|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Savrulma |
|
Bilindiği gibi, “dindar cumhurbaşkanı” kavramını son dönemde gündeme taşıyan kişi, Meclis Başkanı Arınç olmuştu. Ve biz de bu konudaki değerlendirmelerimizi 24 Nisan’da bu köşede çıkan “Demokrat cumhurbaşkanı” başlıklı yazımızda dile getirmeye çalışmıştık.
Arınç’ın, sevenlerince Özal için kullanılan “sivil ve demokrat” niteliklerini de yanına ekleyerek, yeni seçilecek cumhurbaşkanı bağlamında yaptığı “dindar cumhurbaşkanı” vurgusu mâlûm cenahta “Önceki cumhurbaşkanları dinsiz miydi?” demagojisiyle saptırılıp, hep birlikte yaşadığımız talihsiz süreçte tepe tepe kullanılırken, Başbakan Erdoğan da bu ifadeden duyduğu rahatsızlığı örtülü ifadelerle de olsa dile getirdi.
“Dindar cumhurbaşkanı” tartışmasıyla ilgili fikri sorulduğunda, “Cumhurbaşkanının nitelikleri anayasada belli” diyerek bu bahsi kapattı.
Aradan günler, haftalar geçti. Mâlûm gelişmeler yaşandı. “Dindar cumhurbaşkanı” adayı Abdullah Gül, sürecin odağındaki isim olarak, 367 hüsranının burukluğunu eşiyle birlikte en fazla yaşayan kişi oldu ve aradan bir ay geçtikten sonra dindar cumhurbaşkanı tartışmasına son derece şaşırtıcı değerlendirmelerle katıldı.
Ertuğrul Özkök ve Enis Berberoğlu ile yaptığı görüşmenin Hürriyet’e kendi ağzından “Dindar cumhurbaşkanı propagandası olmaz” manşetiyle yansıyan detaylarında Gül tuhaf şeyler söylemiş.
“Cumhurbaşkanı için böyle bir kriter olamaz” diyen Gül sözlerinin devamında “Ayrıca ben çıkıp nasıl ‘dindar cumhurbaşkanıyım’ diyebilirim? Kendi günahlarım gözümün önünden geçer” ifadesini kullanıyor ve akabinde şöyle diyor:
“Ayrıca bazen kapalıların açıklardan daha hatalı olduğu durumlar var.” (Hürriyet, 29.5.07)
Gül’ün, “Kendime ‘dindar cumhurbaşkanı’ diyemem. Çünkü günahkârım” anlamına gelen sözleri için başkalarının söyleyeceği herhangi birşey olmasa gerek. Bunun bu şekilde açığa vurulması yadırganabilir, ama netice itibarıyla tamamen kendi iç âlemini ilgilendiren bir konu.
Ama ardından, hiç gereği de yokken, kimi fanatik “çağdaş ve laikçi”lerin ağızlarından düşürmedikleri “Bakmayın siz kapalı olduğuna, öyle kapalılar var ki, o örtünün altında ne dolaplar çeviriyorlar” söylemlerine kuvvet verircesine ifadeler kullanmasının nasıl bir izahı olabilir?
Peki, yine aynı konuşmanın devamında sarf edilen “Türban daha modern olabilir. Cumhurbaşkanı seçilseydim benim de, eşimin de farklı bir üslûbu olacaktı” ifadelerinin anlamı ne?
“Daha modern bir türban” neye tekabül ediyor? Giyim kuşamı konusunda Atıl Kutoğlu gibi modacılara danıştığına ilişkin haberler zaman zaman basında yer alan Hayrünnisa Hanım first lady olabilseydi, başındaki örtüyü “daha modern” hale getirmek için ne yapacaktı?
Herhalde, Ahsen Unakıtan’ın, boynu ve kulakları açıkta bırakan, ama fazlaca “taşra tipi” bir görüntü veren “türban”ı takmayacaktı...
Gül’ün sözleri, Ali Müfit Gürtuna’nın, değişik ve “modern” örtü biçimlerini denedikten sonra netice olarak şapkada karar kılan eşi Reyhan Hanımın söylem ve uygulamalarını hatırlatıyor.
Sonuç: Bir uçtan bir başka uca, ifrattan tefrite savrulmanın yeni, tipik ve ibretli bir örneğini oluşturan bu sözler çok hazin ve düşündürücü...
31.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Demokratik tecrübe ve olgunluk ihtiyacı |
|
Genel seçimlerle birlikte cumhurbaşkanlığı seçiminin gündemdeki sıcaklığını koruması, “millî irade kumaşından takım elbise mi çıkacak, yoksa spor bir kıyafetle uzlaşmaya mı çalışılacak” sorularını akla getiriyor. Yani halk mı kazanacak, yoksa “tanzim” ediciler mi?
Cevabı aranan sorular, bunlardan ibaret değil. Halkın iradesi önündeki kamusal bariyerlerle devlet kurumlarının ortak edildiği millî irade; parlamenter sistemle kuvvetler ayrılığı içinde ahengi nasıl sağlayacak?
12 Eylül anayasasının cumhurbaşkanına sağladığı olağanüstü yetkilerin siyasî iradeyi tıkayıcı fonksiyonuna karşılık, sorumluluk taşımamasının gerdirdiği hükümet-Çankaya kavgaları nasıl düzenlenecek?
Ayrıca, rejimin emniyet supabı Çankaya mı olacak, yoksa milletin hür iradesi ile çıkan sonucun gerekleri mi belirleyecek? Halkın seçeceği bir cumhurbaşkanının demokratik gücüne mukabil, yetkileri böyle mi kalmalı, yoksa yarı başkanlık sistemine mi geçilmeli?
Bu kısmı destekleyecek bir soru daha sormak gerekir: Acaba tam başkanlık mı, yarı başkanlık mı, yoksa parlamenter sistemde temsili cumhurbaşkanlığı mı?
Bu soruların tek bir cevabını radikal bir üslupla verme şansımız yok. Hepsinin batı demokrasilerindeki örnekleri bize ışık tutsa da, Türkiye gerçeğinden gitmek daha doğru olur. Burada dikkat edilmesi gereken, siyaset üzerindeki vesayet araçlarının kaldırılması ve millî iradenin temsil değeri olan cumhurbaşkanlığı seçiminin olağan sürece girmesidir.
Parlamenter sistem, yönetemeyen demokrasiye dönüşünce, ya da darbelerin hızarında rendelenmiş ve bölünmüş siyaset cılızlığına bürününce tam bir kaosa dönüşmektedir. Koalisyonlar ve gücünü kaybetmiş siyaset, diğer kurumlarca zafiyetinden yararlanılan bir zemin haline gelmektedir.
Buna mukabil, başkanlık sisteminin ise belli bir grup veya zümreyi, çoğunluk diktatörlüğüne götürebileceği, kurumsal ahengin dengelerini bozabileceği ve farklılığa karşı tahammülsüzlüğe itebileceği endişeleri var.
Eğer cumhurbaşkanını halk seçecekse, ki bu en demokratik ve şaibesiz bir cumhur iradesi demektir. Gerçek katılım ve doğru temsil anlamına gelmektedir. Mecliste siyasi kombinezonlarla, sürekli devletin gizli kotlarına yakın ve halkla mesafeli birilerinin seçilme gayreti de boşa çıkacaktır.
Halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı, yarı başkanlığın bir adımı sayılabilir. O zaman da yürütmeye müdahale sayılacak bir yapıya dönüşmemesi için devleti temsil makamı ile yürütmenin kendi yetki ve sorumlulukları arasında bir dengenin kurulması gerekir. Aşırı yetkilerle tek başına belirleyici bir cumhurbaşkanı, halktan aldığı desteği yine halkın seçtiği bir hükümete karşı koza dönüştürmemeli.
Bütün bu tartışma konuları, ciddi bir sorgu ve müzakere gerektiriyor. Bunun için kamuoyunda rahat değerlendirme yapabilecek mekanizmalar üzerinden, sivil toplum temsilcilerinden kanaat önderlerine ve demokratik hukuka inanmış aydınlara kadar sivil bir anayasa zemininde görüşmeye açılmalıdır.
