Türkiye’deki ‘demokratik sistem’in tam mânâsıyla işleyememesinin sebebi, her fırsatta yapılan müdahaleler olsa gerek. Gerçek anlamda 1950’de başlayan ‘çok partili siyasî hayat’ kısa fasılalarla sekteye uğratıldı. Hemen her ihtilal ve muhtıranın özü, ‘memleketin uçuruma yuvarlandığı’ iddiasıydı. İhtilal beyannamelerinin tarihlerini değiştirip okumak, bunu anlamaya yeter.
Ülkemizin yaşadığı ‘esaslı darbe’lerden biri de 12 Eylül 1980’deki askerî darbedir. Bu darbenin ayırt edici özelliği, siyaseti kökünden tahrip etmesi ve başta gençler olmak üzere milleti siyasetten soğutmasıdır. Dönemin ihtilal lideri, hemen her konuşmasında siyasetçileri kötüleyip, onları ‘tencereyi pisletmek’le suçlamıştı.
Ancak 12 Eylül bir şey daha göstermişti: İhtilalci de olsa, uzun dönemde milletin taleplerine göz yumulamıyor. İhtilalin bahanelerinden biri de ‘dini siyasete alet edilmesi’ydi. Ancak o günleri yaşayanlar hatırlar; bu ‘alet edilme’ hadisesi bizzat ihtilal lideri tarafından da tekrarlandı! “Benim babam hacı idi, dedem hoca idi, annem de başını örterdi” deyip meydanlarda ayet ve hadisler okunmadı mı? Niyetleri ne olursa olsun, ihtilal liderlerine bile ayet ukutan gerçek neydi? Biz buna ‘Türkiye gerçeği’ diyelim. Türkiye’de yaşayanlar Müslümandı ve onu idare etmek isteyen de mutlaka bu ‘gerçeği’ göz önünde bulundurmalıydı.
İhtilalcilerin 12 Eylül’den aldıkları bir ders daha oldu: Artık ‘klasik ihtilal’ devrinin geride kaldığını anladılar. Bunun yerine daha ‘münafıkane’ olan ‘post-modern’ ihtilalleri tercih etmeye başladılar. Çünkü klasik ihtilal yapıp işbaşına gelince, halk ile karşı karşıya kalınıyor ve çözülemeyen problemlerin sorumlusu ihtilalciler oluyordu. İhtilalcilere kızan millet, ilk fırsatta ‘sandık’ta hesaplaşıyor ve ihtilal yapanlarla onlara destek olan siyasileri tarihe gömüyordu.
Nitekim 28 Şubat süreci diye adlandırılan süreç, ihtilalcilerin 12 Eylül’den aldıkları derse çarpıcı bir örnektir. İhtilalciler, bu tarihten sonra, ihtilal yaparak elde etmek istedikleri ‘netice’leri, sivil görünüşlü iktidarlarla yapmaya niyetlendiler. 28 Şubat sürecinde neler yaşandığını bilmeyen kalmadı, ama dönemin şahitlerinden Nahit Menteşe’nin söylediklerine de kulak verelim: “Hükümet yıkıldı. İçimizden Cindoruk, Sezgin’lerin kurduğu Demokrat Türkiye Partisi çıktı, bazıları bakan yapıldı. Bazı işadamları devreye girdi. Büyük paralar döndü; bazı milletvekilleri DYP’den istifa ettirildi; bazılarına bakanlık, bazılarına da dolarlar verildi.” (Yeni Aktüel dergisi, 10-16 Mayıs 2007)
Darbe ihtimalleriyle ilgili soruyu da cevaplandıran Menteşe şöyle konuşmuş: “(İhtilali) Yabancı devletler de teşvik etmiyor. Daha önce ediyorlardı. 1960’ın da, 12 Eylül’ün de ardında ABD’yi görüyorum ben. Ama şu anda böyle bir şey yok. ABD stratejik menfaatleri açısından sessiz durdu. Avrupa’da da teşvik yok. Ufukta böyle bir durum görmüyorum. (...) Bazı siyasiler gerek 12 Mart’ta, gerek 12 Eylül’de ‘Ne duruyorsunuz’ demişlerdir. Siviller, hatta parlamento içinden...” (agd.)
“Darbe”den daha tehlikeli olan; geçmişte bazı siyasetçilerin “darbe” çağrısı yapmış olmasıdır. Geçmişte yaşanan bu ‘hata’ların tekrarlanmaması ve sivil siyasetçilerin ‘cesur siyasetçi’ olmaları şarttır. Hür ve demokrat bir Türkiye için, milletin sesine kulak verilsin...
31.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|