meylettirmek) ve iltizama (taraftar olup yapışmaya) teşvik etmek ve dini vazifelerini hatırlatmaktan”7 ibarettir. Bu yolda da yegâne kuvvet, İslâmın kesin aklî, mantıkî ve ilmî delilleridir.8 Eğer, hakkı müdafaa için, kuvvet kullanılırsa zulme sebebiyet verilir.9 Bu hakikatleri, topluma mâledebildik mi?

- Din siyasete değil, siyaset dine hizmet edecek. “O takdirde, siyaseti dinsizliğe âlet edenlere, dinin ulviyeti gösterilmiş olur”10 gerçeğini halka indirebildik mi?

Seçim vesilesiyle Üstadın, “imanın özelliği” dediği “hürriyet” anlayışının siyasete yansımasını nazara vermeye çalıştık. Siyasî meseleleri işlediğim bu zaman zarfında inanılmaz olumlu-olumsuz tepkiler, tebrikler, katkılar, tavzihler, izahlar, açıklamalar aldık. Üç ay öncesine kadar, beş seneden beridir iman, ahlâk, tefekkür, kişisel gelişim vs. mevzularını işliyorduk. “Bunlar önemli, devam et!” diye ne kadar olumlu tepki, eleştiri, teşvik, tebrik aldım dersiniz?

Kur’ân ve hadîsçe haber verilen, bütün peygamberlerin ve asırların Allah’a sığındığı Âhirzaman’ın dehşetli hâdiseleri içindeyiz. Şeytandan da Allah’a sığındığımız gibi, siyasetin bu dehşetli anlayış ve cazibesinden de sığınmalıyız. Ve özeleştiri yapıp, kendimizi mihenge vurmalıyız. Zira, her tarafı kasıp kavuran deccalizm; ifsat komitelerinin fitnelerine siyasetle değil, ancak imân ve Kur’ân nurlarıyla mukabele edilebiliriz.11

“Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır, elbette en bahtiyar odur ki, dünya için ahireti unutmasın, ahiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyevîye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin…”12

Evet, himmet, gayret, aşk, şevk, eleştiri, teşvik, tahşidat ve enerjimizin kaçta kaçını bu hayatî meseleler için harcıyoruz?

Dipnotlar:

1- Kastamonu Lâhikası, s. 142. 2. Kastamonu Lâhikası, s. 172.; 3. Kastamonu Lâhikası, s. 183.; 4. Lem’alar, 164-165.; 5. Barla Lâhikası, s. 87.; 6. Kastamonu Lâhikası, s. 172.; 7. Sünûhat, Yeni Asya Neşriyat, s. 67.; 8. Hutbe-i Şâmiye, Yeni Asya Neşriyat, s. 99.; 9. Lem’âlar, s. 165-166. 10. Emirdağ Lâhikası, s. 53.; 11. Tarihçe-i Hayatı, s. 131.; 12. Şuâlar, s. 406.

14.08.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Hayatın değişken seyri



Yaşadığımız hayatın seyri, düzgün bir hat üzerinde gitmiyor.

İnişleri, çıkışları, virajları var hayat çizgisinin.

Bazan genişler, rahatlar bu hatt–ı hayat, bazan da incelir, kısalır, hatta kesintiye, çöküntüye uğradığı zamanlar olur. Yani, devamlı sûrette bir değişkenlik arz eder.

Bu sebeple ye'se, karamsarlığa düşmeye hiç hacet yok. Aksine, daima ümitvar olmalı, hatta "şevk–i mutlak" içinde yaşamalı. Bunun dışında herhangi bir çıkış, bir ilerleme yolu yoktur.

Şevkini kaybeden bir "yarı mevta", ümidini kaybeden ise bir meyyitten farksız olur.

* * *

Hayat deyince, önce şahsî hayatımız söz konusu olur. Ardından aile hayatı gelir, ondan sonra da sosyal ve siyasî hayat tabakaları gelir.

Değişim ve çalkantılar, bütün hayat tabakaları için de aynen geçerlidir. Temel kaide değişmiyor. Hayat ve bütün kâinat değişme ve gelişme (tebeddülât ve tağayyürât) kànun–u İlâhisine tâbidir.

Bazan kendi küçük dünyamız, yahut his âlemimiz değişince, zannederiz ki, hayatın ve kànunların seyri de değişecek veya değişmesi gerekir.