Sıkıntının esas kaynağı, devlete giydirilen askerî döneme ait anayasanın hâlâ yürürlükte olması, sivil dokularının zayıflığı ve tepki psikolojisi ile vakalardan hareketle aşırı bağlayıcı ve anti demokratik öğeler taşımasıdır.
Mevcut anayasa kumaşı üzerinden yapılan bütün tadilatlara rağmen, dikiş tutmayan ve milletin bedenine dar gelen bir sistem var. AB sürecindeki bir ülke için oldukça sıkan bir elbise görünümünde.
Tam bu noktada, kör düğüşü boğuşmalarla ve ortamı gerdiren siyasi çatışmalarla, sivil bir anayasanın ve halkın iradesinin hakim olduğu bir seçim sisteminin sağlıklı işlemesi zorlaşıyor.
Uzlaşma, demokratik öngörüsü geçmişten aldığı tecrübe ile daha geniş ve mütehammil olan bir yapının öne çıkması ile mümkündür. Nitekim, merkez kavramının seçmen üzerindeki etkisi bilindiğinden, dünün merkezi kendini tekrar yapılandırıp toparlarken, merkeze talip iktidar ise kendini kabul ettirme derdinde.
Bu yüzden, köklü değişimlerin demokratik olgunluğu için siyasî rekabet; taban alanı en geniş siyasî tecrübe sahibi ve gerilimi azaltan DP ile merkezi isterken kabul görmede sıkıntısı olan ve bu yüzden tecrübesizliğinin faturasından gerilen ve gerginleşen AKP arasında geçecektir.
CHP, gerilmeyen ortamlarda varlığını kaybedecek ve refleksleri gevşeyen çevreler AB süreci ile birlikte kabullenme ve uzlaşma zeminine geri dönmek zorunda kalacaklardır.
Pozitif siyaset ve demokratik kabul; demokrasi temelli ve çatışmayı azaltan bir sivil duruşla mümkün olacaktır. Yoksa gerilimler, fitne ocaklarının ve bilinen/bilinmeyen mahfillerin işini kolaylaştıracaktır.
Hislerimiz, aklımızın önüne geçmezse, uzun geleceğimizin hürriyet ortamıyla daha kalıcı yapabileceğimizi söylemektedir. Daha iyiye iyiden gidilir. İyiye ise daha ehvenden.
31.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Siyasî hayatta ehven-i şer kuralı -2 |
|
—Dünden devam—
Bediüzzaman, “ehven-i şer” kalkanına sığınarak yapılacak yanlışlara dikkat çekmekle beraber, iman dâvâsını özümseyen bir insanın, sosyal hayatta davranış biçiminin her zaman müspet hareket etmek, asla menfî hareket etmemek olduğunu söyler. Müslümanlar arasında yıkıcı ve karıştırıcı, anarşik ve huzur bozucu menfî hareket olmaz. Toplumsal hayatın köşe taşlarından olan siyasete de, “Madem siyasetçilerin bir kısmı Risâle-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ‘ehven-i şer’ olarak bakınız. Daha ‘âzamü’ş-şer’den kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun” (Emirdağ Lâhikası, s. 458) şeklinde bir ölçü getirir.
Burada “az müsaadekâr olmak”, nisbî hakikati içeren bir tutumdur. Buna karşı çıkıldığı takdirde, daha büyük olumlu tutumlardan mahrum kalınır. Bize bir adım yaklaşanlara en azından zararımız dokunmamalıdır. Mesleğimiz de tecavüz değil, her zaman müdafaadır. Günümüzde, Risâle-i Nur kültürünü özümseyenlerin en önemli görevi de, muhabbet fedailiğidir; husumet değil. Bediüzzaman, dâhildeki cihada da, sosyal hayata uyum anlamında, “Hem dâhildeki cihad-ı mânevî, mânevî tahribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil, mânevî hizmetler lâzımdır. Onun için, ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok...” diyerek farklı bir yaklaşım sergiler. Günümüzde inançlı insanların çok yönlü düşünüp toplumun ve insanlığın huzur ve güveni için asla anarşiye girmemeye ve toplumun huzurunu bozacak davranışlardan kaçınmak için “müspet hareket etme”ye çağırır. (Emirdağ Lâhikası, s. 458) Bu bakış açısından değerlendirildiğinde, “ehven-i şer” yaklaşımı, sosyal barışa katkı sağlayan önemli bir kuraldır.
Bediüzzaman’ın siyasî partilere yaklaşımı şahıs odaklı değil fikir odaklıdır. Bediüzzaman’a göre yanlış fikre ve siyasî düşünceye hizmet eden iyi insan bilmeyerek kötülüklere ve şerlere sebep olabileceği gibi, doğru fikre ve siyasî düşünceye hizmet eden kusurlu bir adam da sonuçta çok iyi hizmetlere ve hayırlara sebep olmaktadır. Bediüzzaman bu düşüncesini “Çok iyiler var iyilik zannı ile fenalık ediyorlar” (Münazarat, 51) şeklinde açıklar.
Bediüzzaman’a göre siyasî hayatta parti tercihi yapılırken önemli olan şahıs tercihi yapmak değildir, önemli olan sonuçta ülkeye ve millete hizmet ile sonuçlanan fikir ve siyasî ekoldür. Hz. Ali (ra) ve İbn-i Sina gibi büyük fikir adamlarının dediği gibi “Siz gerçeği şahıslara göre değil, şahısları fikirlere göre tanıyınız ki gerçeği bulabilesiniz; önce hakkı tanıyın ki hakperesti de tanıyasınız” ölçüsüdür.
Bundan dolayıdır ki Bediüzzaman “yanlış siyasî tercih” ile “siyasîlerin yanlışlarını” kırmızı çizgilerle birbirinden ayırmıştır. Siyasî tercihin mutlaka doğru tercih olmasında ısrarını sürdürürken, siyasetçilerin yanlışları üzerinde siyaset yapılmasına karşı çıkmıştır.
Bediüzzaman bundan dolayı “Siyasetçilerin yanlışlarına ‘ehven-i şer’ olarak bakınız. Azamüşşerden kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faideniz dokunsun” der. (Emirdağ Lâhikası, s. 458) Çünkü bu asırda İslâm terbiyesi bozulmuş, insanlar dinden ve ahiret duygusundan uzaklaşmış, nazarlar dünya saadetini elde etmeye yönelmiş ve bundan dolayı siyasetin cinayetleri çoğalmıştır. Din adına da siyasete girilse dini siyasete âlet etmeye mecbur kalma durumu ile karşı karşıya kalınacaktır. (Emirdağ Lâhikası, s. 386) Bu durum ise sonuçta “azamüşşer” ile sonuçlanmaktadır. Öyle ise bu bozuk cemiyette imana güç vermek lâzımdır. İnançlarda düzelme olmalıdır ki düşüncelerde ve davranışlarda düzelme söz konusu olsun. İman kâmil olmayınca ibadet ve ahlâk ile ilgili hususlarda mesafe alma imkânı olmamaktadır. Bu hususta yapılacak her çaba boşa emekten öteye gitmemektedir. Bunun için yapılacak en müsbet ve doğru tercih, bilhassa siyasette iyiye götüren yola girmektir.
Siyasette doğru tercih ise, İslâmın da özünde olan “İnsan Hak ve Hürriyetlerine” yol açan Demokratikleşme yönünde çaba sarf etmek ve bunu kendisine rehber edinen siyasî düşünceye güç vermektir. Haklı tarafa yardımcı olmak ve manevî destek vermektir. Bediüzzaman Hazretleri bunun için “Demokratlar komünistlik ve dinsizliğe karşı bize yardımcıdır” (Emirdağ Lâhikası, s. 423); bunun için “Ehven-i şer olarak desteklenmelidir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 424) demiştir. “Biz hayırız, ehven-i şer şerdir” diyerek siyasal anlamda meydana çıkanların nasıl “âzamü’ş-şerre” sebep olduklarının zaman içinde görülmesi de, Bediüzzaman’ın bu konudaki haklılığını tescil etmiştir. Bediüzzaman’ın “ehven-i şer” olarak görüp destek verdiği Demokrat misyon, gerçekte şer değil, kâmil mânâda gerçek “İnsan Hak ve Hürriyetlerinin” kullanımına yol açabilecek ve “Hürriyet-i Şer’iyeye vesile olabilecek” misyondur.
