Türkiye’nin “kilit ülke” olma niteliği her geçen gün daha belirgin şekilde kendisini gösteriyor. Öyle ki, Türkiye’nin başarıları da, sorun ve sıkıntıları da kendisiyle sınırlı kalmıyor; dünya dengelerinde belirleyici bir rol oynuyor. Bunun son örneğini, ekonomideki Şubat krizinde gördük. Bu krizin Orta Asya cumhuriyetlerinden Rusya’ya ve Brezilya’ya birçok ekonomiyi etkilediği yazılıp çizildi. Yakın zamanda yaşanmış olumlu ve başarılı bir etkileme örneği gösterebilmek ise maalesef mümkün değil.
Ancak her halükârda Türkiye her açıdan son derece önemli ve stratejik bir ülke olma özelliğini devam ettiriyor. Nitekim ABD’de yayınlanan ve yönetim politikalarının da çerçevesini çizen “Global trends-2015” raporunda önümüzdeki on beş yılın dünya ölçeğinde muhtemel gelişmeleri değerlendirilirken Türkiye’ye geniş bir yer ayrılmış. Amerikan Dışişleri Bakanlığı, CIA ve Millî İstihbarat Konseyi (NIC) tarafından ortaklaşa hazırlanan Türkiye’deki her gelişmenin, global gelişmeler üzerinde doğrudan etkili olacağına dikkat çekilip şöyle denilmiş:
“Türkiye’nin 2015’e kadar iç istikrarı ile jeopolitik konumundaki gelişmeler, bölge, Batı dünyası ve Amerikan menfaatleri üzerinde büyük etkiler meydana getirecektir.”
Raporda, önümüzdeki on beş yıl içinde Türkiye gündemini meşgul edecek en önemli konular sıralanırken, kimlik tartışmaları, etnik yapı, dinin devlet içindeki rolü (laiklik tartışmaları), sivil toplumun ilerlemesi gibi başlıklara yer verilmiş ve bu konular AB süreciyle irtibatlandırılmış:
“Türkiye’nin AB tam üyeliğine giden yolu uzun ve zorlu olacak. AB üyesi ülkeler Türkiye’nin sadece ekonomik performansını değil, bu zorlu konularla nasıl başa çıkacağını da değerlendirecekler.” (Hürriyet, 7.3.2001)
Ekonomisinde sürüklendiği krizle dünya ölçeğinde sarsıntıya sebebiyet veren bir ülkenin, ekonomiyle de irtibatlı olan diğer alanlarda yaşadığı gelişmelerle olumlu veya olumsuz etkilenmelere yol açması da beklenen bir netice.
Netice itibarıyla iş dönüp dolaşıyor; Türkiye’de yaşanan statüko-değişim çatışmasının özünü oluşturan hürriyet ve demokrasi mücadelesine gelip dayanıyor. Demokratik ve özgürlükçü bir değişime direnen ve böylece ülkeyi her alanda kilitleyen statüko, kendi içinde de giderek tıkanıyor. Bu tıkanıklık statükonun sonunu yakınlaştırıyor. Değişim talepleri güçlendikçe statükodaki çözülme hızlanacak ve statüko çözüldükçe değişim ivme kazanacak.
Böylece bu karşılıklı etkileşim, Türkiye’nin önünü açacak. Ve bu süreçte, statükonun son zırhı olan 28 Şubat her geçen gün mevzi kaybederken, demokrasi soluklanacak ve özgürlükler ağır basacak. 21. yüzyılın eşiğinde ülkeyi “prehistorik” bir ortama sürükleyen bir “postmodern darbe” olarak 28 Şubat, ayıplarıyla birlikte “tarih” olacak.
Çünkü sular geriye akmaz. Sosyal hadiselerin yönü de daima ileriye doğrudur. Dolayısıyla, 28 Şubat’ın özlemi olan 1930’lar Türkiye’sine tekrar dönüş mümkün değil.
Sonuç olarak, 2015 Türkiye’sinin vizyonunda 28 Şubat türü ilkelliklerin hiçbir şekilde yeri yok; asla olmamalı. (13.3.2001)
02.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|