Oysa, hususî âlemimizin değişmesiyle, genel gidişat ve temel düstûrlar değişmiyor. Her şey, bir hikmetle ve bir dest–i inayet perdesi altında dönüyor, oluyor, bitiyor...

* * *

İçinde bulunduğumuz zaman dilimi içinde, bilhassa ülkemizin siyaset âleminde önemli derecede bir çalkantı, bir hareketlenme vaziyeti yaşandı.

Bu yeni süreç, devam ediyor. Henüz tamamlanmış, hitama ermiş değil.

Bundan çıkarılacak dersler için, acele etmeye hiç, ama hiç gerek yok... Sürecin netleşmesini, iyice şekillenmesini beklemekte fayda var.

Bizler de, bir yönüyle bu bekleme sürecinin içinde bulunuyoruz.

Gelişmeleri daha net, daha doğru ve daha istifadeye medar bir şekilde okumak ve yorumlayabilmek için, sabır kuvvetine dayanmak ve sükûnet, itidal içinde beklemek gerekir.

* * *

Esasında olup bitenlerin bir kısmını (açığa çıkan, zahirde görünen kısmını) insanlarımız görüyor ve mânâsını anlamaya, yorumlamaya çalışıyor.

Hadiselerin perde gerisinin anlaşılması için ise, ilâve bir gayret, ciddiyet ve tahkik vaziyetini gerektiriyor.

İnsanlarımızın yüzde sekseni tahkik ehli olmadığından, hakikate nüfuz edemiyor; iradesini ortaya koyarken de bazan ciddî tereddütler yaşıyor. (Bunda, dehşetli propagandalarla, cemiyeti ecnebi taktiklerle hipnotize etme gayretlerinin tesiri büyüktür.)

* * *

Tıpkı fertlerin olduğu gibi, cemiyet(ler) in de bir "basiret gözü" vardır.

Bu göze bazan perde çekilir, bazan da bu göz şaşırtılmaya, yanıltılmaya çalışılır. (Meddahların işâasına dikkat!)

Maazallah, bu durum, iman ve İslâm kalesini tehlikeye atacak derecede vahim neticeler doğurabilir.

Nihayet derecede dikkat ve teyakkuz içinde olmak gerekir. Cemiyetin basiret gözünü açtırmak, önündeki engelleri kaldırmaya çalışmak, pek mühim bir hizmet olsa gerektir.

Bu hizmeti yapacak olanlar, hiç şüphesiz—sayıları az olmakla beraber—hâlis Kur'ân tilmizleri, sâdık Kur'ân şâkirdleridir.

GÜNÜN TARİHİ 14 Ağustos 1947

Pakistan'ın bağımsızlığı

İngiltere'nin sömürgesi durumundaki Hindistan'dan ayrılan Pakistan, istiklâliyetini (bağımsızlığını) ilân etti.

Birçok İslâm ülkesi gibi, geniş nüfusunun önemli bir bölümü Müslüman olan Hindistan da İngilizlerin sömürgesi olan bir ülke durumundaydı.

Tarihte Hindular tarafından sürekli horlanan ve İngiliz sömürgesi yıllarında ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören, bu ülkedeki Müslüman topluluk, bölgede İngiliz hakimiyetinin zayıflamaya başladığı İkinci Dünya Savaşı sonrasında ayrılmaya ve bağımsız bir devlet olmaya karar verdi.

Büyük lider Muhammed Ali Cinnah'ın üstün gayretlerinin de etkisiyle 14 Ağustos 1947'de Hindistan'dan ayrılan bağımsız Pakistan devletinin kuruluşu ilân edildi. Devlet başkanlığına da, beklenildiği gibi Cinnah getirildi.

İlk dönemde Bangladeş de "Doğu Pakistan" ismiyle bu devlete bağlıydı. Ancak 1971'de Pakistan'dan ayrıldı.

* * *

Pakistan İslâm Cumhuriyeti, nüfusu itibariyle İslâm ülkelerinin en büyüklerinden biridir. Bugün itibariyle tahminen 170 milyona ulaşan nüfusuyla, dünya genelinde bile 8. sırada gelir.