Bediüzzaman, sosyolojik olarak insanlığın “vahşet ve bedevîlik, memlûkiyet, esirlik ve ecirlik devri” gibi dört devir geçirdiğini ve beşinci olarak içinde bulunduğumuz dünya siyasetinde geliştirilmesine çalışılan “malikiyet ve serbestiyet devri” (Mektûbât, 2004, s. 353) dediğimiz İnsan Hak ve Hürriyetlerinin kâmil mânâda kullanılmasına imkân tanıyan bir döneme girildiğine dikkat çeker. Bu döneme paralel olarak siyasetin sû-i istimal ettiği “adalet-i izafiye” düsturu ile “Toplumun selâmeti için fert feda edilir” uygulamasının bundan böyle doğru olamayacağını ve geçerliliğini kaybettiğini ifade eder.
Siyasîlere yazdığı mektuplarında Bediüzzaman Kur’ân-ı Kerim’in “Birisinin günahıyla başkası muâheze ve mes’ul olmaz” (En’am, 164; Emirdağ Lâhikası, 1994, s. 387) prensibinin uygulanmasına çalışılması gerektiği üzerinde durur. “Küllün selâmeti için ferdi feda eden, ferdin hukukunu nazara almayan” anlayışın, insan hak ve hürriyetlerinin önem kazandığı, hürriyet rüzgârlarının estiği zamanımızda geçerliliğini yitirdiğini vurgulamıştır. Çünkü “Adalet-i mahzanın tatbik imkânının bulunduğu durumlarda adalet-i izafiyeye gidilmesinin zulüm olduğu” (Mektubat, s. 57) gerçeğine dikkat çekmiştir. Dolayısıyla ehven-i şer hesabına adalet-i izafiyenin uygulanmaya devam etmesi zulmün devamına sebep olacaktır. Öyle ise siyasîler Demokratikleşmeye önem vermeli ve “ferdin hak ve hürriyetlerinin kâmil mânâda uygulanması”na çalışmaları gerekir. Böylece Kur’ân’ın hedef gösterdiği tam hürriyet ve adalet ortamı sağlanır.
—SON—
31.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Erzurum hocaları |
|
Onu ilk kez ekranlarda görmüştüm. Daha doğrusu silüet ve karaltısı Dost TV’nin bazı programlarına yansımıştı. İlk kez o görüntülerle birlikte zihnimde bir yer etti. Yılmaz Şahin hocadan bahsediyorum. Ancak vefâtına müteakiben onun Erzurumlu olduğunu öğrenebildim. Geçenlerde Manisa ziyaretim vesilesiyle yine hocanın isminin yâd edildiği ortamlarda bulunmuştum. Gazeteler hâfızlık icazet merasiminin hastalığı sebebiyle ertelendiğini duyuruyorlardı. Galiba onun yokluğunda nasip imiş. Ağır bir hastalığa düçar olduktan sonra hakkın rahmetine kavuşmuş. Yakından tanımadığım bir şahıs hakkında bu ilgi, sitayiş niye, diye sorabilirsiniz. Bunun tek cevabı var: Kur’an hizmeti. O bir Kur’ân hadimi idi. Yani hizmet-i Kur’âniye ile hayatını idame ettirmişti. Ondan büyük rütbe yoktur. Ömür boyunca hamele-i Kur’ân yetiştirmiş ve hamele-i Kur’ân’a rehberlik etmiş bir zat. Bundan daha büyük bahtiyarlık olmaz. Hoca’nın Erzurum menşeli olduğunu bilmiyordum. Akhisar gibi ücra bir mekânda olması da Erzurum bağlantısını akla getirmiyordu. Aslında, Akhisar’ı ücra olarak anmak doğru değil. Ama yine de Manisa geneline değil de Türkiye genelinden baktığımızda durum böyledir. Merhum ve mağfur Yılmaz Şahin Hoca, 45 yıl zarfında kendi rekorunu kırmış ve tam 2 bin 300 hâfız yetiştirmiş. İçlerinden fireleri çıksa bile huffaz nuranî bir iklimi temsil eder. Nuranî iklim Kur’ân bülbülleriyle yeşerir. 1936 yılında Erzurum’un İspir İlçesi Elmalı köyünde tevellüt eden Şahin Yılmaz, 1962 yılından bu yana 2 bin 300 hafız yetiştirmiş. Dile kolay. Olsa olsa bu bereket-i Kur’âniyedir. İstanbul’da okurken Konya Ermenekli Safvet Hoca’nın telkinleriyle Ramazan’da vaaz vermek üzere İzmir’e giderken Akhisar’a uğrayan Şahin Hoca, 3 yıl boyunca burada fahri vaizlik yapmış. 1962’de Akhisar’a göç ederek Hilâliye Camiinde imam hatip olarak göreve başlar. Vakıf Kur’ân’lar olduğu gibi bir de her iki anlamıyla Kur’an’a vakıf insanlar da vardır. Şahin Hoca onlardan birisiydi.
***
Soyadının Şahin olması ve Erzurumlu olması bana başka bir Kur’ân hadimi Şahin Hoca’yı hatırlattı. O da Yılmaz Şahin Hoca’nın Adapazarı’ndaki muadili Hasan Şahin Hoca’dır. Adapazarı ve Erzurum’un medar-ı iftiharı. Adapazarı’nın Hilâliye’si olan Aziziye’de yıllar yılı Kur’ân müderrisiliği yapmış ve yine belki yüzlerce belki binlerce hâfız yetiştirmiş . Daha bir iki sene öncesine kadar yaşadığını bizzat müşahade etmiştim. Bugün hayatta mıdır bilmiyorum, ama o da Erzurum’un Şahin hocalarından ve Kur’ân hadimlerinden birisi. Biz kendisini uzaktan uzağa severdik. İlk yıllarda hizmet verdiği Aziziye, küçük bir Kur’ân kursu idi ama zamanla ve emekleri sayesinde Adapazarı’nın sayılı Kur’ân kurslarından birisi oldu. Bununla birlikte maalesef 28 Şubat süreci hâfızlık eğitimine de ket ve darbe vurdu. 8 yıllık eğitim genç fidanlarla Kur’ân-ı Kerim’in hıfzının arasına girdi. Teknik olarak bu çelişkinin üstesinden gelinebildi mi bilmiyorum ama hâfızların sayısı azaldıkça bu ülkenin kudsî iklimi de sararıyor. Ağzımızın tadı kayboluyor. Bundan dolayı Şahin hocalarımız da ezanlar gibi bu memleketin böğründe ilelebed yaşamalı. Şahin Hocalar Erzurum’un ilim ve irfan diyarı olduğunun canlı vesikasıdırlar. Alvarlı Efe Hazretleri ve Mustafa Necati Erzurumî gibi duyduklarım ve tanıdıklarım ilme, irfana renk ve revnak katmışlardır. Erzurum inşaallah daha nice Şahin hocalar çıkarır.
***
Erzurum sadece hocalarından ibaret değil elbet. Aynı zamanda toparlayıcı ve ehli hizmet insanlarıyla da temayüz eder. Geçtiğimiz günlerde böyle birisini kaybettik. Bahse konu olan merhume yakın çevresi dışında kimsenin malûmu değil. Kamuoyu önünde tanınan birisi değildi. Bunu sağlayacak bir vasfı yoktu. Ama her fani insan gibi içinde ebediyet yaşatıyordu. Ben de çevresine yakın olduğum için kendisini tanıdım. Evet, merhûme Sahibe Gedikli, Erzurum’un has ehl-i hizmet insanlarından birisiydi. Cenazesine katılacakken bugün onun taziyesini yazmakla meşgulüm. Hiç unutmuyorum. 17 Ağustos depreminin akabindeydi. Ailemi ve daha doğrusu Adapazarı’nı görmek üzere gittiğimde önce kaldırımda ona ve ailesine rastladım. Adeta pervane gibiydi ve depremde dimdik ayakta o kalmıştı. Tam da o ortamda bana ve misafirlerime hemen kaldırım üzerinde bir sofra açtı. Yoldan geldiğimizi söylüyordu. O hep öyleydi. Tanıtmak için illâ da meşhur olmak gerekmiyor. Tanınması gereken isim değil fiil ve ameldir. O fiiliyle ve fedakârlığıyla tanınması ve anılması gereken bir insandı. Aynı zamanda içliydi de. Belki de ölümünü hızlandıran etkenlerden birisi erkek kardeşinin ansızın dul kalmasıydı. Hizmetten hiç üşenmezdi. Hanım halasını şöyle anlatır: “Hangi saatte olursa olsun gecenin dördü beşi de olsa erinmez hemen hizmete koşardı...” Dünya hâlâ yaşıyorsa fedakâr nesillerin omuzlarında yaşıyor. Tam da Tebliğ cemaatinin anlattığına masadak/uygun bir anlayışı temsil ederdi: “Amel et ki cennete nail olasın. Hizmet et ki Allah’a varasın...” İnşaallah Şahin Hocalar ve Gedikli cennetten de öte Allah’ın rızasına ulaşanlardan olur.
31.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Siyaset ve cesaret |
|
Türkiye’deki ‘demokratik sistem’in tam mânâsıyla işleyememesinin sebebi, her fırsatta yapılan müdahaleler olsa gerek. Gerçek anlamda 1950’de başlayan ‘çok partili siyasî hayat’ kısa fasılalarla sekteye uğratıldı. Hemen her ihtilal ve muhtıranın özü, ‘memleketin uçuruma yuvarlandığı’ iddiasıydı. İhtilal beyannamelerinin tarihlerini değiştirip okumak, bunu anlamaya yeter.
Ülkemizin yaşadığı ‘esaslı darbe’lerden biri de 12 Eylül 1980’deki askerî darbedir. Bu darbenin ayırt edici özelliği, siyaseti kökünden tahrip etmesi ve başta gençler olmak üzere milleti siyasetten soğutmasıdır. Dönemin ihtilal lideri, hemen her konuşmasında siyasetçileri kötüleyip, onları ‘tencereyi pisletmek’le suçlamıştı.
Ancak 12 Eylül bir şey daha göstermişti: İhtilalci de olsa, uzun dönemde milletin taleplerine göz yumulamıyor. İhtilalin bahanelerinden biri de ‘dini siyasete alet edilmesi’ydi. Ancak o günleri yaşayanlar hatırlar; bu ‘alet edilme’ hadisesi bizzat ihtilal lideri tarafından da tekrarlandı! “Benim babam hacı idi, dedem hoca idi, annem de başını örterdi” deyip meydanlarda ayet ve hadisler okunmadı mı? Niyetleri ne olursa olsun, ihtilal liderlerine bile ayet ukutan gerçek neydi? Biz buna ‘Türkiye gerçeği’ diyelim. Türkiye’de yaşayanlar Müslümandı ve onu idare etmek isteyen de mutlaka bu ‘gerçeği’ göz önünde bulundurmalıydı.
İhtilalcilerin 12 Eylül’den aldıkları bir ders daha oldu: Artık ‘klasik ihtilal’ devrinin geride kaldığını anladılar. Bunun yerine daha ‘münafıkane’ olan ‘post-modern’ ihtilalleri tercih etmeye başladılar. Çünkü klasik ihtilal yapıp işbaşına gelince, halk ile karşı karşıya kalınıyor ve çözülemeyen problemlerin sorumlusu ihtilalciler oluyordu. İhtilalcilere kızan millet, ilk fırsatta ‘sandık’ta hesaplaşıyor ve ihtilal yapanlarla onlara destek olan siyasileri tarihe gömüyordu.
Nitekim 28 Şubat süreci diye adlandırılan süreç, ihtilalcilerin 12 Eylül’den aldıkları derse çarpıcı bir örnektir. İhtilalciler, bu tarihten sonra, ihtilal yaparak elde etmek istedikleri ‘netice’leri, sivil görünüşlü iktidarlarla yapmaya niyetlendiler. 28 Şubat sürecinde neler yaşandığını bilmeyen kalmadı, ama dönemin şahitlerinden Nahit Menteşe’nin söylediklerine de kulak verelim: “Hükümet yıkıldı. İçimizden Cindoruk, Sezgin’lerin kurduğu Demokrat Türkiye Partisi çıktı, bazıları bakan yapıldı. Bazı işadamları devreye girdi. Büyük paralar döndü; bazı milletvekilleri DYP’den istifa ettirildi; bazılarına bakanlık, bazılarına da dolarlar verildi.” (Yeni Aktüel dergisi, 10-16 Mayıs 2007)
Darbe ihtimalleriyle ilgili soruyu da cevaplandıran Menteşe şöyle konuşmuş: “(İhtilali) Yabancı devletler de teşvik etmiyor. Daha önce ediyorlardı. 1960’ın da, 12 Eylül’ün de ardında ABD’yi görüyorum ben. Ama şu anda böyle bir şey yok. ABD stratejik menfaatleri açısından sessiz durdu. Avrupa’da da teşvik yok. Ufukta böyle bir durum görmüyorum. (...) Bazı siyasiler gerek 12 Mart’ta, gerek 12 Eylül’de ‘Ne duruyorsunuz’ demişlerdir. Siviller, hatta parlamento içinden...” (agd.)
“Darbe”den daha tehlikeli olan; geçmişte bazı siyasetçilerin “darbe” çağrısı yapmış olmasıdır. Geçmişte yaşanan bu ‘hata’ların tekrarlanmaması ve sivil siyasetçilerin ‘cesur siyasetçi’ olmaları şarttır. Hür ve demokrat bir Türkiye için, milletin sesine kulak verilsin...
31.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Herkes gergin |
|
Görev süresi 16 Mayıs’ta dolan ve uzatmalı cumhurbaşkanlığı yapan Ahmet Necdet Sezer’in veto ettiği anayasa değişikliği paketi, ikinci görüşmeleri bugün yapılıyor. Bu oylamada, pakete 330-367 arasında oy çıkması durumunda otomatik olarak referanduma gidilecek, 367 ve üzerinde destek çıkarsa referandum, Sezer’in “keyfiyeti”ne bağlı hale gelecek.
Burada bu tartışmalardan ziyade Pazartesi günü yapılan ilk tur oylamada yaşanan tartışmalara temas etmek istiyorum.
Seçimlere yaklaşık 52 gün kalmışken, milletvekillerinin sinirleri de iyice gerildi ki, artık sözü bırakıp, yumruklarıyla konuşmaya başladılar. Her konuşmadan sonra yaşanan sataşmaların tozu iyice arttı. Hakaretler, küfürler havada uçuşuyor. Artık TBMM Genel Kurulu AKP ve CHP’li milletvekillerinin yumruklaşmasına sahne oluyor.
Tezkere tarihi uzayan Sezer’in vetoları, konuşmaları, duruşu, hareketleri bile son günlerde milletvekilleri arasında tartışma konusu yapılıyor. AKP Genel Başkanı dahil, yöneticileri, milletvekilleri artık açıktan açığa Sezer’i dozajı yüksek eleştirilere başladılar.
Özel kalem müdürü ve damadı da CHP’den aday olan Sezer’i savunmak CHP’lilere düştü. Sezer’e gelen eleştirileri göğüslemeyi bir “görev” olarak gören CHP’liler, bağımsız milletvekili Ümmet Kandoğan’ın bir gazete kupüründeki Sezer’in Erdoğan’a bakışını gösterip, “Halkın birliğini, milletin birliğini, 70 milyonu temsil ettiğini iddia eden bir cumhurbaşkanı şu bakışlarındaki kin ve nefreti çok iyi tahlil edin. Bu resimde milletin birliğini ve beraberliğini sağlaması gereken cumhurbaşkanı bu ülkenin başbakanına nasıl bakıyor?” sözleri gergin olan ortamı iyice gerdi. CHP’liler Kandoğan’ın üzerine yürürken, Kandoğan’ı kurtarmak da AKP’lilere düştü.