Bu ülkenin resmî adı "Pakistan İslâm Cumhuriyeti"dir. Başşehri, İslâmabad; ayrıca Pencap, Sind, Kuzeybatı Cephesi ve Belucistan ismiyle bilinen 4 eyaleti vardır.

Dost ve kardeş Pakistan'ın önemli bazı şehirleri de şunlardır: Karaçi (yaklaşık 10 milyon), Lahor (yaklaşık 5 milyon), Ravalpindi, Haydarabad, Multan ve Peşaver.

14.08.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Ana dönemlerden ara dönemlere kırılmalar



Ana ve ara dönem geçişlerini, tıkanışlarını ve yoluna girmesini geçen günden devamla biraz açmak istiyorum.

1876’dan 1977’ye kadar yüz yıllık bir demokrasi yolculuğunda beş ana kırılma noktalasını ve demokrasiyi engelleyici gerekçeleri bir müddetlik yazmaya çalıştık. Konunun devamı niteliğinde ele alırsak;

1977 seçimleri ve sonrası 1980’e kadar, Türkiye’nin en bunalımlı, en karmaşık ve en dağınık siyasî dengeleri içinde geminin yürütüldüğü bir ana dönem olarak zikredilebilir. Özellikleri itibariyle ara dönemlere kayan, ancak Meclisin yönetilemez demokrasisi, anarşi, 1961 Anayasasının kuvvetler ayrılığından kuvveti bir yerlere rampalayan vesayeti altında çok ağır ve tahammülü zor dönem özelliğini taşır.

Sağ ve sol ekseninden terörü besleyen mihraklar, buna kendini kaptırmış gençler ve önlenemeyen sertleşme ve sokak hareketleri, ülkeyi içinden çıkılmaz bir hale sokmuştu.

AP, cephe hükümetleriyle ve kerhen verilmiş desteklerle azınlık hükümetini kurarak devlet gemisini yürütmeye çalışıyordu.

Yürütmelerine fırsat doğmadı, engellendi. 12 Eylül’e ramak kala yapılan ara seçimlerde alınan sonuç, seçim yerine darbeyi öne çıkarmıştı. Bir hayli kan aktıktan nice sonra.

12 Eylül 1980 darbesi, 5 bin insanımızın akan kanından beslenen “ihtilâli olgunlaştırmak için” bir yıl bekleme planı, demokrasi katliamına giden sürecin bütün izdüşümlerini temsil eder. Bu yönüyle, 12 Eylül, ara dönemlerin katmerlisi bir sıkıyönetim ve paşalar diktasıdır. Demokrasiyi etkinsizleştirme hamlesidir. İhtilal konseyinin izniyle belirlenen kurucu meclis ile tepki anayasası hazırlanmıştır. 1982 Anayasası hazırlıkları ile birlikte partileri kapatma, siyasî yasaklar, Yunanistan’ı tekrar NATO’ya alan siyasî koz kaybı ve benzeri bir çok tahribat, bu dönemin kara mizahlarıdır.

Binlerce tutuklanma, idamlar, siyasî düşüncelere kezzap suyu dökmeler ve Evren’in cehaletiyle tekmili birden İslâm yorumları, “netekim”in incili döneminden yansımalardır…

Kendini cumhurbaşkanlığına seçtirme, anayasanın geçici maddesi ile bunu halka onaylattırma garabeti de ayrı bir siyasi baskı ve dikta gösterisidir.

Bu şartlar altında girilen 1983 seçimlerinin tahlile değer yönleri var. 1983 seçimleri, askerin gölgesinde, eski ana siyasî partilerden CHP ve AP’nin devamı olan SODEP ve BTP’nin seçime sokulmadığı ayıplı demokrasinin en ilkel metotlarından biridir. Adil ve eşit bir seçim olmamıştır. Dolayısıyla ANAP’lı yeni dönem, halkın tek başına getirdiği bir iktidar olsa da, bir tepki ve demokrasi tercihi kabul edilse de, ara dönemi ortadan kaldırmamıştır. Belki ana döneme götürecek bir ara dönem demek daha doğru olur. Ara dönemin bütün özellikleri mevcuttur.

Üstelik siyasî yasakların yanı sıra, 12 Eylül öncesi parti yöneticilerinin seçimlerden engellenmesi yetmiyormuş gibi devamları olan partilerin de seçime sokulmaması, garip, bir o kadar da rantı ve fırsatı bir yöne kırmaya matuf ve bölmeye namzet güçlü bir senaryonun altyapısını taşımaktadır.