Burada yazmaktan imtina edeceğim küfürler, hakaretler eşliğinde yumruklaşmalar bütün dünyanın gözleri önünde yaşanması kötü bir örnek oldu. Türkiye’nin imajını zedeledi. Dış basın ballandıra ballandıra bu tartışmaları aktarırken, Tayland parlamentosunda yaşanan tartışmalara atıfta bulundular.
Meclis’teki bu tartışmalar artık her gün tekrarlanır oldu. Önceki günkü tartışmada daha hazindi. “Çocuklarda ve Gençlerde Artan Şiddet Eğilimi ile Okullarda Meydana Gelen Olayların Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla kurulan Meclis Araştırması Komisyonunun Raporu”nun görüşmeleri sırasında da yaşananlarda bu gerginliğin ne boyutlara geldiğini göstermesi açısından örnek teşkil etti.
İsminde “şiddeti önleme” olan bir komisyonun raporunun görülmesi sırasında ilgili komisyonun başkanı Halide İncekara’nın yine aynı komisyonun üyesi CHP’li Muharrem İnce’yi, oturumlarda yumruk atmakla suçlaması üzerine tansiyon yükselirken, sert tartışmalar yaşandı. Yani, şiddet önlemek olan bir komisyonun iki üyesi arasında yaşanan tartışması da ibretlik değil mi?
Yine, Lübnan’a asker tezkeresinin görüşmelerinde de AKP’li Muharrem Candan’ın tartıştığı CHP’li Erdal Karademir’in üzerine yürümesi de milletvekillerinin son günlerdeki gerginliklerinin ne boyutlara çıktığını gösteriyor.
Milletvekillerinin son günlerdeki neredeyse her oturumunda tartışmalarının nedeni, cumhurbaşkanlığı sürecinin verdiği bir gerginlik mi, yoksa yeniden seçilememe korkusu mu bunu da size bırakıyorum.
Milletvekillerinin bu tutumu zaten işsizlik, kapkaç, okullardaki yaşanan şiddet, belirsizlik, Güneydoğu’da yaşanan terör, Ankara’daki bombalama, şehit cenazeleri ve bir de son günlerdeki CHP-AKP arasında yaşanan tartışmalardan iyice bunalan milleti de germesi sürpriz olmaz.
Başta milletin vekilleri olmak üzere herkes “Vur vur inlesin!” sloganlarını bırakıp sağduyulu olmak zorunda. Bu sağlanmadığı takdirde kapkaç mağdurlarından, sporda yaşanan şiddetten, okullardaki kavgalardan hiç kimsenin şikayet etmeye hakkı yoktur. Çünkü milletin vekili böyle yapıp, millete “kötü örnek” olursa vatandaş da bunu örnek alır.
Balık baştan kokar misali…
31.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
“Modern türban” |
|
Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı aday adayı Abdullah Gül’ün Hürriyet gazetesindeki açıklamaları “tartışılıyor.”
Siyasî boyutu bir yana... Ben “türban”ı magazin yönüne kaydırmalarına şahsen sinir oluyor ve tehlikeli buluyorum.
Modacıların kalkıp, bu konuda “fikir” beyan edip, ileri geri konuşmasını “akla ziyan” buluyorum.
Başörtüsü tartışmaları ağızlarda sakız olduğu günden beri, deyim yerindeyse “evrim” geçirdi.
Başörtüsü oldu, “türban.”
Şimdi “türban” oldu, “modern türban”.
Sanki “türbanın” modern olmayan versiyonu varmış gibi...
Bilinçaltı verdikleri mesaj şu:
“Örtünmek gericilik!”
Gerek siyasîler, gerekse bu konuda uzman olduğunu sanan isimler “hassas sularda” fikir beyan etmesin...
Eğer fikir beyan etmekte ısrar ediyorlarsa, yapacakları en büyük iyilik: susmak!
Çünkü susmak bir erdemdir.
TELETEBBUİES TEHLİKESİ
Bir dönem atv’de sabah kuşağında “Teletubbies” adlı çizgi film mi, kukla mı ne idüğü belirsiz bir dizi oynatılıyordu.
Doğrusu beni rahatsız eden unsurlar vardı. Ama “ne” olduğunu bir türlü anlayamamıştım.
Çocuklar bayılıyordu.
“Teletubies” gösterildiği dönem, uzmanlar tarafından çok konuşuldu.
Çocukları “ruhsuz” yapıyor tartışmalarından tutun, bunu izleyenlerin ileride “manyak, psikopat katile dönüşeceğine” dair bir dizi iddia...
Hatta çok ciddi bir görüş daha vardı:
Teletubbies insanı hipnotize eden bir çocuk programıydı.
Tinky Winky karakterinin başındaki dönen parça yüzünden çocukların etkilenerek, başka bir kanala geçmesini engelliyordu. Yani bu yapım yasak olmasına rağmen “hipnoz” yöntemi kullanıyordu.
Şimdilerde çok şükür, bizim kanallarda görünmüyor.
Ama Polonya’da izleniyor.
Bize ne diyebilirsiniz.
Bilinsin diye söylüyoruz. Polonya’da “çocuk hakları savunucu bir kurum” bu diziyi “izlemeyin” çağrısında bulunuyor.
Hatta “Teletubbies” yapımı için mutlaka “inceleme” başlatılmasını istiyor.
Sebebine gelince:
Kurumun yetkilisi Eva Sowinska, mor renkli başının üzerinde üçgen bir anten bulunan Tinky Winky karakterinin kadın çantası taşıdığını ve cinsiyetinin hemen kavranamadığını söylüyor.
Yani, bu çizgi dizi gizli gizli “eşcinsel”liğe özendiriyor. Polonya bile “hassasiyetini” koruyor. Hani diyorum ki, eskaza bizde tekrar gösterilirse bilin istiyorum.
BİRİ BİZİ “BÖBREK”LİYOR
Biri Bizi Gözetliyor’un vatanı Hollanda yeni bir yarışma için kolları sıvıyor.
BNN adlı özel bir televizyon kanalı, bu cuma “Big Brother” tarzında ve adına da “şov” dedikleri insanlığı utandıran bir yarışmaya imza atacak.
Bu “şov”(!)da böbrek nakline ihtiyacı olan 3 böbrek hastası, kanseri ölümcül derecede ilerlemiş bir kadının böbreğini almak için yarışacak! Üstelik kazananı SMS’lerle halka seçtirecekler.
Tarihte işe yaramayan köle ve esirleri aslanlara yem yaparlardı. Günlerce aç kalan hayvanlar, zavallı ve çelimsiz insanları görünce saldırır, iştahla midelerine indirirdi. Hipodromda bu vahşeti izleyen insanlar “hurra” diyerek zevkten dört köşe olurdu.
Modern hayatın bize sunduğu imkânlar da neredeyse geçmişte yaşanan vahşeti aratmıyor.
Zavallı hastalar ekran aracılığıyla bir kobay gibi kullanarak, üstelik halka seçtiriyor... Korkarım rating uğruna bizim yapımcılar böyle bir “gözü dönmüşlük” yapmasın!
31.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İyiliklerin götürdüğü nokta |
|
İnsan beşerdir, hata yapabilir. Hatadan dönmek fazilettir. Allah’ın en çok hoşlandığı şey ise hata, kusur ve günahlardan dönüş yapmaktır.
Bu ise sevilmeyi ve affedilmeyi netice verir. İçtenlikle, ihlâsla günahlarından dönüş yapan, bir daha onlara dönmeme azim ve gayreti içinde bulunan kullarını sever ve affeder Allah.
Bu bir insan için en büyük bir iyiliktir. İyilikler de affa vesile olur. Bazı iyilikler vardır ki Allah kulunun nice kusurunu affeder, bazan olur ki kulunu bütün bütün affeder.
Hiçbir iyilik küçümsenmemelidir. İyilikler en muhtaç olduğu anda insanın imdadına bir hızır gibi yetişir. Sözler’de belirtildiği gibi yapılan ibadet ve tesbihatlar en ihtiyaç duyulduğu bir anda Cennet yemişleri sûretinde takdim edilirler.1 Yunus Aleyhisselâmı balığın karnından kurtaran önceden beri yapageldiği tesbihatları değil miydi? Kur’ân buyurur ki: “Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı kıyâmete kadar balığın karnında kalıp gitmişti.”2
Demek iyilikler bir kurtuluş simididir. İnsan böyle bir şefaatçiye, bir kurtuluş belgesine kabirde, mahşerde daha çok ihtiyaç duyar.
İşte bir örneği: Melekler önceki ümmetlerden birinin ruhunu karşılar, kendisine “İyilik olarak birşeyler yaptın mı?” derler.
Adam hatırlayamaz. Melekler, “Hatırlamaya çalış” derler.
O zât, “Ben insanlara borç verir, sonra bu borçları toplayan adamlarıma sıkıntıda olanların borçlarını tehir etmelerini, hâli vakti iyi olanlara da kolaylık göstermelerini emrederdim” der.
Aziz ve Celil olan Allah bunun üzerine, “O kulumu affediniz!” buyurur.3
Şu hadis-i şerif de oldukça ilginç: “Kim duâlarının kabul edilmesini ve sıkıntılardan kurtulmayı isterse zor durumda olan birini rahatlatsın.”4
Kim dualarının kabul edilmesini ve sıkıntılardan kurtulmayı istemez ki?
Bu rahatlatma, sevindirme maddeten de olabilir, mânen de. Şu veya bu şekilde sıkıntıda olan bir kimseyi o sıkıntıdan kurtaran, rahatlatan kimse için şöyle bir müjde daha var: “Kim bir Müslüman kardeşinin ihtiyacını karşılarsa Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da Kıyamet gününde onun ayıbını örter.”5
Bir insan için bu müjdeden daha rahatlatıcı ne olabilir?
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 33.
2- Fatır Suresi: 143-144.
3- Buharî, Büyu’: 17; Müslim, Müsakat: 26.
4- Fethu’r-Rabbanî, 15:84 (Hadis no: 277.)
5- Buharî Mezalim: 3; Müslim, Birr: 58; Ebû Davud, Edeb: 38.
31.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Şiddet ve terörün asıl kaynağı... |
|
Fert, aile, toplum ve insanlık olarak, en ziyade muhtaç bulunduğumuz hakikat sevgidir. Çünkü, kâinatın yaratılışının sebebi sevgidir. Atomlardan galaksilere kadar tüm unsurları birbirine bağlayan cezbe gücü de sevgidir. Ve kezâ, kâinatın santrali, merkezi olan kalp, aynı zamanda sevgi üretim merkezimizdir. Yapımız, sevmek ve sevilmek üzere dizayn edilmiştir.
Ancak, kalbimize konan hadsiz sevgi potansiyeli, ebedî bir güzelliğe sahip bir zâta yönelmek;1 ve diğer tüm sevdiklerimizi de Onun adına sevmek için verilmiş. Çünkü kalbin yaratılmasının sebebi, sevgi ve sevgilileri yaratan gerçek Sevgililer Sevgilisi’ni sevmektir. İnsanın en kıymetli hissi olan sevgi, eğer tevhid sırrı yardım etse (yani sonsuz Sevgi Sahibi’nden güç alırsa), bu küçücük insanı, kâinat kadar büyütür ve genişlik verir ve yaratılmışların nazenin bir sultanı yapar.2
Bilhassa gençler, birbirinin gözünü oymak için çırpınıyorsa ve ülke insanı kamplaşmaya yönelmişse sevgisizlik yüzündendir. Terör de, sevgisizlikten yol bularak kin, nefret, düşmanlık ve şiddet eker.
Sevgi aynı zamanda psiko-sosyal bir güç kaynağı, bir kaynaştırıcıdır. Gerçek sevgideki iksir ve güç, yabancılığı kaldırıp, en vahşî varlık ve unsurları bile bize kardeş, dost yapar. Kur’ân bu hakikati, “Allah’a iman edenler, Allah’a olan sevgileri cihetiyle daha kuvvetlidir”3 şeklinde beyan eder.
Sevgi; itaat, saygı ve kaynaşmanın da direği olduğundan ona dayanan fert, aile, toplum, eğitim ve yönetim mutlak başarıya ulaşır. Çünkü o, özgüvenin, başarının da temeli, itici gücü, ekonomik kalkınma ve ilerlemenin de dayanağıdır.
Gerçek sevgi, sevgi sebeplerini aşarak, sevgiyi ve sebeplerini de yaratanı sevmektir. Yani, her şeyi O’nun adına sevmek, O’nu hatırlamaktır. Anne-babamızı, çoluk çocuğumuzu, eşimizi, dostumuzu; peygamberler ile sahabelerini, evliyaları, ilim ehlini ve meşru olan her şeyi doyasıya severiz.
Zaten psikolojik yapımız gereği, evvelâ kendimizi, sonra akrabalarımızı, sonra milletimizi, sonra hayat sahibi diğer yaratıkları, sonra kâinatı, dünyayı sever; doyuma, mutluluğa ve müthiş bir moral gücüne ulaşırız.
Bizzat nefis ve madde hesabına, onların fani, geçici, solan yüzlerine yönelen sevgi mecazidir ve güçsüzdür. Çünkü, sevilen şeyler soldukça, çürüdükçe, yok oldukça, sevgi de tükenir, yok olur.
Hakiki sevgi ile mecazi sevgi arasındaki inceliği fark etmez, dengeyi sağlayamazsak, kalp sevgi çeşitleri adedince parçalanır; ruhumuzun dengesi bozulur, gücümüz azalır.
Her şeyi, yüce Rabbimizin Habib / Rahîm / Vedûd gibi sonsuz isim ve sıfatları hesabına seversek; sevgimizin gücü de sonsuzlaşır. O takdirde, Allah’ı tanımaktan gelen sevgi, en büyük maya ve iksir olur.4 Terörün gıdası şiddet, kin, nefret de biter. Gerçek sevgi; “sevgi parçalanmasını” da önler.
Allah, sırat-ı müstakîm denen doğru yolda olanları sever, temiz olanları sever,5 iyilik yapanları sever, merhamet edenleri sever, sevenleri sever. Dolayısıyla kendi cüz’î, basit, küçük sevgisiyle O’nun sonsuz sevgisini birleştirenler, sonsuz bir sevgiye kavuşmaz mı? Allah dostlarının güçlü olmasının sırrı budur.
Sevginin yaydığı bir enerji vardır. Gerçek veya mecazi sevgi “dalgaboyları”, muhatabın kalbinin radarına çarpar ve onun seviyesini hisseder. Sevgi, ışıktan hızlıdır. Işık, dünyayı saniyede yedi kez dolaşabiliyorsa; sevgi yedi yüz kez dolaşır ve her seferinde sahibinin sevgisine sevgi katar!
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 20.; 2- Şuâlar, s. 21.; 3- Bakara Sûresi, 165.; 4- Mektubat, s. 434.; 5- Bakara Sûresi: 222.
31.05.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Dostça mesajlar |
|
Son bir ay içinde ağırlıklı şekilde siyasete temas eden yazılarımıza, samimi dost ve okuyucularımızdan birbirinden farklı, hatta zaman zaman birbirinin tam zıddı yönünde tepkiler, mesajlar aldık.
Kimi dost ve kardeşimizin ikazı, ihtarı, yahut tavsiyesi şu tarzda: "Yanlış yapıyorsun, yanlış gidiyorsun. Eski zamanlara takılıp kalmışsın. Yeni gelişmeleri bir türlü doğru okuyamıyorsun, anlayamıyorsun. Onun için, yanlışta ısrar edip duruyorsun. Artık devir değişti, şartlar değişti, dolayısıyla siyasî tablo da değişti. Sen bu değişimin farkında değilsin. Yazdıkların, mevcut şablona uymuyor. Acaba, birileri sana zorla mı bunları yazdırıyor? Bari, hiç olmazsa siyasete dair yazılar yazma ki, sana karşı duyduğumuz hüsn–ü alâka, muhabbet kırılmasın, devam etsin..."