1987 seçimlerine gelindiğinde ana dönemin tekrar başladığını söyleyebiliriz. Çünkü anayasaya konan 10 yıllık siyasi yasaklar 5. yılında delinmişti. Süresinden önce referandumla halkın önüne giden sandıktan, bütün olumsuz şartlara rağmen “fifti fifti”de siyasî yasakların kalkması kararı çıkmıştı. Her ne kadar darbenin lideri, 7. Cumhurbaşkanı olarak tepede dursa da, seçim yolu herkese açılmıştı.

Topal da olsa, eşitlenen ve rekabete açılan siyasî bir süreç vardı. Ani ve hızlı bir refleksle, referandum sonuçlarını göz önüne alarak erken seçime gidilmişti. ANAP, tekrar iktidar olmuş, ancak meclisteki sandalye sayısı ile aldığı oy oranındaki orantısızlık, ana döneme geçmenin sancılarını hafifletememiştir.

Kendini temsil eden siyasî partiler, parlamentoda tekrar eski yerlerini almışlardı. DYP, demokrasi yolculuğunda misyonunun dördüncü durağında yerini almıştı.

Azdıran terör, işini bilen memurlar, merkez sağda hırçınlaşan ihtiras ve imtiyaz kavgaları, sonrasında Özal’ın köşke çıkması ile 12 Eylül depolitisazyonu kırılmaya başlamıştı.

Ana dönem, ara dönem karması bu hava, biraz da 12 Eylül felsefesinin önceki darbelerden çıkardığı dersle, artık CHP ile tutunma yerine, siyaseti bölme, merkezi tartışmaya açma, sağı kendi içinde rakipleştirme gibi yeni süreçlerle başlayan bir karışımı öne sürmüştü. Ana dönemlere giden yolda, ara dönemlerden beslenen bir siyasi figür, ara dönemlerden güç alırken ana dönemin malzemesi ile kafaları karıştıran bir karmaşaya sebep olmuştu.

ANAP’ın bu zihin karışıklığı uzun sürmemişti. Beklenen 1991 seçimleri 12 Eylül’ün rövanşını aldıracaktı.

14.08.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Dünyayı nasıl kurtaralım



İlim adamları her fırsatta ikaz ediyor: Dünyamız hızla ısınıyor ve bu durum insan hayatının sonu demek. Hükûmetleri ikaz eden ilim adamları arasında yer alan Deniz Biyolojisi Derneği Başkanı mucit, fütürolog ve çevreci Prof. James Lovelock’un bu konudaki senaryosu şöyle: “Küresel ısınmanın artık dönüşü yok. Gezegenin sonu geldi ve bu yüzyıl bitmeden milyarlarca insan ölecek. Sadece, kutuplarda yaşayanlar kurtulabilir. Hükûmetler artık küresel ısınmaya karşı önlemleri daha ileri taşıyıp, en kötüye hazırlık yapmalı!” (Yeni Aktüel, 19-25 Temmuz 2007)

“Dünyayı kurtarmak için” çalışmalara başlayan ilim adamları, uygulanması çok zor, uçuk projelere imza atıyorlar. Meselâ Ruslar, dev ‘filit’lerle havaya ‘kükürt’ sıkmayı planlıyorlarmış. Bu projenin hedefi, güneş ışınlarını atmosferde ‘hapsederek’ dünyanın/yeryüzünün daha fazla ısınmasını engellemek.

1995 yılında kimya dalında Nobel Ödülü’ne lâyık görülen Hollandalı bilim adamı Paul J. Crutzen’in de benzer bir teklifi varmış. Crutzen’in de hedefi, yapay bir ‘yanardağ’ ile atmosfere kükürt enjekte etmek. Crutzen’e göre, atmosferde en az iki yıl etkin kalacak kükürt parçacıkları, ilk meyvelerini de püskürtüldükten altı ay sonra vermeye başlayacak. Elbette bu, bir kereyle sınırlı kalacak bir çalışma değil, yıllarca aynı işlemin devam ettirilmesi gerekiyormuş.