Bunlara mukabil, kimi dost, kardeş ve ağabeylerimizin mesajları ise aynen şu mânâda: "Allah razı olsun kardeşim. Seni tebrik ediyor, duâlarımızı gönderiyoruz. Üstad Bediüzzaman'ın Risâle–i Nur'da vâzetmiş olduğu düstûrlar, prensipler müvacehesinde siyasî ve içtimaî tahlillerde bulunuyorsunuz. Ahrar ve Demokrat çizgisini, misyonunu şüpheye, tereddüde mahal bırakmayacak şekilde izah ve tarif ediyorsunuz. Bu meyanda, geçmişten günümüze bir köprü kuruyor ve zaman içinde nelerin olup bittiğini, kimin hangi kulvarda neler yaptığını delilleriyle birlikte ortaya koymaktasınız."
Tebrik ve duâları bilmukabele karşıladığımız gibi, samimi tenkitleri de iyi niyetle ve hüsn–ü alâka ile dikkate aldığımızı burada ifade etmiş olalım.
Bununla beraber, bütün yazdıklarımızı bilerek, inanarak, tam bir itminan–ı kalp ve tam bir vicdan huzuru içinde olarak yazdığımızı bu vesile ile bir kez daha hatırlatmak istiyoruz.
Boz ayı ziyaretimize niye geldi?
Başlıktaki ifadeyi okuyunca şaka yaptığımızı, yahut "avcı fıkrası" gibi bir fıkra anlatacağımızı zannediyorsanız, yanılıyorsunuz demektir.
Zira, anlatacaklarımız gerçektir, sahidir ve birebir yaşadığımız bir vak'ayı yansıtıyordur: Geçenlerde bermutad gittiğimiz dağlık/ormanlık bir alanda kocaman bir boz ayı ile karşılaştık; daha doğrusu, bir boz ayı aniden çıkıp ziyaretimize geldi.
Ne var ki, bu dâvetsiz misafirin sebeb–i ziyaretini anlayamadık. Bu yüzden de, kaç gündür merak içindeyiz.
Dolayısıyla, yazının başlığındaki soru cümlesini de, özellikle Sefer Abimize yöneltiyorum.
Çünkü, birkaç sene önce (2001 yılı) bizimle da bağlantılı olarak o yazmıştı "Ayılar ve dayılar" hikâyesini.
İşte, şimdi o hikâye tam manasıyla gerçek oldu.
O yazıda anlattığı şehirdeki dayıların durumu mâlûmdü. Fakat, dağdaki ayılarla olan münasebetimiz büyük ölçüde hayaliydi.
Sonunda o hayal de gerçek olup çıktı. Dolayısıyla, Sefer Abimizden yeni bir te'vil, yeni yorum beklemek hakkımız da doğmuş oldu: Evet Sefer Abi, sizce boz ayı ziyaretimize neden gelmiş olabilir?
İstersen, olayın/vak'anın "5N 1K"sını da anlayatım ki, te'vilde zorluk çekmeyesin.
Tehlikeli karşılaşma
(Yazarınız dağdan bildiriyor)–Sonuna geldiğimiz şu Mayıs ayının ortalarıydı. İstanbul'un rutubetli, ufûnetli havasından sıkılıp kendimi bir tenhaya atayım dedim ve yola çıktım. 170 kilometrelik yolculuğun ardından, Sakarya Nehrinin geçtiği derin vadinin ormanla kaplı orta yamaçlarına vardım. Gece iyi bir istirahat çektim. Ertesi günün sabahı çıkıp etrafta tek başına dolaşmaya başladım.
Sonra, gidip bahçeye benzer bir yerde elimde kürekle toprağı eşeleyip kazıyordum ki, hemen yanı başımdaki fundalık alanda büyük bir gürültü/hışırtı sesi koptu.
Neyse, sesin geldiği tarafa doğru yöneldim baktım ki, vahşi büyükçe bir hayvan fundalığı yara yara tam da bulunduğum noktaya doğru hızla geliyor.
İçimden, önce "Bu herhalde bir yaban domuzudur" dedim; saldırırsa şayet, bir ağaca tırmanır kurtulurum diye de düşündüm.
Sonra abiciğim, bir de baktım ki ne göreyim... Dikenli mikenli o yüksek çalılıkların içinden kocaman bir boz ayı çıkmasın mı?
Aramızda da sadece 8–10 metrelik bir mesafe vardı ki, o hayvancağız ile yüz yüze, göz göze geldik... Etrafta da, hiç kimsecikler yoktu.
Şimdi söyle bakalım Sefer Abi, o durumda sen olsan ne yapardın? Ne kaçmakla, ne de ağaca çıkmakla kurtulabilirsin, ayının elinden. Bu hayvan hem at gibi hızlı koşar, hem de insan gibi ağaca tırmanır?
Geriye kalıyor—her ihtimale karşı—çekip vurmak diye düşünenler olabilir.
Ancak, bu da öyle sanıldığı gibi kolay değil. Mevcut kànunlara göre, her ihtimale karşı bir ayı vurmanın cezası, üç yıl hapis ile 17 bin YTL para cezasıdır.
Anlayacağın, ayı sana saldırabilir; fakat sen ayıyı kolay kolay vuramazsın, öldüremeszin. Yani, kànunlar senden yana değil...
Neyse, uzatmayalım.. Ayı ile karşı karşıya gelince, elimdeki küreği sıkıca tuttum ve hayvana dik dik bakmaya başladım. Ne yapacak diye dikkat kesildim.
Belki inanmayacaksın, ama o hayvancağız adeta utanırcasına başını eğdi ve yüzünü önce sol tarafa, ardından sağ tara çevirmeye başladı. Muhtemelen gidecek, çıkacak yol arıyordu.
İkimiz de, bir süre aynı noktada durduk. Baktım ne geliyor, ne de gidiyor.
Bu da, bende haliyle bir tereddüt, bir endişe uyandırdı. Niyetini kestiremedim. Tehlike ihtimali yüzde elli görünüyordu. Üstelik, düşünmeye de yeterli zaman yoktu.
Ama, inanın o anda bile hatırıma Sefer Abinin "Ayılar ve dayılar" yazısı geldi. Çünkü, hikâyenin ayılar kısmı o an gerçek olup çıkmıştı.
Derken, 500–600 metre aşağıda bahçede çalışan köylülerin yanına gidip durumu anlatmayı düşündüm: "Bu hayvan tehlikeli mi, saldırabilir mi, bahçede çalışmaya devam edeyim mi, yoksa işi bırakayım mı?" diye gidip sorayım dedim.
Elimdeki küreği bırakmaksızın ve yönümü değiştirmeksizin, boz ayıyı dikkatle süzerek gerisin geriye yürümeye başladım.
Tâ gözden kayboluncaya kadar da, hayvancağız sağa sola hafifçe hareketlenmelerle aynı mıntıkada duruyordu.
Sonunda gidip köylülerle danıştım; dikkatli ol dediler. 15 dakika kadar sonra yine aynı yere dönüp geldim, baktım boz ayı çekmiş gitmiş. Biz de bahçede çalışıp çapalamaya devam ettik.
Evet, aziz Sefer Ağabey, durum bundan ibaret. Sizce bu ayı ziyaretimize neden gelmiş olabilir?
Acaba diyorum, bu hayvancağız orada bana yardım etmek için gelmiş olabilir mi? Yoksa, yaz sezonunu açmak, yani tatil notlarına dair sizinle aramızdaki atışmalı yazıları başlatmak için mi şöyle bir göründü?
Son soru: Senin bu işte parmağın var mı?
31.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Fetih'ten günümüze |
|
İstanbul’un fethi yeni bir çağ açmıştı.
Asırlarca beklenen bir fethin gerçekleştiği an idi.
Fahr-i Kâinat Efendimizin (sav) “İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir” müjdesine nâil olmak için sayısız muhasara gerçekleştirilmişti. Ama fetih, Fatih Sultan Mehmed ve askerlerine kısmet oldu.
Fethin sosyolojik ve birçok ilmî değerlendirmeleri yapılmıştır.
Bu bir ideâl idi.
Mukaddes bir ideâl ile günün teknolojisi en son veriler birleştirilmiştir. Fetih, her iki kuvvet ile gerçekleştirilmiştir.
Bu kupkuru bir cihangirlik sevdası değildir.
Osmanlı’yı ayakta tutan, “Devlet-i ebed müddet” düşüncesi ile “İlâ-yı Kelimetullah” yani devleti ebediyyen yaşatmak, Allah’ın adını yaymaktır.
Buna mâneviyat büyükleri, iyi yetişmiş komutanlar, cihangir askerler güç vermiştir.
1453’te Fatih Sultan Mehmed Han, Topkapı’dan İstanbul’a girerken, Akşemseddin Hazretleri’nin müridlerinden bir askerin, “Sultanım! Şeyhimin himmetleri olmasa idi İstanbul’u zor alırdınız” sözüne karşılık, Fatih, kınındaki kılıcı göstererek, şu ibretli sözü söylemiştir: “Çelebi, bunun hakkını da unutma!”
Cenâb-ı Hak, dünyada “âdetullah” denilen kanunlarını koymuştur. Yani bir işte, yaratılış kurallarına uymak zorundayız.
Eğer gönüller üzerindeki fetih gerçekleştiremez ise bunun bir mânâsı olmaz. Fatih gününün en üstün bilgileri ile donatılmış bir komutandı.
Bizi yeni ufuklara götürecek yegâne çare, Fatih’in fethettiği mânâda saklıdır.
Fetih her asrın bir gerçeğidir.
31.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Çocuk eğitimi |
|
Medine Hanım:
*“İslâm’da çocuk eğitimi hakkında beni aydınlatırsanız çok memnun olurum. Saygılarımla.”
Bayan okuyucumuz:
*“Çocuğun erkek olması için duâ var mıdır? Erkek çocuk istemek için nasıl duâ yapalım?”
İslâm’da çocuk eğitimi, anne ve babalar için sorumlulukların başında geliyor. Kur’ân, “Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu öyle bir ateşten koruyun ki, tutuşturucusu insanlarla taşlardır” âyetiyle çocukların eğitilmesini anne ve babaya yüklüyor. Peygamber Efendimiz de (asm): “Çocuklarınıza değer verin ve onları güzelce terbiye edin” buyuruyor. Bir diğer hadislerinde Sevgili Peygamberimiz (asm): “Çocuğu olan kimse çocuğuyla çocuklaşsın” buyurmakla çocuk eğitiminin ailede sevgiyle, şefkatle ve bugün adına empati de denen duygudaşlıkla başladığını bildiriyor.
Çocuğun eğitimi ana rahminde başlar. Babanın helâl lokma getirmesi, annenin helâl lokma yemesi, anne ve babanın ibadeti, duâsı, niyazı, mutlulukları, şükürleri, kötü alışkanlıktan uzak yaşamaları çocuğu olumlu yönde etkiler. Çocuk ana rahmindeyken, anne baba çocuğun erkek olması veya kız olması konusunda her ne kadar istek sahibi olsalar da, inisiyatif sahibi değildirler. Tasarruf Allah’a aittir. Anne baba hayırlı evlat ister; ama çocuğun kız veya erkek olmasını Allah’ın takdirine bırakır. Çocuk ana rahmindeyken anne babanın yapacağı duâ örneği Kur’ân’da vardır. Kur’ân bu duâ örneğini Hazret-i Zekeriya Aleyhisselâmın duâsı olarak şöyle zikreder: “Rabbi heb li mil ledünke zürriyyeten tayyibeh, inneke semiu’d-duâ” (Ya Rabbi! Bana kendi tarafından pek temiz ve hayırlı bir zürriyet (nesil) bağışla. Şüphe yok ki, Sen duâyı hakkıyla işitensin.)
Çocuğun, dünyaya geldikten sonra ilk eğitimcisi annesidir. Anne şefkati çocuğu hem besler, hem kucaklar ve kuşatır, hem tehlikelerden korur, hem eğitir. Çocuk yaratıldığı fıtrat üzerinde büyümeyi annesinin şefkati ile öğrenir. Çocuk sevgiyi, saygıyı, hürmeti, iyiliği, sorumluluk duygusunu, ana dilini, hayata ayak uydurmayı, şahsî görevlerini, sosyal görevlerini anne ve babasının yanında öğrenir. İmam-ı Gazâlî diyor ki: “Çocuk anne-babasının yanında İlâhî bir emanettir. Onun kalbi saf bir cevherdir. Her türlü şekil ve renkten boştur. Verilen her şekli kabule müsait, kendisine yakın duran her şeye meyleder vaziyettedir. Kendisine iyilik öğretilir ve iyi şeyler yaptırılırsa çocuk iyi bir insan olarak yetişir. Dünya ve ahirette saadete ulaşır.”
Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, çocuklar binde dokuz yüz doksan dokuz hisse ile Hâlık-ı Rahîm olan Allah’a aittirler. Anne ve babalar çocuğun hem arkadaşı, hem de hizmetkârı olarak, Allah tarafından, çocuk için hususî görevli kılınmışlardır. Görevlerinin karşılığı olarak dünyevî ücretleri de “şefkat hissi” tarzında peşin verilmiştir. Anne babanın bu görev karşılığında uhrevî ücretleri saklıdır. Anne baba Allah’ın kendilerine verdiği şefkat hissiyle çocuklarını hem üzerinde titreyerek eğitmekte, hem de ahiret noktasında eşsiz sevap kazanmaktadırlar. Nitekim Peygamber Efendimizin (asm) ifadesiyle “Evlat kokusu Cennet kokusundandır.” Yani evlat için girilen her fedakârlık, Allah katında değerlidir ve karşılığı doğrudan Cennettir. Nitekim bir diğer hadiste de Sevgili Peygamberimiz (asm): “Mahşer gününde kulun sevap kefesine ilk konulacak ameli, çoluk çocuğunun geçimi için yaptığı harcamalardır” buyuruyor.
Yüce dinimizde “Sebep olan yapan gibidir” sırrı vardır ki, bu sırla en fazla anne babalar evlatlarına karşı yaptıkları olumlu her şeyden sevap almaktadırlar. Özellikle eğitim gibi bir ömür amel edilecek etkinlikler anne ve baba için birer sevap kaynağıdır. Dolayısıyla çocuk hayatı boyunca anne ve babanın teşvikiyle, yönlendirmesiyle, eğitimiyle veya maddî katkı sağlamasıyla yaşadığı her iyilikte bir misli sevap da anne ve baba için kazanmaktadır.
Anne baba çocuklarının eğitimine doğrudan katkı verdikleri için onların sevaplarının bir mislini alırlar dedik. Fakat eğitim noktasında üzerlerine düşeni eksiksiz yapan anne babalar, çocuklarının günahlarına ortak olmazlar. Bir başka ifadeyle eğitim noktasında gerekeni yapmış anne ve babalar için, çocukların sevaplarının bir misli anne ve babaya gider, günahlarının hiçbir zerresi gitmez. Çünkü günah kişiye özgüdür ve bunda anne ve babanın vebali yoktur.
Duâ
Ey mevcudatın Hâlıkı! Ey toprağın Hâlıkı! Ey insanın Hâlıkı! Ey çocuğu insana meyve kılan! Ey insanı çocuğa hami kılan! Ey insanı insana terbiyeci kılan! Ey insana şefkat ve rahmet veren! Ey Hâlık-ı Rahîm! Bize hayırlı bir zürriyet ver! Neslimizi namaz kılanlardan eyle! Neslimizi âbidlerden, zahidlerden, salihlerden eyle! Neslimizi Nura, Hakikate, İmana, Kur’ân’a talebe olanlardan kıl! Neslimizi Nur ile, Hakikat ile, İman ile, Kur’ân ile amel edenlerden kıl! Çocuklarımızı Kur’ân’a hadim kıl! İmanda istikamet ver! Bizi neslimize, neslimizi bize Cennette kavuştur! Âmin!
31.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|