Arizona Üniversitesi’nden Roger Angel’in ‘dünyayı kurtarma projesi’nde ise dev ‘güneş şemsiyeleri’ var. Bu şemsiyeler güneş ışınlarının ancak 1.8’ini engelleyebilecek ve buna mukabil maliyeti ise trilyonlarca dolar tutarında. Angel’e göre bu projenin uygulanması ‘imkânsız değil’, ancak en az 25 yıl sürecek bir proje.

Yeryüzünün ısınmasında ‘dünyanın lambası’ olan güneşimiz ‘suç’lu olarak görüldüğü için, planlanan çarelerden biri de atmosferin dışına dev aynalar yerleştirmek. Bu projenin maksadı da, aynalar vasıtasıyla güneş ışınlarını başka yerlere yansıtmak. Böylece dünyamız daha az ısınacak...

Bu projelerin uygulanıp uygulanamayacağı bir yana, asıl endişe kaynağı; uygulansa bile ‘küresel ısınma’ya çare olur mu? İklim profesörü Alan Roback’a göre kâinatın işleyişine insan müdahalesi, kötü ve tehlike bir fikir. Robock, “Mavi gökyüzümüz sonsuza dek gri bir renge dönüşebilir” diye uyarıyor.

Amerikan Ulusal Atmosfer Araştırmaları Merkezi İklim Analiz Bölümü Başkanı Dr. Kevin E. Trenberth de şöyle diyor: “(Bu projelerin) Hiçbiri problemi çözmeyebilir. Hatta soğutma olmasına rağmen, düşen yağış miktarında büyük bir düşüş ve kuraklıklar yaşanabilir. En önemli tedbir, iklim sistemindeki kasıtlı insan müdahalelerini göz ardı etmemek; ve biz bunu bir türlü anlamıyoruz.”

Dünyayı yaşanmaz hale getiren insanlık, şimdi çare arayışında... ‘Küresel ısınma’ya çare bulunsa bile, kıyametin kopmasına çare bulunabilecek mi?

14.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İklim sancıları



Birlikte olamadığımız günlerde Türkiye bir taraftan 22 Temmuz sonrasının siyasî iklimine alışmaya çalışırken, diğer taraftan giderek daha da kaygı verici boyutlara ulaşan kuraklık sinyallerinin artan tedirginliğini yaşadı ve yaşıyor.

Önce siyasetteki iklime kısaca göz atalım:

Meclis Başkanlığına, uzun yıllar AP-DYP çizgisinde yer alan; Demirel hükümetlerinde Devlet ve Millî Eğitim, Çiller hükümetinde Kültür Bakanlığı görevleri yapan; geçen yasama döneminde TBMM Adalet Komisyonu Başkanlığını üstlenen Köksal Toptan’ın muhalefetten de destek alarak seçilmesi olumlu bir rüzgâr estirdi.

22 Temmuz öncesi had safhaya çıkan kutuplaşma ve gerilim havasını dağıtmak açısından önemli bir viraj sayılabilecek bu uzlaşmanın demokrat misyon kökenli bir isimde gerçekleşmesi, ayrıca üzerinde durulması gereken bir husus.

AKP’nin yeni dönemde Arınç yerine Toptan’ı tercih etmiş olması da dikkat çekici. Demek ki, onlar da Türkiye’nin normalleşme ve sükûnete avdet sürecine girebilmesi için bunun daha uygun ve isabetli olduğu kanaatinde birleştiler.

Tabiî, bu tercihin AKP içinde yeni sancı ve hazımsızlıklara yol açtığı da gözden kaçmıyor.

Toptan’ın görev süresinin 14 ay mı, yoksa iki yıl mı olacağı konusunda başlatılan tartışma ve başkanlık için adı geçtiği halde devredışı kalan güçlü adaylardan Cemil Çiçek gibi isimlerin 14 ay iddiasını ısrarla seslendirmeleri bu rahatsızlığı açığa vuruyor.

Öte yandan, yeni kabinede kimlerin yer alacağı da, yeni sancılar doğurmaya aday bir konu.

Geçen dönemdeki Meclis grubunu neredeyse yarı yarıya tasfiye edip partideki gücünü pekiştiren Erdoğan’ın yapacağı tercihlere kimsenin açıktan birşey demesi mümkün değil. Ama yeni hükümette yer alamayarak “eski bakan” durumuna düşecek olan isimlerin ister istemez bir burukluk hissedecekleri de bir vâkıa.

Sanayi Bakanı Ali Coşkun’un seçimde aday olmama kararını önceleri “yaşlanma ve gençlere yer açma” gerekçelerine bağlayan açıklamalar yapmasına rağmen bilâhare Erdoğan’a sitem yüklü beyanatlar vermesi bu açıdan ilginç.

Koltuğa veda etmek hiç de kolay bir iş değil.

Siyasî iklimin en sıcak konusu ise, cumhurbaşkanı seçimi. İşin enteresan tarafı, Gül’ün adaylık ısrarının parti içinde de sıkıntıya yol açması ve bu sıkıntının açığa vurulmaya başlanması.

“Gül, adaylığını, cumhurbaşkanını halka seçtirme yolu açılıncaya kadar ertelesin” anlamına gelen telkin ve tavsiyelerin seslendirilmesi, “Gül bu hususta tek başına karar veremez” mesajlarının dile getirilmesi ve Gül’e yapılan “feragat” çağrılarının yoğunlaşması bunun açık işaretleri.

Sonuç da bu istikamette olur ve Çankaya’ya Gül yerine başka bir isim çıkarsa, AKP’nin seçimde aldığı yüzde 46.6 oyun en önemli dayanaklarından biri, bir ay geçmeden çökmüş olur.

Bakalım, devran ne gösterecek?

22 Temmuz siyasetini şimdiden ciddî şekilde zorlamaya başlayan siyaset dışı bir faktör de var: yağmursuzluk, kuraklık, susuzluk. Bu felâketin ilk vurduğu yer Ankara. Ve İstanbul sırada.

Bilindiği gibi, 1994’te Erdoğan’ı İstanbul’un, Gökçek’i Ankara’nın zirvesine taşıyan süreçte, o dönemdeki kuraklığın da önemli bir payı vardı.

Ne oldu da aynı kâbus yine kapıya dayandı!

14.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Ferdî laiklik



Türkiye’de kafa karışıklığı bütün cephelerde var. Biz neyin ne olduğuna karar verebilmiş değiliz. ‘Establishment’ dilediğini dilediği gibi yorumluyor. Oyunun kurallarını istediği anda değiştirebiliyor. Seçim öncesinde cumhurbaşkanlığı seçiminde 367 şartı aranması gibi. Laiklik meselesi de böyle. Hakim anlayış kural tanımıyor. Mehmet Altan Neşe Düzel’le söyleyişinde bunu çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor: “Kemalistler egemen pozisyonlarını sürdürmek istiyorlar. Hukuka bağlı yaşamak istemiyorlar...”

Osmanlı’da olduğu gibi demek ki kendilerine kılıç hakkı tanıyorlar. Ya da Nasır ve diğerlerinin yaptığı gibi güçlerini demokratik meşruiyetten değil, devrimci meşruiyetten sağlıyorlar. Bu takdirde toplum katmanları arasındaki ilişkiler hukuka bağlı değil mugalebe esasına bağlı oluyor. Aynen İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Hilmioğlu’nun konuşması doğrultusunda; demokratik yollarla yüzde 95 oy alınarak da iktidara gelinse ‘kılıç hakkı’ veya ‘devrim meşruiyeti’ bakidir. ‘Halk ne derse desin; biz bildiğimizi okuruz’ yaklaşımında ve havasındalar.

Laiklik tanımları da öyle; keyfî ve karakuşî. Hâlâ ne olduğuna karar verebilmiş değiller: Laiklik bir devlet nizamı ve devlet idare tarzı mı, yoksa hayat tarzı mı? Yani devletle mi alakalı yoksa toplum ve bireyle mi alakalı? Ama mesele geçişli olduğundan hemen önünüzü kesiyorlar, şöyle düşünüyor ve dayatıyorlar: “Bu mesele birbirinden ayrılamaz ve birbiriyle ilintili....” ‘Demokrasi laiklik ayrılmazlığı’ndaki gibi laiklik tanımında da devlet ve ferd ayrılmazlığı öngörüyorlar. Böyle de olunca laiklik totaliter bir anlayışa dönüşmüş oluyor. Yani sadece devletin idaresini tanzim etmiyor aynı zamanda ferdin de hayatını tanzim ediyor. Yani bu yönüyle bir hayat tarzıdır. Böyle olunca aslında laiklik ferdi bazda sekülarizme dönüşmüş oluyor. Bu anlamda sekülarizm dehrilik ve eyyamcılık olmuş oluyor. Bu husustaki en çarpıcı yazılardan birisini İlter Türkmen kaleme aldı. ‘Temmuz sonundaki politik tablo’ başlıklı makalesinde (Hürriyet 19 mayıs 2007) aynen şunları savunuyor: “AKP’nin, laiklik konusundaki ikircikli tutumunun rahatsızlık ve tepki doğurduğunu bir türlü anlamak istemediği de inkâr edilemez.

Başbakan Erdoğan Uluslararası Basın Enstitüsü Dünya Kongresinde kendi laiklik kavramını yeniden vurgularken “Kişi laik olmaz, devlet laik olur” demiş. Bunu bir kere de Fransa’da verdiği bir konferansta söylemiş ve tepki davet etmişti. Devletin laik olmasının yeterli olmayacağı, laikliğin aynı zamanda bireyler tarafından benimsenmesi gerektiği konferansa katılanlar tarafından öne sürülmüştü. Türkiye’de problemin temelinde bugün laikliğe meydan okuma olarak algılanan bireysel semboller ve davranışlar yatmıyor mu? Politikacıların bireysel eğilimleri devletin siyasetini ve kurumlarının bünyesini hiç etkilemiyor mu?...”Bu kılcal damarlarına kadar insanların hayatlarına ve anlayışlarına karışma ve hükmetme dürtüsüdür. Bütün hayatı karartan ve kurutan anlayış budur.

***

Bush da 11 Eylül sonrasında ‘Onlar hayat tarzımıza kastediyorlar, saldırıyorlar’dememiş miydi? Ferdî laiklik olamaz aslında bu bir sekülerleşmedir. Bununla birlikte Recep Tayyip Erdogan’ın hilafına parti kurmaylarından olan Abdüllatif Şener, karşı tarafla mugazele ve flört babından şunları söyleyecektir: “Yeri geldi şarap muhabbeti yaptım. Aleviyim, her Mülkiyeli biraz komunisttir, dedim. Mitinglere katılanlar ne diyor, düşünüyor, dedim. Toplumu birleştiren unsurlar üzerinde siyaset yaptım. Riskli bir coğrafyada yer alan bu ülkenin güçlü olması için kurumlarla zıtlaşmaması gerektiğini vurguladım. Hepimiz cumhuriyet çocuğuyuz mesajını verdim. Kişiler laik olmaz, devlet laiktir görüşlerine karşı çıktım...” Abdüllatif Şener’in yaklaşımları kısaca böyle. Bu yaklaşımdan nasıl bir sonuç çıkarmalıyız? Bükemediğin eli öp. ‘Laik kesimler’in mugalebe hakkını ikrar et. Konformist ol. Onların kavramlarını içselleştirerek ülkeyi bilvekale yönet. Ye iç yat, keyfine bak. Bu durumda laiklik kavramı gayet ideolojik hatta dinin yerini almış bir kavram oluyor ve sadece devleti dönüştürmüyor onun üzerinden topluma da şekil veriyor. Bu durumda diğer bütün totaliter anlayışlara benziyor.

***

Hayrettin Karaman bereket Abdüllatif Şener’in laikliğin ferdileştirilmesi teklifine karşı çıkıyor. Ve bunun çelişkilerini kısaca şöyle izah ediyor: “Olmayacak şeyi olur saysak da ‘birey laik olur’ desek, bakınız bundan nasıl çelişkiler doğar: Bir kimse meselâ Müslüman olacak, ama dünya işlerine dini karıştırmayacak, veya hem Müslüman olacak, hem de bütün dinlere, inançlara ve inkarlara eşit mesafede duracak, yahut da hem Müslüman olacak hem de hem de siyasi, sosyal, ekonomik, hukuki işlerini dinden bağımsız olarak yürütecek...” İşte bu son cümle ‘yahut da hem Müslüman olacak hem de hem de siyasi, sosyal, ekonomik, hukuki işlerini dinden bağımsız olarak yürütecek’ ifadesi Can Paker ve hem de Etyen Mahçupyan tarafından aynen onaylanmaktadır. AKP adına böyle düşünen böyle görenler de var. Uzlaşma teslimiyet ve konformizm midir?

14.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri